Bediüzzaman Said Nursî'nin görüşleri ışığında AB, Türkiye ve İslâm

Nevzatt

Well-known member
Bediüzzaman Said Nursî'nin görüşleri ışığında AB, Türkiye ve İslâm
Bediüzzaman Said Nursî 1960 Mart'ında vefat ettiği zaman henüz Avrupa Birliği yoktu. Ama altı Avrupa ülkesinin 1957'de kurduğu ve yıllar sonra Avrupa Birliğine dönüşecek olan Ortak Pazar vardı ve Türkiye 1959'da Menderes hükümeti işbaşında iken Ortak Pazar'a dahil olmak için müracaat etmişti. Ne var ki, bir yıl sonra gerçekleşen 27 Mayıs ihtilali, pek çok olumlu gelişmeyi olduğu gibi, Türkiye'nin Avrupa ile bütünleşme sürecini de daha henüz başlangıç safhasında iken inkıtaa uğrattı.
1950 seçimleri ile geçilen çok partili demokrasi ortamında demokratlara açık destek verirken, temel ve hayatî konulardaki fikir ve tavsiyelerini çeşitli vesilelerle Menderes hükümetine ileten Bediüzzaman'ın, Ortak Pazar'a yapılan başvuru ile doğrudan ilgili bir değerlendirmesi bulunmuyor. Ama onun Avrupa'ya bakış ve Avrupa ile ilişkiler bahsinde, daha Osmanlı döneminden itibaren derin ve esaslı tahliller yaptığını görüyoruz. Bu tahlillerinde Bediüzzaman, Avrupa medeniyetinin dayandığı esasları, Avrupa'nın kalkınma sırlarını, Avrupalı kimliğinin unsurlarını, semavi dinlerin ve İslâmın Avrupa'daki derin iz ve tesirlerini, materyalist cereyanların tahribatını, Müslümanların Avrupa karşısındaki konumunu, Osmanlı-Avrupa ilişkilerini, bu ilişkilerin ne gibi sonuçlar doğuracağını ve nasıl bir noktaya varacağını, orijinal yaklaşımlarla enine boyuna değerlendirmiştir. Ve bunların her biri, ayrı ve müstakil başlıklar altında etraflı incelemelere konu olacak kapsam ve derinliktedir.

Bediüzzaman, Müslüman bir toplumun Avrupa'ya bakışını ve Avrupa ile ilişkisini, Batılı düşünce ve bilim adamlarından yıllar önce medeniyet ve teknolojinin yeryüzünü "küçük bir köy"(1) hükmüne getireceğini söyleyerek dikkat çektiği küreselleşme vakıası çerçevesinde de ele almış; globalleşen bir dünyada insanlar arası ilişkilerin millî sınırları aşacağını, din, ırk, menşe farkılılıklarından kaynaklanan çatışmaların, yerini uzlaşma, diyalog, barış ve işbirliğine terk edeceğini öngörmüş ve Müslümanları böyle bir yeni dünya düzeninin gereklerine hazırlayacak izahlarda bulunmuştur. O, yeryüzünün her köşesinin savaş rüzgârlarıyla sarsıldığı, özellikle İslâm beldelerinin Avrupalı emperyalist güçler tarafından istila edildiği, Osmanlı topraklarının sömürgeleştirildiği, topyekûn bir cihan harbinin kıvılcımlarının çakıldığı 1910'lu yıllarda dahi, dünyanın eninde sonunda böyle bir barış düzenine gideceğini öngörmüş ve bunu "Korkmayınız. Medeniyet, fazilet, hürriyet âlem-i insaniyette galebe çalmaya başladığından, terazinin öteki yüzü yavaş yavaş hafifleşecektir"(2) sözüyle dile getirmiştir.


