Ana sayfa
Forumlar
Yeni mesajlar
Forumlarda ara
Blog
Neler yeni
Yeni mesajlar
Son aktiviteler
Giriş yap
Kayıt ol
Neler yeni
Ara
Ara
Sadece başlıkları ara
Kullanıcı:
Yeni mesajlar
Forumlarda ara
Menü
Giriş yap
Kayıt ol
Install the app
Yükle
Forumlar
Risale-i Nur Okuma ve Anlama
Risale-i Nurdan Makaleler
İbn-i Rüşd ve Bedîüzzaman’da Tabiat ve Tevhid
JavaScript devre dışı. Daha iyi bir deneyim için, önce lütfen tarayıcınızda JavaScript'i etkinleştirin.
Çok eski bir web tarayıcısı kullanıyorsunuz. Bu veya diğer siteleri görüntülemekte sorunlar yaşayabilirsiniz..
Tarayıcınızı güncellemeli veya
alternatif bir tarayıcı
kullanmalısınız.
Konuya cevap cer
Mesaj
<blockquote data-quote="Huseyni" data-source="post: 229801" data-attributes="member: 27"><p><strong>Tevhidî Yaklaşımın Temel İlkeleri </strong></p><p><strong></strong></p><p> <strong>Birinci İlke: İlahî İlim Herşeyi Kuşatmıştır </strong></p><p><strong></strong></p><p> Bedîüzzaman, İlahî İlmin her şeyi kuşattığı gerçeğini fizik dünyanın çok sayıda fenomenlerine atıfta bulunarak göstermeye çalışır. Bu konudaki yaklaşımını şöyle özetleyebiliririz: Şu Kâinatta görülen umumi fiillerle tasarruf eden Yaratıcı’nın her şeyi kapsayan bir ilmi vardır. İlim Onun Zatı’nın ayrılmaz bir vasfıdır. İlahî ilim tarafından her şey kapsanmış ve kuşatılmıştır. Hiç bir şeyin ondan gizlenmesi ve saklanması mümkün değildir. Perdesiz ve bulutsuz her varlığın güneş ışınlarından saklanması ve gizlenmsi mümkün olmadığı gibi Allah‘ın nurlu ilmi karşısında da hiç bir şey gizlenemez. Camid güneş ve rontgen ışınları yaratılmış, sınırlanmış ve nakıs varlıklar oldukları halde her şeye kolaylıkla nasıl nüfuz edebiliyorlarsa elbette vacip , muhit ve zatî olan ezelî ilim de her şeye öylenüfuz edebilir. Hiç bir şey ondan gizlenip kaçamaz. Bu hakikata işaret eden Kâinatta sonsuz sayıda işaret ve âyet vardır: </p><p></p><p></p><p> Varlıklarda görülen bütün hikmetler nizam ve intizamlar o İlâhî ilme işaret eder. Her bir varlıkta müşahede edilen sanatkarane tasvir ve mahirane tezyin ve binler muhtemel şekil ve modelden en mükemmel ve en güzelinin tercihi, sonsuz derecede gelişmiş bir ilmi ve bilgiyi gösterir. Çünkü nizam ve intizam ancak ilimle olur. Gelişmiş sanat, dakik ölçü ve ince simetri ancak yüksek sanat ve geometri bilgisiyle olabilir. Gerçekten de fezanın derinliklerine doğru ilerledikçe bilim adamları muhteşem bir geometrik düzen ve ölçü ile karşılaşmaktadır. Bedîüzzaman’ın dikkatlere sunduğu nizam ve intizamla donatılmış âleme Kopernik’in ünlü yorumcularından olan Giordano Bruno (1548-1600)’nun kozmik anlayışını anlatırken Yates; “Bruno’nun evreni; bir sihirbaz değil bir teknisyen ve matematikçi olan bir Tanrı’nın koyduğu kendi yasalarıyla sonsuza dek hayret verici bir şekilde hareket eden...” (Trusted,1995,s.73)bir evren diyecektir. </p><p></p><p></p><p> Bedîüzzaman’ın Kâinatta İlahî ilmin her keşi kuşattığı gerçeğini anlatmaya devam eder: </p><p></p><p> Aynı şekilde bütün mevcudatta görünen veri miktarlar, ölçekler, belli bir amaç ve maslahata göre biçilmiş modeller ve gelişmiş bir pergelden çıkmış şekiller yine her şeyi kapsayan bir yüce ilmi gösterir ve ona işaret eder. Keza mükemmel sanat eseri niteliğiyle birlikte varlıkların yaratılmasında görülen kolaylık ve bolluk yine bir ilme işaret eder. (Nursî,1994, s.248-9) </p><p></p><p></p><p> Bedîüzzaman, “...küçük ve büyük ne varsa hepsi ap açık bir kitapta yazılmıştır”(Sebe’34/3) ayet-i kerimesini tefsir ederken İlahî ilmin her şeyi nasıl kuşattığını tabiattaki ünitelerin vucuda gelme, yaşama, çoğalma, geride kendisi gibi nesiller bırakma süreçleriyle açıklar. Cenab-ı Hakk’ın “rû-yi zeminin sayfasında, her mevsimde, bahusus baharda değiştirdiği nihayetsiz muntazam mahlûkatın fihriste-i vücutlarını, tarihçe-i hayatlarını, desatir-i hareketlerini çekirdeklerinde, tohumlarında, köklerinde, mânevî bir surette derc ve muhafaza ettiğini; ve zevalden sonra, semerelerinde (meyvelerinde) aynen kalem-i kaderiyle, mânevî bir tarzda, basit tohumcuklarında yazdığını; hattâ her baharda, yaş kuru ne varsa, mahdut zerrecikler ve kemikler hükmünde olan tohumlarda, ölmüş odunlarda kemâl-i intizamla muhafaza ettiğini..” dikkatlere arz ederek İlahî ilmin milyonlarca varlığın sayısızca birimlerini unutmadan ihata ettiğini anlatır. İlahî ilim o kadar kapsayıcı ve kucaklayıcıdır ki sanki “her bir bahar, bir tek çiçek gibi, gayet muntazam ve mevzun olarak,zeminin yüzüne bir Cemîl ve Celîlin eliyle takılıp koparılıyor, konup kaldırılıyor.” (Nursî,1994,s.248 vd) </p><p></p><p></p><p> Bedîüzzaman İlahî İlmin her şeyi kuşatttına dair incelemesini çeşitli varlıklar üzerinde sürdürmeye devam eder: Her varlığa niteliğine uygun şekiller vermek, ummadıkları yerlerden ve tam vaktinde hiç bir şeyi unutmadan istedikleri evsafta rızıklarını vermek yine sonsuz bir ilim ve şuur ile olabilir. Bütün yavruların en gelişmiş besin maddesi olan sütle beslenmesi, zeminin suya muhtaç nebatatının yağmur suyu ile sulanması ve hiç bir varlığın rızıksız kalmasına müsade edilmemesi açık bir ilmin ve şuurun belirtisi ve işaretidir. </p><p></p><p></p><p> Aynı şekilde her varlığın belli sınırlar içinde belirlenmiş ölümleri ve ecelleri yine bir ilimi gösterir. </p><p></p><p></p><p> İlahî İlmin her şeyi kuşattığı ön-kabulünden hareket ederek sürdürülecek bilimsel faaliyet Cenab-ı Hakk’ın “Alîm” isminin derinlik ve kapsamlılığının aynel yakın müşahede edilmesini sağlayan bir faaliyet olacaktır. Dolayısıyla böyle bir yaklaşımla bilim adamı bir taraftan bilimsel buluşlar gerçekleştirerek insanın yararına teknolojilerin geliştirilmesine ortam hazırlar, diğer yandan da başta kendisi olmak üzere tüm insanlığın marifet, irfan ve imanını arttırmış olur. </p><p></p><p></p><p> <strong>İkinci İlke: İlahî İrede Her Şeyi Belirlemiştir </strong></p><p><strong></strong></p><p>Tevhidî yaklaşımın diğer bir ilkesi İlahî İradenin her şeyi kuşatması, İlahî İrade dışında hiç bir şeyin varlık sahnesine çıkamaması ve varlık sahnesinden uzaklaşamamasıdır. </p><p></p><p></p><p>Bedîüzzaman, tabiattaki tüm değişim, dönüşüm, hareket ve faaliyetin doğrudan İlahî iradenin tasarrufu ve müdahalesiyle olduğunu vurgular. Ona göre bütün mevcudat her şeyi kapsayan bir İlahî ilmi gösterdiği gibi İlahî iradeyi de gösterir. Şöyle ki: Kâinattaki her varlığa, özellikle canlılarda sonsuz sayıda ihtimal ve seçenekten belli ve en optimal seçeneğin tercih edilmesi, olması imkansız çok sayıda yollardan olabilir en kolay yolun bulunması, her varlığa çok sayıda mümkün şekilller içinden en güzel şeklin verilmesi doğrudan bir İlahî iradeyi gösterir. Çünkü her şeyin varlığını ihata eden sonsuz ihtimaliyat ve imkanat içinde ve sel gibi akıp giden unsurlardan ve sürekli dağılma ve savrulma eğiliminde olan zerrelerden hassas bir ölçü ve ince bir tartı ile gerçekleştirilen terkip, oluşturulan şekil küllî bir irade ve ihtiyarın müdahalesi olmadan olamaz. Mesela yüzer en gelişmiş techizat ve organlara sahip olan insan vücudunun bir damla sudan ve son derece gelişmiş teknolojik formasyona sahip bir kuşun basit bir yumurtadan, yüzlerce farklı ünitelere sahip bir ağacın basit bir çekirdekten icadları İlahî bir kudret ve ilme delalet ettikleri gibi bir İlahî iradeye de delalet ederler. Çünkü sonsuz mümkün durum ve terkiplerden sadece bir terkip ve durumun seçilmesi, bir kast, bir irade ve bir tercihle olabilir. Tercih, kast ve irade ise bir tercih eden, bir kast eden ve bir irade edeni gerektirir.</p><p></p><p></p><p>Dikkat edileceği gibi burada Bedîüzzaman İlâhî iradeyi anlatırken Endülüslü filozof İbn-i Rüşd’ün yöntemini izler. Ancak fizik tabiattaki olgu ve fenomenlere Bedîüzzaman’ın vurgusu ve verdiği örnek çok daha fazladır. Bununla birlikte İbn-i Rüşd ve benzeri filozoflardan ayrıldığı noktaları da hemen ortaya koyar: Madem varlıkların hücreleri sayısınca İlâhî iradeye delil ve işaret vardır, elbette bir kısım feylesofların, İlâhî iradeyi inkar etmeleri ve bir kısım dalalet ehlinin kaderi ve Allah‘ın iradesinin cüzlere (tekillere) nüfuz etmesini kabul etmemeleri ve varlıkların icad ve devamını tabiat kanunlarına vermeleri varlıklar adedince bir yalan ve divaneliktir,(Nursî, 22. Mektup, s.250-1)diyerek tevhid’e arız olabilecek perdeleri ve gölgeleri birer birer yırtar. </p><p></p><p></p><p><strong>Üçüncü İlke: İlahî Kudret'in Gücü Sonsuzdur </strong></p><p><strong></strong></p><p> Bedîüzzaman İlahî Kudretin sonsuzluğu üzerinde israrla durur. Kudret karşısında büyük-küçük, az-çok, kolay-zor farklılığı olmadığını çeşitli misallerle anlatmaya çalışır. Ona göre varlıkların yaratılması iki şekilde olmaktadır. Biri “ibda’“ denilen yoktan yaratma, diğeri “inşa” veya “terkib” denilen mevcut unsurları bir araya getirmek suretiyle yaratmadır. İster ibda’ şeklinde ister inşa şeklinde olsun yaratma fiili eğer Allah’a verilmezse imkansız olur. Allah’a verilmesi halinde ise son derece kolay ve basit olur. Kâinattaki yaratma olaylarının son derece kolay,basit ve anında oldukları kesin olarak bilinen gerçeklikler olduğuna göre yaratma doğrudan Allah’tan kaynaklanmaktadır. Şayet varlıkların yaratılması Ferd-i Vâhid (Tek Bir)’e verilse O, bir kiprit çakar gibi eşyayı birden ve anında icad eder. Çünkü O, herşeyi kuşatan ilmiyle eşyanın plan ve programını ezelî bir zamanda hazırlamıştır. İlim aynasındaki plan ve modele göre zerreler harekete geçer, plan istikametinde değişir ve dönüşür o modelin öngördüğü şekli ve varlığı hemen oluştururlar. Zaten İlahî emir ile sürekli hareket ve değişme halinde olan zerreler sanki birer “emir eri” gibi kendilerine gösterilen yol ve seçeneğe yönelerek İlahî İrade ve Meşietin arzu ettiği bileşim ve terkipleri hemen gerçekleştiriler. Bu olay fotoğraf makinasının aynasındaki aksin kağıt üzerine yansıtılması veya görünmeyen bir yazının kimyasal bir madde ile görünür hale gelmesi gibi basit ve kolaydır. Ferd-i Vahid’in ezeli ilim aynasında plan ve modelleri olan mevcudata İlâhî kudretin tecelli etmesiyle harici bir vücud giymeleri son derece kolay ve basit bir iştir. </p><p></p><p></p><p> Şayet yaratma olayı Tek Bir’e verilmezse o zaman mesela bir sineği yaratabilmek Kâinatı yaratmak kadar zor hatta imkansız olacaktır. Burada sadece bir sineğin yaratılabilmesi için gerekli işlemlerin neler olabileceğine bakalım: Bir kerre her molokül ve hücresinin yeniden kalıp ve modellerinin yapılması ve bu modelleri gerçekleştirebilmek için ise Kâinatın her tarafına dağılmış ve bir yerden bir yere sel gibi akıp çağlayan atomlardan sayısız sayıda farklı farklı terkip ve bileşimlerin yaplması gerekir. Ayrıca olay sadece moloküllerin ve bunların bir araya gelip belli terkipleri oluşturmalarıyla da kalmaz, aynı zamanda ortaya çıkan organın akıl almaz derecede güzel, ölçülü ve diğer organlarla uyumlu, veri ölçeği kesinlikle tutturan, aşmayan bir düzenlilik içinde de olmaları gerekir. Buna ilaveten sadece maddi ve kimyevi terkipler yaratma olayının tamamlanmasını sağlamıyor, aynı zamanda tam bu vücuda uygun ruh ve diğer sayısız duyguyu manevi alemlerden bulup getirmek gerekiyor. Anlaşılıyor ki, bir tek sineğin bile icadı Vâhid-i Ehad’e verilmezse o sineğin yaratılması Kâinatın yaratılması kadar zor hatta imkansız olacaktır. (Nursî, 1994, s.806 vd). </p><p></p><p></p><p> Bir Tek Zat’a verildiğinde ise yaratma olayı son derece basit, maliyetsiz, güzel ve kolay olabilir. Bu olayı “İlahî Kudret”in niteliği, varlıkların kudrete muhatap olan yüzünün niteliği ve varlıkların tâbi olduğu kanunlar çerçvesinde inceleyebiliriz. </p><p></p><p></p><p> Bir kerre Ezelî Kudret Cenab-ı Hakkın Zatı’nın ayrılmaz bir vasfıdır. O zaman kudretin dereceleri sözkonusu olamaz. Yani kudrete karşı kolay, daha kolay, veya zor, daha zor gibi sınırlamalar olamaz. Buna göre İlâhî Kudret karşısında bir gezegenin yaratılması bir atom parçasının, bir cennetin yaratılması bir çiçeğin, tüm insanların yeniden yaratılması bir insanın yaratılması kadar kolay ve basit olur. Bunun nedeni İlâhî Kudret’in eşyanın melekut cephesine tecelli etmsidir. Bilindiği gibi eşyanın biri mülk, diğeri melekût olmak üzere iki cephesi vardır. Mülk cephesi aynanın arka yüzüne ,melekut cephesi ise ön yüzüne benzer. Eşyanın mülk cephesi güzellik, çirkinlik, büyüklük, küçüklük, ağırlık, hafiflik gibi olguların bulunduğu ve toplandığı cephedir. Bu nedenden dolayı Cenab-ı Hak, eşyanın bu cephesinde bir sepepler perdesi icad etmiştir. Her şey belli sebeplerin müdahalesi ile olur gibidir. Ancak bu sebepler sadece bir perdedir. Esas yaratıcı yine Kudret-i İlâhîdir. Sebeplerin yaratılması ise İlâhî İzzet ve Azamet’in basit ve âdi şeylerle beraber düşünülmesini istememesidir. Eşyanın melekut cephesi ise parlak, temiz, şeffaf ve nurludur. O cephede sebep-sonuç ilişkisi işlemez. O cephede büyüklük-küçüklük, ağırlık-hafiflik, güzellik-çirkinlik, zorluk-kolaylık yoktur. İlâhî Kudret doğrudan bu cepheye tecelli eder. Buna göre Kudret’e karşı büyük-küçük, zor-kolay sınırlaması sözkonusu değildir. Kudretin karşısında güneşin icadı bir zerrenin icadı kadar basit ve kolaydır. (Nursî, 1994,s.237 vd) </p><p></p><p></p><p> Kudret karşısında büyük-küçük farklılığının olmamasının bir diğer nedeni de Kudret’in tecellisinin kanunî olmasıdır. Yani azın-çoğun, büyüğün-küçüğün kudret karşısında eşit seviyede bulunmasıdır. Bu kanunları “Şeffafıyet”, ”Muvazene”, ”Mukabele”, “İntizam “, “Tecerrüd”, ve “İtaat” kanunları başlığı altında inceleyebiliriz: </p><p></p><p></p><p> “Şeffafiyet Kanunu”na en güzel misal güneşin şeffaf maddelerle ilişkisidir. Güneş doğduğu zaman aksi deniz yüzünde, ırmaklrda, asfaltlarda, pencerelerde, cam parçalarında, yağmur damlacıklarında ayni anda eksiksiz ve engelsiz şekilde yansır. Büyük ve hacimli varlıklarda daha zor, küçük ve basit varlıklarda daha kolay yansıması diye bir şey sozkonusu olmaz. Birindeki yansıma diğerindeki yansımayı da engellemez. Bir yağmur tanesine hangi kolaylık ve basitlikte yansıyorsa ay yüzüne de aynı kolaylık ve basitlikte yansır. Küçük bir cam parçasına hangi kolaylıkta yansıyorsa, okyonus yüzüne de aynı kolaylıkta yansır. </p><p></p><p></p><p> Güneş ve yansıdığı varlıkların irade, güç ve bilgi sahip olduğunu varsaysak güneş aynı anda ve aynı basitlik ve kolaylıkta hem ayla, hem deniz yüzüyle, hem de su zerrecikleriyle konuşabilir, onlara çeşitli direktifler verebilirdi. Güneşin yaratma gücü olsa idi hepsini bir anda yaratabilirdi. Çünkü o varlıkların herbirinin cephesinde yedi rengi, ısısı ve ışığıyla bir güneş bulunmakta ve tecelli etmektedir. Yaratma olayında büyükş-küçük, zor-kolay farkı ortadan kalkardı. (Nursî, 1994, s.237) </p><p></p><p></p><p> “Muvazene Kanunu” ise hassasiyet niteliğini esas alır. Mesela son derece duyarlı ve sıfıra yakın farkları bile yansıtabililen bir tartı aracı bulunduğunu varsayalım, öyle ki ,bu araçla iki güneş, iki dağ, iki yumurta ve iki atom parçası tartılabilsin. Bu düzeyde hassas olan teraziyle birbirine eşit iki yumurtayı tartarken terazinin bir gözüne bir atom parçasının ilavesiyle denge bozulacağı gibi, iki dağı tartarken de bozulur, iki güneşi tartarken de bozulur. Böyle bir tartı aracı için küçükşbüyük, ağırşhafif farkı yoktur. Hassasiyet derecelerinin en gelişmiş ve en mükemmeli olan İlâhî Kudret karşısında zerre ile güneş arasında fary yoktur. </p><p></p><p></p><p> Diğer bir kanun “İntizam Kanunu”dur. Daha fazla mekanik olaylarda gözlenir. Son derece gelişmiş bir mekanik teknoloji ile çalışan iki araç düşünelim. Bunlardan biri çocuk oyuncağı, diğeri milyonlarca ton kapasitesinde bir gemi olsun. Mekanik teknoloji yoluyla cocuk oyuncağının yönünü bir yerden başka bir yere çevirme kolaylığında geminin yönünü çevirmek de mümkündür. Bir kilogramlık oyuncak için bir klogramlık enerji, milyonlarca tonluk gemi için milyonlarca ton enerji sarf etmek gerekmez. Yaklaşık aynı enerji miktarıyla aynı olay gerçekleştirilebilir. Her iki araç da belli bir teknolojiyle çalıştığından büyüklükşküçüklük, hafiflikşağırlık etkili ve belirleyici olmaz. </p><p></p><p></p><p> Kâinatta son derece hassas, gelişmiş ve birbirine entegre bir mekanik teknolojiyi andırır intizam, ahenk ve düzen olduğundan bir atomun idaresi, yönlendirilmesi, yaratılması ile bir güneşin yönlendirilmesi ve yaratılması arasında fark yoktur. </p><p></p><p></p><p> Başka bir kanun “İtaat Kanunu”dur. İtaat çerçevesi ve sınırı içine giren olgularda parçalanma olamaz. Bir komutan “arş” emrini verip tek bir “nefer”i koşturduğu gibi, bir bölüğü de taburu da hatta tugayı da koşturabilir. Tüm birimler “itaat” şemsiyesi altında bulunduklarından emre itaat bakımından azın-çoğun bir farkı olmaz. </p><p></p><p></p><p> Kâinatta zerrelerden güneş sistemlerine kadar her şey Cenab-ı Hakk‘ın emrine kayıtsız itaat ettiklerinden onların yaratılmaları, veya bir yerden başka bir yere sevkedilmelerinde fark yoktur.(Nursî, 29. Söz, s.495). </p><p></p><p></p><p> Yaratma olayını anlama ve anlatma konusunda büyük İslam feylofozofları olan İbn-i Sina ve İbn-i Rüşd gibi düşünürler son derece dolambaçlı ve geniş ölçüde de tevhidi gölgeler ve perdeler yollar ve yaklaşımlara başvurmuşlardır. “İlk Akıl” nazariyesi,”Sudur” nazariyesi, “Birden ancak bir çıkar” nazariyesi bu çabanın bir ürünüdür. Ancak Bedîüzzaman bu tip zorlamalara ve tevhid dışı yaklaşımlara iltifat etmeden yaratma olayını anlamış ve en amiye de anlatma başarısını göstermiştir denilebilir. </p><p></p><p></p><p> <strong>Dördüncü İlke:İlâhî Hikmet Her Şeye Şamildir </strong></p><p><strong></strong></p><p> Bedîüzzaman “Rabbinin yoluna hikmetle çağır” (Nahl, 16/125) ayetinden hareket ederek İlâhî hikmetin Kâinatı kuşatan umumi bir kanun olduğunu anlatır: </p><p></p><p></p><p> Cenab-ı Hakkın Hakem isminin tecellisiyle şu Kâinat kitabının her sayfasında yüzer kitap, her satırında yüzer sayfa, ve her kelimesinde yüzer satır ve her noktasında muhtasar bir fihriste yazılmıştır. Mesela bu Kâinatın bir sayfsı “zemin yüzü”dür. O sayfada her bahar mevsiminde nebatat ve hayvanat nevileri sayısınca kitaplar birbiri içinde, aynı anda, yanlışsız ve eksiksiz gayet mükemmel bir surette yazılıyor. Kâinat kitabında her bahar bir sayfa, her bahçe bir satır ve her ağaç bir kelimedir. İşte bir kelime hükmünde olan ağaç, son derece ölçülü, simetrik, estetik, sanatlı, nakışlı çiçek ve yapraklara sahiptir. Gerçkten her bir çiçek ve meyvede çok ince bir mizan ve ölçü vardır. O ölçü dakik bir intizam içindedir. O intizam sürekli yenilenen ve tazelenen bir yeniden tanzim içindedir. O tanzim son derece güzel bir zinet ve sanat içindedir. O zinet ve sanat en güzel kokular, renkler ve desenler içindedir. Her an ve her saniye yeniden yaratılmakta ve nazarlara teşhir edilmektdir. Nasıl her kitabın sayfaları, satırları ve kelimeleri o kitabın yazarını tanıtır, hatırlatırsa bu Kâinat kitabının sayfaları, satırları ve harfleri olan yeryüzü, bahar mevsimi, bağ ve bahçeler ve teker teker ağaçlar da kendi yaratıcı ve yazarını tanıtır ve onun varlığına ve gücüne delalet ederler. </p><p></p><p></p><p> Her ağacın yaprak, çiçek ve meyveleri onların yaratıcısına karşı medhü sena için birer anlamlı fıkralardır. Sanki çiçek açmış her ağaç üzerindeki yaprak, çiçek ve meyvelerler diliyle yaratıcısına teşekkür şarkıları söylemektedir. Üzerine en süslü elbisesini giyerek, yakasına en değerli nişan ve formalarını takarak, özel bir bayram olan bahar mevsiminde resmi geçide katılmakta ve güzelliğini, mutluluk ve teşekkürünü yaratıcısına takdim ve arz etmek istemektedir. </p><p></p><p></p><p> Kâinat kitabının bütün sayfaları, satırları, kelimeleri ve noktaları birer mucizedir. Onların bir harfini yapabilmek için tüm kelimeleri, satırları ve sayfaları yapabilecek irade, güç ve kuvvete sahip bulunmak gerekir. Bunu da elbette serseri tesadüf, kör kuvvet,gayesiz, ve şuursuz tabiat yapamaz. Bunu anacak her şeyin dizgini elinde olan Allah yapabilir. (Nursî, 1994, s.802 vd). </p><p></p><p></p><p> Sonsuz güzelliklere sahip bulunan bir Zat şüphesiz güzelliğini görmek ve göstermek isteyecektir. İşte bu Kâinat kitabının yaratıcı ve müellifi olan Cenab-ı Hak'da bu Kâinat kitabının her bir sayfası, satırı, kelimesi ve harfiyle kendini tanıtmak, sonsuz kudret ve azametini hissettirmek ve en önemlisi akılalmaz güzellik ve cemalini göstermek ve bu yolla kendini diğer varlıklara sevdirmek arzu ediyor. O zaman madem Cenab-ı Hakk Kâinattaki tüm bu güzelliklerle kendini bize sevdirmek istiyor biz de şuur ,idrak ve akıl sahibi varlıklar olarak onu tanımak, iman, itaat, ve ibadet etmek durumundayız. (Nursî, 1994,s.804) </p><p></p><p></p><p> Kudret sahibi Yaratıcı Hâkim ve Hakem isimleriyle