Felâketler Karşısında Tavrımız

Ahmet.1

Well-known member
Emin Osman UYGUR

İnsanlar, felâketlere neden maruz kalır? Tabiatta meydana gelen felâketler, rastgele hâdiseler midir, yaratılış kanunlarının sırlı ve hikmetli bir tecellisi midir, yoksa İlâhî adaletin gerçekleşmesi midir? Bir felâketin meydana gelmesinden sonra, insan onu nasıl algılamalı ve yorumlamalıdır? Ferdî veya içtimaî felâketler arasında bir fark var mıdır? İnsanın davranışlarıyla felâketler arasında nasıl bir münasebet vardır?

Gerek ilimler gerekse dinler, kâinattaki düzene, tabiatta hiçbir şeyin rastgele olmadığına dikkat çekerler. Tabiattaki her hâdise, bir ilmin konusudur. Zaman nehri üzerindeki köpükler gibi parlayıp sönen insan ömrü, mülkün ve mekânın Allah'a ait olduğunun en parlak delillerindendir. O hâlde dağlar da denizler de bulutlar veya ateş de Allah'ın emri ile normal seyrinin dışına çıkabilir. İnsan için bunlar nimet veya musibet olabilir. Yaratan isterse, ateş yakmaz, derin sular boğmaz, geçip giden zaman durur, gök cisimleri taş olup yağabilir. Felâketlerin önlenmesi için alınacak tedbirler olsa da, zaman içinde bütün bu tedbirler de bir işe yaramayabilir. Ancak her felâket türü, insan için yeni bir keşfin, yeni bir tecrübe ve öğrenmenin kapısıdır.

Unutulmaması gereken husus, kâinatta meydana gelen hâdiselerin bir kısmının gerçekleşmesi sebepler plânında insanın iradesine bağlı iken, birçoğu da bundan bağımsızdır. İradeye bağlı hâdiseler, ferde ve topluma bakan yönüyle ikiye ayrılır. Açarsak; bazı felâketler, ferdin tutum ve davranışlarına, bazıları da toplumun davranışlarına bağlı olarak ortaya çıkar. İnsan iradesinden tamamen bağımsız hâdiselerin meydana gelmesini kolaylaştıran veya zorlaştıran insan davranışları da söz konusudur. Meselâ bir toplumda insanları iyiye, güzele, doğruya davet eden, aynı zamanda kötülükten, çirkinlikten, yanlışlardan alıkoyan insanların olması, felâketlere karşı bir paratoner vazifesi görür.

Bunlar ışığında değerlendirecek olursak; bir insanın veya toplumun başına felâket gelmesinin birden fazla sebebi olabilir:

Birincisi; kişinin iradesini zamanında ve yerinde kullanmaması, aklını kullanarak ilim yoluyla gerekli tedbirleri almaması, kısacası fiilî duada kusur etmesi, felâkete sebebiyet verebilir. Kur'ân-ı Kerîm, kişiyi rahatsız eden, onun huzurunu kaçıran şeylerin; yapılan hataların, işlenen günahların bir neticesi olduğu gerçeğine işaret eder (Şura–30).

İkincisi; kişinin geçmişinde yaşamış olduğu bazı tecrübelerin, onun geleceğinde birtakım hastalıklara ve felâketlere zemin hazırlamasıdır. Mesela çocukluk döneminde geçirilen bir travma, ileriki yaşlarda nörolojik bozukluklara yol açabilir. Genetik yapısında atalarından aldığı veya çocukluk döneminde oluşan hasarlarla meydana gelen mutasyonlar, yetişkin dönemde kişide bazı genetik hastalıklara sebep olabilir.

Üçüncüsü; bu dünya bir imtihan ve tecrübe yeri olduğundan kişi, canıyla, malıyla, evlâdıyla, kısacası sahip olduklarıyla imtihan olur. Kur'ân, toplumların her yıl bir veya iki defa farklı şekillerde belâya maruz bırakıldığına işaret eder (Tevbe–126).

Dördüncüsü; kişi Allah'ın (celle celâluhu) sevgili bir kulu olması sebebiyle şefkat tokatlarına maruz kalabilir. Küçük günah ve kusurlarının bedelini bu dünyada ödeyebilir. Bu durum, onun Allah'a (celle celâluhu) daha fazla yakınlaşmasına vesile olur. Bundan dolayı fert ve toplum ölçeğinde yaşanan felâketleri, tek bir sebebe bağlamak, doğru ve sağlıklı bir yaklaşım değildir.

Beşincisi; bazı felâketler sadece suç işleyenlere değil, o suçlara tepki vermeyen veya rıza gösteren bütün bir topluma da gelebilir. Kur'ân-ı Kerîm'de Nuh Aleyhisselâm'ın kavminin haddi aşmaları ve günahta ısrarları sebebi ile boğuldukları (Nuh-25) ifade edilirken, Ad kavminin isyanları ve günahları neticesi "yedi gece, sekiz gün süren" (Hakka-7) şiddetli bir rüzgâra maruz kaldığına şahit oluruz. Bu rüzgâr, geçtiği yerlerdeki her şeyi kökünden söküp atan bir hortum gibidir (Zariyat-41). Semud kavmi de putperestliği yüzünden sabaha karşı gelen bir çığlık, gürültü (Hicr-83) ve ardından kopan zelzele ile (Araf-78) yerle bir olmuştur.

Yeryüzüne gönderilip başıboş bırakılmamış olan insan, akıl ve irade ile şereflendirilmiş bir varlıktır. İsteklerini yapabilmesi, onun hür olduğunun göstergesidir. Heva-heves ve vicdan arasında tercihini kullanan insanlar, felâketler karşısında takındıkları tavra göre bir değer kazanırlar.

