Ana sayfa
Forumlar
Yeni mesajlar
Forumlarda ara
Blog
Neler yeni
Yeni mesajlar
Son aktiviteler
Giriş yap
Kayıt ol
Neler yeni
Ara
Ara
Sadece başlıkları ara
Kullanıcı:
Yeni mesajlar
Forumlarda ara
Menü
Giriş yap
Kayıt ol
Install the app
Yükle
Forumlar
Risale-i Nur Okuma ve Anlama
Risale-i Nurdan Makaleler
Postmodern Bağlamda Bilim - Din İlişkisi
JavaScript devre dışı. Daha iyi bir deneyim için, önce lütfen tarayıcınızda JavaScript'i etkinleştirin.
Çok eski bir web tarayıcısı kullanıyorsunuz. Bu veya diğer siteleri görüntülemekte sorunlar yaşayabilirsiniz..
Tarayıcınızı güncellemeli veya
alternatif bir tarayıcı
kullanmalısınız.
Konuya cevap cer
Mesaj
<blockquote data-quote="Huseyni" data-source="post: 229259" data-attributes="member: 27"><p><span style="color: blue"><strong>II. Bilim-Din İlişkisinin Tarihsel Görünümü</strong></span></p><p></p><p> Bilim-din ilişkisinin tarihi seyrine bakıldığında, modern zamanlarda hakim olan bilim-din ayrımının tüm zamanlar için geçerli olmadığı görülür. Bunu Kadim Yunan ve bundan önceki medeniyetlerde görmek mümkündür. Hatta bu kadim medeniyetlerde çoğunlukla bilim adamıyla din adamının aynı kişi olduğu, daha doğrusu örtüştüğü görülür. </p><p></p><p></p><p> İnsanoğlu varolduğundan beri etrafındaki alemi tanımak istemiştir. Bu insanın fıtri bir özelliği olup, hâlâ devanı etmektedir. İnsanın kendini ve kendi dışındaki her şeyi, yani bütün alemi anlama, tanıma serüveni hâlâ bütün canlılığıyla devam etmektedir. Bediüzzaman'ın "Merak ilmin hocasıdır" diye tanımladığı bu süreçte insan, hem kendini, hem de kendi etrafındaki alemi, içindeki canlı-cansız bütün mahlukatıyla, merak etmiş ve anlamaya çalışmıştır. İnsandaki bu fıtrî eğilimi felsefe tarihinde çok etkileyici ve veciz bir şekilde ifade edenlerden biri hiç şüphesiz Aydınlanma Felsefesinin öncülerinden Alman filozofu I. Kant'tır (1724-1804). Bu fitrî eğilimi şöyle tanımlıyor: </p><p></p><p></p><p> "Üzerinde düşündükçe iki şey, aklımı gittikçe yenilenen ve artan bir hayret ve takdirle doldurmaktadır: Birincisi, üzerimdeki yıldızlarla dolu muhteşem gök kubbe; ikincisi, bizzat kendi içimdeki ahlaki vicdan (moral law)... Bunlardan birincisi, benim en yakın çevrem olan duyular dünyasında işgal ettiğim hemen kendi etrafımdan başlayıp dünya içinde dünyalar, sistem içinde sistemlerin sınırsız büyüklüğünde ve bütün bunların düzenli hareketlerinin sonsuz zamanlarında bulunduğum bağlamına, başlangıçlarından devamlarına kadar uzanmaktadır. İkincisi ise, benim görünmeyen benliğimden ve şahsiyetimden başlayıp gerçek bir sonsuzluğa sahip: ancak, sadece tecrübe sınırları içerisinde bilinebilen bir dünya içerisindeki beni sergilemektedir. Yine bunlardan... birincisi, hayvani bir varlık olarak benim önemimi adeta ortadan kaldırmakta, ve bu yön itibariyle bu gezegenden aldığı maddeyi yine ona iade etmektedir... Ancak bunun aksine ikincisi ise, ahlaki vicdanın, bütün hayvani varlık düzeyinden ve hatta bütün duyusal yaşantıdan bağımsız olarak ortaya koyduğu bir hayatın sergilediği şahsiyetimin sahip olduğu fikri yön itibariyle benim önemimi sonsuz bir şekilde artırmaktadır."6</p><p></p><p> </p><p> Ancak insanın hem kendisini, hem de kendi dışındaki alemi anlama şekli ve düzeyinin her insan veya insan topluluğu için çok farklı olduğu/olacağı açıktır. Burada önemli olan daha önceleri sadece günlük hayatını sürdürmede muhtaç olduğu şeyleri temin için çevresini tanımaya ve ondan yararlanmaya başlayan insan, daha sonraları çok sofistike yöntemler geliştirmiştir. Fakat burada daha önemli olan nokta insanın, sadece günlük hayatını sürdürmek için muhtaç olduğu şeyleri temin etmekle kendini sınırlamamasıdır. Başka bir ifadeyle, insanın, ayrıca ve özellikle, hem etrafındaki alemi ve hem kendisinin bu alemdeki konumunu tanımlamaya çalışmasıdır. Alem nedir? İnsan nedir? Nasıl var olmuşlardır? Bunların birbiriyle ilişkisi? vb. sorular insan zihnini hep meşgul etmiştir.</p><p></p><p></p><p> İşte kadim medeniyetlere baktığımızda insanın şöyle veya böyle bu sorulara cevap verdiği ve vermeye çalıştığını görüyoruz. İnsanın bu sorulara cevap bulma ve etrafından başlayarak alemi belli ve anlamlı bir şekilde anlama çabasını bilim alarak nitelersek, bu işlevi yerine getirenlerin genellikle aynı zamanda din adamları olduğunu görülür. Bilim ve dinin bu sıkı ilişkisinin en iyi örneklerini eski Mısır, Babil, Hint ve Kildan medeniyetlerinde gözlemlemek mümkündür. Bu medeniyetlerde insanın Tanrı bilgisine ulaşması mümkündü. Zira Tanrı'nın alemi insanın anlayabileceği şekilde yarattığına inanılıyordu. İnsan Tanrı'nın bu eserini anlayabilirdi. İnsan bu bilgiye ekseriya, özellikle şirkle kirlenmemiş monist din anlayışların hakim olduğu zamanlarda, Tanrı'nın eserlerini, yani tabiatı inceleyerek ve gözlemleyerek ulaşabiliyordu. Zira tanrı tüm alemdeki birlik ve düzenin tek sağlayıcısı olarak görülüyordu. Bundan dolayı "bu kadim medeniyetlerin din adamları ve dini liderleri aynı zamanda onların bilim adamları ve filozoflarıydı."7</p><p></p><p> </p><p> Kadim medeniyetlerdeki bu din ve aynı zamanda bilim adamları, alemi inandıkları tek bir Tanrı'nın eseri olarak görüyorlardı. Dolayısıyla tabiattaki her şeyi de onun eseri olarak görüyor ve çok önem veriyorlardı. Kâinatı Tanrı'nın bir eseri olarak görmeleri, onlar kâinattaki her şeyi çok dikkatle gözlemlemeye, yıldızların hareketini takip etmeye ve bu hareketleri düzenli olarak kaydetmeye kadar götürdü. Bu bilim adamlarını alemi ve bu alemdeki olayları anlamaya sevk eden temel muharrikin bir Tanrı'ya ve onun bu alemi belli bir düzende yarattığı veya bu alemde hüküm süren düzenin sorumlusu ve devam ettiricisi olduğuna olan imanları olduğu görülmektedir. Yine onları harekete geçiren ve kâinatı anlamaya, anlamlandırmaya çalışmalarını motive eden en temel muharrik bu alemin bir nedeni, bir müsebbibi olması gerektiğine olan kuvvetli inançlarıydı. Newton konusundaki çalışmalarıyla tanınan Frank E. Manuel'e göre pozitivist olarak bilinmesine rağmen,.Newton'un bilimsel faaliyetlerinin ve merakının arkasında da aynı muharrik vardı. Bu alemin bir müsebbibi yani bu aleme var eden birisinin varlığına olan kuvvetli iman ve bu alemin sahip olduğu düzen ve mükemmellikle kendi yaratıcısını bize tanıtabileceğinin varsayılması.8 Bunu Newton'un General Scholiumi"daki şu ifadelerinde açık ve net olarak görmek mümkündür. Newton, bu alemdeki sistemi ve bu sistemin Yaratıcısını şöyle tanımlar: </p><p></p><p></p><p> "Güneş, gezegenler ve kuyruklu yıldızların bu muhteşem sistemi ancak zeka ve güç sahibi bir varlığın izni ve hakimiyeti ile olabilir. Eğer sabit yıldızlar benzer sistemlerin merkezi iseler, bunlar da yine bir varlığın