Ana sayfa
Forumlar
Yeni mesajlar
Forumlarda ara
Blog
Neler yeni
Yeni mesajlar
Son aktiviteler
Giriş yap
Kayıt ol
Neler yeni
Ara
Ara
Sadece başlıkları ara
Kullanıcı:
Yeni mesajlar
Forumlarda ara
Menü
Giriş yap
Kayıt ol
Install the app
Yükle
Forumlar
Risale-i Nur Okuma ve Anlama
Risale-i Nurdan Makaleler
Barış, Kardeşlik ve Hoşgörünün Esasları Üzerine
JavaScript devre dışı. Daha iyi bir deneyim için, önce lütfen tarayıcınızda JavaScript'i etkinleştirin.
Çok eski bir web tarayıcısı kullanıyorsunuz. Bu veya diğer siteleri görüntülemekte sorunlar yaşayabilirsiniz..
Tarayıcınızı güncellemeli veya
alternatif bir tarayıcı
kullanmalısınız.
Konuya cevap cer
Mesaj
<blockquote data-quote="Huseyni" data-source="post: 230195" data-attributes="member: 27"><p><strong>II. İslâm ahlâkının temeli: iman, islâm ve takva </strong></p><p><strong></strong></p><p>İslâm'ın takdim ettiği değerler sistemini anlamanın temel şartlarından birisi hiç şüphesiz İslâm'ın temel inançlarını ve İslâmî dünya görüşünün esasını oluşturan unsurları bilmektir. Kur’ân'ın temel hedefi de insanları dalâletten hidâyete, nefsin ve tabiatın karanlığından nura çıkarmaktır. Zira Kur’ân’a göre gerek insanın kendi nefsi, gerekse tabiattaki herşey Allah’ı gösteren birer işaret [âyet] ve belgedir. Bu nedenle Kur’ân kendisini “yol gösterici bir kitap” olarak tanımlamakta,20 kâinat kitabını nasıl okuyacağımız konusunda bize rehberlik etmektedir. </p><p></p><p></p><p>İslâmî dünya görüşünün temelinin şu üç noktadan oluştuğu söylenebilir: Birincisi, Allah, veya Tevhid inancı; ikincisi, Peygamberlik veya Nübüvvet; üçüncüsü ise, âhiret ve hesaba çekilme inancı. İşte bu sebeple, Müslüman birey bütün hal ve hareketlerini bu üç temel noktadan hareket-le oluşturulan bir ahlâkî zemine oturtmak zorundadır.21 Kur’ânî öğretinin temelinde “tüm kâinatın Allah tarafından yaratıldığı” hakikatı yattığından; Ezelî ve Ebedî tek hakikat O'dur. O'nun dışındaki herşey fanidir. Herşeyin dizgini O'nun elinde, herşeyin anahtarı O'nun yanındadır. Herşey O'nun emriyle halledilir. </p><p></p><p></p><p> Bundan dolayı Müslüman kendini ve kendi dışındaki “ötekini” tanımlarken hep bu temel tevhid ilkesinden hareket eder. Böylece sadece hemcinsleriyle değil, tüm kâinatla bir ünsiyet ve kardeşlik bağı kurar. Bunun üzerinde daha sonra durulacaktır. Şimdi konumuzun teorik temelini oluşturacak üç temel kavram üzerinde duralım: İman, islâm ve takva. Bu kelimeler Arapça ayrı köklerden gelmelerine rağmen, hepsi şaşırtıcı şekilde benzer anlamlara sahiptir. Fazlur Rahman'a göre bu kavramlar Kur’ân merkezli bir ahlâkın en temel anahtar kavramlarıdır.22 </p><p></p><p></p><p> İman kelimesi Arapça emene (e-m-n) fiilinden gelmekte ve “kendi içinde barış içinde olmak” veya “kendi içinde herhangi bir sorunu ve sıkıntısı olmamak”, “kendinden emin olmak” gibi mânâlara gelmektedir. İmanın temel anlamı, anlaşıldığı gibi, “barış” ve “emniyettir”. Ancak “inanmak” fiilinin Kur’ân'da (bi) harf-i ceriyle kullanılarak “-eye inanmak” şeklinde kullanıldığı ve çoğunlukla da “Allah'a inanmak veya güvenmek” anlamında âmene billahi şeklinde geçtiği görülmektedir. Ancak Allah'a inanmanın yanında, Kitaplara, Peygamberlere, Meleklere ve Hesap Gününe inanmak olarak da sık sık geçmektedir. </p><p></p><p></p><p> Burada dikkatimizi çeken ve vurgulanması gereken önemli nokta şudur. İnanmak kelimesinin asıl mânâsının “barış ve emniyet” olduğu göz önüne alınınca, bunun Allah'a, meleklere, Kitaplara, peygamberlere ve Hesap Gününe inanmayla irtibatlandırılarak, “gerçek barış, emniyet ve huzurun” bunlarsız olamayacağının vurgulanmasıdır. Böylece kardeşliğin, barışın, dostluğun ve tüm ahlâkî değerlerin temelinde Allah'a imanın yattığı görülmektedir. Kur’ân'ın en temel ve merkezî kavramının tevhid olmasının nedeni de budur. Başka bir ifadeyle, Kur’ân'a göre, “Allah'a iman ve güven olmadan” barış ve kardeşliğin, hem bireysel ve hem de toplumsal mânâda tesisi mümkün değildir. Zira imanı olmayan kişi, öncelikle kendi içinde barış ve emniyeti sağlayamamış, kendi bütünlüğünü gerçekleştirememiş olduğundan, böyle kişilerden oluşan toplumlarda gerçek barış ve kardeşliğin ortaya çıkmasını beklemek ölçüsüz bir iyimserlik olur. Bu gerçeğe günümüz İslâm düşüncesinin büyük temsilcilerinden Bediüzzaman şöyle işaret eder: <p style="margin-left: 20px"> ...hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi, imân-ı billâhtır. Ve insaniyetin en âlî mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billâh içindeki marifetullahtır. Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en halis sürur ve kalb-i insan için en sâfi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir. </p> <p style="margin-left: 20px"></p> <p style="margin-left: 20px">Evet, bütün hakikî saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve sâfi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır. Onlar, onsuz olmaz. Cenab-ı Hakkı tanıyan ve seven, nihâyetsiz saadete, nimete, envara, esrara, ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. Onu hakiki tanımayan, sevmeyen nihâyetsiz şekavete, âlâma ve evhama mânen ve maddeten müptela olur.23 </p> <p style="margin-left: 20px"></p><p>Fazlur Rahman gerçek emniyetin, barışın ve huzurun iman-ı billahta olduğunu vurgularken, Bediüzzaman’ın buna marifetullah (Allah'ı tanıma ve bilme) ve muhabbetullahı da eklediği görülmektedir. Böylece, Allah'a inanmadan, O’nu tanımadan ve sevmeden gerçek barış ve huzurun mümkün olmayacağını her iki düşünür de vurgulamış olmaktadır. Hatta Bediüzzaman yazdığı çağdaş Kur’ân tefsiri Risale-i Nur’un en büyük özelliğinin, Kur’ân'ın yöntemini takip ederek, “bu dünyada bir mânevî cehennemi dalâlette (inançsızlık ve küfürde) gösterdiği gibi, imânda dahi bu dünyada mânevî bir cennet bulunduğunu” açık bir şekilde ortaya koyması olduğuna dikkat çekmektedir.24</p><p></p><p></p><p> İslâm kelimesine gelince, Arapça seleme (s-l-m) kökünden gelmekte ve “emin olma”, “bütünlük” ve “tam olma” gibi anlamlara gelmektedir. Kur’ân'da bazı âyetlerde “barış” anlamında,25 bazen de “bütünlük” anlamında kullanılmıştır.26 Yine diğer bir âyet-i kerimede ise selam “barış” anlamında kullanılmıştır.27</p><p></p><p> </p><p> Görüldüğü gibi selam Kur’ân'da değişik bağlamlarda “barış”, “emniyet” veya “barışla selamla” anlamlarında kullanılmıştır. Kelime dördüncü bâbdan esleme olarak, yani kendini teslim eden, kendini bırakan anlamında kullanılmıştır. Özellikle de sık sık esleme vechahu, yani benliğini ve kendisini teslim etti anlamında kullanılmış ve hemen sonrasında li'llahi denilmiştir. Böylece bütün varlığı ve benliğiyle Allah'a yönelen ve teslim olan anlamına gelmektedir. Yine sözlük anlamıyla Kur’ân'da kullanılan bu anlamını bir bütün olarak aldığımızda karşımıza şöyle bir anlam çıkmaktadır: Kişi emniyet ve bütünlüğünü ancak “Allah'a ve kanunlarına teslim olmakla” koruyabilir ve geliştirebilir. Böylece Kur’ân’da sık sık ism-i fâil olarak kullanılan müslim kelimesi de “kendisini Allah'a ve Allah'ın kanunlarına teslim eden kişi” anlamına gelmektedir. Müslüman kelimesiyle ilgili ilginç bir nokta da, Kur’ân'ın müslim sıfatını tüm kâinat için kullanmasıdır. Kâinat bizim tabiat kanunları dediğimiz, ancak müslüman düşünürlerin ilâhi kanunlar dediği kanunlar vasıtasıyla Allah'ın kanunlarına teslim olduğundan, kendisinden müslüman olarak söz edilmiştir.28 Aynı düşünce birçok âyet-i kerimede zikredilmiştir.29 Yine Hz. Nuh'tan (as) bu yana birçok peygamber ve ümmetleri için de müslim sıfatının kullanıldığını görmekteyiz. </p><p></p><p></p><p> Ancak burada dikkatimizi çeken en önemli nokta, islâm kelimesi ile iman kelimesi arasındaki anlam benzerliğidir. Zira Allah'a [kanunlarına] ve iradesine teslim olmak imansız mümkün değildir. Ayrıca gerçek barış, huzur, saadet ve kardeşliğin de ancak iman ve islâmla mümkün olduğu bir kez daha vurgulanmıştır. Kur’ân'a dayalı bir barışın ve kardeşliğin temelinin Kur’ânî anlamda sahih ve sağlam bir imanla mümkün olabileceği görülmektedir.30</p><p></p><p></p><p> İslâm ahlâkının temel kavramlarından üçüncüsü ise, takvadır. Takva daha çok “Allah'tan korkmak” ve “dindarlık” olarak tanımlanmıştır. Ancak Fazlur Rahman yine kelimenin sözlük mânâsından hareketle yaptığı tahliller sonucunda daha değişik bir anlamını öne çıkarmaktadır. V-k-y (vakaye) kökünden türetilen takvanın sözlük mânâsı “korumak”, “tahrip olmadan kurtarmak” ve “muhafaza etmek” demektir. Sekizinci babda kullanıldığı zaman ise “ kişinin kendisini muhtemel saldırı ve tehlikelerden koruması” anlamına gelmekte, bundan dolayı da “dikkatli olmak” ve “dikkat etmek” anlamını da ihtiva etmektedir. Böylece Kur’ân'da kullanılan takva kelimesi ahlâkî anlamda “kendini kötülüklerden muhafaza etmek” ve yine “kendini Allah'ın cezalandırmasından korumak” anlamlarında kullanılmıştır. Said Nursî’nin de takvanın sakınma ve korunma anlamını vurguladığı görülmektedir: <p style="margin-left: 20px"> “Takvâ, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek; ve amel-i salih, emir dairesinde