Risale Akademi, Münazarat ile çözüm aradı

uður1

Well-known member
Müslümanlar, Kürtler ve deprem
26 Ekim 2011 Çarşamba 07:24
İki kavmin arasına ayrılık sokacak hiç bir meseleye ‘evet’ diyemem, diyemiyorum. Birileri desin ki ‘ilkokulda ayrı bir lisan ile eğitim vermek, ayrılık getirmez’, ona da ‘tamam’ diyeyim.
Son zamanlarda yeni bir moda başladı, ‘İslamcılar Kürt meselesine sahip çıkmıyor’ diye. Bu meselede beni de kınayanlar oldu!
Öncelikle şunu söyleyeyim. Ben İslamcı değilim, Müslümanım. İkincisi evet, ben bir Türkmen’im. Ve Müslüman Türk milletinin bekası ve îlâsı daima beni heyecanlandırmıştır. Çünkü tıpkı ‘Üstadım’ dediğim Bediuzzaman gibi ben de istikbalde yeniden hükümferma olacak Kur'an’a, Türk milletinin en ciddi şekilde hizmet edeceğine inanmışım. (Benim ‘Türk Milleti’ ifademin içinde diğer kavimlerle birlikte Kürtler de giriyor). Esasında Risale-i Nur gibi Kuran’ın bu çağa bakan tefsirinin Türkçe ile yazılmış olması dahi buna bir işarettir.
Amma hiçbir zaman ölçüm ‘kavmiyetçilik’ olmamıştır, olmaz da inşallah! Kuran “üstünlük takva iledir” derken hangi Müslüman, ‘bir diğerini yutmakla beslenmek olan ırkçılığı’ serişte edebilir ki? Öyle biri ya ahmaktır ya da İslamiyetlinde araz vardır!
Tabii ki herkesin hakkı olduğu gibi benim de kavmimi sevmem hakımdır. Ve dahi Kürt, Çerkez ve Arab’ın da hakkıdır ki kavmini sevsin! Kendi kavmini seviyor diye herhangi bir Kürde de antipatim olmadı hiç bir dönemde… Yeter ki o İslam’a antipati duymuyor olsun!
Nasıl olabilir ki, ben Kürtlerin içinde doğdum. Nenem Kürt’tü. Kürtçeyi Türkçe ile birlikte konuştum. İlkokul’da, hocamızın, (Köy Enstitüleri’nden mezun bir öğretmendi, ismini vermeyeyim) evde niçin Kürtçe konuşuyorsunuz diye çocukları nasıl sıra dayağından geçirildiğini bizzat görmüş bir insanım. Dolayısıyla Kürtlerin ıstırabına bigâne kalmam imkânsızdır.
İkincisi; bir mümin ve Müslüman olarak, İslam’a dâhil olduktan itibaren daima İslam’ın ‘makul olan ana aksı’ etrafında hareket etmeyi bilmiş, sadakatle İslam’a hizmet etmiş, İslam’ın aslî halklarından biri olan Kürtlere karşı hakikaten her daim Müslümanlığımdan kaynaklanan bilinçli bir muhabbetim olmuştur. Emevilerin siyasi takibatından kaçan Ehli Beyt’in büyük ekseriyetine onlar kucak açtı. Abbasilerden itibaren daima İslam hilafetinin ve birlikteliğin yanında yer aldılar. Müslümanlar arasında bugüne kadar onların sebebiyet verdikleri bir niza çıkmamıştır. Bugün dahi, eğer bir İslam birlikteliği olacaksa en çok onların hizmet edeceğine inanmışım (Çünkü her ülkede varlar).
Selçuklu döneminde, Selçuklular ile birlikte hareket ettiler. Osmanlılara bağlılıklarını bildirmeleri Yavuz Sultan Selim dönemine rastlar. Safevilerin Osmanlıyı arkadan sarıp çökertmeyi ön gören Şii kuşatmasına karşı, Osmanlı’nın yanında yer aldılar. 25 Kürt beyinden 24’ü ehli sünnet çerçevesinde Osmanlı ile birlikte hareket ettiler. O tarihten sonra da Ermeniler ve Süryaniler gibi onlar da hiçbir zaman ihanete yönelmediler. (Ermeniler, Rusya’nın kışkırtmasıyla ayaklanmaya ve Osmanlıyı içinden vurmaya kalkıştıkları zamanlarda bile Türk devleti adına mağdur olanlar Kürtlerdi.)
Osmanlı idarecileri nezdinde ‘necip millet’ diye saygı gören Araplar bile İngilizlerin oyununa gelip Osmanlıya ihanet etmelerine rağmen, Kürtler, siyasi kaderlerini Türklerle beraberliğe bağladılar. Lozan’da Kürtlerin ‘azınlık’ statüsü içine sokulmasına karşı çıktılar. Ondan önce de Bediuzzaman, Türklerden bağımsız hareket etmeyi gündeme getiren bir iki aşiret reisine “Emin olunuz biz Kürtler başkalarına benzemiyoruz. Yakinen biliyoruz ki, içtimai hayatımız Türklerin hayat ve saadetinden neş’et eder.” diyerek onların taleplerini geri çevirmiştir. (Münazarat)
Dolayısıyla bu güzel insanların ıstırabına bigâne kalmak imkânsızdır. Ancak, şu meselenin bir takım ateistlerin ve dine lakayt kimselerin eline geçmiş olmasından dolayı, Müslümanlar işe nereden müdahil olunacağı konusunda tereddütler yaşadılar.
Üçüncüsü de esasında Kürtlerin ıstırap çektiği aynı zamanlarda, onlara sahip çıkabilecek Müslüman Türk unsur da kendi derdine düşmüştü. Istırapta ve acıda eşit durumda idik! Dolayısıyla Müslümanların Kürtlerin ıstırabına kayıtsız kaldığı büyük bir iftiradır. Tıpkı, devlet tarafından yapılmış bir kısım yanlışlıkların Türk milletinin boynuna atılması gibi bir iftira!
Şimdi de meseleye çözüm arayanlar yine Müslümanlardır. Daha yakında Risale Akademi, “Münazarat Ekseninde Milliyet ve Demokrasi” konulu bir konferans düzenledi ve ön görülen tedbirler hükümete sunuldu. Bugüne kadar tüm İslamcı yazarlar meseleye dair çözümler sundular ama hükümetler onları kale almadığı gibi fikirlerini de sormadı. Çünkü şu meselede fikir söyleme hakkı, bugüne kadar hep ‘Beyaz Türkler’in uhdesinde idi. Onların da çözüm önerileri; Müslümanları dizgin altına almak, Kürt meselesini de silahla çözmek yönünde idi. Yani zaten Müslümanları dinleyen de yoktu!
Kendi özelime gelince… Bana yöneltebilecekleri tek eleştiri, eğitim konusundaki bir “istisna”m sebebiyle olabilir. O da İlkokul seviyesinde ayrı lisanlarda ‘eğitim’ verilmesine karşı olmamdır. ‘Kürtçe öğretilmesin!’ demiyorum, ‘okullar açılmasın’ demiyorum. ‘Kürtçe televizyon, üniversite hatta gerekiyorsa kendi milli hassasiyetleri çerçevesine farklı bir yönetimleri olmasın’ da demiyorum. Sadece diyorum ki “İlkokulda eğitim dili Türkçe olsun!”. Sonra ne yapıyorsanız yapın! Irki kaygılarla da söylemiyorum. Bana diyorlar ki ‘Fransızca ve İngilizce öğretiliyor da Kürtçe niye olmasın?’
