Gazete ve dergi köşelerinde labirent bulmacalar görürsünüz. Bir fare birçok kola ayrılan bir yolun ağzında durmaktadır. O yollardan bir tanesi hariç, diğerleri çıkmazdır. Çıkan yol ise sonunda yine birçok kola ayrılır. Bu böyle bir kaç kademe gider. Nihayet bir yolun sonunda peynir fareyi beklemektedir.
Fare akıllı ve şuurlu bile olsa, hayalindeki peynirine kavuşabilmesi için “deneme yanılma” metodundan başka yol yoktur. Biz labirenti tepeden görebildiğimiz halde iyi hazırlanmış karışık bir bulmacayı bir defada hiç yanılmadan çözemeyiz.
Ancak bazı pratik zekâlılar işin kolayını bulurlar. Peynirden yola çıkıp kalemle yolu çizerler, ta fareye kadar. Artık biçare aç farecik çizgiyi takip edip kolayca peynirine vâsıl olabilecektir.
Yani labirent, bir tarafından bakınca bir muamma; diğer yönünden bakınca ise elinizle koyduğunuz bir şeyi bulmak kadar basittir.
Meselâ, bir labirent yüz kademede yüz kola ayrılıyor, tik girişte “deneme-yanılma” metoduna göre doğru yola gitme ihtimali 1/100’dür. Doğru çıkarsa bir 1/1001 lük ihtimal daha karşınıza çıkar. Toplam ihtimal 1/10000 olur. Böylece her yol ağzında paydayı 100 ile çarpmakla peynire kadar toplam 1/10200 ihtimal eder. Bu ise kâinattaki atom sayısının üzerinde bir rakamdır.
Zahiren küçük görünse de, ne tasarlıya bileceğimiz, ne de hayal edebileceğimiz bir sayıdır. Hâlbuki peynirden yola çıkan şahıs 10200/10200 = 1/1 ihtimalle fareyi bulur. Yani eliyle koymuş gibi.
Şimdi biz gelelim yaratılış bilmecesine. Yokluk âleminden labirent misâl binlerce süzgeçten elene elene tasaffî ederek gelen ve insanda nihâî hedefine ulaşan hayatın sırrına... Fakat meseleye bakış açımız çok mühim.
Çünkü biz labirentin peyniriyiz. Hedef biziz. Eğer bulunduğumuz yerden hayatın sırrına bakarsak çok basit görünecek ve anlayamayacağız. Bir de labirentin girişine gidip oradan meseleyi değerlendirelim.
Yani varlık âlemini, kâinatı aşıp; maddeden sıyrılıp hayalîmizi, tekev-vün-ü kevn’e, maddenin -yahut maddeyi var kabul edip kâinatın başlangıcına gönderelim.
Fakat hiç bir şeyin henüz şekillenmemiş olduğu, belki karmakarışık bir atomlar hamuru hâlinde olduğu bir zaman ve mekâna gidiyoruz. Giderken bu âlemden edindiğimiz malumatı ve tecrübeleri götürmemiz gerekir.
Çünkü o bilgileri kâinat oluştuktan sonra edindik. Şu andaki hayatın akışı bizi pek fazla düşündürmüyor. Mahlûkatın görüp işitmesi, yemesi, çoğalması, güneşin doğup batması, mevsimlerin ve gece gündüzün dönüp değişmesi... Bunlar normal şeyler...
Fakat işte hayalîmiz sıfır notasına vardı. Âlem ve varlık diye bir şey yok.. Maddenin hamuru ile baş başayız. Bu atomların birleşmesi, intizam içinde tek tek varlıkları meydana getirmesi, işlerin muntazam gidip hiç bir aksama olmadan âlemin zerreden sistemlere kadar ve içindeki “mikro”dan “makro”ya canlı âlemlerinin teşekkül etmesi lazım. Ama dikkat edin;
Mevcudat olmadığı gibi, onlar hakkında bir bilgimiz, bir hissimiz ve bir düşüncemiz de yok. Çünkü onlar daha oluşmadı ki bilebilelim. “Bu mahlûklar işitici olsun.” diyemeyiz; hiç bir ses, nefes yok. “Görsün” diyemeyiz; ışık yok. Görmek ne demek bilemeyiz; kanunlar, prensipler bizce meçhul.