hareket etmek ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def’i şer, celb-i nef’a racih olmakla beraber, bu tahribat ve sefahet ve cazibedar hevesat zamanında bu takvâ olan def-i mefâsid ve terk-i kebâir üssü’l-esas olup büyük bir rüçhaniyet kesb etmiş. Bu zamanda tahribat ve menfi cereyan dehşetlendiği için, takvâ bu tahribata karşı en büyük esastır.”31 </p> <p style="margin-left: 20px"></p><p>Bununla beraber, Fazlur Rahman buradaki korku kelimesinin bizim genelde kullandığımız korkudan farklı olduğunu vurgulamaktadır. Böylece bir zalim veya diktatörden, bir kurttan veya bir suçlunun polisten duyduğu korkudan farklı bir korku sözkonusudur. Bu, “sorumluluktan kaynaklanan bir korkudur”.32 Başka bir ifa-deyle, insanın aşkın varlık olarak Allah'la ilişkisi iman, marifetullah ve muhabbetullaha dayandığı gibi, bu ilişkinin kesilmemesi, lekelenmemesi ve bozulmaması için gösterilen gayret ve çaba takva olarak nitelendirilmektedir. Böylece kulun, Allah'a olan saygı, sevgi ve sorumluluğundan kaynaklanan bir korkuyu ifade eder ki, bu zikrettiğimiz diğer korkulardan tamamen farklıdır. Belki evladın anne-babasına, öğrencinin öğretmenine karşı duyduğu ve onların sevgi ve saygısını kaybetme endişesinden duyduğu bir korkuya benzetilebilir. Böylece, yaptığı kötü amellerin sonucu olarak âhirette cezalandırılmaktan kaynaklanan korkunun yanında, Rahman ve Rahîm olan Allah'a karşı duyulan sevgi ve saygı merkezli bir korkudur. Bu açıdan bakınca, takvanın iman ve islâmı beraberce ihtiva ettiği görülmektedir. İman kalbin derununda yerleşirken, islâm ise insanın hal ve hareketlerinde inancının etkisinin ortaya çıkması ve tezahür etmesidir. Takva ise her iki kavramın bir sonucu olarak, kulun amellerini sadece ve sadece Allah’a karşı duyduğu sevgi, saygı ve korkuyla gerçekleştirmesidir. Sadece O’nun rızasını esas almasıdır. Bunu şu âyet-i kerimenin anlamında açıkça görmek mümkündür: <p style="margin-left: 20px"> Yüzlerinizi doğudan yana ve batıdan yana çevirmeniz iyi olmak demek değildir: Lakin iyi olan, Allah'a, âhiret gününe, meleklere, Kitab'a, peygamberlere inanan; (mal sevgisine rağmen) yetimlere, düşkünlere, yolculara, yoksullara ve kölelere uğrunda mal veren, namaz kılan, zekat veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefa gösterenler, zorda, darda ve savaş alanında sabredenlerdir. İşte onlar doğru olanlardır ve sakınanlar (takva sahipleri) ancak onlardır.33 </p> <p style="margin-left: 20px"></p><p>Âyet-i kerimeden açıkça anlaşıldığı gibi, takva iman üzerine bina edilmelidir. Böylece iman üzerine bina edilmeyen hal ve davranışlar takva olarak nitelendirilemez. Aynı tezi destekleyen bir diğer âyet ise şöyledir: “Bu hayvanların ne etleri ve ne de kanları Allah'a ulaşacaktır. Allah'a ulaşacak olan ancak sizin O'nun için yaptığınız, gösterişten uzak amel ve ibadettir.”34</p><p></p><p></p><p> Burada Said Nursî'nin Kur’ân merkezli sahih bir iman için yaptığı vurgu dikkat çekicidir. Herkesin Allah'a inandığını söyleyerek, imana vurgu yapmanın anlamsızlık ve lüzumsuzluğunu iddia edenlere verdiği cevap, iman-amel ilişkisinin yanında, takvanın her ikisinin âdeta zorunlu bir sonucu olarak nasıl ortaya çıktığını da göstermektedir: <p style="margin-left: 20px"> Allah'ı bilmek, bütün kâinatı ihata eden rububiyetine ve zerrelerden yıldızlara kadar cüz'î ve küllî herşey O'nun kabza-i tasarrufunda ve kudret ve iradesiyle olduğuna kat'î iman etmek; ve mülkünde hiçbir şeriki olmadığına Lâ ilâhe illallah kelime-i kudsiyesine, hakikatlerine iman etmek, kalben tasdik etmekle olur. Yoksa, “Bir Allah var” deyip, bütün mülkünü esbaba ve tabiata taksim etmek ve onlara isnat etmek hâşâ hadsiz şerikleri hükmünde esbabı merci tanımak ve herşeyin yanında hâzır irade ve ilmini bilmemek ve şiddetli emirlerini tanımamak ve sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini tanımamak, peygamberlerini bilmemek elbette hiçbir cihette Allah'a iman hakikati onda yoktur. Belki küfr-ü mutlaktaki mânevî cehennemin dünyevî tazibinden kendini bir derece teselliye almak için o sözleri söyler. </p> <p style="margin-left: 20px"></p> <p style="margin-left: 20px">Evet, inkâr etmemek başkadır, iman etmek bütün bütün başkadır. Evet, kâinatta hiçbir zîşuur, kâinatın bütün eczası kadar şahidleri bulunan Hâlik-ı Zülcelâl'i inkâr edemez. Etse, bütün kâinat onu tekzib edeceği için susar, lâkayd kalır. </p> <p style="margin-left: 20px"></p> <p style="margin-left: 20px">Fakat ona iman etmek, Kur'ân-ı Azîmüşşânın ders verdiği