Bu tamamen batıl bir kıyastır. Akıl sahibi herkes bunun boyutlarını bilir. Burada İngilizce öğreterek bir ‘ayrılık’ var edemezsiniz ama Kürtçe eğitim verirseniz, en fazla bir iki nesil sonra bu topraklar ayrışmaya başlar ve beyliklere bölünür. Değil bir Türk, samimi bir Kürt dahi bunu istemez sanıyorum.
Bu konudaki hassasiyetim de yine İslam ittihadı içindir. Şu iki kavim birbirine düşse, diğer kavimlerin bizi toplayabilme kabiliyeti yoktur. Dolayısıyla bu iki kavmin arasına ayrılık sokacak hiç bir meseleye ‘evet’ diyemem diyemiyorum. Birileri –mesela Bediüzzaman'ın has talebeleri- desin ki ‘ilkokulda ayrı bir lisan ile eğitim vermek, ayrılık getirmez’, ona da ‘tamam’ diyeyim. Ama mümkün değil!
DEPREM
Zilzal (Deprem) Suresi gösteriyor ki yer küre, asla tesadüfen ve ilahi iradenin haricinde hareket etmiyor. Aksine, hareket ve zelzelesinde vahy ve ilhama mazhar olarak tamamen emir tahtında depreniyor. Bâzan da titriyor. Yani, fay hatlarının nerede ne zaman depreşeceği, nerede ne zaman kırılacağı izn-i ilahi iledir.
Elbette her fiziki hadisenin fiziken izah edilebilecek sayısız sebepleri vardır. Ama bu, o hadiseyi, Allah’ın iradesi haricine çıkarmaz! Biz tam anmasak da Cenab-ı Hakkın adil-i mutlak olduğuna inanan Müslümanlar olarak başımıza gelenleri birer ‘hak ediş’ biliriz. Bu hak ediş de ya maddi ihmalkârlıklarımızdan veya ahlaki erozyonumuzdan dolayıdır! Çünkü biliyoruz ki umumî belalar umumî hatalara terettüp eder.
Ancak, bu böyledir diye, şu ıstıraba bigane kalmamız düşünülemez. Zira bu bir hak ediş olsa bile musibet gelip çatı mı insan kefaretini ödemiş olur ve masum hale geçer. Deprem böyle bir musibettir. Öyle olduğu için de depremde ölenler şehid sayılmıştır. Allah cümlesininrahmet eylesin. Rabbim mağduriyetlerini iki cihan saadetiyle telafi etsin.
Peygamberimiz (SAV), bir Hadisinde ‘Eş-şehîdu hamsun: El-Harîku, el-Garîku, El-Mabtunu, El-Mat’ûnu ve sahibu’l-hedm’ diye buyuruyor. (Manen şehid olanlar beş sınıftır: Yanarak ölenler, suda boğularak ölenler, karın hastalıklarından ölenler, bulaşıcı hastalıklarla ölenler ve depremde ölenler…) Dolayısıyla şu afette hayatını kaybedenler, bir Müslüman nazarında en yüksek makama çıkmışlardır ki, eğer inanıyorlarsa sorgu sual görmeden cennete gireceklerdir. Cennet-cehennem kaygısı olmayanlar için dahi şu sonuç bir merhamettir ki belki onları cehennem-i ebediden kurtaracaktır.
Bu tür musibetlerin, o afette hayatını kaybedenler için nasıl bir rahmet olabileceğini, inançsızlar akılarına sığdıramadıkları için, şu hadiseleri ‘acımasız, adaletsiz’ bir kıyım gibi görüyorlar ve sonra da dönüp sitem oklarını Rabbi Rahim’e yöneltiyorlar. Onun içindeki rahmeti göremiyorlar.
Yine bir hadis-i şerifte, Peygamberimiz (SAV) “Yeryüzünden ilk kaldırılacak rahmet taun, ilk kaldırılacak nimet baldır’ buyurmuş. Taunu, ‘bulaşıcı hastalığı) rahmet diye anmış. Çünkü öyle takat yetirilemeyen hadiselerde hayatını kaybedenlere büyük mükâfat vardır. Ahret kazancından bi haber olanlar bunu nasıl anlasın?
Elbette işini yanlış yapanlar, çürük binaları inşa edenler, onlara sağlam raporu verenler, üç kattan ziyade olmaması gereken yerlere rüşvet karşılığı 5-6 kat izni verenler, müstahak oldukları cezaya çarptırılacaklar. Hem sanmasınlar ki bu cezaları sadece ahrette verilecek. Burada dahi, insanların hayatıyla oynayanlar, insanların hakkına tecavüz edenler muhakkak belalarını görecekler ve haklarıdır ki görsünler.
En küçük bir depremde bile sayısız evlerimizin yıkılması, bilhassa devlet onayını almış yurt, hastane ve okulların her şeyden önce yıkılması siyasi ve sosyal ahlakımızı göstermesi bakımından dikkatle tespit edilmesi gerekir. Ben bu hali İslamiyet ve Kuran ümmetine yakıştıramıyorum.
Japonların şehirleri 9 şiddetindeki depremlere bile dayanıyorken, Müslümanların evlerinin en küçük sarsıntıda yıkılıyor olması, asıl utanmamız gereken, kendimizi sorgulamamız gereken husustur!
Neden sağlamlığı vurgulamak için ‘Müslüman işi’ demeyiz de ‘gavur işi’ gibi sağlam deriz. Müslüman’ın daha sağlam iş yapması gerekmez mi?
Acaba her depremde altta kalan -inşallah Allah can kayıplarını cennetle telafi eder- masumlara mı yanmak gerekiyor, yoksa her seferinde İslam’ın ve Kuran’ın şerefini, itibarını, izzetini ayaklar altına düşüren, düşmesine sebep olan idarecilerimize mi yanmak gerekiyor?
Bu nasıl bir zihniyet ki, deprem arazisi üstüne o çürük binaların yapılmasına izin veriyor? Bu nasıl bir şehircilik anlayışı ki, her depremde bizi âleme rüsvay ediyor?
Bu nasıl bir adalettir ki, ona sebebiyet verenlerin yakasına yapışmıyor?
Bu nasıl bir siyasi iradedir ki, depreme hazırlık deyince sadece enkaz altında kalanları kurtarmayı marifet sanıyor. Beni kahreden asıl meseleler bunlar.
Böyle çarık çürük zihniyetlerle, ufuksuz siyasetlerle, temelsiz kişiliklerle, Kuran’a yakışmayan İslamiyetlerle nereye varacağız ve nasıl yeniden bir medeniyet inşa edeceğiz bilmiyorum!
Haber7