Bu muamma karşısında hayalîn dizlerinin dermanı kesilip gayr-i ihtiyarî secdeye yuvarlanıyor ve sesi-soluğu tükeninceye kadar haykırıyor: “Hayır... Hiç bir şey yok değil... Sen, varsın... Bütün varlığın üzerinde mevcutların çok ötesinde Sen, sonsuz ilim ve kudretinle mevcutsun. Ancak sen bu muammayı çözersin.
“Kün” yani “Ol!” demen yeter. Çünkü bunun çözülmesi için sonsuz bir irade sahibi, nihayetsiz bir ilim ve aklın alamayacağı bir tercih gücü lâzım geliyor.” Zira bu meseleyi tesadüfün eline bırakmak demek elsiz-gözsüz bir dalgıca sonsuz bir denizde bir kum tanesi aratmak demektir.
Çünkü bütün tabii kanunlar birbirini netice verecek şekilde işliyor. Bir bütünün parçalarını toplayacak yönde ilerliyor. Bu işleyişin herhangi bir noktasına müdahale edebilmek için bütün kanunları ve hepsinin çıkış noktalan ile nihâi hedeflerini bilmek lâzım geliyor.
Bulmacanın bu tarafından bu Newton’un yerçekimi kanunu, bu Arşimet’in kaldırma kanunu, bu da Kepler prensibi demek kolay bir izah tarzı. Fakat ne Newton, ne Arşimet, ne Kepler, ne de diğerleri o kanunları koymadılar.
Mahlûklarda göz olsun diyebilecek birinin evvela gören biri olması lazım. Sonra ışığın ve onun bütün yansıma, kırılma kanunlarının irade ve idare edicisi, maddelerin ve onlardaki şeffaflık, gayr-i şeffaflık özelliklerinin yaratıcısı olması lazım. Bizim gözümüze bir gözlük yapan gözlükçü, elbette gözümüzü bilir ve görür, yakıştırır ve yapar. Ya başımıza göz yapan usta?
Bunun gibi işitme, tad, koku, sevme, nefret etme, heyecan, korku duyma gibi hassalar kıyas edilince bunların tek tek yapılması için gerekli olan ilim ve tercih edicilik gücü düşünülürse yaratılışın sim anlaşılır hale gelebilir.
Girdiği bir mağazada alacağı eşyanın renk ve tipinin seçme mevzuunda bile kafa yoran, üstelik de mahlûkların en akıllı ve iradelisi olduğu kabul edilen insan, bilmem ki bu meseleye nasıl lâkaytlıkla bakabiliyor?
Bilal Ok
Sızıntı Dergisi
Fare akıllı ve şuurlu bile olsa, hayalindeki peynirine kavuşabilmesi için “deneme yanılma” metodundan başka yol yoktur. Biz labirenti tepeden görebildiğimiz halde iyi hazırlanmış karışık bir bulmacayı bir defada hiç yanılmadan çözemeyiz.
Ancak bazı pratik zekâlılar işin kolayını bulurlar. Peynirden yola çıkıp kalemle yolu çizerler, ta fareye kadar. Artık biçare aç farecik çizgiyi takip edip kolayca peynirine vâsıl olabilecektir.
Yani labirent, bir tarafından bakınca bir muamma; diğer yönünden bakınca ise elinizle koyduğunuz bir şeyi bulmak kadar basittir.
Meselâ, bir labirent yüz kademede yüz kola ayrılıyor, tik girişte “deneme-yanılma” metoduna göre doğru yola gitme ihtimali 1/100’dür. Doğru çıkarsa bir 1/1001 lük ihtimal daha karşınıza çıkar. Toplam ihtimal 1/10000 olur. Böylece her yol ağzında paydayı 100 ile çarpmakla peynire kadar toplam 1/10200 ihtimal eder. Bu ise kâinattaki atom sayısının üzerinde bir rakamdır.
Zahiren küçük görünse de, ne tasarlıya bileceğimiz, ne de hayal edebileceğimiz bir sayıdır. Hâlbuki peynirden yola çıkan şahıs 10200/10200 = 1/1 ihtimalle fareyi bulur. Yani eliyle koymuş gibi.
Şimdi biz gelelim yaratılış bilmecesine. Yokluk âleminden labirent misâl binlerce süzgeçten elene elene tasaffî ederek gelen ve insanda nihâî hedefine ulaşan hayatın sırrına... Fakat meseleye bakış açımız çok mühim.
Çünkü biz labirentin peyniriyiz. Hedef biziz. Eğer bulunduğumuz yerden hayatın sırrına bakarsak çok basit görünecek ve anlayamayacağız. Bir de labirentin girişine gidip oradan meseleyi değerlendirelim.