gibi, O Hâlıkı, sıfatlarıyla, isimleriyle, umum kâinatın şehadetine istinaden kalben tasdik etmek; ve elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak; ve günah ve emre muhalefet ettiği vakit, kalben tevbe ve nedamet etmek iledir. Yoksa büyük günahları serbest işleyip istiğfar etmemek ve aldırmamak, o imandan hissesi olmadığına delildir.35 </p> <p style="margin-left: 20px"></p><p>Görüldüğü gibi, İslâm kardeşliğinin temeli olan Allah'a iman, gerçekten birey ve toplum için birçok sonuçları beraberinde getirmektedir. Dinin bir vicdan meselesi olduğunu iddia edenlerin görmezden geldikleri veya korktukları hususun, bireyin tüm benliğine, yaşantısına, hal ve hareketlerine nüfuz eden ve yönlendiren böyle Kur’ân merkezli sahih imanın gücü ve etkisi olduğu söylenebilir. </p><p></p><p></p><p> Bediüzzaman Uhuvvet Risalesi’nde, mü’minler arasındaki birlik ve beraberlik ruhunu pekiştirmek, kuvvetlendirmek ve geliştirmek için kullandığı bir argümanı Allah'ın isim ve sıfatlarına dayandırmaktadır. Aslında bu argümanın tüm insanlara ve hatta tüm mahlukata da teşmil edilebileceğini düşünüyorum. Bediüzzaman iman kavramının ve bunun yöneldiği objenin [Allah’ın] gücünden hareketle şöyle der: “İmanın verdiği nur ve şuur ile ve sana gösterdiği ve bildirdiği Esmâ-i İlâhiye adedince vahdet alâkaları ve ittifak râbıtaları ve uhuvvet münasebetleri var. Meselâ, her ikinizin [veya hepinizin] Halikınız bir, Malikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir; bir bir, bine kadar bir bir.36</p><p></p><p></p><p> Burada zikredilen Esmâ-i İlâhiye ve sıfatların Müslümanlar arasındaki birlik, beraberlik ve gerçek kardeşliğin temelini oluşturduğu açıktır. Ancak daha geniş bir perspektiften bakıldığında, aynı esmâ ve sıfatların tüm insanları ve hatta tüm mahlukatı da kuşattığı görülmektedir. Bediüzzaman'ın ifadesiyle “tevhid-i imanî, tevhid-i kulûbu” ve “vahdet-i itikad dahi vahdet-i ictimaiyeyi” gerektirmektedir.37 Böylece bütün ayrımcılıkların, ırkçılığın ve zulümlerin menşei olarak görülen “diğeri” veya “ötekisi” ile ilgili sun’i ayrımlar, Müslümanın gözüne Allah'ın esmâ ve sıfatlarının tezahürü ve yansıması olarak görünür. Irk, renk, dil, vb. tüm farklılıklar İslâm’ın tevhid ilkesi çerçevesinde yeni bir anlam kazanarak; Allah'ın varlığının ve birliğinin âyetleri mertebesine çıkar: “Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olması, O'nun varlığının belgelerindendir. Doğrusu bunlarda, bilenler için dersler vardır.”38 Yine bir diğer âyet-i kerimede ise, bu farklılığın bir diğer amacı ve sosyal boyutu da şöyle ifade edilir: “Ey insanlar! Sizleri bir erkek ve dişiden yarattık; sonra da birbirinizi tanıyasınız diye milletlere ve kabilelere ayırdık.”39 Said Nursî’nin bu âyete meal verirken bu sosyal boyutu öne çıkardığı görülmektedir: “Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım, tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinize hayat-ı ictimai-yeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa, sizi kabile kabile yaptım ki, yekdiğerine karşı inkârla yabanî bakasınız, husumet ve adâvet edesiniz değildir.”40</p><p></p><p> </p><p> Görüldüğü gibi, “öteki” olarak adlandırılabilecek herşeyle ilgili davranışın temelinde “tanıma” ve “yardımlaşma” esprisi yatmaktadır. Bu aslında İslâm medeniyetini Batı medeniyetinden ayıran temel özelliklerden birisidir. Batı medeniyetinin sebep olduğu günümüzdeki sorunlara rağmen, bazı Batılı düşünürlerin, örneğin Samuel Huntington’ın, hâlâ medeniyetler arası ilişkileri “çatışma” eksenine oturtmaya çalıştıkları görülmektedir.41</p><p></p><p></p><p> İslâmî dünya görüşünün hakim olduğu yerlerde, insanların renkleri, dilleri ve ırklarının farklı olmasından dolayı horlanmamaları, sömürülmemeleri, zulüm ve işkencelere maruz kalmamalarının temel nedeni, bu dünya görüşünün temelindeki tevhid ilkesinde aranmalıdır. Konunun daha iyi anlaşılması için günümüzden bir örnek vermek istiyorum. Amerika’daki beyaz ırkçı zihniyetin, önce yerli Kızılderililere ve daha sonra da zencilere uyguladığı 400 yıllık zulüm ve işkenceler malumdur. Bütün bunları şahsında somutlaştıran ve konumuz için güzel bir örnek teşkil edebilecek kişi-lerden birisi Malcolm X'dir. Bu adı almasının temelinde de, bu ırk ayrımcılığına ve zencilere karşı duyulan kin, öfke ve düşmanlığa dikkat çekmek isteği yatmaktadır. Ancak Müslüman olduktan sonra el-Hac Malik Şahbaz adını almıştır. Yukarıda işaret ettiğimiz İslâmî dünya görüşünün insanlarda nasıl bir dönüşüm meydana