Başkasının Îmânı’nı Düşünen Fedâkâr Adam Bedîüzzamân

yozgati

Well-known member
Başkasının Îmânı’nı Düşünen Fedâkâr Adam Bedîüzzamân

“Kardeşim Muhammed, ben bir adamın îmanının kurtulması için Cehenneme girmeye razı olmuşum” ([1]) diyor talebesi Fırıncı abiye defalarca. Eskişehir hapishanesinde hücresinde tek başına yaşlı bir adam var, karşısında ise lise mektebi ve bahçesinde raks eden kız talebeleri onların elli- altmış yıl sonraki hallerine ağlıyor o adam. Beni bu yaşımda hapse attılar, bana zulüm ediyorsunuz, defalarca zehirleyip eza veriyorlar, gardaşlarımdan ayırıyorlar deyup ağlamıyor o bahtiyar, fedâkâr ve şefkatengiz ihtiyar adam peki niye ağlıyor o adam.

Başkasının îmanını selamette görüp görmeme meselesinden ağlıyor ve diyor ki’ Risâle-i Nur’u anlamıyorlar, yahut anlamak istemiyorlar. Beni skolastik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, bütün müsbet ilimlerle, asr-ı hâzır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim. Hattâ bu hususta da bâzı eserler telif eyledim. Fakat, ben öyle mantık oyunları bilmiyorum, felsefe düzenbazlıklarına da kulak vermem. Ben, cemiyetin iç hayatını, mânevî varlığını, vicdan ve îmânını terennüm ediyorum, yalnız Kur’ân’ın tesis ettiği Tevhid ve îman esâsı üzerinde işliyorum ki; Islâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur.

"Bana, `Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. Içinde evlâdım yanıyor, îmânım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, îmânımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!..

"Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin îmânını kurtarmak yolunda dünyamı da fedâ ettim, âhiretimi de. Seksen küsûr senelik bütün hayatımda dünya zevki nâmına birşey bilmiyorum. Bütün ömrüm harb meydanlarında, esâret zindanlarında, yâhut memleket hapishânelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefâ, görmediğim ezâ kalmadı. Dîvân-ı harblerde bir câni gibi muâmele gördüm, bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan menedildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere mâruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyâde, ölümü tercih ettim. Eğer dînim intihardan beni menetmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.

"Benim fıtratım, zillet ve hakarete tahammül etmez. Izzet ve şehâmet-i Islâmiye beni bu halde bulunmaktan şiddetle meneder. Böyle bir vaziyete düşünce, karşımda kim olursa olsun, isterse en zâlim bir cebbâr, en hunhar bir düşman kumandanı olsa tezellül etmem. Zulmünü, hunharlığını onun suratına çarparım. Beni zindana atar, yâhut îdam sehpâsına götürür; hiç ehemmiyeti yoktur. Nitekim öyle oldu. Bunların hepsini gördüm. Birkaç dakika daha o hunhar kumandanın kalbi, vicdânı zulümkârlığa dayanabilseydi, Said bugün asılmış ve mâsumlar zümresine iltihak etmiş olacaktı. "İşte benim bütün hayatım böyle zahmet ve meşakkatle, felâket ve musîbetle geçti.

Cemiyetin îmânı, saadet ve selâmeti yolunda nefsimi, dünyamı fedâ ettim; helâl olsun. Onlara bedduâ bile etmiyorum. Çünkü, bu sâyede Risâle-i Nur, hiç olmazsa birkaç yüz bin, yâhut birkaç milyon kişinin-adedini de bilmiyorum ya, öyle diyorlar. Afyon Savcısı beş yüz bin demişti. Belki daha ziyâde-îmânını kurtarmaya vesîle oldu. Ölmekle, yalnız kendimi kurtaracaktım, fakat hayatta kalıp da zahmet ve meşakkatlere tahammül ile bu kadar îmânın kurtulmasına hizmet ettim. Allah’a bin kere hamd olsun. "Sonra, ben, cemiyetin îman selâmeti yolunda âhiretimi de fedâ ettim. Gözümde ne Cennet sevdâsı var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin îmânı nâmına bir Said değil, bin Said fedâ olsun. Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmânını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya râzıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül gülistân olur." ([2])

Allah’ım, bu ne büyük bir fedakarlıktır ki hem dünyasını hem de ahiretini milletimizin îmanını selamette görebilmek için fedâ ediyor. İnsanlık tarihinde bunun bir tek istisnası var bildiğim kadarıyla Hazreti Ebu Bekir (ra) böyle bir emsal görülebiliyor. Tek bir gayesi var bu îman fedailerinin: en büyük mertebe olan rızâ-yı İlâhî ve emr-i Rabbanî’yi yerine getirmek.’… Sıddık-ı Ekber (r.a.) dediği olan, "Mü’minler Cehenneme gitmemek için Allah’tan isterim, benim vücudum Cehennemde büyüsün ki, onların yerine azap çeksin" diye söylediği kudsî fedakârlığının bir zerresini ben de kendime kazandırmak için, "İman ile Cehennemden birkaç adamın kurtulmaları için Cehenneme girmeyi kabul ederim" demişim. Zaten ibadet, Cennete girmek ve Cehennemden kurtulmak için kılınmaz; bozulur.