Besni, yeni Nur dersanesine kavuştu - FOTO

26 Ekim 2011 / 11:06
Adıyaman'ın Besni ilçesi Suvarlı beldesinde yeni nur dersanesi açıldı

Risale Haber-Haber Merkezi
Adıyaman'ın Besni ilçesi Suvarlı beldesinde yeni nur dersanesi açıldı. Dershane açılışına Bediüzzaman Said Nursi ile görüşen son şahitlerden Adıyaman'dan Dursun Kutlu, Hatem Özpolat, Gaziantep'ten Mehmet Kaya, Hasan Aksüt ile çevre il ve ilçelerden misafirler katıldı.
Kur'an-ı Kerim'in okunmasıyla başlayan açılışta Risale-i Nur'dan ders yapıldı. Misafirlere yemek ikram edildi.
Fotoğraflar için TIKLAYINIZ
 

uður1

Well-known member
İnsanlar musibette benimle teselli olacak
26 Ekim 2011 / 05:38
Günün Hadis-i Şerifi...

Bismillahirrahmanirrahim
Sehl bin Sâd (r.a.) rivayet ediyor. Resulullah (sav) buyurdular ki:
Benden sonra insanlar başlarına bir musibet geldiğinde, birbirlerini, benim dünyadan ayrılışımla teselli edecekler.
Camiussağir [4:126, Hadîs No: 4764]

Said Nursi gizli bölmeden Risaleleri ulaştırdı

26 Ekim 2011 / 06:21
Bu zulme karşı Üstad’ın kahraman talebeleri, Allah’ın izniyle zekice bir çare buldular

Ömer Özcan’ın haberi:
RİSALEHABER-Hasan Hüseyin Ateş, Bediüzzaman Hazretlerinin Emirdağ’da kaldığı evin dükkân komşusudur. 1929 senesinde Emirdağ’da doğmuş olup, 20 Ekim 2006 tarihinde yine Emirdağ’da vefat etmiştir. Hasan Hüseyin Ateş ağabeyimizi vefatının 5. Yılında rahmetle anıyoruz…
BEDİÜZZAMAN'IN TALEBELERİNDEN ZEKİCE BİR ÇARE BULDU
Son Şahitlerden Hasan Hüseyin Ateş anlatıyor:
Emirdağ’da, çok ağır baskılarla, tek başına tecrit altında bırakılan Bediüzzaman Hazretlerinin kapısı, içerden ve dışarıdan kilitlidir.
Kapısının önünde de devamlı olarak sivil polisler beklemektedir. Bu bekleme hâdisesi Emirdağ Lâhikasında da geçer. “sabaha kadar bir bekçi o bedbahtın emriyle kapımı bekliyordu.” (Emirdağ L. 264)
Böylece, Bediüzzaman’ın, resmen, sevgili talebeleriyle ve hayatımın gayesi dediği Risaleleri ile irtibatının kesilmesi istenmektedir. Görünüşte de bu başarılmıştır…
Fakat heyhat!
Bunlar boşuna ve faydasız inzibatî tertiplerdir, çünkü Allah onunla beraberdir… Hz. Üstad’ın kahraman talebeleri, Allah’ın izniyle zekice bir çare bulmuşlardır bu zulme karşı.
Şöyle ki; ağabeylerin tedbiriyle, Hz. Üstad’ın üst kattaki evinin merdineni ile dükkân arasındaki duvardan birkaç kerpiç çekilerek bu iş halledilmiştir… Yoldan üste ahşap merdivenle inilip çıkılırdı. Dükkânda yapağı yani yün boyama işi yapılmaktadır. Görünüşte yün dolu heybelerinde, yazdıkları risaleleri de getiren ağabeyler, Hz. Üstad’ın tashihinden birkaç gün sonra aynı delikten geri alıp heybeleriyle dışarı çıkarmaktadırlar.
(Said Nursi'nin Emirdağ'da gözetim altında kaldığı evin 1969 tarihindeki resmi.)
Karanlığa gömdük, dört duvar arasına hapsettik dedikleri Bediüzzaman, eserlerini o delikten dünyaya neşretmeye devam etmiştir… (Ömer Özcan Ağabeyler Anlatıyor–5/Yayına hazırlanıyor)
 

uður1

Well-known member
Her olay ya bizzat ya neticesi ile güzeldir
26 Ekim 2011 / 00:01
Günlük Risale-i Nur dersi