getirdiğinin; insanlar arasındaki renk, ırk, dil ve benzeri farklılıkları kin, düşmanlık ve ayrımcılığa değil de, kardeşliğe, birlik ve beraberlik ruhuna dönüştürdüğünün en anlamlı örneklerinden birisi Malcolm X'in bizzat kendisidir. </p><p></p><p></p><p> Amerika’daki beyaz ırkçılığın ve ayrımcılığın bir sonucu olarak, çok katı bir siyahi ırkçı olan ve yeryüzündeki tüm beyazlara karşı kin ve nefretle dolan Malcolm X, Müslüman olduktan sonra tüm bu görüşlerini değiştirmiştir. Dahası renk ayrımcılığına dayanan Amerika’daki ırkçılığı, Amerika’nın iliklerini kemiren ve tedavi edilmediği takdirde Amerika’yı mahvedebilecek bir kansere benzetmiştir. Bu kanser illetini tedavi edebilecek tek ilaç da, Malcolm X'e göre İslâm'dır. Bunu hac için geldiği Mekke'den, Amerika’daki sadık bir arkadaşına yazdığı şu mektupta görmek mümkündür: <p style="margin-left: 20px"> “Burada dünyanın her tarafından gelmiş on binlerce hacı var. Mavi gözlü sarışınlardan, siyah derili Afrikalılara kadar, her renkten insanlar bir arada. Ancak Amerika’daki tecrübelerim, beyazla beyaz olmayanlar arasında böyle bir ilişki ve beraberliğin mümkün olamayacağını söylese de, burada birlik ve kardeşlik ruhuyla hep beraber ibadet ediyoruz. </p> <p style="margin-left: 20px"></p> <p style="margin-left: 20px">Amerika İslâm'ı anlamak zorunda. Zira ırkçılığın neden olduğu hastalıkları yok eden tek din İslâm'dır. İslâm dünyasındaki yolculuğum boyunca birçok insanla karşılaştım. Onlarla konuştum. Hatta Amerika'da beyaz denilebilecek kadar beyaz olan insanlarla aynı sofrada yemek bile yedim. Ancak İslâm'ın onlardaki ‘beyaz adam’a özgü [ırkçı ve ayrımcı] davranışları yok ettiğini gördüm. Bütün ırklardan ve renklerden insanların oluşturduğu böyle bir samimiyet ve kardeşliğe şimdiye kadarki hayatımda şahit olmamıştım. </p> <p style="margin-left: 20px"></p> <p style="margin-left: 20px">Bu sözlerim sizleri çok şaşırtabilir. Ancak hac süresince gördüklerim ve yaşadıklarım, beni daha önceki düşüncelerimi değiştirmeye ve hatta onları bir kenara atmaya zorladı. Müslüman dünyasındaki son onbir gün süresince, Müslüman dünyasından gözleri mavinin en mavisi, saçları sarının en sarısı ve derileri beyazın en beyazı olan kardeşlerimle aynı tabaktan yemek yedik, aynı bardaktan su içtik, aynı seccade üzerinde uyuduk ve aynı Allah'a hep beraber ibadet ettik. Bunlar arasında hissettiğim samimiyet, Nijerya, Sudan ve Gana'dan gelen siyahîler arasında hissettiğimin aynısıydı. </p> <p style="margin-left: 20px"></p></blockquote><p></p>
[QUOTE="Huseyni, post: 230195, member: 27"] [B]II. İslâm ahlâkının temeli: iman, islâm ve takva [/B] İslâm'ın takdim ettiği değerler sistemini anlamanın temel şartlarından birisi hiç şüphesiz İslâm'ın temel inançlarını ve İslâmî dünya görüşünün esasını oluşturan unsurları bilmektir. Kur’ân'ın temel hedefi de insanları dalâletten hidâyete, nefsin ve tabiatın karanlığından nura çıkarmaktır. Zira Kur’ân’a göre gerek insanın kendi nefsi, gerekse tabiattaki herşey Allah’ı gösteren birer işaret [âyet] ve belgedir. Bu nedenle Kur’ân kendisini “yol gösterici bir kitap” olarak tanımlamakta,20 kâinat kitabını nasıl okuyacağımız konusunda bize rehberlik etmektedir. İslâmî dünya görüşünün temelinin şu üç noktadan oluştuğu söylenebilir: Birincisi, Allah, veya Tevhid inancı; ikincisi, Peygamberlik veya Nübüvvet; üçüncüsü ise, âhiret ve hesaba çekilme inancı. İşte bu sebeple, Müslüman birey bütün hal ve hareketlerini bu üç temel noktadan hareket-le oluşturulan bir ahlâkî zemine oturtmak zorundadır.21 Kur’ânî öğretinin temelinde “tüm kâinatın Allah tarafından yaratıldığı” hakikatı yattığından; Ezelî ve Ebedî tek hakikat O'dur. O'nun dışındaki herşey fanidir. Herşeyin dizgini O'nun elinde, herşeyin anahtarı O'nun yanındadır. Herşey O'nun emriyle halledilir. Bundan dolayı Müslüman kendini ve kendi dışındaki “ötekini” tanımlarken hep bu temel tevhid ilkesinden hareket eder. Böylece sadece hemcinsleriyle değil, tüm kâinatla bir ünsiyet ve kardeşlik bağı kurar. Bunun üzerinde daha sonra durulacaktır. Şimdi konumuzun teorik temelini oluşturacak üç temel kavram üzerinde duralım: İman, islâm ve takva. Bu kelimeler Arapça ayrı köklerden gelmelerine rağmen, hepsi şaşırtıcı şekilde benzer anlamlara sahiptir. Fazlur Rahman'a göre bu kavramlar Kur’ân merkezli bir ahlâkın en temel anahtar kavramlarıdır.22 İman kelimesi Arapça emene (e-m-n) fiilinden gelmekte ve “kendi içinde barış içinde olmak” veya “kendi içinde herhangi bir sorunu ve sıkıntısı olmamak”, “kendinden