bu âlem içinde binlerce muntazam âlemleri yaratmıştır. Bu âlemlerin merkezine ise insanı yerleştirmiştir. Tüm âlem ve Kâinat insana dönüktür. İnsan dairesi içinde de rızkı bir merkez olarak belirlemiştir. İnsanlık âleminde ekser hikmetler ve maslahatlar rızka bakar ve onunla tezahür eder. İnsandaki şuur ve rızıktaki lezzet Cenab-ı Hak‘ın Hakim isminin parlak birer tecellileridir. İnsanın şuur ve aklı yoluyla geliştirilen ve keşfedilen bilimlerden her bilimsel disiplin Hakem isminin bir cilvesidir. Meselâ tıp disiplininden “bu Kâinat nedir?” diye sorulsa “içinde binlerce ilaç istif edilmiş gayet muntazam ve mükemmel büyük bir eczehnedir” diyecektir. Kimya disiplinine sorulsa “mükemmel bir kimyahanedir” diye cevap verecektir. Makina displini ise “hiç kusuru olamyan mükemmel bir fabrikadır” şeklinde cevaplandıracak-tır. Ziraat disiplini ise “son derece verimli ve her bitkiyi yetiştiren verimli bir tarla ve bahçedir” diyecektir. </p><p></p><p></p><p> Belli bir cepheden bakıldığında arz bir ordugah olarak görülür. Öyle ki, her bahar mevsiminde dörtyüz bin farklı milletten milyarlarca nefer silah altına alınmaktadır. Her birinin silahı, üniforması, talimi, beslenme malzemeleri, terhis zamanları ayrı olduğu halde en ufak bir karışıklığın, düzensizliğin ve israf ve savurukluğun olmadığı bir ordu görüntüsündedir. </p><p></p><p></p><p> Aynı şekilde başka bir açıdan bakıldığında bu muhteşem arz ;damı gayet muazzam elektirik lambaları ile donatılmış bir saray şeklinde görünür. O kadar harika ve muhteşem bir intizam içindedirler ki, dünyadan binlerce defa daha büyük olan o lambalar mütemadiyen yandıkları halde dengeleri bozulmuyor, patlayıp yangın çıkmasına neden olmuyorlar. Enerji tüketimleri sınırsız olduğu halde enrji kaynakları tükenmiyor. Aydınlatma ve ısıtma düzenlerinde bir dengesizlik orta çıkmayor. Küçük bir lamba bile muntazaman bakılıp, gazı konup, camı temizlenmezse aydınlatma faaliyetini sürdüremez. Buna karşılık dünyadan milyonlar defa daha büyük ve milyonlarca senedir yaşayan güneşimiz ve diğer güneşleri bu şekilde faal tutan Allah‘ın kudreti karşısında ancak “Subhanellah” demek gerekir. (Nursî, 1994, s.804) </p><p></p><p></p><p> Gerçekten feza o kadar muhteşem ve geniştir ki, bu azamet karşısında insanoğlu hayretten hayrete yuvarlanmaktadır: Şubat 1987 günü sabah saat 7’ yi 35 dakika 41 saniye geçe uzayda korkunç bir pátlama oldu. Dünyamızdan 170.000 ışık yılı ötede Samanyolu Galaksimize bağlı Büyük Maggelan takımyıldızları içindeki bir Süpernová, Güneşimìzden tam bir milyár kat fazla ışık saçarak infilak etti. Patlama o kadar şiddetliydi ki; Dünyamızın güney Yarımküresinden çıplak gözlé dahi farkedildi. </p><p></p><p></p><p> Bu süpernova patlaması áslında zamanımızdan 170.000 yıl önce gerçekleşmişti. Ama saniyede 300.000 kilometre yol alan ışınlar dünyamıza ancak 1987 yılında ulaşabilmişti. (Tuna, 1992, s.13) </p><p></p><p></p><p> <strong>Beşinci İlke:İlahî Adalet Her Şeyi İhata Etmiştir </strong></p><p><strong></strong></p><p> ““Hiç bir şey yoktur ki, hazineleri bizim yanımızda olmasın. Her şeyi biz belirli bir miktarla indiririz” (Hicr, 15/21) ayetinden hareketle Bedîüzzaman Kâinatta İlâhî Adaletin umumi bir kanun olarak hüküm sürdüğü ve her şeyde bu yasa gereği ciddi bir denge ve ölçünün bulunduğunu anlatır. Konuyla ilgili yaklaşımını kısaca özetleyelim: Şu Kâinat öyle bir saraydır ki, o sarayda mütemadiyen tahrip ve tamir içinde çalkalanan bir şehir var...ve o şehirde her vakit durmadan bir harp ve hicret içinde kaynaşan bir memleket var.. ve o memlekettte her zaman mevt ve hayat içinde yuvarlanan bir alem var... Oysa o sarayda, şehirde, memlekette, âlemde o derece mükemmel bir muvazene, bir denge ve bir ölçülü süreç devam ediyor ki, bu dengeli ve anlamlı hayat ve süreçlerin başıboş, tesadüfi olması mümkün değildir. Tam tersine tüm Kâinattaki tahavvülat ve harekat bir anda herşeyi görebilir ve kontrol edebilir bir Zat’ın mizanlarıyla ölçülerek ve tartılarak olmaktadır. Yoksa bir yerlerden biryerlere sel gibi mütemadiyen akan unsurlar, tehavvülat ve değişikliklerin mevcut dengeyi bozmaları an meselesi olacaktı. Mesela bir balık bin yumurta yaparak, haşhaş gibi bir bitki yirmibin tohum üreterek Kâinattaki dengeyi altüst edeceklerdi. Bütün bu olanlar başıboş sebeplere, serseri, mizansız ve kör tabiat kuvvetlerine havale edilseydi Kâinattaki denge öyle bözulacaktı ki, bir senede belki bir günde çökecekti. Deniz karma karışık maddelerle dolacak ve kokuşacaktı. Hava zehirli gazlarla kirlenecek teneffüs edilmez hale gelecekti. Dünya genel olarak bir çöplük, bir mezbeha ve bir bataklığa dönecekti. </p><p></p><p></p><p> İşte hayvanların cesetlerindeki hücrelerden, kandaki al ve akyuvarlara, atomların nötron alışverişi ile başkalaşarak yepyeni atomlara dönüşmesine ve yepyeni varlıkların yaratılmasına, varlıklarda görülen estetik, simetri ve sanatttan denizlerin gelir ve giderlerine.. yeraltı su kaynaklarının gelir ve giderlrine.. hayvanlar aleminin ölüm ve yeniden diriltilmelerine.. güz ve baharın tahrip ve yeniden tamirlerine..yıldız ve gezegenlerin hareketlerine.. mevt ve hayatın, soğukluk ve sıcaklığın, aydınlık ve karanlığın değişmeleri, döğüşmeleri ve çarpışmalarına kadar o derece hassas bir ölçü ve o derece dikkatli planla ölçülür ve tartılır ki, gerçekten insanoğlu Kâinatın hiç bir yerinde bir israf, abes görememektedir. Buna karşılık tüm bilimsel bulgular her şeyde mükemmel bir intizam, ve en güzel ve optimum bir ölçülülük ve ölçek görüyorlar. Belki de “hikmet-i insaniye” o intizam ve dengenin bir tezahürü, bir tercümanıdır. </p><p></p><p></p><p> İşte gel güneş ve on iki gezegen arasındaki dengeye bak. Acaba bu muvazene ve denge Adl ve Kadir olan Celal sahibi Zat’ı göstermiyor mu? Özellikle kendi gemimiz olan dünyamıza bakalım. Bir senede yirmi dört bin senelik bir dairede gezer. O harika süratına rağmen dünya yüzünde dizilmiş, istif edilmiş eşyayı dağıtıp, etrafa fırlatmıyor. Şayet sürati biraz daha arttırılmış ve ya azaltılmış olsaydı üzerindekileri fezaya fırlatıp, her şeyi dağıtacaktı. Bir dakika belki bir saniye müvazenesini bozsa gezegenimizin dengesi bozulacak belki başka gezegenlerle çarpışacak ve kıyametin kopmsına neden olacaktı. Aynı şekilde dünyadaki dörtüz binden fazla nebat ve hayvan nevilerinin doğum ve ölümleri, beslenme ve barınmaları o kadar dikkat, itina, denge ve ölçü içinde olmaktadır ki bu denge, dikkat ve şefkat, ışığın güneşe işaret etmesi gibi bir Rahmet ve Mizan sahibi olan Zat’a işaret eder. Özellikle sayısız hayvan ve bitki nevi ve kolonilerinden her koloninin üyesi varlıkların (hayvan veya nebat) azaları, organları, duyguları ne kadar mükemmel, sanatlı ve birbiriyle uyum içinde yaratılmiş.. Bu estetik ve uyum apaçık bir şekilde Adaletle ve Hikmetle yaratan bir Zat’ı gösterir. Ayni şekilde insan bedenindeki hücrelerin ve kan kanalları olan damarların ve kandaki al ve akyuvarlrın gerek insan bedenine faydalılığı, gerekse kendi içlerindeki uyum ve ahenk bakımından öyle ince bir mizan ve ölçü içindedirler ki yine bu mizan, denge de her şeyin dizginini elinde tutan bir Yaratıcıya işaret eder. (Nursî, 1994, s.800 vd) </p><p></p><p></p><p> Burada şunu hemen vurgulamak gerekir: Bedîüzzaman, tevhid duyarlı yaklaşımlarında İmam-ı Gazalî ile geniş bir düzlemde buluşur. Ancak, iki imam da kullandıkları yöntem ve seçtikleri çıkış noktası bakımından belli ölçüde farklılaşırlar. Şerif Mardin hocanın da dikkat çektiği gibi Bedîüzzaman’da geleneksel ilmihal ve ahlakî konulara verilen önem azalmakta fizik dünyaya ve fizik dünyanın unsurlarına vurgu artmaktadır. Risaleler, yukarıda da kısmen değinildiği gibi atomdan gezegenlere, çiçeklerden bahar mevsimlerine, yağmur damlasından hava hareketlerine kadar fizik dünyanın temel unsurlarını konu alan temalarla doludur. Gerçekten de Bedîüzzaman’da geleneksel İslamî usulllerde görülen insan-Allah (cc) ilişkisinin ezici ağırlığı, yerini Allah-İnsan-Tabiat ilişkisine bırakmıştır. Düşünürde tabiatın tüm alt birimleri sanki hiç birini dışlamamacasına birer tevhid âyeti olarak ön-plana çıkarılmıştır. Ancak bu usulde yine tüm vurgu Allah’ın yardımcıya, memura, icracı unsurlara ihtiyacının olmamaması yönündedir. Yani her tabiat ünitesi birer birer değerlendirilerek tevhidî bir potada eritilmektedir. Bedîüzzaman’ın külliyatını makro gözle incelemeyen bir araştırmacı külliyatta fizik ünitelere yapılan aşırı vurguya bakarak Bedîüzzaman’ın da bir pozitivist ve naturalist olduğunu rahatlıkla iddia edebilir. Oysa Bedîüzzaman en az Gazalî kadar tevhid duyarlı bir düşünürdür. Burada düşünürün tabiattan tevhid’e olan düşünce hareketini kısaca incelemek yararlı olacaktır. </p><p></p><p></p><p> Bedîüzzaman Allah’ın ortağı olmadığını ifade eden ayeti tefsir ederken çok sayıda tabiat görüngüsünü önemli bir tevhid unsuru olarak değerlendirir. Öte yandan düşünür ilginç bir yöntem deneyerek atom parçasından hücreye, bahar mevsiminden güneş sistemine kadar çok sayıda unsuru “nutka” getirir ve hayali bir ateistle diyaloğa sokar: </p><p></p><p></p><p> Bütün tabiatperest, esbab perest ve müşrik gibi tüm şirk ve küfür ehlini temsilen bir farazi şahıs Kâinattaki varlıklara kendisinin İlah olduğunu, onları kendisinin yarattığını ileri sürerek onlarla diyalog kurmaya çalışır. O adam ilk olarak varlıkların en küçük parçası olan zerreye rast gelir ve zerreye İlahı olduğunu söyler. O zerre ona “hikmet-i İlâhî” diliyle : “ben hadsiz vazifeleri görüyorum. Her varlığa girip, onun bünyesinde faaliyette bulunuyorum. Ayrıca sadece kendi başıma değilim, benim gibi sonsuz sayıda zerrelerle müşterek faaliyetlerimiz var. Bütün o zerreleri de emrin ve kontrolün altına alabilecek güç ve kuvvete,ilim ve iradeye sahipsen, bana İlah olabilirsin. Böyle bir güç ve iradeye sahip değilsen sus! Çünkü bizim faaliyetlerimizde o kadar mükemmel bir intizam var ki, nihayetsiz bir hikmeti ve herşeyi kapsayan bir ilim sahibi olmayan bize karışamaz.” diyerek onu huzurundan kovar. </p><p></p><p></p><p> Bunun üzerine o şahıs, zerreye: “ öyleyse sen kendi kendine malik ol. Neden başkasının hesabına çalışasın?” der. Bunun üzerine zerre: “eğer güneş gibi bir kabiliyetim, ışığı gibi kapsamlı bir ilmim, ısısı gibi bir her tarafı sarabilen bir kudretim, ışığındaki yedi rengi gibi