izniyledir. Hepsi O'nun hakimiyeti altındadırlar... Bu Varlık her şeyi, dünyanın ruhu olarak değil. belki hepsinin sahibi (Rabbi) olarak yönetir; bu hakimiyetinden dolayı da O, alışıldığı gibi " Rab ", "Tanrı " Pantakrator veya " Alemin Rabbi " olarak çağırılır......."9</p><p></p><p> </p><p> Bu teze göre bilimin ortaya çıkmasının arkasındaki asıl neden tek bir tanrıya olan inançtır. Bu inanç, bilim adamının bilimsel çabasının motivasyonunu ve meşruiyyet zeminini oluşturmaktadır. Zira ancak böyle bir inançla alemin varlığı, alemin belli bir şekilde yaratıldığı ve var edildiği açıklanabilir. Ayrıca bu yaratışta da bir kaos ve düzensizlik olmadığından bu alemin bilgisi ve bu bilgilerin belli şekilde formüle edilmesi mümkün olmaktadır. Tanrı'ya inanmayan bilim adamları bile böyle bir düzenin olduğunu varsayım olarak kabul etmektedirler. Onların yaptığı sadece bu düzenin bir sahibi ve yaratıcısı olup-olmadığını sorgulamıyorlar veya sorgulamayı dışlıyorlar. Manuel'e göre çok tanrıya tapan, yani çok tanrıcı kavimlerin bilime ilgisiz kalmalarının temel nedeni de budur. Bu kavimler kâinatta bir düzen olduğuna ve bu düzenin bir sahibi olduğuna inanmadıklarından, böyle bir düzen arayışına da ihtiyaç duymamışladır. Sadece günlük hayatlarını idame ettirmek için çok kaba sayılabilecek bazı aletler dışında da bir şey geliştirememişlerdir. Bununla beraber, tek tanrıya inanan monoteist kadim kavim ve medeniyetlerin iki tür bilim geliştirdiklerini görüyoruz: Astronomi ve kimya. Astronomi bilimi, tapınaklarını adeta kâinatın küçük bir misali olarak dekore eden, eski Mısır ve -Kildan din adamlarının çalışmalarıyla ortaya çıkmıştır. Bu medeniyetlerin makrokozmosla ilgili tuttukları kayıtlar daha sonra kadim Yunan'a geçmiştir. Bunlar da aynı şekilde yıldızların kayıtlarını tutmaya devam etmişlerdir. Bundan dolayı eski Mısırda tapınakların, yukarıda da ifade edildiği gibi alemin küçük bir misali olarak tasarlanmasıyla, tüm alemin Tanrı'ya ibadet etmek için bir tapınak olduğu fikri ortaya çıkmıştır. Bütün bunları göz önüne alınca bir kere daha görüyoruz ki, kadim medeniyet ve topluluklarda bilim adamları din adamlarıyla özdeşleşmekte ve tabiatın sırlarını anlama ve böylece Tanrı'yı tanıma ve ona ibadet etme görevini bu din adamları yüklenmiş bulunmaktadırlar. Böylece Hint, Babil ve Mısır medeniyetlerinde bilimle uğraşanların ve ilk bilim temsilcilerinin aynı zamanda bu toplumların din adamlarını olduğunu görüyoruz. Bundan dolayı, Eski Yunanlılar Mısır'a astronomi ve felsefe öğrenmeye gittikleri zaman, doğruca manastırlara ve din adamlarına gitmişlerdir.10</p><p></p><p></p><p> Modern bilimin temelinde yatan düşünce Whitehead'a göre ortaçağın Tanrıya ve. Tanrı'nın bu alemi bizim anlayabileceğimiz bir düzen(order) dahilinde yarattığına olan derin inançtır. Ona göre böyle bir inanç olmadığı takdirde bilim adamlarının o sonsuz, yorucu ve inanılmaz çabalarını anlamak mümkün değildir. Buna göre bütün araştırmaların ve bilimsel çabaların temelinde. tabiatta var olduğuna inanılan bir düzen ve nizam varsayımı ve inancı yatmaktadır. Whitehead'e göre de bu inancın temelinde de bir olan Tanrı'ya olan iman yatmaktadır.11 P.Hazard'da bu konuda Whitehead'a paralel görüşler ileri sürmektedir. Ona göre de Aydınlanma çağının başlangıcını oluşturan l7.yüzyılın ikinci yarısına kadar (1650) "Avrupada eğitim görmüş kişilerin çoğunun kültürel ufkuna sorgulanmaz iki otorite kaynağı hakim olmuştur: Kutsal kitaplar ve klasikler."12</p><p></p><p> </p><p> Çağımızın en önemli bilim adamlarından ve 200 yıldan fazladır süren Newton fiziğinin hakimiyetini atom ve atom altı alemle ilgili bilimsel çalışmalarıyla aşan Einstein da kâinatın yapısıyla ilgili şu kanaatini ve hayranlığını belirtmekten çekinmemiştir: "bilimse! düşünce alanında başarılı ilerlemeler elde eden herkes, varlıgın yapısındaki akla uygunluk karşısında derin bir saygı duymaktadır. Anlama yoluyla kişisel umut ve arzuların çalkantılarından çok geniş ölçüde kurtulmayı başarmakta ve varlıkta cisimleşen aklın büyüklüğü önünde alçak gönüllü bir tutum kazanabilmektedir. Bu akıl, en derin yanlarıyla insanın kavrayamayacağı bir şeydir. Ancak böyle bir tutum, bana göre kelimenin en yüksek anlamında dindir. "13</p><p></p><p> </p><p> Bilim-din ayrımının anlamsızlığı ve geçersizliğiyle ilgili çağdaş bir örnek ise Nobel ödülü alan ilk Müslüman bilim adamı ünvanına sahip Prof. Abdüsselam'dır. Dünyanın önde gelen teorik fizikçilerinden olan bu değerli ilim adamı Kur'an'ı her zaman yanında taşıdığını ve adeta onunla yaşamını anlamlandırdıgını vurgulayarak şöyle diyor: "Kur'an benimle kozmolojiden, fizikten. biyolojiden ve tıptan alınan misallerle, tabiat kanunları üzerindeki ilahî in'ikasların, bütün insanlığa hitap eden deliller olduğuna dikkat çekerek konuşuyor." Daha sonra konuyla ilgili olarak; develerin nasıl yaratıldığını, göklerin nasıl yükseltildiğini, dağların nasıl dikildiğini, arzın nasıl yayıldığını, gece ve gündüzün birbiri ardından geçişini nazarlara sunan ayetlerden örnekler veren Abdüsselam; "Bunları her okuyuşumuzda tabiat ve Kur'an'ın irtibatını, bütünlüğünü görürüz" diyerek şu sonuca ulaşıyor: "İlimler, Allah'ın yarattıklarının ifadesidir."14 Bu çağdaş bilim adamı bütün bilimsel çabalarının altında yatan temel kabul ve varsayımı ise şöyle ifade ediyor: "Kâinatın güzellik, simetri, ahenk ve intizam içinde, kargaşaya yer verilmeden Allah tarafından yaratıldığını düşünmek belki de benim İslam mirasımdan geliyor olabilir. Bu yüzden, benim ilim anlayışımda İslam'ın büyük rolü var. Allah'ın hikmetini keşfetmeye çalışıyoruz. Elbette ki çoğu zaman tam manasıyla muvaffak olamıyoruz, ama bazen hakikatin küçük bir parçasını görmekle büyük bir memnuniyet ve tatmin duyuyoruz."15 </p><p></p><p></p><p> Prof. Abdüsselam bu inancını Nobel töreninde yaptığı konuşmasında da dile getirmiş ve konuşmasına şu ayetlerle başlamıştır: "Rahman(ın) yarattığında bir intizamsızlık göremezsin. Gözünü ona çevir; orada bir yarık ve noksan görebilir misin? Sonra gözünü tekrar tekrar çevir. Sonunda güz. hakir ve zelil olarak sana döner. O (göz), yorulmuştur."16 Bu ayetleri okuduktan sonra ise kendi kanaatini şöyle ifade eder: </p><p></p><p></p><p>"Netice olarak bu. bütün fizikçilerin inancıdır; araştırmamız derinleştikçe hayranlık ve heyecanımız artar, gözlerimiz daha fazla kamaşır."17 Görüldüğü gibi mekanik fiziğin kurucusu olan Newton ile yine çağdaş fiziğin öncülerinden Einstein, Abdüsselam ve filozof Whitehead'in, bilim adamının bilimsel çabalarının arkasındaki temel muharrikle ilgili görüşleri büyük bir benzerlik göstermektedir. Buna göre bilim-din ayrımı manasız olmakta, bilim-din çatışması