emin olmak” gibi mânâlara gelmektedir. İmanın temel anlamı, anlaşıldığı gibi, “barış” ve “emniyettir”. Ancak “inanmak” fiilinin Kur’ân'da (bi) harf-i ceriyle kullanılarak “-eye inanmak” şeklinde kullanıldığı ve çoğunlukla da “Allah'a inanmak veya güvenmek” anlamında âmene billahi şeklinde geçtiği görülmektedir. Ancak Allah'a inanmanın yanında, Kitaplara, Peygamberlere, Meleklere ve Hesap Gününe inanmak olarak da sık sık geçmektedir. Burada dikkatimizi çeken ve vurgulanması gereken önemli nokta şudur. İnanmak kelimesinin asıl mânâsının “barış ve emniyet” olduğu göz önüne alınınca, bunun Allah'a, meleklere, Kitaplara, peygamberlere ve Hesap Gününe inanmayla irtibatlandırılarak, “gerçek barış, emniyet ve huzurun” bunlarsız olamayacağının vurgulanmasıdır. Böylece kardeşliğin, barışın, dostluğun ve tüm ahlâkî değerlerin temelinde Allah'a imanın yattığı görülmektedir. Kur’ân'ın en temel ve merkezî kavramının tevhid olmasının nedeni de budur. Başka bir ifadeyle, Kur’ân'a göre, “Allah'a iman ve güven olmadan” barış ve kardeşliğin, hem bireysel ve hem de toplumsal mânâda tesisi mümkün değildir. Zira imanı olmayan kişi, öncelikle kendi içinde barış ve emniyeti sağlayamamış, kendi bütünlüğünü gerçekleştirememiş olduğundan, böyle kişilerden oluşan toplumlarda gerçek barış ve kardeşliğin ortaya çıkmasını beklemek ölçüsüz bir iyimserlik olur. Bu gerçeğe günümüz İslâm düşüncesinin büyük temsilcilerinden Bediüzzaman şöyle işaret eder: [INDENT] ...hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi, imân-ı billâhtır. Ve insaniyetin en âlî mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billâh içindeki marifetullahtır. Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en halis sürur ve kalb-i insan için en sâfi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir. Evet, bütün hakikî saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve sâfi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır. Onlar, onsuz olmaz. Cenab-ı Hakkı tanıyan ve seven, nihâyetsiz saadete, nimete, envara, esrara, ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. Onu hakiki tanımayan, sevmeyen nihâyetsiz şekavete, âlâma ve evhama mânen ve maddeten müptela olur.23 [/INDENT]Fazlur Rahman gerçek emniyetin, barışın ve huzurun iman-ı billahta olduğunu vurgularken, Bediüzzaman’ın buna marifetullah (Allah'ı tanıma ve bilme) ve muhabbetullahı da eklediği görülmektedir. Böylece, Allah'a inanmadan, O’nu tanımadan ve sevmeden gerçek barış ve huzurun mümkün olmayacağını her iki düşünür de vurgulamış olmaktadır. Hatta Bediüzzaman yazdığı çağdaş Kur’ân tefsiri Risale-i Nur’un en büyük özelliğinin, Kur’ân'ın yöntemini takip ederek, “bu dünyada bir mânevî cehennemi dalâlette (inançsızlık ve küfürde) gösterdiği gibi, imânda dahi bu dünyada mânevî bir cennet bulunduğunu” açık bir şekilde ortaya koyması olduğuna dikkat çekmektedir.24 İslâm kelimesine gelince, Arapça seleme (s-l-m) kökünden gelmekte ve “emin olma”, “bütünlük” ve “tam olma” gibi anlamlara gelmektedir. Kur’ân'da bazı âyetlerde “barış” anlamında,25 bazen de “bütünlük” anlamında kullanılmıştır.26 Yine diğer bir âyet-i kerimede ise selam “barış” anlamında kullanılmıştır.27 Görüldüğü gibi selam Kur’ân'da değişik bağlamlarda “barış”, “emniyet” veya “barışla selamla” anlamlarında kullanılmıştır. Kelime dördüncü bâbdan esleme olarak, yani kendini teslim eden, kendini bırakan anlamında kullanılmıştır. Özellikle de sık sık esleme vechahu, yani benliğini ve kendisini teslim etti anlamında kullanılmış ve hemen sonrasında li'llahi denilmiştir. Böylece bütün varlığı ve benliğiyle Allah'a yönelen ve teslim olan anlamına gelmektedir. Yine sözlük anlamıyla Kur’ân'da kullanılan bu anlamını bir bütün olarak aldığımızda karşımıza şöyle bir anlam çıkmaktadır: Kişi emniyet ve bütünlüğünü ancak “Allah'a ve kanunlarına teslim olmakla” koruyabilir ve geliştirebilir. Böylece Kur’ân’da sık sık ism-i fâil olarak kullanılan müslim kelimesi de “kendisini Allah'a ve Allah'ın kanunlarına teslim eden kişi” anlamına gelmektedir. Müslüman kelimesiyle ilgili ilginç bir nokta da, Kur’ân'ın müslim sıfatını tüm kâinat için kullanmasıdır. Kâinat bizim tabiat kanunları dediğimiz, ancak müslüman düşünürlerin ilâhi kanunlar dediği kanunlar vasıtasıyla Allah'ın kanunlarına teslim olduğundan, kendisinden müslüman olarak söz edilmiştir.28 Aynı düşünce birçok âyet-i kerimede zikredilmiştir.29 Yine Hz. Nuh'tan (as) bu yana birçok peygamber ve ümmetleri için de müslim sıfatının kullanıldığını