sınırsız duygularım ve gezdiğim her yere, işittiğim her varlığa müteveccih bir yüzüm, her şeyi görür birer gözüm, her şeye geçer bir sözüm olsaydı senin dediğin gibi kendi kendime malik olduğumu, başkasının hesabına çalışmadığımı söyleyebilirdim ama sahip değilim” diyerek tabiatperestlerin temsilcisini aşağılayarak ve aptallıkla vasıflandırarak yanından kovar. </p><p></p><p></p><p> Müşriklerin temsilcisi zerreden ümidini kesince belki kandırabilirim ümidiyle kandaki alyuvarların kapısını çalar ve zerreye dediği gibi ona malik olduğunu ve onu kendisinin yarattığını söyler. Alyuvarlar ise ona: “ben yalnız değilim, benim de içinde bulunduğum organizasyonun diğer üyelerine, ayrıca sürekli içinde çalıştığımız bedendeki tüm hücrelere ve hücrenin tüm ünitelerine sahip olabilecek bir hikmet, kudretin varsa bana da sahip olabilirsin. Oysa elindeki sağır tabiat ve kör kuvvetle değil sahip olman ve yaratman bize zerre miktar karışamazsın bile. Çünkü bizim düzen ve sistemimiz öyle mükemmeldir ki, ancak her şeyi aynı anda görebilir, işitebilir ve yapabilir bir zat bize hükmedebilir ve bizi yaratabilir.” diyerek hücre de esbapperestin sözünü dinlemez. </p><p></p><p></p><p> Bunun üzerine hücreye uğrar. Ona da: “zerre ve alyuvarlara söz anlatamadım, belki sen sözümü dinlersin; çünkü sen çok basit şeylerden yapılmış son derece küçük bir varlıksın, seni ben rahat yapabilir, yaratabilirim” der. Hücre ise ona: “gerçi ben küçük bir varlığım, fakat unuttuğun bir şey var, benim çok önemli vazifelerim, son derece ince münasebetlerim ve bedendeki tüm hücre ve diğer üniteleriyle yakın ilgi ve alakalarım var. Mesela benim atar ve toplar damarlarıyla, sinir sistemleriyle, bedenin son derece gelişmiş ve hassaslaşmış maddi ve manevi duygularıyla ilişkilerim var. Eğer, bedendeki tüm bu sistemlere sahip olabilirsen bana da sahip olabilirsin. Yoksa çek git!. Alyuvarlar bana erzak getiriyor, akyuvarlar ise saldıran düşmanlara karşı beni savunuyor. Bizim hepimize malik olamayan birimize malik olamaz” diyerek o da kovar. </p><p></p><p></p><p> Sonra o bir insan bedenine ilahlık iddiasında bulunur. İnsan bedeni de ona: “ şayet her bir insanın yüzüne basılan ayrı ayrı mühürlere sahip olabilecek bir kudret ve ilim, Kâinatın her tarafına dağılmış rızkımı toplayıp tedarik edecek bir imkan, son derece basit bir kılıf olmama rağmen gayet gelişmiş ruh, kalp, ve akıl gibi manevi latifeleri bedenime yerleştirip istihdam edebilecek bir sistem bilgisi sende varsa göster ve “seni yaratabilir” de. Yoksa daha fazla beni meşgul etme. Çünkü beni ve benim gibi sayısız insan bedenlerini ancak bir anda her şeyi görebilir, bilebilir sonsuz ilim ve kudret sahibi bir Zat yaratabilir.” diyerek o da kovar. </p><p></p><p></p><p> Sonra o müşriklerin vekili dünyaya giydirilmiş zinetli bahar gömleğine uğrayarak “seni ben yarattım “der. Bahar ise ona: “eğer, kader programıyla modelleri çıkartılan ve gelecek zamanın şeridine takılan asırlar, seneler sayısınca dünyaya giydirilmiş sonra intizamla çıkartılarak geçmiş zamanın ipina asılan bahar gömleklerini dokuyacak ve icad edecek bir kudret ve sanatın varsa, aynı şekilde bizi giyen dünyayı idare ve kontrol edebilecek bir imkanın varsa bizi de yaratabilirsin. Böyle bir gücün yoksa benim gibi bir baharı değil, bir çiçeği bile yaratamazsın” diyerek reddeder.(Nursî, 1994, s.268 vd) </p><p></p><p></p><p> Sonra küre-i arz'a(dünya) gider ve aynı sözleri ona tekrarlar. Küre-i Arz ise: “Eğer bir yılda gezdiğim yörüngenin tümüne malik ve sahip olabilirsen, benim diğer arkadaşlarım olan gezegenleri ve güneş sistemini aynı intizam ve düzen içinde devam ettirebilecek güç ve kuvvetin varsa bana rablık dava edebilirsin. Yoksa defol git!. Bizim Rabbimiz öyle bir irade ve güce sahiptir ki, bir ağacı meyveleriyle kolayca tanzim ve tezyin ettiği gibi güneş ve güneş sistemini de tanzim edebilir.” diyerek o da reddeder. </p><p></p><p></p><p> En sonunda ise yıldızlara rablık ve ilahlık taslar. Yıldızlar ise on cevaben: “ne kadar sersem ve akılsızsın ki, bizim yüzümüzdeki Birlik mührünü anlamıyor ve bizim yüksek nizam ve kanunlarımızı bilmiyorsun. Bizi intizamsız ve düzensiz sanıyorsun. Bizler öyle bir Zat’ın sanatı ve eseriyiz ki, O Zat, denizimiz olan semavatı, şeceremiz olan Kâinatı ve yörüngemiz olan fezayı tasarruf ve kontrolünde tutabilir bir güç ve kuvvete sahiptir. Bizler sadece donanma elktirik lambaları gibi Onun Rububiyetinin kemal ve haşmetini gösteren ışıklı tablolarız. </p><p></p><p></p><p> Evet her birimiz İlâhî kudretin birer mu’cizesi, yaratılış ağacının birer tatlı meyvesi, tevhid‘in birer parlak delili, melaikelerin meskeni, tayyaresi ve mescidi, yüksek alemlerin birer lambası ve güneşi, feza-i alemin birer zineti ve çiçeği, sema denizinin birer nurani balığı ve gökyüzünün birer gözüyüz Ayrıca sistemimiz içinde sükunet içinde bir sükut, hikmet içinde bir hareket, haşmet içinde bir zinet, intizam içinde bir güzellik, denge içinde bir harika sanat vardır. Vazifemiz Celal ve Cemal Sahibi Yaratıcışmızın Ehadiyet,Samediyet, Güzellik ve Mükemmelliğini nihayetsiz dillerle bütün Kâinata ilan etmektir.” diyeşrek müşrik, materyalist ve ateistlerin temsilcisini huzurundan kovar. (Nursî, 1994, s.269) </p><p></p><p></p><p> Aynı şekilde düşünür sanki fizik dünyada hiç bir üniteyi devre dışı bırakmamak üzere tevhide delil olarak zikretmeye devam eder. Bu bağlamda Kâinatın çeşitli alt birimlerini ziyaret ederek Allah’ı arayan bir “seyyah”la bu birimleri konuşturmaya devam eder: </p><p></p><p></p><p> Bu dünya misafirhanesine gelen her misafir gözünü açıp baktıkça bu dünyayı gayet mükemmel bir ziyafetgah, gayet sanatkarane bir teşhirgah, gayet haşmetkarane bir ordugah ve gayet hayretkarane bir temaşagah, gayet maniderane ve hikmetperverane bir mütaalagah olarak görür ve bu muhteşem kitabın müellifini ve bu muazzam memleketin sultanını tanımak ve bilmek ister. İlk olarak göklerin nur yaldızı ile yazılan güzel yüzü görünür ve o misafire “Bana bak! ve beni oku!” der. O misafir de yeryüzüne bakar görür ki: </p><p></p><p></p><p> Zemin ile asuman arasında bulunan bulut, gayet hikmetli ve rahmetli bir şekilde dünya sakinlerinin tam ihtiyacına göre mükemmel bir ab-ı hayat ikram eder ve maharetli bir bahçıvan gibi dünya bahçesini sular, hararetten bunalan varlıkların ateşini düşürür. Görevini bitirir bitirmez ise muntazam bir ordunun görünmesi ve ansızın gözden kaybolması gibi gözden kaybolur, yerini berrak ve ışıl ışıl bir gökyüzüne terkeder. Sonra o yolcu rüzgarı inceler ve anlar ki: hava unsuru o kadar çok vazifelerle istihdam olunuyor ki, sanki o camid ve şuursuz hava atomlarından her bir atom Cenab-ı Hak’tan gelen emirleri anlar ve harfiyyen yerine getirir. Mesela hava zerreleri dünya yüzündeki tüm canlıların nefes almasından bitkilerin döllenmesine ve büyümesine, bulutların sevk ve idaresinden yelkenli gemilerin deniz yüzünde hareket etmesine, seslerin naklinden ışık, ısı ve elektirik gibi unsurların nakline kadar yüzlerce faaliyeti karıştırmadan yapar. O misafir bütün bu işleri camid ve şuursuz hava zerrelerinin yapamayacağını, bunları ancak her şeye gücü yeten ve her şeyi bilen bir Allah (cc)’nun yapabileceğini düşündü. </p><p></p><p></p><p> Sonra yağmura bakar görür ki: Gaybi bir rahmet hazinesinden gönderilen o latif,berrak,tatlı damla-cıklarda o kadar güzel ve şirin rahmani hediyeler var ki, sanki İlâhî rahmet o şeffaf damlacıklarda şekillenmiş ve kristalize olmuştur. O şirin damlacıklar özellikle dolu ve kar taneleri o kadar muntazam ve güzel yaratılıyor ve yeryüzüne indiriliyorlar ki, her şeyi savurup atan şiddetli rüzgarlar bile onları biriktirip, kartopu haline getirip intizamlarını bozmuyor. Demek yağmur damlası şekline dönüşmüş İlâhî rahmet ancak Rahman ve Rahim bir Zat’ın hazinesinden gönderiliyor. </p><p></p><p></p><p> Bütün bunları gördükten sonra o yolcu derin bir tefekküre dalar ve şöyle düşünür: atılmış pamuk gibi camid ve şuursuz olan bu bulut ne bizi ne de bizim suya olan ihtiyacımızı bilebilir. O zaman bunlar, hem bizi hem de bizim ihtiyaçlarımızı bilen ve rahmet ve şefkat sıfatlarıyla düşünen bir merhametli ve şefkatli Allah (cc)’nün emriyle rüzgara biner, tanklarına dağlar ağırlığında rahmet hazinelerini yükler ve muhtaç olan yerlere tam zamanı ve mevsiminde yetiştirir. </p><p></p><p></p><p> O mütefekkir yolcu Kâinatın sayfalarını okudukça imanı güçlenip marifeti artar. Marifeti arttıkça da manevi zevk ve lezzetleri ziyadeleşir. Bu yolculukta sadece gördükleriyle kanmaz ve “daha yokmu?” diye yeni marifet alanları ararken karşısına denizler ve büyük nehirlerin cezbeye kapılmışcasına zikirleri, hazin ve şirin seslerini işitir. Deniz ve nehirler hal dilleriyle “bize de bak,bizi de oku!” derler. Bu defa seyyah deniz ve nehirleri incelemeye ve tefekkür etmeye başlar ve şunları görür: dağılmak,her tarafı istila etmek karekterinde olan denizler öfkeli bir şekilde sürekli çalkalandığı halde etrafına dağılıp savrulmadan bir senede yirmi beş bin senelik bir daire ekseninde dünya üzerinde uçarlar. </p><p></p><p></p><p> Sonra denizlerin içini inceler: denizin içinde ve derinliklerinde gayet güzel,zinetli ve muntazam cevherlerden başka, binlerce hayvanat ve bitki çeşitlerinin iaşe ve idareleri, doğum ve ölümleri o kadar düzen içinde olmaktadır ki, bu düzen, apaçık bir şekilde İlâhî Kudret’in idare,azamet ve haşmetini gösterir. Benzer şekilde nehirlerde görülen intizam ve düzen akıllara durgunluk verecek boyuttadır. Bütün bunlar Cemâl sahibi bir Zat’ın eseri olduğunu gösterir.(Nursî, 1994, s.898 vd) </p><p></p><p></p><p> Sonuç olarak Bedîüzzaman tam da çağımız insanının ihtiyacına uygun olarak tabiat ve ünitelerini birer tevhid unsuru ve dürbünü olarak ele alır ve değerlendirir. İbn-i Rüşd’ün kısmen yaptığını çok genel bir yöntem olarak genişletir ve yaygınlaştırır. Ama Panteist bir yaklaşımdan da kaçınmak için sonunda her şeyi tevhid potası içinde eritir. </p><p></p><p></p><p> <span style="color: darkgreen"><u><strong>Yararlanılan Kaynaklar</strong></u></span></p><p></p><p> <span style="color: darkgreen"><em>Ahmet Fuad el-Ehvanî, İbn-i Rüşd, İslam Düşünce Tarihi, c.2, ç. İlhan Kutluer, 1990</em></span></p><p> <span style="color: darkgreen"><em>Bedîüzzaman Said Nursî, Risale-i Nur Külliyatı c.I, Yeni Asya Yayınları, İstanbul 1994</em></span></p><p> <span style="color: darkgreen"><em>Bedîüzzaman Said Nursî, Risale-i Nur Külliyatı c.II, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1994 </em></span></p><p> <span style="color: darkgreen"><em>Henry Corbin, İslam Felsefesi Tarihi İletişim Yayınevi, ç:Hüseyin Hatemi, 1994</em></span></p><p> <span style="color: darkgreen"><em>İbn-i Rüşd, Faslu’l-Makal, h:Süleyman Uludağ, Dergah Yayınları, 1985</em></span></p><p> <span style="color: darkgreen"><em>Jennifer Trusted, Fizik ve Metafizik, ç: Seval Yılmaz, İnsan Yayınları, 1995</em></span></p><p> <span style="color: darkgreen"><em>Macit Fahri, İslam Felsefesi Tarihi,ç. Kasım Turan, 1987.</em></span></p><p> <span style="color: darkgreen"><em>Oliver Leaman, Ortaçağ İslam Felsefesine Giriş, ç:Turan Koç, Rey Yayıncılık, 1992.</em></span></p><p></p><p></p><p><strong><a href="http://www.koprudergisi.com/index.asp?Bolum=EskiSayilar&Goster=Sayi&SayiNo=54" target="_blank">KPR - Bahar 96 - ada Kuran Yorumu</a></strong></p></blockquote><p></p>