ise sunileşmektedir. Bu görüş, bilim felsefesinin terkettiği teori-bağımsız pozitivist anlayıştan tamamen farklıdır. Bu anlayışın özellikle 1960'lı yıllardan sonra oluşmaya başlayan ve bilimin buluş, işleyiş ve gelişmesiyle klasik pozitivist anlayışın tamamen değişmesine neden olan yeni bilim felsefesi anlayışına uygun olduğu görülmektedir. Bu yeni anlayışa göre bilim teori-bağımlıdır. Belli bir dünya görüşü, belli bir teori, veya Kuhn'un ifadesiyle paradigma içerisinde oluşur ve gelişir. Daha doğrusu bilimi yönlendiren böyle; bir paradigmadır. Bilgi sosyolojisinin ortaya koyduğu gibi bilim ve bilimsel faaliyetler boşlukta oluşmaz. Belli bir sosyal ilişkiler ve belli bir paradigma çerçevesinde gelişir. Aslında bilimin teori bağımlı olduğu, yani belli bir paradigma içerisinde geliştiğini ilk defa tutarlı ve yeni bir şekilde ortaya koyan Kuhn'dur.18 Bununla beraber Kuhn'un şimdilerde klasikleşen bu görüşleri, ilk ortaya atıldığında poztivist felsefe taraftarlarınca saçma, çelişkili ve yanlış olmakla suçlanmıştır.19</p><p></p><p> </p><p> Bununla beraber bu anlayışın görmezlikten gelindiği de ayrı bir gerçek. Örneğin bazı önde gelen felsefe ve Bilim Tarihi kitaplarında bilimdin ilişkisinin göz ardı edilmekte ve adeta dinî etki ve katkı dışlanarak yok sayılmaktadır. Bunu konuyla ilgili bazı kitapların içindekiler kısmına şöyle bir göz atmakla görmek mümkündür. Örneğin Prof. Dr. Macit Gökberk'in Felsefe Tarihi20 felsefevi antik Yunan'da başlatır ve yine çağdaş batı felsefesiyle bitirir. İslam Felsefesi, diğer bir çok batılı olmayan felsefe gelenekleri ve ekolleri gibi, görmezden gelinir veva felsefe olarak kabul edilmez. Bununla beraber, örneğin, ateist olarak bilinen ve niçin inanmadığını dürüst bir şekilde ve argumanlarıyla açıklayan İngiliz filozof Bertraud Russel'ın felsefe tarihiyle ilgili kitabının adı Batı Felsefe Tarihi olmasına rağmen, kadim Yunan Felsefesinin Batıya gelişini anlatırken 12 sayfa İslam Felsefesine yer verir. Çok kısa ve özlü de olsa onu görmezlikten gelmez. Bu gerçeği batılı başka tarihçiler de vurgulamaktadırlar. Briffault aynı gerçeği şöyle ifade eder:</p><p></p><p></p><p> "... Yunanlılar sistematize etmişlerdir, inceleme yapmışlardır ve teoriler kurmuşlardır, ama sabır isteyen detaylı ve uzun vadeli müşahede ve deneyci yaklaşım gibi şeylerin hepsi Grek mizacına yabancı kalmıştır. İlim diye adlandırdığımız hadise, Avrupa'ya Araplarca (Müslümanlarca) getirilen deney, gözlem ve ölçüm metotları neticesinde doğmuştur.[Modern] ilim. İslam medeniyetinin dünyaya en önemli armağanıdır..."21</p><p></p><p></p><p> Büyük bilim tarihçisi George Sarton da aynı düşüncededir. Yani Batı biliminin oluşmasında Müslümanların katkısını açıkça vurgular: "Ortaçağın temel, fakat bir o kadar da az bilinen başarısı, deney ruhunun uyandırılmasıdır ki, bu her şeyden önce 12. yüzyıla kadar Müslümanlar sayesinde oldu.,"22 Çağdaş filozoflardan Garaudy'in tespitleri de aynı istikamettedir. Ona göre "Yaygın görüşlerin tersine Rönesans, l6. yüzyılda İtalya'da değil, yüzyıllar önce Kurtuba'da başlamıştır. Deneye dayanan ilmin ilkelerini Bacon burada öğrenmiştir. Hayatın anlam ve gaye taşıdığı uyumlu bir dünyada, nesnelerin anlamını ve Allah'la olan ilişkilerini yansıtan irfan gene buradan yayıldı."23 Görüldüğü gibi Batı biliminin oluşumunda ve şekillenmesinde Müslümanların, dolayısıyla semavi bir dinin katkısı batılı bilim adamlarınca bile ifade edilmekte ve vurgulanmaktadır. Çağımızın yetiştirdiği önde gelen filozoflarından olan A.N. Whitehead kadim Yunan'ın Avrupa'nın anası olduğu ve bugünkü düşüncelerimizin kökleri için Yunan kültürüne bakmamız gerektiğini belirtmesine rağmen, Pagan, Çin, Hıristiyan ve İslam (Whitehea Muhammedilik diyor) medeniyetlerinin canlılığını ve dünya medeniyetine katkılarını ayrıca vurgular.24 Zira İslam Felsefesini ve bilimini görmezden geldiğiniz takdirde kadim Yunan felsefesinin batıya geçişini veya başka bir ifade ile batının kadim Yunan kültürünü keşfedişini açıklayamazsınız. Aynı durum, Bilim Tarihi iGin de geçerli olduğu söylenebilir. </p><p></p><p></p><p> Yine bilim tarihiyle ilgili çok popüler bir kitap olan Cemal Yıldırım'ın Bilim Tarihi'nde bilimin ortaya çıkmasında dinin/dinlerin rolü vurgulanmadığı gibi, adeta bilim sadece kadim Yunan'da ve Batıda gelişmiş bir fenomenmiş gibi bir espri kitaba hakimdir.25 Yine adı geçen kitapta İslam bilim tarihinden veya diğer alternatif bilim geleneklerinden bir şey bulamazsınız. Bunun çeşitli nedenleri sayılabilirse de; ülkemizin batı kültür ve değerlerini eleştirel olarak değil de, bir toptan kabul ve medeniyet algılaması olarak kabullenmesinin belirleyici bir neden olarak görülmesi temel sebeptir. Halbuki bilimin gelişmesine farklı bakan ve bilimin gelişmesine katkıda bulunan diğer kültürleri de gözönüne alan bilim tarihçilerimiz de bulunmaktadır. Örneğin Prof.Dr. Sevim Tekeli'ye göre: "...Batı dünyasının zaferi. Yunan-İslam dünyası biliminin Batıya geçişidir. Doğu kültürü ile batı kültürünün karşı karşıya gelişi yeni bir Avrupanın doğmasının nedeni olmuştur."26</p><p></p><p></p><p> Yine, felsefe ve bilim söz konusu olduğunda dinin dışlanması gerektiğini ileri süren konuyla ilgili bir diğer önemli bir felsefecimizin tespitleri ise şöyle: </p><p></p><p></p><p> "Gerçi bir filozofun ortaya attığı fikirleri anlamak ve onların neden başka şekilde değil de, bu şekilde ortaya konduğunu kavramak zaruridir. Fakat burada bilgi kabiliyetine sahip olan taraf üzerinde durulmalıdır. Mesela Descartes'ta konstruktif olanla bilgi kabiliyetine sahip olan taraflar birbirinden ayırt edilmeli ve sadece bilgi tarafı ele alınmalıdır. İmdi bugün Descartes'in 'idee'leri tasnif problemi ile Tanrı'yı dış dünyayı ispata çalışması gibi problemler, artık her türlü görüş ve bilgiden mahrum olan bir konstruksiyon olarak terk edilmelidir."27</p><p></p><p></p><p> Bilgi Sosyolojisi'nin ortaya koyduğu gibi, bir filozofu veya bilim adamını objektif ve bir bütün olarak anlamanın yolu onun görüşlerini bir bütün olarak ve yetiştiği ortamdan kopartmadan anlamaya çalışmaktır. Hatta bu filozofun yetiştiği ortama zemin hazırlayan arkaplan ve kültürel değerler de göz önüne alınmalıdır. Zira bütün bunlardan koparılan bir kişi, artık gerçekten o kişi midir değil midir bilinemez. Bununla beraber Mengüşoğlu dinin iyice dışlanması taraftarıdır:</p><p></p><p></p><p> "Dinin verdiği bilgi, ilmi ve felsefi manasında bir bilgi değildir; hatta bu bilgi ilmi ve felsefi bilgi tarafından reddedilmek zorundadır. Zira ilmi ve felsefeyi, dogma'lara dayanan bilgi ve dogma'lara dayanan inanma, hiç bir surette ilgilendirmez."28</p><p></p><p> </p><p> Burada haklı olarak şu