Bismillahirrahmanirrahim
اَحْسَنَ كُلَّ شَىْءٍ خَلَقَهُ (1 âyetinin bir sırrını izah eder. Şöyle ki:
Herşeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakikî bir hüsün ciheti vardır. Evet, kâinattaki herşey, her hadise, ya bizzat güzeldir, ona hüsn-ü bizzat denilir; veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir. Bir kısım hadiseler var ki, zahiri çirkin, müşevveştir. Fakat o zahirî perde altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar var. Ezcümle:
Bahar mevsiminde fırtınalı yağmur, çamurlu toprak perdesi altında, nihayetsiz güzel çiçek ve muntazam nebâtâtın tebessümleri saklanmış.
Ve güz mevsiminin haşin tahribatı, hazin firak perdeleri arkasında, tecelliyât-ı celâliye-i Sübhâniyenin mazharı olan kış hadiselerinin tazyikinden ve tâzibinden muhafaza etmek için, nazdar çiçeklerin dostları olan nazenin hayvancıkları vazife-i hayattan terhis etmekle beraber, o kış perdesi altında nazenin, taze, güzel bir bahara yer ihzar etmektir. Fırtına, zelzele, veba gibi hadiselerin perdeleri altında gizlenen pek çok mânevî çiçeklerin inkişafı vardır. Tohumlar gibi neşvünemasız kalan birçok istidat çekirdekleri, zahiri çirkin görünen hadiseler yüzünden sünbüllenip güzelleşir. Güya umum inkılâplar ve küllî tahavvüller birer mânevî yağmurdur.
Fakat insan, hem zahirperest, hem hodgâm olduğundan, zahire bakıp çirkinlikle hükmeder. Hodgâmlık cihetiyle, yalnız kendine bakan netice ile muhakeme ederek şer olduğuna hükmeder. Halbuki, eşyanın insana ait gayesi bir ise, Sâniinin esmâsına ait binlerdir. Meselâ, kudret-i fâtıranın büyük mu’cizelerinden olan dikenli otları ve ağaçları muzır, mânâsız telâkki eder. Halbuki onlar, otların ve ağaçların mücehhez kahramanlarıdırlar. Meselâ, atmaca kuşu serçelere tasliti, zahiren rahmete uygun gelmez. Halbuki, serçe kuşunun istidadı, o taslitle inkişaf eder. Meselâ, “kar“ı pek bâridâne ve tatsız telâkki ederler. Halbuki, o bârid, tatsız perdesi altında o kadar hararetli gayeler ve öyle şeker gibi tatlı neticeler vardır ki, tarif edilmez.
Hem insan, hodgâmlık ve zahirperestliğiyle beraber, herşeyi kendine bakan yüzüyle muhakeme ettiğinden, pek çok mahz-ı edebî olan şeyleri hilâf-ı edep zanneder. Meselâ, alet-i tenasül-ü insan, insan nazarında bahsi hacâlet-âverdir. Fakat şu perde-i hacâlet, insana bakan yüzdedir. Yoksa, hilkate, san’ata ve gayât-ı fıtrata bakan yüzler öyle perdelerdir ki, hikmet nazarıyla bakılsa ayn-ı edeptir, hacâlet ona hiç temas etmez.
İşte, menba-ı edep olan Kur’ân-ı Hakîmin bazı tâbirâtı bu yüzler ve perdelere göredir. Nasıl ki, bize görünen çirkin mahlûkların ve hadiselerin zahirî yüzleri altında gayet güzel ve hikmetli san’at ve hilkatine bakan güzel yüzler var ki, Sâniine bakar; ve çok güzel perdeler var ki, hikmetleri saklar; ve pek çok zahirî intizamsızlıklar ve karışıklıklar var ki, pek muntazam bir kitabet-i kudsiyedir. (Sözler, On Sekizinci Söz)
(1) “O [Allah] herşeyi en güzel şekilde yarattı.” Secde Sûresi, 32:7.
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
alet-i tenasül-ü insan : insanın üreme organı
ayn-ı edep : edebin tâ kendisi
bârid : soğuk
bâridâne : soğukça
esmâ : isimler
eşya : şeyler, varlıklar
gayât-ı fıtrat : yaratılış gayeleri
hacâlet : utanç
hacâlet-âver : utanç verici
hararetli : sıcak
hikmet : herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması
hilâf-ı edep : edebe aykırı
hilkat : yaratılış
hodgâm : kendi keyfini düşünen, bencil
ihzar : hazırlama
inkılâp : değişim, dönüşüm
inkişaf : açılma, gelişme
intizamsızlık : düzensizlik
istidat : kabiliyet, yetenek
kitabet-i kudsiye : kutsal yazılımlar, yazılar
kudret-i fâtıra : yaratıcı kudret
Kur’ân-ı Hakîm : her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân
küllî : büyük, genel
mahlûk : yaratık
mahz-ı edebî : edebin tâ kendisi
mânâsız : anlamsız
mazhar : görünme yeri
menba-ı edep : edep kaynağı
muhakeme : değerlendirme
muntazam : düzenli
muzır : zararlı
mücehhez : cihazlanmış, donanmış
nazar : bakış, düşünce
nazdar : nazlı, cilveli
nazenin : ince, nazik, nazlı
neşvünema : büyüyüp gelişme
perde-i hacâlet : utanç perdesi
rahmet : şefkat, merhamet
Sâni : herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah
şer : kötü
tâbirât : tabirler, ifadeler
tahavvül : değişim, başkalaşma
taslit : musallat olma, sataşma
tâzib : azap, eziyet
tazyik : baskı
telâkki etmek : kabul etmek
terhis : vazifeye son verme
vazife-i hayat : hayat vazifesi
zahir : dış görünüş
zahiren : görünüş itibariyle
zahiri : görünürde
zahirperest : dış görünüşe önem veren
zahirperestlik : dış görünüşe önem verme
zelzele : deprem, sarsıntı

Rabbimiz bize katından rahmet bahşet

26 Ekim 2011 / 05:01
Günün Ayet-i Kerime meali...

Bismillahirrahmanirrahim
Cenab-ı Hak (c.c), Âl-i İmran Sûresi 8. ayetinde mealen şöyle buyuruyor:
"Rabbimiz! Bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize katından bir rahmet bahşet. Şüphesiz sen çok bahşedensin."
 

uður1

Well-known member
Ey Kardeşim Cebrâil
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Güneş de kendisi için belirlenen yörüngede akıp gitmektedir. İşte bu güçlü ve her şeyi bilen Allah’ın takdiri iledir.” (Yâsin, 38)
Rasûlullah (sav) buyurdular:
“Allâh’ın yarattıkları üzerinde tefekkür edin…” (Deylemî, II, 56; Heysemî, I, 81)
Habîb-i Ekrem (sav), Cebrâil (as)’a gün batımı vaktinde sormuştur ki; “Ey kardeşim Cebrâil, şimdi gün batımı vakti mi?” Cebrâil (as) bu soruya şöyle cevap vermiştir ki: “Hayır, evet”
Bu durumda Habîb-i Ekrem (sav) tekrar sormuştur ki: “Hayırdan sonra niçin evet dedin?”
Cibrîl-i Emîn cevap vermiştir ki: “Soruyu sorduğun vakit, güneş henüz gün batımı noktasına gelmemişti. Ben hayır deyinceye kadar Güneş beş yüz mil yolu geçip meridyenden (nısf-ı nehâr) batmıştır. Onun için evet dedim.” (Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri, Marifetname I. Cilt, 234. Sayfa, Erkam Yay.)
Her Güne Bir Esma-ül Hüsna (Allah’ın En Güzel İsimleri)
el-Muahhir: İstediğini geride bırakan, arkaya koyan, hikmeti gereği tehir edilmesi gerekenleri erteleyen demektir.
Kısa Günün Kârı
Ey Rabbimiz! Bizi göklerin ve yerin yaratılışındaki mükemmelliği düşünen, gece ile gündüzün birbirini takip etmesinden ibret alan kullarından eyle!
Lügatçe
yörünge: Hareket eden bir noktanın takip ettiği veya çizdiği yol.
tefekkür: Düşünme, zihin yorma; düşünülme.