Yani varlık âlemini, kâinatı aşıp; maddeden sıyrılıp hayalîmizi, tekev-vün-ü kevn’e, maddenin -yahut maddeyi var kabul edip kâinatın başlangıcına gönderelim.
Fakat hiç bir şeyin henüz şekillenmemiş olduğu, belki karmakarışık bir atomlar hamuru hâlinde olduğu bir zaman ve mekâna gidiyoruz. Giderken bu âlemden edindiğimiz malumatı ve tecrübeleri götürmemiz gerekir.
Çünkü o bilgileri kâinat oluştuktan sonra edindik. Şu andaki hayatın akışı bizi pek fazla düşündürmüyor. Mahlûkatın görüp işitmesi, yemesi, çoğalması, güneşin doğup batması, mevsimlerin ve gece gündüzün dönüp değişmesi... Bunlar normal şeyler...
Fakat işte hayalîmiz sıfır notasına vardı. Âlem ve varlık diye bir şey yok.. Maddenin hamuru ile baş başayız. Bu atomların birleşmesi, intizam içinde tek tek varlıkları meydana getirmesi, işlerin muntazam gidip hiç bir aksama olmadan âlemin zerreden sistemlere kadar ve içindeki “mikro”dan “makro”ya canlı âlemlerinin teşekkül etmesi lazım. Ama dikkat edin;
Mevcudat olmadığı gibi, onlar hakkında bir bilgimiz, bir hissimiz ve bir düşüncemiz de yok. Çünkü onlar daha oluşmadı ki bilebilelim. “Bu mahlûklar işitici olsun.” diyemeyiz; hiç bir ses, nefes yok. “Görsün” diyemeyiz; ışık yok. Görmek ne demek bilemeyiz; kanunlar, prensipler bizce meçhul.
Bu muamma karşısında hayalîn dizlerinin dermanı kesilip gayr-i ihtiyarî secdeye yuvarlanıyor ve sesi-soluğu tükeninceye kadar haykırıyor: “Hayır... Hiç bir şey yok değil... Sen, varsın... Bütün varlığın üzerinde mevcutların çok ötesinde Sen, sonsuz ilim ve kudretinle mevcutsun. Ancak sen bu muammayı çözersin.
“Kün” yani “Ol!” demen yeter. Çünkü bunun çözülmesi için sonsuz bir irade sahibi, nihayetsiz bir ilim ve aklın alamayacağı bir tercih gücü lâzım geliyor.” Zira bu meseleyi tesadüfün eline bırakmak demek elsiz-gözsüz bir dalgıca sonsuz bir denizde bir kum tanesi aratmak demektir.
Çünkü bütün tabii kanunlar birbirini netice verecek şekilde işliyor. Bir bütünün parçalarını toplayacak yönde ilerliyor. Bu işleyişin herhangi bir noktasına müdahale edebilmek için bütün kanunları ve hepsinin çıkış noktalan ile nihâi hedeflerini bilmek lâzım geliyor.
Bulmacanın bu tarafından bu Newton’un yerçekimi kanunu, bu Arşimet’in kaldırma kanunu, bu da Kepler prensibi demek kolay bir izah tarzı. Fakat ne Newton, ne Arşimet, ne Kepler, ne de diğerleri o kanunları koymadılar.
Mahlûklarda göz olsun diyebilecek birinin evvela gören biri olması lazım. Sonra ışığın ve onun bütün yansıma, kırılma kanunlarının irade ve idare edicisi, maddelerin ve onlardaki şeffaflık, gayr-i şeffaflık özelliklerinin yaratıcısı olması lazım. Bizim gözümüze bir gözlük yapan gözlükçü, elbette gözümüzü bilir ve görür, yakıştırır ve yapar. Ya başımıza göz yapan usta?
Bunun gibi işitme, tad, koku, sevme, nefret etme, heyecan, korku duyma gibi hassalar kıyas edilince bunların tek tek yapılması için gerekli olan ilim ve tercih edicilik gücü düşünülürse yaratılışın sim anlaşılır hale gelebilir.
Girdiği bir mağazada alacağı eşyanın renk ve tipinin seçme mevzuunda bile kafa yoran, üstelik de mahlûkların en akıllı ve iradelisi olduğu kabul edilen insan, bilmem ki bu meseleye nasıl lâkaytlıkla bakabiliyor?
Bilal Ok
Sızıntı Dergisi