sorulabilir: Descartes'in felsefesinde Tanrıyı çekip atınca, geriye ne kalır? Yani geriye kalan sisteme Descartes'in felsefesi denebilir mi? Zira Descartes bütün dış alemin, yani tabiatın varlığını Tanrı kavramıyla temellendiriyor. Ayrıca burada şu sorulabilir: Bir filozofun görüşlerini seçmeci bir tavırla ele alıp, işimize geleni alıp, gelmeyeni görmezden gelmek veya atmak ne derece bilimsel ve objektif (eğer böyle bir şey varsa) olur? Aslında Mengüşoğlu'nun tavrından da görüldüğü gibi. objektiflik mümkün değildir. Mutlak manasında mümkün değildir. Zira Mengüşoglu Descartes'i anlamaya çalışırken onu kendi ön kabulleri ve varsayımları çerçevesinde, yani kendi kişisel veya ideolojik bakış açısıyla anlamaya çalışmaktadır. Bu nedenle de kendisine hoş gelmeyen veya bakış açısına uygun düşmeyen yönlerini de seçmeci bir tavırla dışlamaktadır. Tabiî olan da budur. Yani kişinin kendi varsayımları, kendi "paradigma"sı dışında gerçekliği ve diğer şeyleri anlaması ve anlamlandırması mümkün değildir. Buna daha önce işaret etmiştik. Ancak, ilginç olanı ise, bizden bu tavrın objektif, bilimsel ve felsefı geçerli ve doğruluğu tartışılmayan tek görüş olduğunun kabul edilmesinin beklenmesidir.</p><p></p><p></p><p> Aynı olayın bir başka yansıması ise, İslam biliminin Batıya geçmesi sürecinde yaşanmıştır. Batılı araştırıcılar Müslümanların elinde gelişen ve boy veren bilimi elde etmek istediklerinde Endülüs'ün medreselerine gitmişlerdir. Müslüman bilim adamlarının önünde diz çökerek, bu bilimi öğrenmişler; daha sonra bu birikimlerini kendi ülkelerine götürmüşlerdir. Burada,vurgulanması gereken diğer önemli bir nokta ise, Müslüman bilim adamları için de bilim ve din hiç bir zaman bir çatışma ve birbirini inkâr ve yok etmeye dönüşmemiştir. Tıpkı daha öncede Prof. Abdüsselam örneğinde işaret ettiğimiz gibi, Müslüman bilim adamları Kur'anî öğretinin bir sonucu olarak kâinatın Allah tarafından yaratıldığına inanıyorlardı. Bu öğretinin temel varsayımına göre bu yaratılışta en ufak bir düzensizlik ve bozukluk yoktu. (Bkz.: Mülk suresi:l-4. ayetler.) Üstelik Kur'an onları ısrarla kâinatı, afâk ve enfüsü araştırmaya davet ediyordu: "Bakmazlar mı develere, nasıl yaratılmış; gökler, nasıl kaldırılmış; dağlara, nasıl dikilmiş; yeryüzüne nasıl yayılmış"; "Muhakkak ki, göklerin ve yerin yaratılışında, gecenin ve gündüzün birbiri ardından gelişinde akıl sahipleri için ibretler vardır."; "Ey akıl sahipleri, ibret alın."29</p><p></p><p></p><p> Ayrıca bir Müslümanın günlük ibadetlerini yapabilmesi için de tabiatta her gün cereyan eden olayları dikkatle takip etmesi gerekiyordu. Günde beş vakit kılınan namazın, zamanı ve özellikle güneşin hareketleriyle çok yakından ilgili olduğu görülmektedir. Yine Cuma namazı, bayram namazları ve oruç da Müslümana bu bilinci vermektedir. Tüm bunlar bir bütün olarak göz önüne alındığında, Müslümanların bütün bilimlerde kısa bir zamanda büyük başarılar elde etmelerinin nedenleri daha iyi anlaşılabilir. Burada asıl altı çizilmesi gereken nokta, bu gün bazılarının hatta bazı Müslümanların bile yanlış anladığı gibi, bu bilim adamları hiç bir zaman bilimsel çalışmalarını dinin dışında veya dini olmayan bir olgu olarak görmemişlerdir. Yani bilim başka, din başka, ibadet başka gibi ikici ve düalist bir anlayışa sahip olmamışlardır. Bundan dolayı İslam bilim tarihi bir bütün olarak e1e alındığında, Müslüman bilim adamlarının bilimi ve bilimsel faaliyetlerini Allah'ın yarattığı alemi anlamanın ve tanımanın bir parçası olarak gördükleri görülmektedir.30 Kur'an ve Sünnet bağlamında düşünüldüğünde bu bilimsel çabanın ibadet olarak temellendirildiği bile görülmektedir. Burada vurgulanması gereken diğer önemli bir nokta da, modern zamanlarda ortaya çıkan, daha doğrusu bilimi donduran ve kendi tekellerine alan Ortaçağ Kilise anlayışına tepki olarak, bilim adamları sınıfının din adamları sınıfı yanında türemesi olgusudur. Bu olgu Kartezyen dualizmle meşru bir zemin bulmuş ve daha sonra üzerinde durulacağı gibi bilim-din, bilim adamı-din adamı ikiciliğini getirmiştir. Bu bağlamda vurgulamak istediğimiz ise, İslam bilim anlayışında ve felsefe tarihinde, bildiğimiz kadarıyla, böyle bir ayrıma rastlanmamasıdır. Böylece Müslüman bilim adamının şahsiyetinde bir bölünme' ve parçalanma meydana gelmemiştir. Batıdaki bu gelişmenin, İslam dünyasında yaşanmamasının bir nedeni, Hıristiyanlık ve İslam arasındaki temel bazı farklardan kaynaklanmış olmalıdır. Zira Kilise ve Din adamları aynı zamanda Hz. İsa'yı ve Tanrı'yı temsil etmekte ve kendilerine bu yüzden büyük bir rüçhaniyet bahşetmektedirler. İslâm'da ise herkesin Allah'ın huzurunda eşit olduğu ve tek üstünlük mikyasının da takva olduğu malumdur.***</p><p></p><p></p><p> Bu bağlamda diğer önemli bir nokta ise, Avrupalılar Müslümanlardan bilim öğrenmeye geldiklerinde bunların büyük çoğunluğunun yine din adamları olduğudur. Ancak daha sonraları Hıristiyanlığın kendi içinde geçirdiği gelişimin bir sonucu olarak Kilise bilimi kontrolüne almıştır. Kilisenin daha doğrusu Hıristiyanlığın gelişen bilim anlayışıyla bağdaşmayan yönleri onaya çıktıkça, kilise bu dogmalarını korumayı, bilimi buna göre,tevil etmeyi tercih etmiştir. Buna muhalefet eden bilim adamlarını en şiddetli şekilde cezalandırmaktan çekinmemiştir. Sonuçta kurulan Engizisyon mahkemeleri dünya tarihinde bilim, özgürlük ve hür düşüncenin en büyük engeli ve yok edicisi olarak tarihteki yerini almıştır. Bilim ve araştırma ve kendini hakikate adamanın timsali olarak Kiliseye ve Engizisyona meydana okuyan İtalyan filozof G. Bruno'un yakılan bedeni, doğal olarak bilimin daha sonraki gelişimini köklü şekilde etkilemiştir. Daha sonraki bilim adamları bilimsel çabalarını ve bilimi kiliseden uzak tutmaya ve kiliseyle bir çatışmaya girmemeye gayret etmişlerdir. Daha doğrusu, gerek yöntem, gerekse kullandıkları terminoloji i1e kiliseden kopmuşlardır. Burada altı ·çizilmesi gereken önemli nokta, dinin, yâni Hıristiyanlığın kurumlaşmış şekli olan kilise ve onun temsilcilerinin red edilmesi hadisesidir. Yoksa bir çok filozof ve bilim adamı kişisel olarak tanrıya inanmaya devam etmişlerdir. Yukarıda Whitehead'ın altını çizdiği gibi aslında bunların bilimsel faaliyetlerini motive eden böyle bir inançtır. Böyle bir inanç olmaksızın bilim adamlarının o sonsuz ve yorucu çalışmalarını anlamlandırmak ve açıklamak gerçekten güçtür. Yine Galileo, kilisenin resmi öğretisiyle uyuşmadığı için kilise tarafından aforoz edilmiş ve bu nedenle dünyanın dönüşüyle ilgili teorisinden vazgeçmiş; ancak mahkemeden dışarı çıkarken ayağını yere vurarak: "Ama yine dönüyor." demekten kendini alamamıştır. Ancak bu aforoz, bilimin gelişmesine büyük bir darbe vurmuştur. Örneğin bunun bir sonucu olarak Kopernik (1473-1543) On The Revolutions of the Heavenly Spheres adlı bilimsel devrimin en önemli metinlerinden biri olan kitabını hayatta iken yayınlamayı göze alamamış ve ölümünden sonra yayımlanmasını vasiyet etmiştir.31 Ancak bütün bunlar 17. yüzyıldan itibaren değişmeye ve bilim güçlenmeye başlamıştır. Daha doğrusu 17. yüzyıl bilimsel devrimlerin asrı olmuştur.</p></blockquote><p></p>