Mustafa Özcan: Kaddafi de bir nevi deccaldi

25 Ekim 2011 / 23:54
Gazeteci Mustafa Özcan, Kaddafi'nin "bir nevi deccal olduğunu" söyledi

Risale Haber-Haber Merkezi
Gazeteci Mustafa Özcan, Kaddafi'nin "bir nevi deccal olduğunu" söyledi.
Akit'teki yazısında "Kaddafi, Mübarek ve Ali Abdullah Salih" gibi totaliter rejimler döneminde mutlak saltanatlar, halaskarlık manasında peygamberlik ve bir anlamda mesihiyet dava ve iddia etiklerini ifade eden Özcan, "Yani Mesihiyet adına anti Mesihlik yani deccallık yapacaklardır. Sözgelimi Kaddafi gibilerin birlik adına birliği yıkmaları gibi" dedi.
Kaddafi'nin "bir nevi deccal olduğunu" belirten Özcan, şunları yazdı:
"Cebabire yani totaliter rejimler döneminde hadisler 27 (Müsned-i Ahmed) ile 30 (Tirmizi) deccalın zuhur edeceğini haber vermektedir. Hadislerde 27 veya 30 deccalin hangi dönemde olacağına dair bir kayıt yok. Lakin dönem karinesiyle bunun ‘cebabire’ yani son hilafetten önceki dönemde olduğunu söyleyebiliriz. Bu durumda Kaddafi gibi şahsiyetlerin bir nevi deccal olduğuna hükmedebiliriz.
"Bu yakıştırmayla ona haksızlık mı yapıyor veya iftira mı atıyoruz? Esasında, Çavuşesku devrildiğinde de Romen halkı Anti Christ yani Deccal’ın devrildiğini söylemişlerdir. Elbette Çavuşesku’nun milli tutumları vardı ve bundan dolayı iktidardan indirilmiş de olabilir. Bununla birlikte dine karşı bir komünist olduğu da muhkem bir kaziyyedir ve inkar edilemez.
"Kaddafi’nin sözü edilen deccallerden birisi olduğu yakıştırma olmayıp icraatlarıyla ve kendisine yönelik tanımlamalarla sabittir. Kaddafi’nin onayıyla onun biyografisini yazan İtalyan asıllı yazar Mirella Bianco, ‘Bir Çöl Mesajcısı(Peygamberi)’ adlı kitabında aynen şöyle yazmaktadır: “O halde benim de nasıl Muhammed ‘Allah’ın Resulü’ ise, Kaddafi de öylece ‘Çölün Resulü’dür diye bir benzetmede bulunmamda hiçbir kötülük ve saygısızlık olmasa gerektir(RS Biyografi, s:298).”
 

uður1

Well-known member
Atmosfer dahi Senin birliğine şehadet eder
28 Ekim 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi

Bismillahirrahmanirrahim
Ey Vâcibü’l-Vücûd, ey Vâhid-i Ehad,
Bu harika yıldızlar, bu acîp güneşler, aylar, Senin mülkünde, Senin semâvâtında, Senin emrinle ve kuvvetin ve kudretinle ve Senin idare ve tedbirinle teshir ve tanzim ve tavzif edilmişlerdir. Bütün o ecram-ı ulviye, kendilerini yaratan ve döndüren ve idare eden birtek Halıka tesbih ederler, tekbir ederler, lisan-ı hal ile Sübhânallah, Allahu Ekber derler. Ben dahi onların bütün tesbihatıyla Seni takdis ederim.
Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından ihtifa etmiş olan Kadîr-i Zülcelâl, ey Kâdir-i Mutlak,
Kur’ân-ı Hakîmin dersiyle ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın tâlimiyle anladım: Nasıl ki gökler, yıldızlar Senin mevcudiyetine ve vahdetine şehadet ederler. Öyle de, cevv-i semâ, bulutlarıyla ve şimşekleri ve ra’dları ve rüzgârlarıyla ve yağmurlarıyla, Senin vücub-u vücuduna ve vahdetine şehadet ederler.
Evet, câmid, şuursuz bulut, âb-ı hayat olan yağmuru, muhtaç olan zîhayatların imdadına göndermesi, ancak Senin rahmetin ve hikmetinledir; karışık tesadüf karışamaz.
Hem elektriğin en büyüğü bulunan ve fevâid-i tenviriyesine işaret ederek ondan istifadeye teşvik eden şimşek ise, senin fezadaki kudretini güzelce tenvir eder.
Hem yağmurun gelmesini müjdeleyen ve koca fezayı konuşturan ve tesbihatının gürültüsüyle gökleri çınlatan ra’dat dahi, lisan-ı kàl ile konuşarak Seni takdis edip, rububiyetine şehadet eder.
Hem zîhayatların yaşamasına en lüzumlu rızkı ve istifadece en kolayı ve nefesleri vermek ve nüfusları rahatlandırmak gibi çok vazifelerle tavzif edilen rüzgârlar dahi, cevvi âdeta bir hikmete binaen “Levh-i mahv ve isbat” ve “yazar, ifade eder sonra bozar tahtası” suretine çevirmekle, Senin faaliyet-i kudretine işaret ve Senin vücûduna şehadet ettiği gibi, Senin merhametinle bulutlardan sağıp zîhayatlara gönderilen rahmet dahi, mevzun, muntazam katreleri kelimeleriyle senin vüs’at-ı rahmetine ve geniş şefkatine şehadet eder. (Lem'alar, Münâcat)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
acaib : şaşırtıcı, garip şeyler
acîp : şaşırtıcı, hayranlık verici
âhiret âlemi : öteki dünya, öldükten sonraki sonsuz hayat
Aleyhissalatü Vesselâm : Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun
Allahu Ekber : “Allah en büyüktür”
:
azamet-i kibriyâ : Allah’ın büyüklüğünün varlıkları kuşatması
bâki : devamlı, sürekli, ölümsüz
cevv-i semâ : hava boşluğu, atmosfer
delâlet : delil olma, işaret etme
ecrâm-ı ulviye : gökteki büyük cisimler
efrad : fertler, bireyler
feza : uzay
Halık : yaratıcı, herşeyi yaratan Allah
ihtar : hatırlatma, ikaz
ihtifa etmek : gizlenmek
Kadîr-i Mutlak : herşeye gücü yeten, sınırsız güç ve kuvvet sahibi Allah
Kadîr-i Zülcelâl : kudreti herşeyi kuşatan, sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah
kudret : Allah’ın güç, kuvvet ve iktidarı
Kur’ân-ı Hakîm : her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân
lisan-ı hal : hal dili
mevcudiyet : varlık
muntazam : düzenli, intizamlı
mutî : emre uyan, itaatkâr
nefer : asker, er
nuranî : nurlu, parlak
ra’d : gök gürültüsü
Resul-i Ekrem : Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.)
sâir : diğer, başka
saltanat-ı Ulûhiyet : Cenâb-ı Hakkın ilâhlık saltanatı, egemenliği
sefine : gemi
semâvât : gökler
seyyare : gezegen
Sübhânallah : “Allah her türlü eksiklikten sonsuz derecede yücedir”
şaşaa : gösteriş, parlaklık
şehadet : şahidlik, tanıklık
şiddet-i zuhur : çok kuvvetli şekilde görünme
takdis etmek : Allah’ın her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce olduğunu ilân etmek
talim : öğretme, eğitme
tanzim : düzenleme, düzene koyma
tavzif etmek : vazifelendirmek
tecessüm etmek : cisimleşmek
tedbir : idare etme, çekip çevirme
tekbir etmek : Allah’ın büyüklüğünü dile getirmek
tesbih : Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına layık ifadelerle anma
tesbihat : Allah’ı noksan sıfatlardan yüce tutan sözler
teshir : emir altında tutma
Vâcibü’l-Vücud : varlığı mutlaka zorunlu olan ve yokluğu asla düşünülemeyen Allah
vahdet : Allah’ın birliği
Vâhid-i Ehad : birliği herşeyi kaplayan ve herbir şeyde görülen Allah
vücub-u vücud : Allah’ın varlığının zorunlu olması
zâhir : açık, âşikar
zemin : yer
âb-ı hayat : hayat suyu
azamet : büyüklük, yücelik
berk : şimşek
binaen : dayanarak
câmid : cansız, katı
cevv : hava, gök boşluğu
faaliyet-i kudret : Allah’ın sonsuz kudretiyle ortaya çıkan fiiller, işler
fevâid-i tenvir : aydınlatmanın, nurlandırmanın faydaları
Feyyâz-ı Müteâ : Hiçbir kayıt ve şarta bağlı olmadan çok bereket ve bolluk veren Allah
feza : uzay
haysiyet : itibar, özellik
heyet-i mecmua : genel yapı, bütün
hikmet : fayda, gaye
imdad : yardım
istifade : yararlanma
katre : damla
keyfiyet : durum, nitelik, özellik
kudret : Allah’ın güç, kuvvet ve iktidarı
Levh-i Mahv, İsbat : bir şeyin yıkılıp tekrar kuruluşunu gösteren manevî levha, yaz boz tahtası
lisân-ı kal : sözlü ifade
mahiyet : temel özellik, nitelik
mahşer-i acaip : hayret verici şeylerin toplandığı yer
mevzun : ölçülü
muhalif : aykırı, zıt
muntazam : düzenli, intizamlı
Mutasarrıf-ı Fa’âl : Her zaman zatına has ve lâyık iş yapan, daima faaliyette bulunan, idâre eden ve tasarrufta bulunan Cenâb-ı Hak
nüfus : nefisler
ra’d : gök gürültüsü
ra’dât : gökgürültüleri
rahmet : İlâhî şefkat, merhamet
rububiyet : Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi
suret : şekil, biçim
şefkat : acıma, merhamet
şehadet etmek : şahitlik etmek
şuur : bilinç, anlayış
şümûl : kapsamlılık, kuşatıcılık
takdis etmek : Allah’ın her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce olduğunu ilân etmek
tasarruf etmek : dilediği gibi kullanmak ve yönetmek
tavzif etmek : vazifelendirmek
tenvir etmek : nurlandırmak
tesbihat : Allah’ı noksan sıfatlardan yüce tutan sözler
umum : bütün
vahdet : birlik
vücub-u vücud : Allah’ın varlığının zorunlu olması
vücûd : varlık
vüs’at-ı rahmet : rahmetin genişliği, büyüklüğü
zemin : yer
zîhayat : canlı, hayat sahibi
 

uður1

Well-known member
ON DÖRDÜNCÜ SÖZÜN ZEYLİ(5)
Altıncı sualin tetimmesi ve haşiyesi: Ehl-i dalâlet ve ilhad, mesleklerini muhafaza ve ehl-i imanın intibahlarına mukabele ve mümanaat etmek için, o derece garip bir temerrüd ve acip bir hamâkat gösteriyorlar ki, insanı insaniyetten pişman eder.

Meselâ, bu âhirde beşerin bir derece umumiyet şeklini alan zulümlü, zulümatlı isyanından, kâinat ve anâsır-ı külliye kızdıklarından; ve Hâlık-ı Arz ve Semâvât dahi, değil hususî bir Rububiyet, belki bütün kâinatın, bütün âlemlerin Rabbi ve Hâkimi haysiyetiyle, küllî ve geniş bir tecellî ile, kâinatın heyet-i mecmuasında ve Rububiyetin daire-i külliyesinde nev-i insanı uyandırmak ve dehşetli tuğyanından vazgeçirmek ve tanımak istemedikleri Kâinat Sultanını tanıttırmak için, emsalsiz, kesilmeyen bir su, hava ve elektrikten, zelzeleyi, fırtınayı ve harb-i umumî gibi umumî ve dehşetli âfâtı nev-i insanın yüzüne çarparak onunla hikmetini, kudretini, adaletini, kayyumiyetini, iradesini ve hâkimiyetini pek zahir bir surette gösterdiği halde; insan suretinde bir kısım ahmak şeytanlar ise, o küllî işârât-ı Rabbâniyeye ve terbiye-i İlâhiyeye karşı eblehâne bir temerrüdle mukabele edip diyorlar ki, “Tabiattır, bir madenin patlamasıdır, tesadüfîdir.