HÜR DÜŞÜNCE VE HAKİKATİ ARAMA



Dünyadaki gidişatın yönünü bu şekilde tesbit eden Bediüzzaman, bu sürecin belirleyici unsurları hakkında da isabetli teşhislerde bulunmuştur. Bu tesbitlerin başında, akıl, bilim ve fennin hükmedeceği bir çağa girilmekte olduğuna dikkat çeken Bediüzzaman, din-bilim kaynaşmasına dayanan yeni bir tefekkür sistemi geliştirmiş; kâinatı da fenler vasıtasıyla okunacak bir kitap olarak tarif etmiş ve bu kitabı Kur'ân'la birlikte okuyarak elde edilen tahkikî iman kavramını insanlığın gündemine getirmiştir. Bu noktada, dinin yanlış yorumlanması sebebiyle yer yer ortaya çıkan din-bilim çelişkisi görüntülerinin asılsızlığını, din ve fen eksenli ikna edici izahlarla ortaya koymuş; İslâmın hiçbir meselesinin modern fenlerle çelişmediğini, aksine fenlerin İslâmı teyid ve tasdik ettiğini ispatlamıştır. Böylece, modern fenleri materyalist felsefe adına kullanarak dinin karşısına çıkarma gayretlerini boşa çıkarmış ve bu suretle Müslümanların imanlarını yenileyip tahkim ederek bir inanç ve kimlik krizine sürüklenmelerini önlediği gibi, dış dünyanın da İslâmı yanlış tanımasının önüne geçmiştir.

Bediüzzaman'ın yine asrın başlarında dikkat çektiği çok önemli bir gelişme, ilim ve fennin inkişafına paralel olarak insanlık âleminde cehalet, vahşet ve taassubun kırılması, ruhanî istibdadın aşılması, hür düşünce ile hakikatı arama eğiliminin güçlenmesidir. Böyle olunca, hakikatı özünde barındıran doğru İslâmiyetin doğru anlaşılması ve o ölçüde de benimsenmesi çok daha kolaylaşacaktır. Onun içindir ki, Bediüzzaman bu noktaya bilhassa işaret etmiş ve Müslümanları bir taraftan doğru İslâmiyeti kavrayıp yaşamaya davet ederken, diğer taraftan dünyaya açılma ve sair insanlarla muhatap olma metodlarını da yeniden yorumlayarak dikkatlere sunmuştur. Bu çerçevede yine 20. yüzyılın ilk yıllarında dile getirdiği "Ecnebilerin vahşi oldukları ortaçağda, İslâmiyet vahşete karşı husumet ve taassuba mecbur olduğu halde, adalet ve itidalini muhafaza etmiş. Hiçbir vakit engizisyon gibi etmemiş. Ve zaman-ı medeniyette ecnebiler medenî ve kuvvetli olduklarından, zararlı olan husumet ve taassup zail olmuştur. Zira din nokta-i nazarından medenîlere galebe çalmak ikna iledir, icbar ile değildir. Ve İslâmiyeti, mahbub ve ulvi olduğunu, emirlerini yerine getirerek fiillerimizle ve ahlakımızla göstermek suretiyledir"(3) gibi sözleriyle, yeni çağda geçerli tebliğ ve cihad metodunu tarif ederken, Müslümanlara da bunun gerektirdiği her türlü donanım ve hazırlığa sahip olmaları çağrısında bulunmuştur.



EKONOMİK OLARAK İLERLEMEK



Yine bununla irtibatlı olarak, girilen çağdaki mücadele ve yarışın öncelikle kalkınma ve ekonomi alanlarında yaşanacağını vurgularken, Müslüman kamuoyunun duyarlı olduğu cihad ve i'lâ-yı kelimetullah kavramlarını böyle bir yaklaşımla yorumlayarak şöyle demiştir: "Her bir mü'min i'lâ-yı kelimetullah ile mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi maddeten terakki etmektir. Zira ecnebiler fünun ve sanayi silâhıyla bizi istibdad-ı manevîleri altında eziyorlar. Biz de fen ve sanat silahıyla i'la-yı kelimetullahın en müthiş düşmanı olan cehalet, fakirlik ve ihtilafa karşı cihad edeceğiz."(4) Bediüzzaman, globalleşen bir dünyada Müslümanların sair dinlerin mensuplarıyla çeşitli alanlarda ilişkiye geçmelerinin kaçınılmazlığını öngörürken, "Yahudilerle Hıristiyanları dost edinmeyin" mealindeki Maide Suresi 51. ayetine de yeni ve orijinal yorumlar getirmiştir. Bu yorumlardan çıkan bazı neticeler ise özetle şöyledir:

* Ayetteki yasak genel değildir ve en büyük yorumlayıcı olan zamanın getireceği kayıtlara açıktır.

* Kişinin zatı sevilmeyebilir, ama sıfatı veya sanatı sevilebilir. Bir Müslümanın bütün sıfat ve sanatlarının Müslüman olması lazım olmadığı gibi, bir gayrimüslimin bütün sıfat ve sanatlarının da gayrimüslim olması gerekmez. Bu bakımdan, bir Yahudi ve Hıristiyan da İslâmî sıfat ve sanatlara sahip olabilir ve o yönüyle takdir edilebilir.