Belki rızâ-yı İlâhî ve emr-i Rabbanî için yapılır.’([3] ) diyor Emirdağ’ında ikamete mecbur edildiği vakitte kendisine yeni hurufla yazanı dahi belli olmayan mektuba karşılık yazdığı lahikasında.([4]) Kendisini bir hoca olarak görmüyor hiçbir vakit. "Ben de sizin bu ders-i Kur’âniyede bir ders arkadaşınızım. Ben en ziyade muhtaç ve fakir olduğumdan bu kudsî hakikatler en evvel bana ihsan edilmiştir. Ben makam sahibi değilim. Ben kendimi beğenmiyorum. Beni beğenenleri de beğenmiyorum. Kardeşlerim, sizi bütün bütün kaçırmamak için nefsimin gizli çok kusurlarını söylemiyorum" diye kendisine yapılan medihleri ve hürmetleri reddetmiş. Ve gaye-i hayatını yalnız hakaik-i îmaniyenin neşrine hizmet bilmiş. Dünyevî bütün menfaatleri o hizmeti uğrunda fedâ etmiş.([5]) Kendisine ait ne bir evi var ne de bir dünyevi çıkarı. Her şeyiyle fenafil îman olmuş, fenafil hizmet olmuş bir adam Bediüzzaman. İslam alemine ömrü boyunca hep ümit aşılama cabasında.

Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i îmaniyenin kemâlâtını ef’âlimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler; belki küre-i arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyete dehâlet edecekler.([6]) Karşısında üç düşman görüyor. Bakıyorsunuz ki bu düşmanlar etnik kimlik değil, doğulup-büyüyüp yaşanılan bölge değil, sermayedarlar değil, zengin fakir değil tam aksine onun düşmanları belli: Bizim düşmanımız cehâlet, zaruret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı; san’at, marifet, ittifak silâhiyle cihâd edeceğiz. Ve bizi bir cihette teyakkuza ve terakkiye sevk eden hakikî kardeşlerimiz Türklerle ve komşularamızla dost olup el ele vereceğiz. Zirâ husûmette fenalık var, husumete vaktimiz yoktur. Hükümetin işine karışmayacağız. Zirâ, hikmet-i hükümeti bilmiyoruz. ([7])’diyor.

Ayrılıp, parçalanalım, demiyor bilakis ‘bizi bir cihette teyakkuza ve terakkiye sevk eden hakikî kardeşlerimiz Türklerle ve komşularamızla dost olup el ele vereceğiz’, diyor. Ve Umum Nur talebelerine Üstad Bediüzzaman’ın vefatından önce vermiş olduğu en son dersinde ise ; ‘Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlâhîye göre sırf hizmet-i îmaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır. Bizler âsâyişi muhafazayı netice veren müsbet îman hizmeti içinde herbir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz,’ diyor. ([8])

Sonuç olarak bütün bu tespitlerden anladığım şudur ki;O’nun “Siz nasıl bir Üstad’ın talebeleri olduğunuzu bilmiyorsunuz. Eğer bilseydiniz, uzak mesafelerden diz üstü emekliye emekliye gelirdiniz. ” sözünü şifrelerinin cüz’i kısmını bulabildim. Peki şu halde böyle bir yol gösterici, böyle bir fedâkâr gönül adamı sizce bir fatihayı hak etmiyor mu? İşte böyle bir dava adamı için sadece bir hafta değil yılın her günü bir program tertip edilse yine de azdır diyorum. Evet, bizler ve sizler öyle bir davaya gönül vermişiz ki karşımızda iki cereyan var. İnanmak yada inanmamak. İman ve küfür davası. İki farklı şahs-ı manevi. Ta, hazret-i Adem (as) ile başlayıp haşre kadar devam ede gelen bir süreç.

Ölüm öldürülmediğine, kabir kapısı kapatılamadığına göre ve dahi bir daha şu fani aleme hz. Ebu Bekir-i Sıddikler, Said Nursi’ler gelmeyeceğine göre bizlere (îman cephesinde mücadele vermeye gönül vermişlere) düşen vazife ise îman-Kur’an davası bayrağını en yüksek burçlara dikmek için can siperane çalışma azim ve kararlılığında olmaya himmet etmektir. Onun yolu îman yolu, onun yolu kardeşlik yolu, onun yolu kalpleri kazanma yolu, onun yolu Peygamber efendimizin açmış olduğu tevhid yoludur. Kainatın zerratı adedince Hamdler bizi kendine kul ve Habibine ümmet kılan Rabbimize,Milyonlarca selat-ü selamlar bizi kendine ümmet olarak kabul buyuran Peygamberimize, Binler Fatihalar, Yasinler ise sana aziz üstadım. Başta Hz. Adem (as) olmak üzere Efendimiz Muhammed Mustafa’ya kadar gelmiş geçmiş tüm peygamberlerimizi, şanlı ecdadımızı, ahrete irtihal etmiş olan atalarımızı ve dahi seni özledik aziz üstadım. Bugün senin makamına talip olan nice yığınlar, kalabalıklar var ancak ve ancak senin bırakmış olduğun eserlerinin sahtesini yapma cüretindeler Aziz Üstadım. Senin dost olmadığın şahs-ı manevi ile yollarını birleştirip tahrifat yapmaya yelteniyorlar. Eserlerini eserimiz bilip davana sahip çıkmaya söz veriyoruz Aziz Üstadımız. Bize emanet etmiş olduğun davanı inşallah son nefesimize kadar davamız bileceğimizden şek ve şüpheniz olmasın.



Haşiye- Dipnot:

--------------------------------------------------------------------------------


[1] 23/03/2005 Yeni Asya, Mehmet Güleç (Fırıncı abi) abi ile yapılan röportajdan.


[2] Risale-i Nur Enstits | Risale-i Nur Klliyat


[3] Risale-i Nur Enstits | Risale-i Nur Klliyat


[4] Risale-i Nur Enstits | Risale-i Nur Klliyat


[5] Risale-i Nur Enstits | Risale-i Nur Klliyat


[6] Risale-i Nur Enstits | Risale-i Nur Klliyat


[7] Risale-i Nur Enstits | Risale-i Nur Klliyat


[8] Risale-i Nur Enstits | Risale-i Nur Klliyat
 
Üst