Güneşin harareti elektrikle çarpmasıdır ki, Amerika’da beş saat bütün makineleri durdurmuş ve Kastamonu vilâyeti cevvinde ve havasında semâyı kızartmış, yangın suretini vermiş” diye, mânâsız hezeyanlar ediyorlar.

Dalâletten gelen hadsiz bir cehalet ve zındıkadan neş’et eden çirkin bir temerrüd sebebiyle, bilmiyorlar ki, esbab yalnız birer bahanedirler, birer perdedirler.

Dağ gibi bir çam ağacının cihazatını dokumak ve yetiştirmek için bir köy kadar yüz fabrika ve destgâh yerine küçücük çekirdeği gösterir; “İşte bu ağaç bundan çıkmış” diye, Sâniinin o çamdaki gösterdiği bin mucizâtı inkâr eder misillü, bazı zahirî sebepleri irâe eder. Hâlıkın ihtiyar ve hikmetle işlenen pek büyük bir fiil-i rububiyetini hiçe indirir. Bazan gayet derin ve bilinmez ve çok ehemmiyetli, bin cihette de hikmeti olan bir hakikate fennî bir nam takar. Güya o nam ile mahiyeti anlaşıldı, âdileşti, hikmetsiz, mânâsız kaldı!


Lügatler :
âdileşmek : basitleşmek, sıradanlaşmak
âfât : afetler, musibetler
âlem : kâinat, evren
cehalet : cahillik
cevv : hava, gökyüzü
cihazat : organlar, donanım
cihet : yön, taraf
daire-i külliye : geniş, kapsamlı, herşeyi içine alan daire
dalâlet : hak yoldan sapkınlık, inançsızlık
eblehâne : ahmakçasına
emsalsiz : benzersiz
esbab : sebepler
fennî : bilimsel
fiil-i rububiyet : Cenab-ı Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan terbiye ve idare edicilik fiili
hadsiz : sınırsız
hakikat : gerçek
Hâkim : herşeyi hükmü altında tutan, herşeye galip olan Allah
hâkimiyet : egemenlik
Hâlık : herşeyi yaratan Allah
harb-i umumî : dünya savaşı
haysiyetiyle : özelliğiyle
heyet-i mecmua : genel yapı, bütün
hezeyan : saçmalama
hikmet : herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması
ihtiyar : irade, dileme, tercih
irade : dileme, tercih ve seçim yapma gücü
irâe etmek : göstermek
işârât-ı Rabbâniye : herşeyi terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah’ın işaretleri
kayyumiyet : Allah’ın daimî mevcudiyeti ve herşeyi her an ayakta tutması
kudret : güç, kuvvet, iktidar
küllî : genel, kapsamlı
mahiyet : esas, nitelik, özellik
misillü : gibi
mu’cizât : mu’cizeler
mukabele : karşılık
neş’et eden : doğan, meydana gelen
nev-i insan : insanlık
Rab : herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah
Rububiyet : Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması
Sâni : herşeyi sanatla yaratan Allah
suret : şekil, biçim, görüntü
tecelli : yansıma, görünme
temerrüd : inat etme
terbiye-i İlâhiye : Cenab-ı Allah’ın terbiyesi
tuğyan : azgınlık, taşkınlık, zulüm ve küfürde çok ileri gitme
zahirî : görünürdeki
zındıka : dinsizlik







Temiz necaset mi?

Sual: Bir yazar, uzun bir makale yazarak, (Hristiyanların hepsi değil, bir kısmı sapıktır) diyor. Müslümanların ise, bir kısmı değil çoğu sapıktır. O zaman Müslümanlıkla Hristiyanlık arasındaki fark nedir? Hangisi hak dindir? İkisine de hak din denmez. O zaman ortada bir hak din varken, Allah niye Müslümanlığı gönderdi ki? Hâşâ bu lüzumsuz bir şey olmaz mı? İmanın altı şartından birini inkâr eden gayrimüslimler veya İsevîler, nasıl mümin olur, nasıl Cennete gider? Gazetenin biri de kocaman bir manşet atmış, (MÜSLÜMAN İSEVÎLER DUA ETTİ) diyor. İsevîlerin Müslüman olanı da olur mu?
CEVAP
Atalarımız, (Zırva tevil götürmez) diye ne güzel söylemişler. Kâfiri Cennete koyma gayretinin altında yatan ne ki? Dinimizde imanın altı esası net belli değil mi? Amentü’de açıklanmıyor mu? Bu altı şarttan birini kabul etmeyen, Müslüman olabilir mi?
Altı şarttan biri, bütün kitaplara inanmaktır. Hristiyanlar, gavur severlerin tabiriyle İsevî denilen kimseler, Kur'an-ı kerime inanıyor mu? Elbette inanmıyor. İnanmayanlar nasıl Müslüman olur?
Yine altı şarttan biri de, bütün peygamberlere inanmaktır. Hristiyanlar veya İsevîler, bizim peygamberimize inanıyor mu? İnanmıyor. İnanmıyorsa nasıl Müslüman olur?
Onlar bizim inandığımız gibi meleklere de inanmıyorlar. Allah'a da bizim gibi inanmıyorlar. Üç tanrıya inanıyorlar.
Yazara göre, böyle düşünen Hristiyanlar sapık diyelim. Sapık olmayanları inanıyor mu? İnansa zaten Müslüman olur. Altı esasa inanmadığı için gayrimüslimdir. Hiçbir Hristiyan’la iman birliğimiz yoktur.
Müslüman İsevî diye bir şey olmaz. İsevîler gayrimüslim değil mi? Gayrimüslim demek Müslüman olmayan demektir. Müslüman, hiç İsevî olur mu? İsevî ise Müslüman değil, Müslümansa İsevî değildir. Bu tâbir neye benzer açıklayalım:
Müslüman İsevî demek, temiz necaset demeye benziyor. Temiz necaset tâbirindeki necaset, eğer temizse necaset değildir. Yok, necasetse, o zaman temiz değildir. Temiz idrar demek de böyledir. Alkolsüz bira veya alkolsüz şarap da diyenler oldu. Eğer bir sıvı alkolsüz ise ona bira veya şarap denmez.
Bütün bu hezeyanlar, (Allah katında hak din ancak İslam’dır) mealindeki âyet-i kerimeyi inkâra çalışmanın başka yolu mudur?