görmekteyiz. Ancak burada dikkatimizi çeken en önemli nokta, islâm kelimesi ile iman kelimesi arasındaki anlam benzerliğidir. Zira Allah'a [kanunlarına] ve iradesine teslim olmak imansız mümkün değildir. Ayrıca gerçek barış, huzur, saadet ve kardeşliğin de ancak iman ve islâmla mümkün olduğu bir kez daha vurgulanmıştır. Kur’ân'a dayalı bir barışın ve kardeşliğin temelinin Kur’ânî anlamda sahih ve sağlam bir imanla mümkün olabileceği görülmektedir.30 İslâm ahlâkının temel kavramlarından üçüncüsü ise, takvadır. Takva daha çok “Allah'tan korkmak” ve “dindarlık” olarak tanımlanmıştır. Ancak Fazlur Rahman yine kelimenin sözlük mânâsından hareketle yaptığı tahliller sonucunda daha değişik bir anlamını öne çıkarmaktadır. V-k-y (vakaye) kökünden türetilen takvanın sözlük mânâsı “korumak”, “tahrip olmadan kurtarmak” ve “muhafaza etmek” demektir. Sekizinci babda kullanıldığı zaman ise “ kişinin kendisini muhtemel saldırı ve tehlikelerden koruması” anlamına gelmekte, bundan dolayı da “dikkatli olmak” ve “dikkat etmek” anlamını da ihtiva etmektedir. Böylece Kur’ân'da kullanılan takva kelimesi ahlâkî anlamda “kendini kötülüklerden muhafaza etmek” ve yine “kendini Allah'ın cezalandırmasından korumak” anlamlarında kullanılmıştır. Said Nursî’nin de takvanın sakınma ve korunma anlamını vurguladığı görülmektedir: [INDENT] “Takvâ, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek; ve amel-i salih, emir dairesinde hareket etmek ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def’i şer, celb-i nef’a racih olmakla beraber, bu tahribat ve sefahet ve cazibedar hevesat zamanında bu takvâ olan def-i mefâsid ve terk-i kebâir üssü’l-esas olup büyük bir rüçhaniyet kesb etmiş. Bu zamanda tahribat ve menfi cereyan dehşetlendiği için, takvâ bu tahribata karşı en büyük esastır.”31 [/INDENT]Bununla beraber, Fazlur Rahman buradaki korku kelimesinin bizim genelde kullandığımız korkudan farklı olduğunu vurgulamaktadır. Böylece bir zalim veya diktatörden, bir kurttan veya bir suçlunun polisten duyduğu korkudan farklı bir korku sözkonusudur. Bu, “sorumluluktan kaynaklanan bir korkudur”.32 Başka bir ifa-deyle, insanın aşkın varlık olarak Allah'la ilişkisi iman, marifetullah ve muhabbetullaha dayandığı gibi, bu ilişkinin kesilmemesi, lekelenmemesi ve bozulmaması için gösterilen gayret ve çaba takva olarak nitelendirilmektedir. Böylece kulun, Allah'a olan saygı, sevgi ve sorumluluğundan kaynaklanan bir korkuyu ifade eder ki, bu zikrettiğimiz diğer korkulardan tamamen farklıdır. Belki evladın anne-babasına, öğrencinin öğretmenine karşı duyduğu ve onların sevgi ve saygısını kaybetme endişesinden duyduğu bir korkuya benzetilebilir. Böylece, yaptığı kötü amellerin sonucu olarak âhirette cezalandırılmaktan kaynaklanan korkunun yanında, Rahman ve Rahîm olan Allah'a karşı duyulan sevgi ve saygı merkezli bir korkudur. Bu açıdan bakınca, takvanın iman ve islâmı beraberce ihtiva ettiği görülmektedir. İman kalbin derununda yerleşirken, islâm ise insanın hal ve hareketlerinde inancının etkisinin ortaya çıkması ve tezahür etmesidir. Takva ise her iki kavramın bir sonucu olarak, kulun amellerini sadece ve sadece Allah’a karşı duyduğu sevgi, saygı ve korkuyla gerçekleştirmesidir. Sadece O’nun rızasını esas almasıdır. Bunu şu âyet-i kerimenin anlamında açıkça görmek mümkündür: [INDENT] Yüzlerinizi doğudan yana ve batıdan yana çevirmeniz iyi olmak demek değildir: Lakin iyi olan, Allah'a, âhiret gününe, meleklere, Kitab'a, peygamberlere inanan; (mal sevgisine rağmen) yetimlere, düşkünlere, yolculara, yoksullara ve kölelere uğrunda mal veren, namaz kılan, zekat veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefa gösterenler, zorda, darda ve savaş alanında sabredenlerdir. İşte onlar doğru olanlardır ve sakınanlar (takva sahipleri) ancak onlardır.33 [/INDENT]Âyet-i kerimeden açıkça anlaşıldığı gibi, takva iman üzerine bina edilmelidir. Böylece iman üzerine bina edilmeyen hal ve davranışlar takva olarak nitelendirilemez. Aynı tezi destekleyen bir diğer âyet ise şöyledir: “Bu hayvanların ne etleri ve ne de kanları Allah'a ulaşacaktır. Allah'a ulaşacak olan ancak sizin O'nun için yaptığınız, gösterişten uzak amel ve ibadettir.”34 Burada Said Nursî'nin Kur’ân merkezli sahih bir iman için yaptığı vurgu dikkat çekicidir. Herkesin Allah'a inandığını söyleyerek, imana vurgu yapmanın anlamsızlık ve lüzumsuzluğunu iddia edenlere verdiği cevap, iman-amel ilişkisinin yanında, takvanın her ikisinin âdeta zorunlu bir sonucu olarak