[QUOTE="Huseyni, post: 229801, member: 27"] [B]Tevhidî Yaklaşımın Temel İlkeleri [/B] [B]Birinci İlke: İlahî İlim Herşeyi Kuşatmıştır [/B] Bedîüzzaman, İlahî İlmin her şeyi kuşattığı gerçeğini fizik dünyanın çok sayıda fenomenlerine atıfta bulunarak göstermeye çalışır. Bu konudaki yaklaşımını şöyle özetleyebiliririz: Şu Kâinatta görülen umumi fiillerle tasarruf eden Yaratıcı’nın her şeyi kapsayan bir ilmi vardır. İlim Onun Zatı’nın ayrılmaz bir vasfıdır. İlahî ilim tarafından her şey kapsanmış ve kuşatılmıştır. Hiç bir şeyin ondan gizlenmesi ve saklanması mümkün değildir. Perdesiz ve bulutsuz her varlığın güneş ışınlarından saklanması ve gizlenmsi mümkün olmadığı gibi Allah‘ın nurlu ilmi karşısında da hiç bir şey gizlenemez. Camid güneş ve rontgen ışınları yaratılmış, sınırlanmış ve nakıs varlıklar oldukları halde her şeye kolaylıkla nasıl nüfuz edebiliyorlarsa elbette vacip , muhit ve zatî olan ezelî ilim de her şeye öylenüfuz edebilir. Hiç bir şey ondan gizlenip kaçamaz. Bu hakikata işaret eden Kâinatta sonsuz sayıda işaret ve âyet vardır: Varlıklarda görülen bütün hikmetler nizam ve intizamlar o İlâhî ilme işaret eder. Her bir varlıkta müşahede edilen sanatkarane tasvir ve mahirane tezyin ve binler muhtemel şekil ve modelden en mükemmel ve en güzelinin tercihi, sonsuz derecede gelişmiş bir ilmi ve bilgiyi gösterir. Çünkü nizam ve intizam ancak ilimle olur. Gelişmiş sanat, dakik ölçü ve ince simetri ancak yüksek sanat ve geometri bilgisiyle olabilir. Gerçekten de fezanın derinliklerine doğru ilerledikçe bilim adamları muhteşem bir geometrik düzen ve ölçü ile karşılaşmaktadır. Bedîüzzaman’ın dikkatlere sunduğu nizam ve intizamla donatılmış âleme Kopernik’in ünlü yorumcularından olan Giordano Bruno (1548-1600)’nun kozmik anlayışını anlatırken Yates; “Bruno’nun evreni; bir sihirbaz değil bir teknisyen ve matematikçi olan bir Tanrı’nın koyduğu kendi yasalarıyla sonsuza dek hayret verici bir şekilde hareket eden...” (Trusted,1995,s.73)bir evren diyecektir. Bedîüzzaman’ın Kâinatta İlahî ilmin her keşi kuşattığı gerçeğini anlatmaya devam eder: Aynı şekilde bütün mevcudatta görünen veri miktarlar, ölçekler, belli bir amaç ve maslahata göre biçilmiş modeller ve gelişmiş bir pergelden çıkmış şekiller yine her şeyi kapsayan bir yüce ilmi gösterir ve ona işaret eder. Keza mükemmel sanat eseri niteliğiyle birlikte varlıkların yaratılmasında görülen kolaylık ve bolluk yine bir ilme işaret eder. (Nursî,1994, s.248-9) Bedîüzzaman, “...küçük ve büyük ne varsa hepsi ap açık bir kitapta yazılmıştır”(Sebe’34/3) ayet-i kerimesini tefsir ederken İlahî ilmin her şeyi nasıl kuşattığını tabiattaki ünitelerin vucuda gelme, yaşama, çoğalma, geride kendisi gibi nesiller bırakma süreçleriyle açıklar. Cenab-ı Hakk’ın “rû-yi zeminin sayfasında, her mevsimde, bahusus baharda değiştirdiği nihayetsiz muntazam mahlûkatın fihriste-i vücutlarını, tarihçe-i hayatlarını, desatir-i hareketlerini çekirdeklerinde, tohumlarında, köklerinde, mânevî bir surette derc ve muhafaza ettiğini; ve zevalden sonra, semerelerinde (meyvelerinde) aynen kalem-i kaderiyle, mânevî bir tarzda, basit tohumcuklarında yazdığını; hattâ her baharda, yaş kuru ne varsa, mahdut zerrecikler ve kemikler hükmünde olan tohumlarda, ölmüş odunlarda kemâl-i intizamla muhafaza ettiğini..” dikkatlere arz ederek İlahî ilmin milyonlarca varlığın sayısızca birimlerini unutmadan ihata ettiğini anlatır. İlahî ilim o kadar kapsayıcı ve kucaklayıcıdır ki sanki “her bir bahar, bir tek çiçek gibi, gayet muntazam ve mevzun olarak,zeminin yüzüne bir Cemîl ve Celîlin eliyle takılıp koparılıyor, konup kaldırılıyor.” (Nursî,1994,s.248 vd) Bedîüzzaman İlahî İlmin her şeyi kuşatttına dair incelemesini çeşitli varlıklar üzerinde sürdürmeye devam eder: Her varlığa niteliğine uygun şekiller vermek, ummadıkları yerlerden ve tam vaktinde hiç bir şeyi unutmadan istedikleri evsafta rızıklarını vermek yine sonsuz bir ilim ve şuur ile olabilir. Bütün yavruların en gelişmiş besin maddesi olan sütle beslenmesi, zeminin suya muhtaç nebatatının yağmur suyu ile sulanması ve hiç bir varlığın rızıksız kalmasına müsade edilmemesi açık bir ilmin ve şuurun belirtisi ve işaretidir. Aynı şekilde her varlığın belli sınırlar içinde belirlenmiş ölümleri ve ecelleri yine bir ilimi gösterir. İlahî İlmin her şeyi kuşattığı ön-kabulünden hareket ederek sürdürülecek bilimsel faaliyet Cenab-ı Hakk’ın “Alîm” isminin derinlik ve kapsamlılığının aynel yakın müşahede edilmesini sağlayan bir faaliyet olacaktır. Dolayısıyla böyle bir yaklaşımla bilim adamı bir taraftan bilimsel buluşlar gerçekleştirerek insanın yararına teknolojilerin geliştirilmesine ortam hazırlar, diğer yandan da başta kendisi olmak üzere tüm insanlığın marifet, irfan ve imanını arttırmış olur. [B]İkinci İlke: İlahî İrede Her Şeyi Belirlemiştir [/B] Tevhidî yaklaşımın diğer bir ilkesi İlahî İradenin her şeyi kuşatması, İlahî İrade dışında hiç bir şeyin varlık sahnesine çıkamaması ve varlık sahnesinden uzaklaşamamasıdır. Bedîüzzaman, tabiattaki tüm değişim, dönüşüm, hareket ve faaliyetin doğrudan İlahî iradenin tasarrufu ve müdahalesiyle olduğunu vurgular. Ona göre bütün mevcudat her şeyi kapsayan bir İlahî ilmi gösterdiği gibi İlahî iradeyi de gösterir. Şöyle ki: Kâinattaki her varlığa, özellikle canlılarda sonsuz sayıda ihtimal ve seçenekten belli ve en optimal seçeneğin tercih edilmesi, olması imkansız çok sayıda yollardan olabilir en kolay yolun bulunması, her varlığa çok sayıda mümkün şekilller içinden en güzel şeklin verilmesi doğrudan bir İlahî iradeyi gösterir. Çünkü her şeyin varlığını ihata eden sonsuz ihtimaliyat ve imkanat içinde ve sel gibi akıp giden unsurlardan ve sürekli dağılma ve savrulma eğiliminde olan zerrelerden hassas bir ölçü ve ince bir tartı ile gerçekleştirilen terkip, oluşturulan şekil küllî bir irade ve ihtiyarın müdahalesi olmadan olamaz. Mesela yüzer en gelişmiş techizat ve organlara sahip olan insan vücudunun bir damla sudan ve son derece gelişmiş teknolojik formasyona sahip bir kuşun basit bir yumurtadan, yüzlerce farklı ünitelere sahip bir ağacın basit bir çekirdekten icadları İlahî bir kudret ve ilme delalet ettikleri gibi bir İlahî iradeye de delalet ederler. Çünkü sonsuz mümkün durum ve terkiplerden sadece bir terkip ve durumun seçilmesi, bir kast, bir irade ve bir tercihle olabilir. Tercih, kast ve irade ise bir tercih eden, bir kast eden ve bir irade edeni gerektirir. Dikkat edileceği gibi burada Bedîüzzaman İlâhî iradeyi anlatırken Endülüslü filozof İbn-i Rüşd’ün yöntemini izler. Ancak fizik tabiattaki olgu ve fenomenlere Bedîüzzaman’ın vurgusu ve verdiği örnek çok daha fazladır. Bununla birlikte İbn-i Rüşd ve benzeri filozoflardan ayrıldığı noktaları da hemen ortaya koyar: Madem varlıkların hücreleri sayısınca İlâhî iradeye delil ve işaret vardır, elbette bir kısım feylesofların, İlâhî iradeyi inkar etmeleri ve bir kısım dalalet ehlinin kaderi ve Allah‘ın iradesinin cüzlere (tekillere) nüfuz etmesini kabul etmemeleri ve varlıkların icad ve devamını tabiat kanunlarına vermeleri varlıklar adedince bir yalan ve divaneliktir,(Nursî, 22. Mektup, s.250-1)diyerek tevhid’e arız olabilecek perdeleri ve gölgeleri birer birer yırtar. [B]Üçüncü İlke: İlahî Kudret'in Gücü Sonsuzdur [/B] Bedîüzzaman İlahî Kudretin sonsuzluğu üzerinde israrla durur. Kudret karşısında büyük-küçük, az-çok, kolay-zor farklılığı olmadığını çeşitli misallerle anlatmaya çalışır. Ona göre varlıkların yaratılması iki şekilde olmaktadır. Biri “ibda’“ denilen yoktan yaratma, diğeri “inşa” veya “terkib” denilen mevcut unsurları bir araya getirmek suretiyle yaratmadır. İster ibda’ şeklinde ister inşa şeklinde olsun yaratma fiili eğer Allah’a verilmezse imkansız olur. Allah’a verilmesi halinde ise son derece kolay ve basit olur. Kâinattaki yaratma olaylarının son derece kolay,basit ve anında oldukları kesin olarak bilinen gerçeklikler olduğuna göre yaratma doğrudan Allah’tan kaynaklanmaktadır. Şayet varlıkların yaratılması Ferd-i Vâhid (Tek Bir)’e verilse O, bir kiprit çakar gibi eşyayı birden ve anında icad eder. Çünkü O, herşeyi kuşatan ilmiyle eşyanın plan ve programını ezelî bir zamanda hazırlamıştır. İlim aynasındaki plan ve modele göre zerreler harekete geçer, plan istikametinde değişir ve dönüşür o modelin öngördüğü şekli ve varlığı hemen oluştururlar. Zaten İlahî emir ile sürekli hareket ve değişme halinde olan zerreler sanki birer “emir eri” gibi kendilerine gösterilen yol ve seçeneğe yönelerek İlahî İrade ve Meşietin arzu ettiği bileşim ve terkipleri hemen gerçekleştiriler. Bu olay fotoğraf makinasının aynasındaki aksin kağıt üzerine yansıtılması veya görünmeyen bir yazının kimyasal bir madde ile görünür hale gelmesi gibi basit ve kolaydır. Ferd-i Vahid’in ezeli ilim aynasında plan ve modelleri olan mevcudata İlâhî kudretin tecelli etmesiyle harici bir vücud giymeleri son derece kolay ve basit bir iştir. Şayet yaratma olayı Tek Bir’e verilmezse o zaman mesela bir sineği yaratabilmek Kâinatı yaratmak kadar zor hatta imkansız olacaktır. Burada sadece bir sineğin yaratılabilmesi için gerekli işlemlerin neler olabileceğine bakalım: Bir kerre her molokül ve hücresinin yeniden kalıp ve modellerinin yapılması ve bu