[QUOTE="Huseyni, post: 229259, member: 27"] [COLOR=blue][B]II. Bilim-Din İlişkisinin Tarihsel Görünümü[/B][/COLOR] Bilim-din ilişkisinin tarihi seyrine bakıldığında, modern zamanlarda hakim olan bilim-din ayrımının tüm zamanlar için geçerli olmadığı görülür. Bunu Kadim Yunan ve bundan önceki medeniyetlerde görmek mümkündür. Hatta bu kadim medeniyetlerde çoğunlukla bilim adamıyla din adamının aynı kişi olduğu, daha doğrusu örtüştüğü görülür. İnsanoğlu varolduğundan beri etrafındaki alemi tanımak istemiştir. Bu insanın fıtri bir özelliği olup, hâlâ devanı etmektedir. İnsanın kendini ve kendi dışındaki her şeyi, yani bütün alemi anlama, tanıma serüveni hâlâ bütün canlılığıyla devam etmektedir. Bediüzzaman'ın "Merak ilmin hocasıdır" diye tanımladığı bu süreçte insan, hem kendini, hem de kendi etrafındaki alemi, içindeki canlı-cansız bütün mahlukatıyla, merak etmiş ve anlamaya çalışmıştır. İnsandaki bu fıtrî eğilimi felsefe tarihinde çok etkileyici ve veciz bir şekilde ifade edenlerden biri hiç şüphesiz Aydınlanma Felsefesinin öncülerinden Alman filozofu I. Kant'tır (1724-1804). Bu fitrî eğilimi şöyle tanımlıyor: "Üzerinde düşündükçe iki şey, aklımı gittikçe yenilenen ve artan bir hayret ve takdirle doldurmaktadır: Birincisi, üzerimdeki yıldızlarla dolu muhteşem gök kubbe; ikincisi, bizzat kendi içimdeki ahlaki vicdan (moral law)... Bunlardan birincisi, benim en yakın çevrem olan duyular dünyasında işgal ettiğim hemen kendi etrafımdan başlayıp dünya içinde dünyalar, sistem içinde sistemlerin sınırsız büyüklüğünde ve bütün bunların düzenli hareketlerinin sonsuz zamanlarında bulunduğum bağlamına, başlangıçlarından devamlarına kadar uzanmaktadır. İkincisi ise, benim görünmeyen benliğimden ve şahsiyetimden başlayıp gerçek bir sonsuzluğa sahip: ancak, sadece tecrübe sınırları içerisinde bilinebilen bir dünya içerisindeki beni sergilemektedir. Yine bunlardan... birincisi, hayvani bir varlık olarak benim önemimi adeta ortadan kaldırmakta, ve bu yön itibariyle bu gezegenden aldığı maddeyi yine ona iade etmektedir... Ancak bunun aksine ikincisi ise, ahlaki vicdanın, bütün hayvani varlık düzeyinden ve hatta bütün duyusal yaşantıdan bağımsız olarak ortaya koyduğu bir hayatın sergilediği şahsiyetimin sahip olduğu fikri yön itibariyle benim önemimi sonsuz bir şekilde artırmaktadır."6 Ancak insanın hem kendisini, hem de kendi dışındaki alemi anlama şekli ve düzeyinin her insan veya insan topluluğu için çok farklı olduğu/olacağı açıktır. Burada önemli olan daha önceleri sadece günlük hayatını sürdürmede muhtaç olduğu şeyleri temin için çevresini tanımaya ve ondan yararlanmaya başlayan insan, daha sonraları çok sofistike yöntemler geliştirmiştir. Fakat burada daha önemli olan nokta insanın, sadece günlük hayatını sürdürmek için muhtaç olduğu şeyleri temin etmekle kendini sınırlamamasıdır. Başka bir ifadeyle, insanın, ayrıca ve özellikle, hem etrafındaki alemi ve hem kendisinin bu alemdeki konumunu tanımlamaya çalışmasıdır. Alem nedir? İnsan nedir? Nasıl var olmuşlardır? Bunların birbiriyle ilişkisi? vb. sorular insan zihnini hep meşgul etmiştir. İşte kadim medeniyetlere baktığımızda insanın şöyle veya böyle bu sorulara cevap verdiği ve vermeye çalıştığını görüyoruz. İnsanın bu sorulara cevap bulma ve etrafından başlayarak alemi belli ve anlamlı bir şekilde anlama çabasını bilim alarak nitelersek, bu işlevi yerine getirenlerin genellikle aynı zamanda din adamları olduğunu görülür. Bilim ve dinin bu sıkı ilişkisinin en iyi örneklerini eski Mısır, Babil, Hint ve Kildan medeniyetlerinde gözlemlemek mümkündür. Bu medeniyetlerde insanın Tanrı bilgisine ulaşması mümkündü. Zira Tanrı'nın alemi insanın anlayabileceği şekilde yarattığına inanılıyordu. İnsan Tanrı'nın bu eserini anlayabilirdi. İnsan bu bilgiye ekseriya, özellikle şirkle kirlenmemiş monist din anlayışların hakim olduğu zamanlarda, Tanrı'nın eserlerini, yani tabiatı inceleyerek ve gözlemleyerek ulaşabiliyordu. Zira tanrı tüm alemdeki birlik ve düzenin tek sağlayıcısı olarak görülüyordu. Bundan dolayı "bu kadim medeniyetlerin din adamları ve dini liderleri aynı zamanda onların bilim adamları ve filozoflarıydı."7 Kadim medeniyetlerdeki bu din ve aynı zamanda bilim adamları, alemi inandıkları tek bir Tanrı'nın eseri olarak görüyorlardı. Dolayısıyla tabiattaki her şeyi de onun eseri olarak görüyor ve çok önem veriyorlardı. Kâinatı Tanrı'nın bir eseri olarak görmeleri, onlar kâinattaki her şeyi çok dikkatle gözlemlemeye, yıldızların hareketini takip etmeye ve bu hareketleri düzenli olarak kaydetmeye kadar götürdü. Bu bilim adamlarını alemi ve bu alemdeki olayları anlamaya sevk eden temel muharrikin bir Tanrı'ya ve onun bu alemi belli bir düzende yarattığı veya bu alemde hüküm süren düzenin sorumlusu ve devam ettiricisi olduğuna olan imanları olduğu görülmektedir. Yine onları harekete geçiren ve kâinatı anlamaya, anlamlandırmaya çalışmalarını motive eden en temel muharrik bu alemin bir nedeni, bir müsebbibi olması gerektiğine olan kuvvetli inançlarıydı. Newton konusundaki çalışmalarıyla tanınan Frank E. Manuel'e göre pozitivist olarak bilinmesine rağmen,.Newton'un bilimsel faaliyetlerinin ve merakının arkasında da aynı muharrik vardı. Bu alemin bir müsebbibi yani bu aleme var eden birisinin varlığına olan kuvvetli iman ve bu alemin sahip olduğu düzen ve mükemmellikle kendi yaratıcısını bize tanıtabileceğinin varsayılması.8 Bunu Newton'un General Scholiumi"daki şu ifadelerinde açık ve net olarak görmek mümkündür. Newton, bu alemdeki sistemi ve bu sistemin Yaratıcısını şöyle tanımlar: "Güneş, gezegenler ve kuyruklu yıldızların bu muhteşem sistemi ancak zeka ve güç sahibi bir varlığın izni ve hakimiyeti ile olabilir. Eğer sabit yıldızlar benzer sistemlerin merkezi iseler, bunlar da yine bir varlığın izniyledir. Hepsi O'nun hakimiyeti altındadırlar... Bu Varlık her şeyi, dünyanın ruhu olarak değil. belki hepsinin sahibi (Rabbi) olarak yönetir; bu hakimiyetinden dolayı da O, alışıldığı gibi " Rab ", "Tanrı " Pantakrator veya " Alemin Rabbi " olarak çağırılır......."9 Bu teze göre bilimin ortaya çıkmasının arkasındaki asıl neden tek bir tanrıya olan inançtır. Bu inanç, bilim adamının bilimsel çabasının motivasyonunu