Hastalanınca
Sual: Gözlerden çıkan şualar nazar değdirerek zararlara sebebiyet verdiği gibi, hastalıklara da şifa olduğu söyleniyor. Bu doğru mudur?
CEVAP
Evet, doğrudur. Nazarın hak olduğu, doğru olduğu, Kur'an-ı kerim ile ve hadis-i şeriflerle sabittir.
Mümin rahatsızlanırsa, hasta olursa, salih bir arkadaşının evine gider, onunla biraz sohbet eder, muteber bir kitap okursa, mutlaka iyileştiği, tecrübe ile görülmüştür. Müminin yüzüne bakmak şifadır. Müminin gözünden çıkan şualar, karşısındaki kişinin iyileşmesine sebep olur. Eğer o kimse cömertse bir bardak suyu içilirse, bu da şifaya kavuşturur. Bir hadis-i şerifte, (Cömerdin yemeği şifadır) buyuruluyor. O suyun bir kısmı içilmişse, artık olduğu için o, şifaya sebeptir. Yine bir hadis-i şerifte, (Müminin artığı şifadır) buyurulmuştur.

Orucu bozanlar
Sual: Gözyaşları, yüzden akan terler, yağan yağmur yahut kar, ağzımızı kapattığımız hâlde boğazımıza kaçarsa orucumuz bozulur mu?
CEVAP
Evet, bozulur ve kaza gerekir. Eğer kasten ağzımızı açıp yağmurun, karın girmesini sağlarsak kefaret de gerekir. (Nimet-i İslâm)

ON DÖRDÜNCÜ SÖZÜN ZEYLİ(5)
Altıncı sualin tetimmesi ve haşiyesi: Ehl-i dalâlet ve ilhad, mesleklerini muhafaza ve ehl-i imanın intibahlarına mukabele ve mümanaat etmek için, o derece garip bir temerrüd ve acip bir hamâkat gösteriyorlar ki, insanı insaniyetten pişman eder.

Meselâ, bu âhirde beşerin bir derece umumiyet şeklini alan zulümlü, zulümatlı isyanından, kâinat ve anâsır-ı külliye kızdıklarından; ve Hâlık-ı Arz ve Semâvât dahi, değil hususî bir Rububiyet, belki bütün kâinatın, bütün âlemlerin Rabbi ve Hâkimi haysiyetiyle, küllî ve geniş bir tecellî ile, kâinatın heyet-i mecmuasında ve Rububiyetin daire-i külliyesinde nev-i insanı uyandırmak ve dehşetli tuğyanından vazgeçirmek ve tanımak istemedikleri Kâinat Sultanını tanıttırmak için, emsalsiz, kesilmeyen bir su, hava ve elektrikten, zelzeleyi, fırtınayı ve harb-i umumî gibi umumî ve dehşetli âfâtı nev-i insanın yüzüne çarparak onunla hikmetini, kudretini, adaletini, kayyumiyetini, iradesini ve hâkimiyetini pek zahir bir surette gösterdiği halde; insan suretinde bir kısım ahmak şeytanlar ise, o küllî işârât-ı Rabbâniyeye ve terbiye-i İlâhiyeye karşı eblehâne bir temerrüdle mukabele edip diyorlar ki, “Tabiattır, bir madenin patlamasıdır, tesadüfîdir.

Güneşin harareti elektrikle çarpmasıdır ki, Amerika’da beş saat bütün makineleri durdurmuş ve Kastamonu vilâyeti cevvinde ve havasında semâyı kızartmış, yangın suretini vermiş” diye, mânâsız hezeyanlar ediyorlar.

Dalâletten gelen hadsiz bir cehalet ve zındıkadan neş’et eden çirkin bir temerrüd sebebiyle, bilmiyorlar ki, esbab yalnız birer bahanedirler, birer perdedirler.

Dağ gibi bir çam ağacının cihazatını dokumak ve yetiştirmek için bir köy kadar yüz fabrika ve destgâh yerine küçücük çekirdeği gösterir; “İşte bu ağaç bundan çıkmış” diye, Sâniinin o çamdaki gösterdiği bin mucizâtı inkâr eder misillü, bazı zahirî sebepleri irâe eder. Hâlıkın ihtiyar ve hikmetle işlenen pek büyük bir fiil-i rububiyetini hiçe indirir. Bazan gayet derin ve bilinmez ve çok ehemmiyetli, bin cihette de hikmeti olan bir hakikate fennî bir nam takar. Güya o nam ile mahiyeti anlaşıldı, âdileşti, hikmetsiz, mânâsız kaldı!


Lügatler :
âdileşmek : basitleşmek, sıradanlaşmak
âfât : afetler, musibetler
âlem : kâinat, evren
cehalet : cahillik
cevv : hava, gökyüzü
cihazat : organlar, donanım
cihet : yön, taraf
daire-i külliye : geniş, kapsamlı, herşeyi içine alan daire
dalâlet : hak yoldan sapkınlık, inançsızlık
eblehâne : ahmakçasına
emsalsiz : benzersiz
esbab : sebepler
fennî : bilimsel
fiil-i rububiyet : Cenab-ı Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan terbiye ve idare edicilik fiili
hadsiz : sınırsız
hakikat : gerçek
Hâkim : herşeyi hükmü altında tutan, herşeye galip olan Allah
hâkimiyet : egemenlik
Hâlık : herşeyi yaratan Allah
harb-i umumî : dünya savaşı
haysiyetiyle : özelliğiyle
heyet-i mecmua : genel yapı, bütün
hezeyan : saçmalama
hikmet : herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması
ihtiyar : irade, dileme, tercih
irade : dileme, tercih ve seçim yapma gücü
irâe etmek : göstermek
işârât-ı Rabbâniye : herşeyi terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah’ın işaretleri
kayyumiyet : Allah’ın daimî mevcudiyeti ve herşeyi her an ayakta tutması
kudret : güç, kuvvet, iktidar
küllî : genel, kapsamlı
mahiyet : esas, nitelik, özellik
misillü : gibi
mu’cizât : mu’cizeler
mukabele : karşılık
neş’et eden : doğan, meydana gelen
nev-i insan : insanlık
Rab : herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah
Rububiyet : Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması
Sâni : herşeyi sanatla yaratan Allah
suret : şekil, biçim, görüntü
tecelli : yansıma, görünme
temerrüd : inat etme
terbiye-i İlâhiye : Cenab-ı Allah’ın terbiyesi
tuğyan : azgınlık, taşkınlık, zulüm ve küfürde çok ileri gitme
zahirî : görünürdeki
zındıka : dinsizlik







 
Üst