modelleri gerçekleştirebilmek için ise Kâinatın her tarafına dağılmış ve bir yerden bir yere sel gibi akıp çağlayan atomlardan sayısız sayıda farklı farklı terkip ve bileşimlerin yaplması gerekir. Ayrıca olay sadece moloküllerin ve bunların bir araya gelip belli terkipleri oluşturmalarıyla da kalmaz, aynı zamanda ortaya çıkan organın akıl almaz derecede güzel, ölçülü ve diğer organlarla uyumlu, veri ölçeği kesinlikle tutturan, aşmayan bir düzenlilik içinde de olmaları gerekir. Buna ilaveten sadece maddi ve kimyevi terkipler yaratma olayının tamamlanmasını sağlamıyor, aynı zamanda tam bu vücuda uygun ruh ve diğer sayısız duyguyu manevi alemlerden bulup getirmek gerekiyor. Anlaşılıyor ki, bir tek sineğin bile icadı Vâhid-i Ehad’e verilmezse o sineğin yaratılması Kâinatın yaratılması kadar zor hatta imkansız olacaktır. (Nursî, 1994, s.806 vd). Bir Tek Zat’a verildiğinde ise yaratma olayı son derece basit, maliyetsiz, güzel ve kolay olabilir. Bu olayı “İlahî Kudret”in niteliği, varlıkların kudrete muhatap olan yüzünün niteliği ve varlıkların tâbi olduğu kanunlar çerçvesinde inceleyebiliriz. Bir kerre Ezelî Kudret Cenab-ı Hakkın Zatı’nın ayrılmaz bir vasfıdır. O zaman kudretin dereceleri sözkonusu olamaz. Yani kudrete karşı kolay, daha kolay, veya zor, daha zor gibi sınırlamalar olamaz. Buna göre İlâhî Kudret karşısında bir gezegenin yaratılması bir atom parçasının, bir cennetin yaratılması bir çiçeğin, tüm insanların yeniden yaratılması bir insanın yaratılması kadar kolay ve basit olur. Bunun nedeni İlâhî Kudret’in eşyanın melekut cephesine tecelli etmsidir. Bilindiği gibi eşyanın biri mülk, diğeri melekût olmak üzere iki cephesi vardır. Mülk cephesi aynanın arka yüzüne ,melekut cephesi ise ön yüzüne benzer. Eşyanın mülk cephesi güzellik, çirkinlik, büyüklük, küçüklük, ağırlık, hafiflik gibi olguların bulunduğu ve toplandığı cephedir. Bu nedenden dolayı Cenab-ı Hak, eşyanın bu cephesinde bir sepepler perdesi icad etmiştir. Her şey belli sebeplerin müdahalesi ile olur gibidir. Ancak bu sebepler sadece bir perdedir. Esas yaratıcı yine Kudret-i İlâhîdir. Sebeplerin yaratılması ise İlâhî İzzet ve Azamet’in basit ve âdi şeylerle beraber düşünülmesini istememesidir. Eşyanın melekut cephesi ise parlak, temiz, şeffaf ve nurludur. O cephede sebep-sonuç ilişkisi işlemez. O cephede büyüklük-küçüklük, ağırlık-hafiflik, güzellik-çirkinlik, zorluk-kolaylık yoktur. İlâhî Kudret doğrudan bu cepheye tecelli eder. Buna göre Kudret’e karşı büyük-küçük, zor-kolay sınırlaması sözkonusu değildir. Kudretin karşısında güneşin icadı bir zerrenin icadı kadar basit ve kolaydır. (Nursî, 1994,s.237 vd) Kudret karşısında büyük-küçük farklılığının olmamasının bir diğer nedeni de Kudret’in tecellisinin kanunî olmasıdır. Yani azın-çoğun, büyüğün-küçüğün kudret karşısında eşit seviyede bulunmasıdır. Bu kanunları “Şeffafıyet”, ”Muvazene”, ”Mukabele”, “İntizam “, “Tecerrüd”, ve “İtaat” kanunları başlığı altında inceleyebiliriz: “Şeffafiyet Kanunu”na en güzel misal güneşin şeffaf maddelerle ilişkisidir. Güneş doğduğu zaman aksi deniz yüzünde, ırmaklrda, asfaltlarda, pencerelerde, cam parçalarında, yağmur damlacıklarında ayni anda eksiksiz ve engelsiz şekilde yansır. Büyük ve hacimli varlıklarda daha zor, küçük ve basit varlıklarda daha kolay yansıması diye bir şey sozkonusu olmaz. Birindeki yansıma diğerindeki yansımayı da engellemez. Bir yağmur tanesine hangi kolaylık ve basitlikte yansıyorsa ay yüzüne de aynı kolaylık ve basitlikte yansır. Küçük bir cam parçasına hangi kolaylıkta yansıyorsa, okyonus yüzüne de aynı kolaylıkta yansır. Güneş ve yansıdığı varlıkların irade, güç ve bilgi sahip olduğunu varsaysak güneş aynı anda ve aynı basitlik ve kolaylıkta hem ayla, hem deniz yüzüyle, hem de su zerrecikleriyle konuşabilir, onlara çeşitli direktifler verebilirdi. Güneşin yaratma gücü olsa idi hepsini bir anda yaratabilirdi. Çünkü o varlıkların herbirinin cephesinde yedi rengi, ısısı ve ışığıyla bir güneş bulunmakta ve tecelli etmektedir. Yaratma olayında büyükş-küçük, zor-kolay farkı ortadan kalkardı. (Nursî, 1994, s.237) “Muvazene Kanunu” ise hassasiyet niteliğini esas alır. Mesela son derece duyarlı ve sıfıra yakın farkları bile yansıtabililen bir tartı aracı bulunduğunu varsayalım, öyle ki ,bu araçla iki güneş, iki dağ, iki yumurta ve iki atom parçası tartılabilsin. Bu düzeyde hassas olan teraziyle birbirine eşit iki yumurtayı tartarken terazinin bir gözüne bir atom parçasının ilavesiyle denge bozulacağı gibi, iki dağı tartarken de bozulur, iki güneşi tartarken de bozulur. Böyle bir tartı aracı için küçükşbüyük, ağırşhafif farkı yoktur. Hassasiyet derecelerinin en gelişmiş ve en mükemmeli olan İlâhî Kudret karşısında zerre ile güneş arasında fary yoktur. Diğer bir kanun “İntizam Kanunu”dur. Daha fazla mekanik olaylarda gözlenir. Son derece gelişmiş bir mekanik teknoloji ile çalışan iki araç düşünelim. Bunlardan biri çocuk oyuncağı, diğeri milyonlarca ton kapasitesinde bir gemi olsun. Mekanik teknoloji yoluyla cocuk oyuncağının yönünü bir yerden başka bir yere çevirme kolaylığında geminin yönünü çevirmek de mümkündür. Bir kilogramlık oyuncak için bir klogramlık enerji, milyonlarca tonluk gemi için milyonlarca ton enerji sarf etmek gerekmez. Yaklaşık aynı enerji miktarıyla aynı olay gerçekleştirilebilir. Her iki araç da belli bir teknolojiyle çalıştığından büyüklükşküçüklük, hafiflikşağırlık etkili ve belirleyici olmaz. Kâinatta son derece hassas, gelişmiş ve birbirine entegre bir mekanik teknolojiyi andırır intizam, ahenk ve düzen olduğundan bir atomun idaresi, yönlendirilmesi, yaratılması ile bir güneşin yönlendirilmesi ve yaratılması arasında fark yoktur. Başka bir kanun “İtaat Kanunu”dur. İtaat çerçevesi ve sınırı içine giren olgularda parçalanma olamaz. Bir komutan “arş” emrini verip tek bir “nefer”i koşturduğu gibi, bir bölüğü de taburu da hatta tugayı da koşturabilir. Tüm birimler “itaat” şemsiyesi altında bulunduklarından emre itaat bakımından azın-çoğun bir farkı olmaz. Kâinatta zerrelerden güneş sistemlerine kadar her şey Cenab-ı Hakk‘ın emrine kayıtsız itaat ettiklerinden onların yaratılmaları, veya bir yerden başka bir yere sevkedilmelerinde fark yoktur.(Nursî, 29. Söz, s.495). Yaratma olayını anlama ve anlatma konusunda büyük İslam feylofozofları olan İbn-i Sina ve İbn-i Rüşd gibi düşünürler son derece dolambaçlı ve geniş ölçüde de tevhidi gölgeler ve perdeler yollar ve yaklaşımlara başvurmuşlardır. “İlk Akıl” nazariyesi,”Sudur” nazariyesi, “Birden ancak bir çıkar” nazariyesi bu çabanın bir ürünüdür. Ancak Bedîüzzaman bu tip zorlamalara ve tevhid dışı yaklaşımlara iltifat etmeden yaratma olayını anlamış ve en amiye de anlatma başarısını göstermiştir denilebilir. [B]Dördüncü İlke:İlâhî Hikmet Her Şeye Şamildir [/B] Bedîüzzaman “Rabbinin yoluna hikmetle çağır” (Nahl, 16/125) ayetinden hareket ederek İlâhî hikmetin Kâinatı kuşatan umumi bir kanun olduğunu anlatır: Cenab-ı Hakkın Hakem isminin tecellisiyle şu Kâinat kitabının her sayfasında yüzer kitap, her satırında yüzer sayfa, ve her kelimesinde yüzer satır ve her noktasında muhtasar bir fihriste yazılmıştır. Mesela bu Kâinatın bir sayfsı “zemin yüzü”dür. O sayfada her bahar mevsiminde nebatat ve hayvanat nevileri sayısınca kitaplar birbiri içinde, aynı anda, yanlışsız ve eksiksiz gayet mükemmel bir surette yazılıyor. Kâinat kitabında her bahar bir sayfa, her bahçe bir satır ve her ağaç bir kelimedir. İşte bir kelime hükmünde olan ağaç, son derece ölçülü, simetrik, estetik, sanatlı, nakışlı çiçek ve yapraklara sahiptir. Gerçkten her bir çiçek ve meyvede çok ince bir mizan ve ölçü vardır. O ölçü dakik bir intizam içindedir. O intizam sürekli yenilenen ve tazelenen bir yeniden tanzim içindedir. O tanzim son derece güzel bir zinet ve sanat içindedir. O zinet ve sanat en güzel kokular, renkler ve desenler içindedir. Her an ve her saniye yeniden yaratılmakta ve nazarlara teşhir edilmektdir. Nasıl her kitabın sayfaları, satırları ve kelimeleri o kitabın yazarını tanıtır, hatırlatırsa bu Kâinat kitabının sayfaları, satırları ve harfleri olan yeryüzü, bahar mevsimi, bağ ve bahçeler ve teker teker ağaçlar da kendi yaratıcı ve yazarını tanıtır ve onun varlığına ve gücüne delalet ederler. Her ağacın yaprak, çiçek ve meyveleri onların yaratıcısına karşı medhü sena için birer anlamlı fıkralardır. Sanki çiçek açmış her ağaç üzerindeki yaprak, çiçek ve meyvelerler diliyle yaratıcısına teşekkür şarkıları söylemektedir. Üzerine en süslü elbisesini giyerek, yakasına en değerli nişan ve formalarını takarak, özel bir bayram olan bahar mevsiminde resmi geçide katılmakta ve güzelliğini, mutluluk ve teşekkürünü yaratıcısına takdim ve arz etmek istemektedir. Kâinat kitabının bütün sayfaları, satırları, kelimeleri ve noktaları birer mucizedir. Onların bir harfini yapabilmek için tüm kelimeleri, satırları ve sayfaları yapabilecek irade, güç ve kuvvete sahip bulunmak gerekir. Bunu da elbette serseri tesadüf, kör kuvvet,gayesiz, ve şuursuz tabiat yapamaz. Bunu anacak her şeyin dizgini elinde olan Allah yapabilir. (Nursî, 1994, s.802 vd). Sonsuz güzelliklere sahip bulunan bir Zat şüphesiz güzelliğini görmek ve göstermek isteyecektir. İşte bu Kâinat kitabının yaratıcı ve müellifi olan Cenab-ı Hak'da bu Kâinat kitabının her bir sayfası, satırı, kelimesi ve harfiyle kendini tanıtmak, sonsuz kudret ve azametini hissettirmek ve en önemlisi akılalmaz güzellik ve cemalini göstermek ve bu yolla kendini diğer varlıklara sevdirmek arzu ediyor. O zaman madem Cenab-ı Hakk Kâinattaki tüm bu güzelliklerle kendini bize sevdirmek istiyor biz de şuur ,idrak ve akıl sahibi varlıklar olarak onu tanımak, iman, itaat, ve ibadet etmek durumundayız. (Nursî, 1994,s.804) Kudret sahibi Yaratıcı Hâkim ve Hakem isimleriyle bu âlem içinde binlerce muntazam âlemleri yaratmıştır. Bu âlemlerin merkezine ise insanı yerleştirmiştir. Tüm âlem ve Kâinat insana dönüktür. İnsan dairesi içinde de rızkı bir merkez olarak belirlemiştir. İnsanlık âleminde ekser hikmetler ve maslahatlar rızka bakar ve onunla tezahür eder. İnsandaki şuur ve rızıktaki lezzet Cenab-ı Hak‘ın Hakim isminin parlak birer tecellileridir. İnsanın şuur ve aklı yoluyla geliştirilen ve keşfedilen bilimlerden her bilimsel disiplin Hakem isminin bir cilvesidir. Meselâ tıp disiplininden “bu Kâinat nedir?” diye sorulsa “içinde binlerce ilaç istif edilmiş gayet muntazam ve mükemmel büyük bir eczehnedir” diyecektir. Kimya disiplinine sorulsa “mükemmel bir kimyahanedir” diye cevap verecektir. Makina displini ise “hiç kusuru olamyan mükemmel bir fabrikadır” şeklinde cevaplandıracak-tır. Ziraat disiplini ise “son derece verimli ve her bitkiyi yetiştiren verimli bir tarla ve bahçedir” diyecektir. Belli bir cepheden bakıldığında arz bir ordugah olarak görülür. Öyle ki, her bahar mevsiminde dörtyüz bin farklı milletten milyarlarca nefer silah altına alınmaktadır. Her birinin silahı, üniforması, talimi, beslenme malzemeleri, terhis zamanları ayrı olduğu halde en ufak bir karışıklığın, düzensizliğin ve israf ve savurukluğun olmadığı bir ordu görüntüsündedir. Aynı şekilde başka bir açıdan bakıldığında bu muhteşem arz ;damı gayet muazzam elektirik lambaları ile donatılmış bir saray şeklinde görünür. O kadar harika ve muhteşem bir intizam içindedirler ki, dünyadan binlerce defa daha büyük olan o lambalar mütemadiyen yandıkları halde dengeleri bozulmuyor, patlayıp yangın çıkmasına neden olmuyorlar. Enerji tüketimleri sınırsız olduğu halde enrji kaynakları tükenmiyor. Aydınlatma ve ısıtma düzenlerinde bir dengesizlik orta çıkmayor. Küçük bir lamba bile muntazaman bakılıp, gazı konup, camı temizlenmezse aydınlatma faaliyetini sürdüremez. Buna karşılık dünyadan milyonlar defa daha büyük ve milyonlarca senedir yaşayan güneşimiz ve diğer güneşleri bu şekilde faal tutan Allah‘ın kudreti karşısında ancak “Subhanellah” demek gerekir. (Nursî, 1994, s.804) Gerçekten feza o kadar muhteşem ve geniştir ki, bu azamet karşısında insanoğlu hayretten hayrete yuvarlanmaktadır: Şubat 1987 günü sabah saat 7’ yi 35 dakika 41 saniye geçe uzayda korkunç bir pátlama oldu. Dünyamızdan 170.000 ışık yılı ötede Samanyolu Galaksimize bağlı Büyük Maggelan takımyıldızları içindeki bir Süpernová, Güneşimìzden tam bir milyár kat fazla ışık saçarak infilak etti. Patlama o kadar şiddetliydi ki; Dünyamızın güney Yarımküresinden çıplak gözlé dahi farkedildi. Bu süpernova patlaması áslında zamanımızdan 170.000 yıl önce gerçekleşmişti. Ama saniyede 300.000 kilometre yol alan ışınlar dünyamıza ancak 1987 yılında ulaşabilmişti. (Tuna, 1992, s.13) [B]Beşinci İlke:İlahî Adalet Her Şeyi İhata Etmiştir [/B] ““Hiç bir şey yoktur ki, hazineleri bizim yanımızda olmasın. Her şeyi biz belirli bir miktarla indiririz” (Hicr, 15/21) ayetinden hareketle Bedîüzzaman Kâinatta İlâhî Adaletin umumi bir kanun olarak hüküm sürdüğü ve her şeyde bu yasa gereği ciddi bir denge ve ölçünün bulunduğunu anlatır. Konuyla ilgili yaklaşımını kısaca özetleyelim: Şu Kâinat öyle bir saraydır ki, o sarayda mütemadiyen tahrip ve tamir içinde çalkalanan bir şehir var...ve o şehirde her vakit durmadan bir harp ve hicret içinde kaynaşan bir memleket var.. ve o memlekettte her zaman mevt ve hayat içinde yuvarlanan bir alem var... Oysa o sarayda, şehirde, memlekette, âlemde o derece mükemmel bir muvazene, bir denge ve bir ölçülü süreç devam ediyor ki, bu dengeli ve anlamlı hayat ve süreçlerin başıboş, tesadüfi olması mümkün değildir. Tam tersine tüm Kâinattaki tahavvülat ve harekat bir anda herşeyi görebilir ve kontrol edebilir bir Zat’ın mizanlarıyla ölçülerek ve tartılarak olmaktadır. Yoksa bir yerlerden biryerlere sel gibi mütemadiyen akan unsurlar, tehavvülat ve değişikliklerin mevcut dengeyi bozmaları an meselesi olacaktı. Mesela bir balık bin yumurta yaparak, haşhaş gibi bir bitki yirmibin tohum üreterek Kâinattaki dengeyi altüst edeceklerdi. Bütün bu olanlar başıboş sebeplere, serseri, mizansız ve kör tabiat kuvvetlerine havale edilseydi Kâinattaki denge öyle bözulacaktı ki, bir senede belki bir günde çökecekti. Deniz karma karışık maddelerle dolacak ve kokuşacaktı. Hava zehirli gazlarla kirlenecek teneffüs edilmez hale gelecekti. Dünya genel olarak bir çöplük, bir mezbeha ve bir bataklığa dönecekti. İşte hayvanların cesetlerindeki hücrelerden, kandaki al ve akyuvarlara, atomların nötron alışverişi ile başkalaşarak yepyeni atomlara dönüşmesine ve yepyeni varlıkların yaratılmasına, varlıklarda görülen estetik, simetri ve sanatttan denizlerin gelir ve giderlerine.. yeraltı su kaynaklarının gelir ve giderlrine.. hayvanlar aleminin ölüm ve yeniden diriltilmelerine.. güz ve baharın tahrip ve yeniden tamirlerine..yıldız ve gezegenlerin hareketlerine.. mevt ve hayatın, soğukluk ve sıcaklığın, aydınlık ve karanlığın değişmeleri, döğüşmeleri ve çarpışmalarına kadar o derece hassas bir ölçü ve o derece dikkatli planla ölçülür ve tartılır ki, gerçekten insanoğlu Kâinatın hiç bir yerinde bir israf, abes görememektedir. Buna karşılık tüm bilimsel bulgular her şeyde mükemmel bir intizam, ve en güzel ve optimum bir ölçülülük ve ölçek görüyorlar. Belki de “hikmet-i insaniye” o intizam ve dengenin bir tezahürü, bir tercümanıdır. İşte gel güneş ve on iki gezegen arasındaki dengeye bak. Acaba bu muvazene ve denge Adl ve Kadir olan Celal sahibi Zat’ı göstermiyor mu? Özellikle kendi gemimiz olan dünyamıza bakalım. Bir senede yirmi dört bin senelik bir dairede gezer. O harika süratına rağmen dünya yüzünde dizilmiş, istif edilmiş eşyayı dağıtıp, etrafa fırlatmıyor. Şayet sürati biraz daha arttırılmış ve ya azaltılmış olsaydı üzerindekileri fezaya fırlatıp, her şeyi dağıtacaktı. Bir dakika belki bir saniye müvazenesini bozsa gezegenimizin dengesi bozulacak belki başka gezegenlerle çarpışacak ve kıyametin kopmsına neden olacaktı. Aynı şekilde dünyadaki dörtüz binden fazla nebat ve hayvan nevilerinin doğum ve ölümleri, beslenme ve barınmaları o kadar dikkat, itina, denge ve ölçü içinde olmaktadır ki bu denge, dikkat ve şefkat, ışığın güneşe işaret etmesi gibi bir Rahmet ve Mizan sahibi olan Zat’a işaret eder. Özellikle sayısız hayvan ve bitki nevi ve kolonilerinden her koloninin üyesi varlıkların (hayvan veya nebat) azaları, organları, duyguları ne kadar mükemmel, sanatlı ve birbiriyle uyum içinde yaratılmiş.. Bu estetik ve uyum apaçık bir şekilde Adaletle ve Hikmetle yaratan bir Zat’ı gösterir. Ayni şekilde insan bedenindeki hücrelerin ve kan kanalları olan damarların ve kandaki al ve akyuvarlrın gerek insan bedenine faydalılığı, gerekse kendi içlerindeki uyum ve ahenk bakımından öyle ince bir mizan ve ölçü içindedirler ki yine bu mizan, denge de her şeyin dizginini elinde tutan bir Yaratıcıya işaret eder. (Nursî, 1994, s.800 vd) Burada şunu hemen vurgulamak gerekir: Bedîüzzaman, tevhid duyarlı yaklaşımlarında İmam-ı Gazalî ile geniş bir düzlemde buluşur. Ancak, iki imam da kullandıkları yöntem ve seçtikleri çıkış noktası bakımından belli ölçüde farklılaşırlar. Şerif Mardin hocanın da dikkat çektiği gibi Bedîüzzaman’da geleneksel ilmihal ve ahlakî konulara verilen önem azalmakta fizik dünyaya ve fizik dünyanın unsurlarına vurgu artmaktadır. Risaleler, yukarıda da kısmen değinildiği gibi atomdan gezegenlere, çiçeklerden bahar mevsimlerine, yağmur damlasından hava hareketlerine kadar fizik dünyanın temel unsurlarını konu alan temalarla doludur. Gerçekten de Bedîüzzaman’da geleneksel İslamî usulllerde görülen insan-Allah (cc) ilişkisinin ezici ağırlığı, yerini Allah-İnsan-Tabiat ilişkisine bırakmıştır. Düşünürde tabiatın tüm alt birimleri sanki hiç birini dışlamamacasına birer tevhid âyeti olarak ön-plana çıkarılmıştır. Ancak bu usulde yine tüm vurgu Allah’ın yardımcıya, memura, icracı unsurlara ihtiyacının olmamaması yönündedir. Yani her tabiat ünitesi birer birer değerlendirilerek tevhidî bir potada eritilmektedir. Bedîüzzaman’ın külliyatını makro gözle incelemeyen bir araştırmacı külliyatta fizik ünitelere yapılan aşırı vurguya bakarak Bedîüzzaman’ın da bir pozitivist ve naturalist olduğunu rahatlıkla iddia edebilir. Oysa Bedîüzzaman en az Gazalî kadar tevhid duyarlı bir düşünürdür. Burada düşünürün tabiattan tevhid’e olan düşünce hareketini kısaca incelemek yararlı olacaktır. Bedîüzzaman Allah’ın ortağı olmadığını ifade eden ayeti tefsir ederken çok sayıda tabiat görüngüsünü önemli bir tevhid unsuru olarak değerlendirir. Öte yandan düşünür ilginç bir yöntem deneyerek atom parçasından hücreye, bahar mevsiminden güneş sistemine kadar çok sayıda unsuru “nutka” getirir ve hayali bir ateistle diyaloğa sokar: Bütün tabiatperest, esbab perest ve müşrik gibi tüm şirk ve küfür ehlini temsilen bir farazi şahıs Kâinattaki varlıklara kendisinin İlah olduğunu, onları kendisinin yarattığını ileri sürerek onlarla diyalog kurmaya çalışır. O adam ilk olarak varlıkların en küçük parçası olan zerreye rast gelir ve zerreye İlahı olduğunu söyler. O zerre ona “hikmet-i İlâhî” diliyle : “ben hadsiz vazifeleri görüyorum. Her varlığa girip, onun bünyesinde faaliyette bulunuyorum. Ayrıca sadece kendi başıma değilim, benim gibi sonsuz sayıda zerrelerle müşterek faaliyetlerimiz var. Bütün o zerreleri de emrin ve kontrolün altına alabilecek güç ve kuvvete,ilim ve iradeye sahipsen, bana İlah olabilirsin. Böyle bir güç ve iradeye sahip değilsen sus! Çünkü bizim faaliyetlerimizde o kadar mükemmel bir intizam var ki, nihayetsiz bir hikmeti ve herşeyi kapsayan bir ilim sahibi olmayan bize karışamaz.” diyerek onu huzurundan kovar. Bunun üzerine o şahıs, zerreye: “ öyleyse sen kendi kendine malik ol. Neden başkasının hesabına çalışasın?” der. Bunun üzerine zerre: “eğer güneş gibi bir kabiliyetim, ışığı gibi kapsamlı bir ilmim, ısısı gibi bir her tarafı sarabilen bir kudretim, ışığındaki yedi rengi gibi sınırsız duygularım ve gezdiğim her yere, işittiğim her varlığa müteveccih bir yüzüm, her şeyi görür birer gözüm, her şeye geçer bir sözüm olsaydı senin dediğin gibi kendi kendime malik olduğumu, başkasının hesabına çalışmadığımı söyleyebilirdim ama sahip değilim” diyerek tabiatperestlerin temsilcisini aşağılayarak ve aptallıkla vasıflandırarak yanından kovar. Müşriklerin temsilcisi zerreden ümidini kesince belki kandırabilirim ümidiyle kandaki alyuvarların kapısını çalar ve zerreye dediği gibi ona malik olduğunu ve onu kendisinin yarattığını söyler. Alyuvarlar ise ona: “ben yalnız değilim, benim de içinde bulunduğum organizasyonun diğer üyelerine, ayrıca sürekli içinde çalıştığımız bedendeki tüm hücrelere ve hücrenin tüm ünitelerine sahip olabilecek bir hikmet, kudretin varsa