ve meşruiyyet zeminini oluşturmaktadır. Zira ancak böyle bir inançla alemin varlığı, alemin belli bir şekilde yaratıldığı ve var edildiği açıklanabilir. Ayrıca bu yaratışta da bir kaos ve düzensizlik olmadığından bu alemin bilgisi ve bu bilgilerin belli şekilde formüle edilmesi mümkün olmaktadır. Tanrı'ya inanmayan bilim adamları bile böyle bir düzenin olduğunu varsayım olarak kabul etmektedirler. Onların yaptığı sadece bu düzenin bir sahibi ve yaratıcısı olup-olmadığını sorgulamıyorlar veya sorgulamayı dışlıyorlar. Manuel'e göre çok tanrıya tapan, yani çok tanrıcı kavimlerin bilime ilgisiz kalmalarının temel nedeni de budur. Bu kavimler kâinatta bir düzen olduğuna ve bu düzenin bir sahibi olduğuna inanmadıklarından, böyle bir düzen arayışına da ihtiyaç duymamışladır. Sadece günlük hayatlarını idame ettirmek için çok kaba sayılabilecek bazı aletler dışında da bir şey geliştirememişlerdir. Bununla beraber, tek tanrıya inanan monoteist kadim kavim ve medeniyetlerin iki tür bilim geliştirdiklerini görüyoruz: Astronomi ve kimya. Astronomi bilimi, tapınaklarını adeta kâinatın küçük bir misali olarak dekore eden, eski Mısır ve -Kildan din adamlarının çalışmalarıyla ortaya çıkmıştır. Bu medeniyetlerin makrokozmosla ilgili tuttukları kayıtlar daha sonra kadim Yunan'a geçmiştir. Bunlar da aynı şekilde yıldızların kayıtlarını tutmaya devam etmişlerdir. Bundan dolayı eski Mısırda tapınakların, yukarıda da ifade edildiği gibi alemin küçük bir misali olarak tasarlanmasıyla, tüm alemin Tanrı'ya ibadet etmek için bir tapınak olduğu fikri ortaya çıkmıştır. Bütün bunları göz önüne alınca bir kere daha görüyoruz ki, kadim medeniyet ve topluluklarda bilim adamları din adamlarıyla özdeşleşmekte ve tabiatın sırlarını anlama ve böylece Tanrı'yı tanıma ve ona ibadet etme görevini bu din adamları yüklenmiş bulunmaktadırlar. Böylece Hint, Babil ve Mısır medeniyetlerinde bilimle uğraşanların ve ilk bilim temsilcilerinin aynı zamanda bu toplumların din adamlarını olduğunu görüyoruz. Bundan dolayı, Eski Yunanlılar Mısır'a astronomi ve felsefe öğrenmeye gittikleri zaman, doğruca manastırlara ve din adamlarına gitmişlerdir.10 Modern bilimin temelinde yatan düşünce Whitehead'a göre ortaçağın Tanrıya ve. Tanrı'nın bu alemi bizim anlayabileceğimiz bir düzen(order) dahilinde yarattığına olan derin inançtır. Ona göre böyle bir inanç olmadığı takdirde bilim adamlarının o sonsuz, yorucu ve inanılmaz çabalarını anlamak mümkün değildir. Buna göre bütün araştırmaların ve bilimsel çabaların temelinde. tabiatta var olduğuna inanılan bir düzen ve nizam varsayımı ve inancı yatmaktadır. Whitehead'e göre de bu inancın temelinde de bir olan Tanrı'ya olan iman yatmaktadır.11 P.Hazard'da bu konuda Whitehead'a paralel görüşler ileri sürmektedir. Ona göre de Aydınlanma çağının başlangıcını oluşturan l7.yüzyılın ikinci yarısına kadar (1650) "Avrupada eğitim görmüş kişilerin çoğunun kültürel ufkuna sorgulanmaz iki otorite kaynağı hakim olmuştur: Kutsal kitaplar ve klasikler."12 Çağımızın en önemli bilim adamlarından ve 200 yıldan fazladır süren Newton fiziğinin hakimiyetini atom ve atom altı alemle ilgili bilimsel çalışmalarıyla aşan Einstein da kâinatın yapısıyla ilgili şu kanaatini ve hayranlığını belirtmekten çekinmemiştir: "bilimse! düşünce alanında başarılı ilerlemeler elde eden herkes, varlıgın yapısındaki akla uygunluk karşısında derin bir saygı duymaktadır. Anlama yoluyla kişisel umut ve arzuların çalkantılarından çok geniş ölçüde kurtulmayı başarmakta ve varlıkta cisimleşen aklın büyüklüğü önünde alçak gönüllü bir tutum kazanabilmektedir. Bu akıl, en derin yanlarıyla insanın kavrayamayacağı bir şeydir. Ancak böyle bir tutum, bana göre kelimenin en yüksek anlamında dindir. "13 Bilim-din ayrımının anlamsızlığı ve geçersizliğiyle ilgili çağdaş bir örnek ise Nobel ödülü alan ilk Müslüman bilim adamı ünvanına sahip Prof. Abdüsselam'dır. Dünyanın önde gelen teorik fizikçilerinden olan bu değerli ilim adamı Kur'an'ı her zaman yanında taşıdığını ve adeta onunla yaşamını anlamlandırdıgını vurgulayarak şöyle diyor: "Kur'an benimle kozmolojiden, fizikten. biyolojiden ve tıptan alınan misallerle, tabiat kanunları üzerindeki ilahî in'ikasların, bütün insanlığa hitap eden deliller olduğuna dikkat çekerek konuşuyor." Daha sonra konuyla ilgili olarak; develerin nasıl yaratıldığını, göklerin nasıl yükseltildiğini, dağların nasıl dikildiğini, arzın nasıl yayıldığını, gece ve gündüzün birbiri ardından geçişini nazarlara sunan ayetlerden örnekler veren Abdüsselam; "Bunları her okuyuşumuzda tabiat ve Kur'an'ın irtibatını, bütünlüğünü görürüz" diyerek şu sonuca ulaşıyor: "İlimler, Allah'ın yarattıklarının ifadesidir."14 Bu çağdaş bilim adamı bütün bilimsel çabalarının altında yatan temel kabul ve varsayımı ise şöyle ifade ediyor: "Kâinatın güzellik, simetri, ahenk ve intizam içinde, kargaşaya yer verilmeden Allah tarafından yaratıldığını düşünmek belki de benim İslam mirasımdan geliyor olabilir. Bu yüzden, benim ilim anlayışımda İslam'ın büyük rolü var. Allah'ın hikmetini keşfetmeye çalışıyoruz. Elbette ki çoğu zaman tam manasıyla muvaffak olamıyoruz, ama bazen hakikatin küçük bir parçasını görmekle büyük bir memnuniyet ve tatmin duyuyoruz."15 Prof. Abdüsselam bu inancını Nobel töreninde yaptığı konuşmasında da dile getirmiş ve konuşmasına şu ayetlerle başlamıştır: "Rahman(ın) yarattığında bir intizamsızlık göremezsin. Gözünü ona çevir; orada bir yarık ve noksan görebilir misin? Sonra gözünü tekrar tekrar çevir. Sonunda güz. hakir ve zelil olarak sana döner. O (göz), yorulmuştur."16 Bu ayetleri okuduktan sonra ise kendi kanaatini şöyle ifade eder: "Netice olarak bu. bütün fizikçilerin inancıdır; araştırmamız derinleştikçe hayranlık ve heyecanımız artar, gözlerimiz daha fazla kamaşır."17 Görüldüğü gibi mekanik fiziğin kurucusu olan Newton ile yine çağdaş fiziğin öncülerinden Einstein, Abdüsselam ve filozof Whitehead'in, bilim adamının bilimsel çabalarının arkasındaki temel muharrikle ilgili görüşleri büyük bir benzerlik göstermektedir. Buna göre bilim-din ayrımı manasız olmakta, bilim-din çatışması ise sunileşmektedir. Bu görüş, bilim felsefesinin terkettiği teori-bağımsız pozitivist anlayıştan tamamen farklıdır. Bu anlayışın özellikle 1960'lı yıllardan sonra oluşmaya başlayan ve bilimin buluş, işleyiş ve gelişmesiyle klasik pozitivist anlayışın tamamen değişmesine neden olan yeni bilim felsefesi anlayışına uygun olduğu görülmektedir. Bu yeni anlayışa göre bilim teori-bağımlıdır. Belli bir dünya görüşü, belli bir teori, veya Kuhn'un ifadesiyle paradigma içerisinde oluşur ve gelişir. Daha doğrusu bilimi yönlendiren böyle; bir paradigmadır. Bilgi sosyolojisinin ortaya koyduğu gibi bilim ve bilimsel faaliyetler boşlukta oluşmaz. Belli bir sosyal ilişkiler ve belli bir paradigma çerçevesinde gelişir. Aslında bilimin teori bağımlı olduğu, yani belli bir paradigma içerisinde geliştiğini ilk defa tutarlı ve yeni bir şekilde ortaya koyan Kuhn'dur.18 Bununla beraber Kuhn'un şimdilerde klasikleşen bu görüşleri, ilk ortaya atıldığında poztivist felsefe taraftarlarınca saçma, çelişkili ve yanlış olmakla suçlanmıştır.19 Bununla beraber bu anlayışın görmezlikten gelindiği de ayrı bir gerçek. Örneğin bazı önde gelen felsefe ve Bilim Tarihi kitaplarında bilimdin ilişkisinin göz ardı edilmekte ve adeta dinî etki ve katkı dışlanarak yok sayılmaktadır. Bunu konuyla ilgili bazı kitapların içindekiler kısmına şöyle bir göz atmakla görmek mümkündür. Örneğin Prof. Dr. Macit Gökberk'in Felsefe Tarihi20 felsefevi antik Yunan'da başlatır ve yine çağdaş batı felsefesiyle bitirir. İslam Felsefesi, diğer bir çok batılı olmayan felsefe gelenekleri ve ekolleri gibi, görmezden gelinir veva felsefe olarak kabul edilmez. Bununla beraber, örneğin, ateist olarak bilinen ve niçin inanmadığını dürüst bir şekilde ve argumanlarıyla açıklayan İngiliz filozof Bertraud Russel'ın felsefe tarihiyle ilgili kitabının adı Batı Felsefe Tarihi olmasına rağmen, kadim Yunan Felsefesinin Batıya gelişini anlatırken 12 sayfa İslam Felsefesine yer verir. Çok kısa ve özlü de olsa onu görmezlikten gelmez. Bu gerçeği batılı başka tarihçiler de vurgulamaktadırlar. Briffault aynı gerçeği şöyle ifade eder: "... Yunanlılar sistematize etmişlerdir, inceleme yapmışlardır ve teoriler kurmuşlardır, ama sabır isteyen detaylı ve uzun vadeli müşahede ve deneyci yaklaşım gibi şeylerin hepsi Grek mizacına yabancı kalmıştır. İlim diye adlandırdığımız hadise, Avrupa'ya Araplarca (Müslümanlarca) getirilen deney, gözlem ve ölçüm metotları neticesinde doğmuştur.[Modern] ilim. İslam medeniyetinin dünyaya en önemli armağanıdır..."21 Büyük bilim tarihçisi George Sarton da aynı düşüncededir. Yani Batı biliminin oluşmasında Müslümanların katkısını açıkça vurgular: "Ortaçağın temel, fakat bir o kadar da az bilinen başarısı, deney ruhunun uyandırılmasıdır ki, bu her şeyden önce 12. yüzyıla kadar Müslümanlar sayesinde oldu.,"22 Çağdaş filozoflardan Garaudy'in tespitleri de aynı istikamettedir. Ona göre "Yaygın görüşlerin tersine Rönesans, l6. yüzyılda İtalya'da değil, yüzyıllar önce Kurtuba'da başlamıştır. Deneye dayanan ilmin ilkelerini Bacon burada öğrenmiştir. Hayatın anlam ve gaye taşıdığı uyumlu bir dünyada, nesnelerin anlamını ve Allah'la olan ilişkilerini yansıtan irfan gene buradan yayıldı."23 Görüldüğü gibi Batı biliminin oluşumunda ve şekillenmesinde Müslümanların, dolayısıyla semavi bir dinin katkısı batılı bilim adamlarınca bile ifade edilmekte ve vurgulanmaktadır. Çağımızın yetiştirdiği önde gelen filozoflarından olan A.N. Whitehead kadim Yunan'ın Avrupa'nın anası olduğu ve bugünkü düşüncelerimizin kökleri için Yunan kültürüne bakmamız gerektiğini belirtmesine rağmen, Pagan, Çin, Hıristiyan ve İslam (Whitehea Muhammedilik diyor) medeniyetlerinin canlılığını ve dünya medeniyetine katkılarını ayrıca vurgular.24 Zira İslam Felsefesini ve bilimini görmezden geldiğiniz takdirde kadim Yunan felsefesinin batıya geçişini veya başka bir ifade ile batının kadim Yunan kültürünü keşfedişini açıklayamazsınız. Aynı durum, Bilim Tarihi iGin de geçerli olduğu söylenebilir. Yine bilim tarihiyle ilgili çok popüler bir kitap olan Cemal Yıldırım'ın Bilim Tarihi'nde bilimin ortaya çıkmasında dinin/dinlerin rolü vurgulanmadığı gibi, adeta bilim sadece kadim Yunan'da ve Batıda gelişmiş bir fenomenmiş gibi bir espri kitaba hakimdir.25 Yine adı geçen kitapta İslam bilim tarihinden veya diğer alternatif bilim geleneklerinden bir şey bulamazsınız. Bunun çeşitli nedenleri sayılabilirse de; ülkemizin batı kültür ve değerlerini eleştirel olarak değil de, bir toptan kabul ve medeniyet algılaması olarak kabullenmesinin belirleyici bir neden olarak görülmesi temel sebeptir. Halbuki bilimin gelişmesine farklı bakan ve bilimin gelişmesine katkıda bulunan diğer kültürleri de gözönüne alan bilim tarihçilerimiz de bulunmaktadır. Örneğin Prof.Dr. Sevim Tekeli'ye göre: "...Batı dünyasının zaferi. Yunan-İslam dünyası biliminin Batıya geçişidir. Doğu kültürü ile batı kültürünün karşı karşıya gelişi yeni bir Avrupanın doğmasının nedeni olmuştur."26 Yine, felsefe ve bilim söz konusu olduğunda dinin dışlanması gerektiğini ileri süren konuyla ilgili bir diğer önemli bir felsefecimizin tespitleri ise şöyle: "Gerçi bir filozofun ortaya attığı fikirleri anlamak ve onların neden başka şekilde değil de, bu şekilde ortaya konduğunu kavramak zaruridir. Fakat burada bilgi kabiliyetine sahip olan taraf üzerinde durulmalıdır. Mesela Descartes'ta konstruktif olanla bilgi kabiliyetine sahip olan taraflar birbirinden ayırt edilmeli ve sadece bilgi tarafı ele alınmalıdır. İmdi bugün Descartes'in 'idee'leri tasnif problemi ile Tanrı'yı dış dünyayı ispata çalışması gibi problemler, artık her türlü görüş ve bilgiden mahrum olan bir konstruksiyon olarak terk edilmelidir."27 Bilgi Sosyolojisi'nin ortaya koyduğu gibi, bir filozofu veya bilim adamını objektif ve bir bütün olarak anlamanın yolu onun görüşlerini bir bütün olarak ve yetiştiği ortamdan kopartmadan anlamaya çalışmaktır. Hatta bu filozofun yetiştiği ortama zemin hazırlayan arkaplan ve kültürel değerler de göz önüne alınmalıdır. Zira bütün bunlardan koparılan bir kişi, artık gerçekten o kişi midir değil midir bilinemez. Bununla beraber Mengüşoğlu dinin iyice dışlanması taraftarıdır: "Dinin verdiği bilgi, ilmi ve felsefi manasında bir bilgi değildir; hatta bu bilgi ilmi ve felsefi bilgi tarafından reddedilmek zorundadır. Zira ilmi ve felsefeyi, dogma'lara dayanan bilgi ve dogma'lara dayanan inanma, hiç bir surette ilgilendirmez."28 Burada haklı olarak şu sorulabilir: Descartes'in felsefesinde Tanrıyı çekip atınca, geriye ne kalır? Yani geriye kalan sisteme Descartes'in felsefesi denebilir mi? Zira Descartes bütün dış alemin, yani tabiatın varlığını Tanrı kavramıyla temellendiriyor. Ayrıca burada şu sorulabilir: Bir filozofun görüşlerini seçmeci bir tavırla ele alıp, işimize geleni alıp, gelmeyeni görmezden gelmek veya atmak ne derece bilimsel ve objektif (eğer böyle bir şey varsa) olur? Aslında Mengüşoğlu'nun tavrından da görüldüğü gibi. objektiflik mümkün değildir. Mutlak manasında mümkün değildir. Zira Mengüşoglu Descartes'i anlamaya çalışırken onu kendi ön kabulleri ve varsayımları çerçevesinde, yani kendi kişisel veya ideolojik bakış açısıyla anlamaya çalışmaktadır. Bu nedenle de