Başa gelen felâketlerin bir faydası da, onların insanların nefis muhasebesi yapmalarına ve Yaratıcı'nın (celle celâluhu) kudret ve azametini anlamalarına vesile olmasıdır. Meselâ, 2011 yılında çok sayıda sel, kasırga ve yangın felâketi yaşayan ABD'de birçok insan bu felâketlerin sebepleri üzerinde düşünmüş ve ister istemez "Neden?" sorusunu sormuştur. Felâketlerden dindar insanların çıkardığı ders şu olmuştur: "Her yeni trajedi, Allah'ın bize kendimizi kurtarmamız için sevgi dolu bir uyarısıdır. Felâket anında insanların ellerini açıp, gözlerini göğe dikip çaresizlik içinde dua etmeleri, felâketin Allah'tan geldiğini ve onu önleyecek olanın da ancak Allah olduğunu gösterir." Bir başka tespit de şudur: Felâket ve musibetler karşısında Allah'a güven; dindar insanların endişelerini azaltırken, aynı zamanda "Neden böyle oldu, dualarım neden cevapsız kalıyor, neden bu acı ve adaletsizlik?" gibi sorulara daha mânâlı ve ikna edici cevaplar bulmasına vesile olmaktadır. İnançlı olanların, felâketler karşısında inançsızlara nispetle daha az endişeli oldukları, ilmî araştırmalarla ortaya konmuştur.1

Felâketlerde bir sevgi boyutu aramak çok önemli… Çünkü her felâket, insana tutunacak hiçbir şey kalmadığında tek sığınak olarak Allah'ı işaret ediyor. Böylece aklı başında olanlara, yanlışlıklardan dönme fırsatı veriliyor. Bu arada unutulan değerler hatırlanıyor, ihmal edilen mâneviyat yeniden gündeme alınıyor. Böylece yalnızlaşan, bencilleşen insanlar, kendilerini komşularının, muhtaç insanların yanında buluyorlar. 1999 zelzelesi sonrası, Yunan televizyonlarının; "Türk halkının üzüntüsünü sen de paylaş, bugün komşu, yarın biz, Tanrı karşısında hepimiz eşitiz." şeklindeki yayınları oldukça mânidardır. 2011 yılında Van'da meydana gelen zelzele sonrası, Anadolu insanı bölgeye çok büyük yardım kampanyaları başlatmış ve bu husus, medyada; "Deprem kardeşlik için fırsattı, değerlendirdik." şeklinde yer almıştır.

Bosnalı bir Müslüman'ın, Sırp katliamından sonra söylediği: "Allah (celle celâluhu), bizi kendimize getirdi. Biz O'nu unutmuş, benliğimizden uzaklaşmıştık." sözü, insanın kendi iç muhasebesi adına attığı önemli bir adımdır. Bediüzzaman Hazretleri, 20.yüzyıldaki mağlubiyetlerimizin hikmetlerini izah ederken, benzer bir noktaya işaret eder ve kader, namazın terk edilmesi sebebi ile dört beş sene cephelerde sürünmemize, oruç tutmadığımız için yıllarca açlık çekmemize hükmetmiştir, der.

Haddini aşan kibir âbidelerinin ve onların askerlerinin musibete maruz kaldıkları tarihî bir gerçektir. Firavun'un denizde ibretlik ölümü, İlâhî bir cezadır. Bu; "Ötekileri (Firavun'un ordusunu da) oraya yaklaştırdık. Musa'yı ve beraberinde olan herkesi kurtardık, öbürlerini suda boğduk." (Şuara–64,66) mealindeki âyet ile tasdik edilmiştir. Kâbe'yi yıkmaya gelen Ebrehe ve ordusunun, Ebabil kuşlarının attıkları taşlarla yenik ekin tarlalarına döndürülmesi, Allah'a savaş ilân etmenin nasıl bir hüsrana sebep olduğunun başka bir misâlidir.

Bu felâketlerin sebep ve hikmetleri üzerine çok yönlü değerlendirmeler yapmak gerekir. İslâm toplumlarında çok defa olduğu gibi, bu felâketleri tek bir sebebe bağlamak, insanları umutsuzluğa ve miskinliğe iter. Daha da önemlisi, insanı kendisine ve topluma karşı yapılan haksızlık, adaletsizlik ve zulümler karşısında sessiz kalmaya, tepkisizliğe sürükler. Bu anlayış ve yaklaşım tarzı, çoğu zaman bu zulümleri yapan zâlimlere cesaret verir ve onların zulmünü artırır. Ayrıca Müslümanların haksızlık ve adaletsizlik karşısındaki isyan ahlâkını söndürür. Onları Allah Resulü'nün (sallallahu aleyhi ve sellem) ifadeleriyle "dilsiz şeytanlar" hâline getirir.

Başa gelen felâketler karşısında, musibete maruz kalanların nefis muhasebesi yapması gerekir. Musibete maruz kalan kimsenin yakınlarının, musibete uğramış kişiye; "Sen bunu hak ettin, bu sebeple bunlar senin başına geldi." mânâsına gelebilecek sözler söylemesi, İslâmî ve insanî ahlâka uygun değildir. Bu durumda dostlara düşen şey, bir yandan büyük felâket ve musibetlerin, önce peygamberlere, sonra Allah'ın sevgili kullarına geldiğini söyleyip, sabır ve metanet tavsiye etmek; diğer yandan da yakınına, bu musibetlerden en kısa zamanda kurtulması için yardımcı olmaktır. Böyle bir tavır, insanın olgunlaşmasına vesile olur ve ibadet hükmüne geçer.
 
Üst