bana da sahip olabilirsin. Oysa elindeki sağır tabiat ve kör kuvvetle değil sahip olman ve yaratman bize zerre miktar karışamazsın bile. Çünkü bizim düzen ve sistemimiz öyle mükemmeldir ki, ancak her şeyi aynı anda görebilir, işitebilir ve yapabilir bir zat bize hükmedebilir ve bizi yaratabilir.” diyerek hücre de esbapperestin sözünü dinlemez. Bunun üzerine hücreye uğrar. Ona da: “zerre ve alyuvarlara söz anlatamadım, belki sen sözümü dinlersin; çünkü sen çok basit şeylerden yapılmış son derece küçük bir varlıksın, seni ben rahat yapabilir, yaratabilirim” der. Hücre ise ona: “gerçi ben küçük bir varlığım, fakat unuttuğun bir şey var, benim çok önemli vazifelerim, son derece ince münasebetlerim ve bedendeki tüm hücre ve diğer üniteleriyle yakın ilgi ve alakalarım var. Mesela benim atar ve toplar damarlarıyla, sinir sistemleriyle, bedenin son derece gelişmiş ve hassaslaşmış maddi ve manevi duygularıyla ilişkilerim var. Eğer, bedendeki tüm bu sistemlere sahip olabilirsen bana da sahip olabilirsin. Yoksa çek git!. Alyuvarlar bana erzak getiriyor, akyuvarlar ise saldıran düşmanlara karşı beni savunuyor. Bizim hepimize malik olamayan birimize malik olamaz” diyerek o da kovar. Sonra o bir insan bedenine ilahlık iddiasında bulunur. İnsan bedeni de ona: “ şayet her bir insanın yüzüne basılan ayrı ayrı mühürlere sahip olabilecek bir kudret ve ilim, Kâinatın her tarafına dağılmış rızkımı toplayıp tedarik edecek bir imkan, son derece basit bir kılıf olmama rağmen gayet gelişmiş ruh, kalp, ve akıl gibi manevi latifeleri bedenime yerleştirip istihdam edebilecek bir sistem bilgisi sende varsa göster ve “seni yaratabilir” de. Yoksa daha fazla beni meşgul etme. Çünkü beni ve benim gibi sayısız insan bedenlerini ancak bir anda her şeyi görebilir, bilebilir sonsuz ilim ve kudret sahibi bir Zat yaratabilir.” diyerek o da kovar. Sonra o müşriklerin vekili dünyaya giydirilmiş zinetli bahar gömleğine uğrayarak “seni ben yarattım “der. Bahar ise ona: “eğer, kader programıyla modelleri çıkartılan ve gelecek zamanın şeridine takılan asırlar, seneler sayısınca dünyaya giydirilmiş sonra intizamla çıkartılarak geçmiş zamanın ipina asılan bahar gömleklerini dokuyacak ve icad edecek bir kudret ve sanatın varsa, aynı şekilde bizi giyen dünyayı idare ve kontrol edebilecek bir imkanın varsa bizi de yaratabilirsin. Böyle bir gücün yoksa benim gibi bir baharı değil, bir çiçeği bile yaratamazsın” diyerek reddeder.(Nursî, 1994, s.268 vd) Sonra küre-i arz'a(dünya) gider ve aynı sözleri ona tekrarlar. Küre-i Arz ise: “Eğer bir yılda gezdiğim yörüngenin tümüne malik ve sahip olabilirsen, benim diğer arkadaşlarım olan gezegenleri ve güneş sistemini aynı intizam ve düzen içinde devam ettirebilecek güç ve kuvvetin varsa bana rablık dava edebilirsin. Yoksa defol git!. Bizim Rabbimiz öyle bir irade ve güce sahiptir ki, bir ağacı meyveleriyle kolayca tanzim ve tezyin ettiği gibi güneş ve güneş sistemini de tanzim edebilir.” diyerek o da reddeder. En sonunda ise yıldızlara rablık ve ilahlık taslar. Yıldızlar ise on cevaben: “ne kadar sersem ve akılsızsın ki, bizim yüzümüzdeki Birlik mührünü anlamıyor ve bizim yüksek nizam ve kanunlarımızı bilmiyorsun. Bizi intizamsız ve düzensiz sanıyorsun. Bizler öyle bir Zat’ın sanatı ve eseriyiz ki, O Zat, denizimiz olan semavatı, şeceremiz olan Kâinatı ve yörüngemiz olan fezayı tasarruf ve kontrolünde tutabilir bir güç ve kuvvete sahiptir. Bizler sadece donanma elktirik lambaları gibi Onun Rububiyetinin kemal ve haşmetini gösteren ışıklı tablolarız. Evet her birimiz İlâhî kudretin birer mu’cizesi, yaratılış ağacının birer tatlı meyvesi, tevhid‘in birer parlak delili, melaikelerin meskeni, tayyaresi ve mescidi, yüksek alemlerin birer lambası ve güneşi, feza-i alemin birer zineti ve çiçeği, sema denizinin birer nurani balığı ve gökyüzünün birer gözüyüz Ayrıca sistemimiz içinde sükunet içinde bir sükut, hikmet içinde bir hareket, haşmet içinde bir zinet, intizam içinde bir güzellik, denge içinde bir harika sanat vardır. Vazifemiz Celal ve Cemal Sahibi Yaratıcışmızın Ehadiyet,Samediyet, Güzellik ve Mükemmelliğini nihayetsiz dillerle bütün Kâinata ilan etmektir.” diyeşrek müşrik, materyalist ve ateistlerin temsilcisini huzurundan kovar. (Nursî, 1994, s.269) Aynı şekilde düşünür sanki fizik dünyada hiç bir üniteyi devre dışı bırakmamak üzere tevhide delil olarak zikretmeye devam eder. Bu bağlamda Kâinatın çeşitli alt birimlerini ziyaret ederek Allah’ı arayan bir “seyyah”la bu birimleri konuşturmaya devam eder: Bu dünya misafirhanesine gelen her misafir gözünü açıp baktıkça bu dünyayı gayet mükemmel bir ziyafetgah, gayet sanatkarane bir teşhirgah, gayet haşmetkarane bir ordugah ve gayet hayretkarane bir temaşagah, gayet maniderane ve hikmetperverane bir mütaalagah olarak görür ve bu muhteşem kitabın müellifini ve bu muazzam memleketin sultanını tanımak ve bilmek ister. İlk olarak göklerin nur yaldızı ile yazılan güzel yüzü görünür ve o misafire “Bana bak! ve beni oku!” der. O misafir de yeryüzüne bakar görür ki: Zemin ile asuman arasında bulunan bulut, gayet hikmetli ve rahmetli bir şekilde dünya sakinlerinin tam ihtiyacına göre mükemmel bir ab-ı hayat ikram eder ve maharetli bir bahçıvan gibi dünya bahçesini sular, hararetten bunalan varlıkların ateşini düşürür. Görevini bitirir bitirmez ise muntazam bir ordunun görünmesi ve ansızın gözden kaybolması gibi gözden kaybolur, yerini berrak ve ışıl ışıl bir gökyüzüne terkeder. Sonra o yolcu rüzgarı inceler ve anlar ki: hava unsuru o kadar çok vazifelerle istihdam olunuyor ki, sanki o camid ve şuursuz hava atomlarından her bir atom Cenab-ı Hak’tan gelen emirleri anlar ve harfiyyen yerine getirir. Mesela hava zerreleri dünya yüzündeki tüm canlıların nefes almasından bitkilerin döllenmesine ve büyümesine, bulutların sevk ve idaresinden yelkenli gemilerin deniz yüzünde hareket etmesine, seslerin naklinden ışık, ısı ve elektirik gibi unsurların nakline kadar yüzlerce faaliyeti karıştırmadan yapar. O misafir bütün bu işleri camid ve şuursuz hava zerrelerinin yapamayacağını, bunları ancak her şeye gücü yeten ve her şeyi bilen bir Allah (cc)’nun yapabileceğini düşündü. Sonra yağmura bakar görür ki: Gaybi bir rahmet hazinesinden gönderilen o latif,berrak,tatlı damla-cıklarda o kadar güzel ve şirin rahmani hediyeler var ki, sanki İlâhî rahmet o şeffaf damlacıklarda şekillenmiş ve kristalize olmuştur. O şirin damlacıklar özellikle dolu ve kar taneleri o kadar muntazam ve güzel yaratılıyor ve yeryüzüne indiriliyorlar ki, her şeyi savurup atan şiddetli rüzgarlar bile onları biriktirip, kartopu haline getirip intizamlarını bozmuyor. Demek yağmur damlası şekline dönüşmüş İlâhî rahmet ancak Rahman ve Rahim bir Zat’ın hazinesinden gönderiliyor. Bütün bunları gördükten sonra o yolcu derin bir tefekküre dalar ve şöyle düşünür: atılmış pamuk gibi camid ve şuursuz olan bu bulut ne bizi ne de bizim suya olan ihtiyacımızı bilebilir. O zaman bunlar, hem bizi hem de bizim ihtiyaçlarımızı bilen ve rahmet ve şefkat sıfatlarıyla düşünen bir merhametli ve şefkatli Allah (cc)’nün emriyle rüzgara biner, tanklarına dağlar ağırlığında rahmet hazinelerini yükler ve muhtaç olan yerlere tam zamanı ve mevsiminde yetiştirir. O mütefekkir yolcu Kâinatın sayfalarını okudukça imanı güçlenip marifeti artar. Marifeti arttıkça da manevi zevk ve lezzetleri ziyadeleşir. Bu yolculukta sadece gördükleriyle kanmaz ve “daha yokmu?” diye yeni marifet alanları ararken karşısına denizler ve büyük nehirlerin cezbeye kapılmışcasına zikirleri, hazin ve şirin seslerini işitir. Deniz ve nehirler hal dilleriyle “bize de bak,bizi de oku!” derler. Bu defa seyyah deniz ve nehirleri incelemeye ve tefekkür etmeye başlar ve şunları görür: dağılmak,her tarafı istila etmek karekterinde olan denizler öfkeli bir şekilde sürekli çalkalandığı halde etrafına dağılıp savrulmadan bir senede yirmi beş bin senelik bir daire ekseninde dünya üzerinde uçarlar. Sonra denizlerin içini inceler: denizin içinde ve derinliklerinde gayet güzel,zinetli ve muntazam cevherlerden başka, binlerce hayvanat ve bitki çeşitlerinin iaşe ve idareleri, doğum ve ölümleri o kadar düzen içinde olmaktadır ki, bu düzen, apaçık bir şekilde İlâhî Kudret’in idare,azamet ve haşmetini gösterir. Benzer şekilde nehirlerde görülen intizam ve düzen akıllara durgunluk verecek boyuttadır. Bütün bunlar Cemâl sahibi bir Zat’ın eseri olduğunu gösterir.(Nursî, 1994, s.898 vd) Sonuç olarak Bedîüzzaman tam da çağımız insanının ihtiyacına uygun olarak tabiat ve ünitelerini birer tevhid unsuru ve dürbünü olarak ele alır ve değerlendirir. İbn-i Rüşd’ün kısmen yaptığını çok genel bir yöntem olarak genişletir ve yaygınlaştırır. Ama Panteist bir yaklaşımdan da kaçınmak için sonunda her şeyi tevhid potası içinde eritir. [COLOR=darkgreen][U][B]Yararlanılan Kaynaklar[/B][/U][/COLOR] [COLOR=darkgreen][I]Ahmet Fuad el-Ehvanî, İbn-i Rüşd, İslam Düşünce Tarihi, c.2, ç. İlhan Kutluer, 1990[/I][/COLOR] [COLOR=darkgreen][I]Bedîüzzaman Said Nursî, Risale-i Nur Külliyatı c.I, Yeni Asya Yayınları, İstanbul 1994[/I][/COLOR] [COLOR=darkgreen][I]Bedîüzzaman Said Nursî, Risale-i Nur Külliyatı c.II, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1994 [/I][/COLOR] [COLOR=darkgreen][I]Henry Corbin, İslam Felsefesi Tarihi İletişim Yayınevi, ç:Hüseyin Hatemi, 1994[/I][/COLOR] [COLOR=darkgreen][I]İbn-i Rüşd, Faslu’l-Makal, h:Süleyman Uludağ, Dergah Yayınları, 1985[/I][/COLOR] [COLOR=darkgreen][I]Jennifer Trusted, Fizik ve Metafizik, ç: Seval Yılmaz, İnsan Yayınları, 1995[/I][/COLOR] [COLOR=darkgreen][I]Macit Fahri, İslam Felsefesi Tarihi,ç. Kasım Turan, 1987.[/I][/COLOR] [COLOR=darkgreen][I]Oliver Leaman, Ortaçağ İslam Felsefesine Giriş, ç:Turan Koç, Rey Yayıncılık, 1992.[/I][/COLOR] [B][URL="http://www.koprudergisi.com/index.asp?Bolum=EskiSayilar&Goster=Sayi&SayiNo=54"]KPR - Bahar 96 - ada Kuran Yorumu[/URL][/B] [/QUOTE]
Adı
İnsan doğrulaması
Peygamber Efendimiz a.s.v.'ın kabri nerededir? (Sadece şehir adını küçük harfler ile giriniz)
Cevap yaz
Forumlar
Risale-i Nur Okuma ve Anlama
Risale-i Nurdan Makaleler
İbn-i Rüşd ve Bedîüzzaman’da Tabiat ve Tevhid
Bu site çerezler kullanır. Bu siteyi kullanmaya devam ederek çerez kullanımımızı kabul etmiş olursunuz.
Accept
Daha fazla bilgi edin.…
Üst