kendisine hoş gelmeyen veya bakış açısına uygun düşmeyen yönlerini de seçmeci bir tavırla dışlamaktadır. Tabiî olan da budur. Yani kişinin kendi varsayımları, kendi "paradigma"sı dışında gerçekliği ve diğer şeyleri anlaması ve anlamlandırması mümkün değildir. Buna daha önce işaret etmiştik. Ancak, ilginç olanı ise, bizden bu tavrın objektif, bilimsel ve felsefı geçerli ve doğruluğu tartışılmayan tek görüş olduğunun kabul edilmesinin beklenmesidir. Aynı olayın bir başka yansıması ise, İslam biliminin Batıya geçmesi sürecinde yaşanmıştır. Batılı araştırıcılar Müslümanların elinde gelişen ve boy veren bilimi elde etmek istediklerinde Endülüs'ün medreselerine gitmişlerdir. Müslüman bilim adamlarının önünde diz çökerek, bu bilimi öğrenmişler; daha sonra bu birikimlerini kendi ülkelerine götürmüşlerdir. Burada,vurgulanması gereken diğer önemli bir nokta ise, Müslüman bilim adamları için de bilim ve din hiç bir zaman bir çatışma ve birbirini inkâr ve yok etmeye dönüşmemiştir. Tıpkı daha öncede Prof. Abdüsselam örneğinde işaret ettiğimiz gibi, Müslüman bilim adamları Kur'anî öğretinin bir sonucu olarak kâinatın Allah tarafından yaratıldığına inanıyorlardı. Bu öğretinin temel varsayımına göre bu yaratılışta en ufak bir düzensizlik ve bozukluk yoktu. (Bkz.: Mülk suresi:l-4. ayetler.) Üstelik Kur'an onları ısrarla kâinatı, afâk ve enfüsü araştırmaya davet ediyordu: "Bakmazlar mı develere, nasıl yaratılmış; gökler, nasıl kaldırılmış; dağlara, nasıl dikilmiş; yeryüzüne nasıl yayılmış"; "Muhakkak ki, göklerin ve yerin yaratılışında, gecenin ve gündüzün birbiri ardından gelişinde akıl sahipleri için ibretler vardır."; "Ey akıl sahipleri, ibret alın."29 Ayrıca bir Müslümanın günlük ibadetlerini yapabilmesi için de tabiatta her gün cereyan eden olayları dikkatle takip etmesi gerekiyordu. Günde beş vakit kılınan namazın, zamanı ve özellikle güneşin hareketleriyle çok yakından ilgili olduğu görülmektedir. Yine Cuma namazı, bayram namazları ve oruç da Müslümana bu bilinci vermektedir. Tüm bunlar bir bütün olarak göz önüne alındığında, Müslümanların bütün bilimlerde kısa bir zamanda büyük başarılar elde etmelerinin nedenleri daha iyi anlaşılabilir. Burada asıl altı çizilmesi gereken nokta, bu gün bazılarının hatta bazı Müslümanların bile yanlış anladığı gibi, bu bilim adamları hiç bir zaman bilimsel çalışmalarını dinin dışında veya dini olmayan bir olgu olarak görmemişlerdir. Yani bilim başka, din başka, ibadet başka gibi ikici ve düalist bir anlayışa sahip olmamışlardır. Bundan dolayı İslam bilim tarihi bir bütün olarak e1e alındığında, Müslüman bilim adamlarının bilimi ve bilimsel faaliyetlerini Allah'ın yarattığı alemi anlamanın ve tanımanın bir parçası olarak gördükleri görülmektedir.30 Kur'an ve Sünnet bağlamında düşünüldüğünde bu bilimsel çabanın ibadet olarak temellendirildiği bile görülmektedir. Burada vurgulanması gereken diğer önemli bir nokta da, modern zamanlarda ortaya çıkan, daha doğrusu bilimi donduran ve kendi tekellerine alan Ortaçağ Kilise anlayışına tepki olarak, bilim adamları sınıfının din adamları sınıfı yanında türemesi olgusudur. Bu olgu Kartezyen dualizmle meşru bir zemin bulmuş ve daha sonra üzerinde durulacağı gibi bilim-din, bilim adamı-din adamı ikiciliğini getirmiştir. Bu bağlamda vurgulamak istediğimiz ise, İslam bilim anlayışında ve felsefe tarihinde, bildiğimiz kadarıyla, böyle bir ayrıma rastlanmamasıdır. Böylece Müslüman bilim adamının şahsiyetinde bir bölünme' ve parçalanma meydana gelmemiştir. Batıdaki bu gelişmenin, İslam dünyasında yaşanmamasının bir nedeni, Hıristiyanlık ve İslam arasındaki temel bazı farklardan kaynaklanmış olmalıdır. Zira Kilise ve Din adamları aynı zamanda Hz. İsa'yı ve Tanrı'yı temsil etmekte ve kendilerine bu yüzden büyük bir rüçhaniyet bahşetmektedirler. İslâm'da ise herkesin Allah'ın huzurunda eşit olduğu ve tek üstünlük mikyasının da takva olduğu malumdur.*** Bu bağlamda diğer önemli bir nokta ise, Avrupalılar Müslümanlardan bilim öğrenmeye geldiklerinde bunların büyük çoğunluğunun yine din adamları olduğudur. Ancak daha sonraları Hıristiyanlığın kendi içinde geçirdiği gelişimin bir sonucu olarak Kilise bilimi kontrolüne almıştır. Kilisenin daha doğrusu Hıristiyanlığın gelişen bilim anlayışıyla bağdaşmayan yönleri onaya çıktıkça, kilise bu dogmalarını korumayı, bilimi buna göre,tevil etmeyi tercih etmiştir. Buna muhalefet eden bilim adamlarını en şiddetli şekilde cezalandırmaktan çekinmemiştir. Sonuçta kurulan Engizisyon mahkemeleri dünya tarihinde bilim, özgürlük ve hür düşüncenin en büyük engeli ve yok edicisi olarak tarihteki yerini almıştır. Bilim ve araştırma ve kendini hakikate adamanın timsali olarak Kiliseye ve Engizisyona meydana okuyan İtalyan filozof G. Bruno'un yakılan bedeni, doğal olarak bilimin daha sonraki gelişimini köklü şekilde etkilemiştir. Daha sonraki bilim adamları bilimsel çabalarını ve bilimi kiliseden uzak tutmaya ve kiliseyle bir çatışmaya girmemeye gayret etmişlerdir. Daha doğrusu, gerek yöntem, gerekse kullandıkları terminoloji i1e kiliseden kopmuşlardır. Burada altı ·çizilmesi gereken önemli nokta, dinin, yâni Hıristiyanlığın kurumlaşmış şekli olan kilise ve onun temsilcilerinin red edilmesi hadisesidir. Yoksa bir çok filozof ve bilim adamı kişisel olarak tanrıya inanmaya devam etmişlerdir. Yukarıda Whitehead'ın altını çizdiği gibi aslında bunların bilimsel faaliyetlerini motive eden böyle bir inançtır. Böyle bir inanç olmaksızın bilim adamlarının o sonsuz ve yorucu çalışmalarını anlamlandırmak ve açıklamak gerçekten güçtür. Yine Galileo, kilisenin resmi öğretisiyle uyuşmadığı için kilise tarafından aforoz edilmiş ve bu nedenle dünyanın dönüşüyle ilgili teorisinden vazgeçmiş; ancak mahkemeden dışarı çıkarken ayağını yere vurarak: "Ama yine dönüyor." demekten kendini alamamıştır. Ancak bu aforoz, bilimin gelişmesine büyük bir darbe vurmuştur. Örneğin bunun bir sonucu olarak Kopernik (1473-1543) On The Revolutions of the Heavenly Spheres adlı bilimsel devrimin en önemli metinlerinden biri olan kitabını hayatta iken yayınlamayı göze alamamış ve ölümünden sonra yayımlanmasını vasiyet etmiştir.31 Ancak bütün bunlar 17. yüzyıldan itibaren değişmeye ve bilim güçlenmeye başlamıştır. Daha doğrusu 17. yüzyıl bilimsel devrimlerin asrı olmuştur. [/QUOTE]
Adı
İnsan doğrulaması
Peygamber Efendimiz a.s.v.'ın kabri nerededir? (Sadece şehir adını küçük harfler ile giriniz)
Cevap yaz
Forumlar
Risale-i Nur Okuma ve Anlama
Risale-i Nurdan Makaleler
Postmodern Bağlamda Bilim - Din İlişkisi
Bu site çerezler kullanır. Bu siteyi kullanmaya devam ederek çerez kullanımımızı kabul etmiş olursunuz.
Accept
Daha fazla bilgi edin.…
Üst