* Müslüman erkek Ehl-i Kitaptan bir hanımla evlense, elbette eşini sevecektir.

* İslâmın gelişiyle büyük bir dinî inkılap yaşandı. Bütün zihinler dine çevrildi. İnsanların birbirlerine olan sevgi ve düşmanlık hislerinin ölçüsü de din oldu. Böyle bir ayrışma ortamında gayri müslümlere muhabbet göstermek, kişinin dine bağlılığı noktasında kuşku uyandıran bir tavır olarak algılanabilirdi. Müslümanların Yahudi ve Hristiyanlarla dost olmaktan men edilmesinin temel esprisi bu idi.

* Günümüzde de bir inkılap yaşanıyor. Ama bu inkılabın niteliği bir medeniyet ve kalkınma devrimi olması. Çağımızda bütün zihinler ilerleme, gelişme ve terakki üzerinde yoğunlaşmış durumda. Ve Yahudi ve Hıristiyanların da çoğu, dinlerine eskisi kadar bağlı değil. Dolayısıyla, onlarla kurulacak dostluk, medeniyet ve kalkınma alanındaki başarılarını örnek alıp iktibas etmeye ve barış ve asayişi korumak için işbirliği yapmaya yönelik olmalı. Böyle bir dostluğu ise Kur'an hiçbir zaman yasaklamamıştır.(5) Dolasıyla, Müslümanların sair dinlerin mensuplarıyla, bu meyanda Yahudi ve Hıristiyanlarla medenî ilişkiler kurmalarında, ticaret yapmalarında, ortak yatırımlar gerçekleştirmelerinde, kendi kimlik ve şahsiyetlerini muhafaza etmeleri kaydıyla, hiçbir mahzur yoktur.



BİRİNCİ VE İKİNCİ AVRUPA



Bu noktada Bediüzzaman’ın Avrupa’yı ikiye ayırdığını da ifade etmek gerekir. Bunlardan biri, hakiki İsevîlik dininden aldığı feyizle insanlığın sosyal hayatını geliştirecek sanatları, adalate ve hakkaniyete hizmet edecek fenleri takip eden birinci Avrupa, diğeri ise tabiatperest ve materyalist felsefenin karanlığı ile insanlığı sefahete ve dalâlete sevk eden bozulmuş ikinci Avrupa’dır ve Bediüzzaman hayatı boyunca bu ikinci Avrupa ile mücadele ederken birinci Avrupa ile diyalog ve işbirliğinden yana olmuştur.

Bediüzzaman'ın önemle üzerinde durduğu bir başka nokta da, İslâmın Avrupa nezdindeki imajına, bizdeki bir kısım yanlış uygulamalar sebebiyle, hak etmediği gölgelerin düşmemesidir. Bunların başında da, özgürlükçü bir din olan İslâmı, tam aksine, istibdada müsait ve baskıcı bir din gibi gösterme gayretleri gelmektedir. İslâmın istibdada kesinlikle müsaade etmeyen ve geçit vermeyen bir din olduğunu ısrarla vurgulayan Bediüzzaman, "Şeriat âleme gelmiş, ta istibdadı ve zalimane tahakkümü mahvetsin"(6) demiş ve hürriyetçi bir hukuk rejiminin temel esaslarını, dinin ahkâmını ortaya koyan dört mezhepten çıkarmanın mümkün olduğunu söylemiştir. Bu çerçevede, onun İslâmî kaynaklara göre yorumladığı devlet sistemi, millet iradesine dayalı bir Meclisi, Meclisin emrinde bir hükümeti, kararlarını hiçbir tesir altında kalmadan ve sadece adaleti tecelli ettirme kaygısıyla veren hür ve bağımsız bir yargıyı, hür basını, hür ve etkin kamuoyunu öngörür. Din-devlet ilişkileri bahsinde ise Bediüzzaman, devleti "teknik" anlamda bir "halka hizmet" kurumu olarak değerlendirirken, dini devletten bağımsız bir konuma yerleştirmiş ve din hizmetlerinin müstakil bir yapılanma içerisinde yürütülmesini savunmuş; aynı çerçevede laiklik prensibini de, dinle devleti ayıran; dindara da, dinsize de ilişmeyen ve hiçbir ayrım gözetmeksizin herkesin temel haklarını güvence altına alan bir "hukuk devleti" tanımı içinde yorumlamıştır. Keza, yine Bediüzzaman'ın "Avrupa, bizdeki cehalet ve taassup müsaadesiyle şeriatı -hâşâ ve kellâ- istibdada müsait zannettiklerinden nihayet derecede kalben üzülmüştüm. Onların zannını tekzip etmek için meşrutiyeti herkesten ziyade şeriat namına alkışladım”(7) sözleri de son derece dikkat çekicidir. Osmanlı’nın son döneminde meşrutiyeti savunan Bediüzzaman, 1950 sonrasında da çok partili demokrasiye aynı yaklaşımla sahip çıkmış ve daha önce meşrutiyet için yaptığı geniş izahların demokrasi için de geçerli olduğunu ifade etmiştir. Burada bilhassa işaret etmek istediğmiz ilginç nokta şudur: Bir asır önce bizdeki padişahlık rejimine bakarak şeriatın baskıya müsait olduğu yanılgısına düşen Avrupa, bir asır sonrasının Türkiye'sinde ise şeriatla hiçbir ilgisi olmayan, aksine şeriatı gericiliğin ve irticanın simgesi olarak gören ve böyle bir irticaya geçit vermemek için demokrasiyi çiğnemeyi dahi göze alabilen bir başka baskıcı zihniyeti etkisiz kılmanın yoğun gayreti içindedir. Bu da kaderin garip cilvelerinden biri olsa gerek!



TÜRİYE’NİN AB YOLCULUĞU KISALABİLİRDİ



Sonuç olarak: Kanaatimiz o ki, eğer Bediüzzaman'ın yaklaşımları anlaşılmış, benimsenmiş ve uygulanmış olsaydı, Türkiye ile Avrupa arasında sağlıklı ve dengeli bir yakınlaşma ve bütünleşmenin tesisi önünde gerek bizden, gerekse Avrupa’dan kaynaklanan zorluk ve engeller çok daha kolay aşılır ve Türkiye'nin "uzun ince” AB yolculuğu çok daha kısa sürede olumlu bir neticeye ulaşmış olurdu. Ve bundan hem Türkiye, hem Avrupa, hem de bütün dünya kazançlı çıkardı. Çünkü onun fikirleri herşeyden önce Müslümanları kuvvetli ve dengeli bir şahsiyete kavuştururken, içe kapalı ve kompleksli bir psikolojiden kurtarmakta; dünya ile sağlıklı ilişkiler kurmalarını sağlayacak fikrî donanıma sahip kılmakta; temel inanç ve değerlerinden taviz vermeden çağdaş dünya ile bütünleşmenin anahtarını sunmaktadır. Çağdaş dünyanın, özünü İslâm başta olmak üzere semavî dinlerden alan ve “insaniyet-i kübra” başlığı altında ifade edilebilecek yüksek değerlerini özümsemiş, doğru İslâmiyeti ve İslâmiyete lâyık doğruluğu bizzat kendi hayatında yansıtarak İslâmın güzelliklerine ayna olan Müslümanları dünya da daha kolay benimseyebilecek ve böylece kimilerince kasıtlı olarak ortaya atılan “medeniyetler çatışması” tezlerini boşa çıkarıp, Batı medeniyetinin hastalıklarını Kur’ânî ilaçlarla tedavi ederek insanlığın barış ve huzur özlemini dindirmenin yolu açılmış olacaktır. Türkiye’nin AB yolculuğu, özellikle bu noktadan büyük önemi haizdir. Müslümanlar bu yolculukta gereksiz ve temelsiz asimilasyon korkularıyla, kendi dinamiklerini kullanmadıkları için sorun haline gelmesine yol açtıkları ve bir türlü aşamadıkları başörtüsü yasağına karşı AB’den bekledikleri desteği göremedikleri için oraya da sırt çevirerek ve asılsız “AB ezanı yasaklayacak” söylentileriyle beyhude yere zaman ve enerji harcamak yerine, konuya Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu geniş ufuklu perspektif çerçevesinde yaklaşırlarsa çok daha isabetli hareket etmiş olurlar.



Dipnotlar:
1- Nursi, Said, Mesnevî-i Nuriye, s.105
2- Nursi, Said, Münâzarat, s.41
3- Nursi, Said, Hutbe-i Şamiye, s.80-81
4- Nursi Said, Divan-ı Harb-i Örfî, s.64
5- Nursi Said, Münâzarat, s.44-45
6- Nursi Said, Divan-ı Harb-i Örfî, s.22
7- A.g.e., s.24

 
Üst