nasıl ortaya çıktığını da göstermektedir: [INDENT] Allah'ı bilmek, bütün kâinatı ihata eden rububiyetine ve zerrelerden yıldızlara kadar cüz'î ve küllî herşey O'nun kabza-i tasarrufunda ve kudret ve iradesiyle olduğuna kat'î iman etmek; ve mülkünde hiçbir şeriki olmadığına Lâ ilâhe illallah kelime-i kudsiyesine, hakikatlerine iman etmek, kalben tasdik etmekle olur. Yoksa, “Bir Allah var” deyip, bütün mülkünü esbaba ve tabiata taksim etmek ve onlara isnat etmek hâşâ hadsiz şerikleri hükmünde esbabı merci tanımak ve herşeyin yanında hâzır irade ve ilmini bilmemek ve şiddetli emirlerini tanımamak ve sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini tanımamak, peygamberlerini bilmemek elbette hiçbir cihette Allah'a iman hakikati onda yoktur. Belki küfr-ü mutlaktaki mânevî cehennemin dünyevî tazibinden kendini bir derece teselliye almak için o sözleri söyler. Evet, inkâr etmemek başkadır, iman etmek bütün bütün başkadır. Evet, kâinatta hiçbir zîşuur, kâinatın bütün eczası kadar şahidleri bulunan Hâlik-ı Zülcelâl'i inkâr edemez. Etse, bütün kâinat onu tekzib edeceği için susar, lâkayd kalır. Fakat ona iman etmek, Kur'ân-ı Azîmüşşânın ders verdiği gibi, O Hâlıkı, sıfatlarıyla, isimleriyle, umum kâinatın şehadetine istinaden kalben tasdik etmek; ve elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak; ve günah ve emre muhalefet ettiği vakit, kalben tevbe ve nedamet etmek iledir. Yoksa büyük günahları serbest işleyip istiğfar etmemek ve aldırmamak, o imandan hissesi olmadığına delildir.35 [/INDENT]Görüldüğü gibi, İslâm kardeşliğinin temeli olan Allah'a iman, gerçekten birey ve toplum için birçok sonuçları beraberinde getirmektedir. Dinin bir vicdan meselesi olduğunu iddia edenlerin görmezden geldikleri veya korktukları hususun, bireyin tüm benliğine, yaşantısına, hal ve hareketlerine nüfuz eden ve yönlendiren böyle Kur’ân merkezli sahih imanın gücü ve etkisi olduğu söylenebilir. Bediüzzaman Uhuvvet Risalesi’nde, mü’minler arasındaki birlik ve beraberlik ruhunu pekiştirmek, kuvvetlendirmek ve geliştirmek için kullandığı bir argümanı Allah'ın isim ve sıfatlarına dayandırmaktadır. Aslında bu argümanın tüm insanlara ve hatta tüm mahlukata da teşmil edilebileceğini düşünüyorum. Bediüzzaman iman kavramının ve bunun yöneldiği objenin [Allah’ın] gücünden hareketle şöyle der: “İmanın verdiği nur ve şuur ile ve sana gösterdiği ve bildirdiği Esmâ-i İlâhiye adedince vahdet alâkaları ve ittifak râbıtaları ve uhuvvet münasebetleri var. Meselâ, her ikinizin [veya hepinizin] Halikınız bir, Malikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir; bir bir, bine kadar bir bir.36 Burada zikredilen Esmâ-i İlâhiye ve sıfatların Müslümanlar arasındaki birlik, beraberlik ve gerçek kardeşliğin temelini oluşturduğu açıktır. Ancak daha geniş bir perspektiften bakıldığında, aynı esmâ ve sıfatların tüm insanları ve hatta tüm mahlukatı da kuşattığı görülmektedir. Bediüzzaman'ın ifadesiyle “tevhid-i imanî, tevhid-i kulûbu” ve “vahdet-i itikad dahi vahdet-i ictimaiyeyi” gerektirmektedir.37 Böylece bütün ayrımcılıkların, ırkçılığın ve zulümlerin menşei olarak görülen “diğeri” veya “ötekisi” ile ilgili sun’i ayrımlar, Müslümanın gözüne Allah'ın esmâ ve sıfatlarının tezahürü ve yansıması olarak görünür. Irk, renk, dil, vb. tüm farklılıklar İslâm’ın tevhid ilkesi çerçevesinde yeni bir anlam kazanarak; Allah'ın varlığının ve birliğinin âyetleri mertebesine çıkar: “Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olması, O'nun varlığının belgelerindendir. Doğrusu bunlarda, bilenler için dersler vardır.”38 Yine bir diğer âyet-i kerimede ise, bu farklılığın bir diğer amacı ve sosyal boyutu da şöyle ifade edilir: “Ey insanlar! Sizleri bir erkek ve dişiden yarattık; sonra da birbirinizi tanıyasınız diye milletlere ve kabilelere ayırdık.”39 Said Nursî’nin bu âyete meal verirken bu sosyal boyutu öne çıkardığı görülmektedir: “Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım, tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinize hayat-ı ictimai-yeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa, sizi kabile kabile yaptım ki, yekdiğerine karşı inkârla yabanî bakasınız, husumet ve adâvet edesiniz değildir.”40 Görüldüğü gibi, “öteki” olarak adlandırılabilecek herşeyle ilgili davranışın temelinde “tanıma” ve “yardımlaşma” esprisi yatmaktadır. Bu aslında İslâm medeniyetini Batı medeniyetinden ayıran temel özelliklerden birisidir. Batı medeniyetinin sebep olduğu günümüzdeki sorunlara rağmen, bazı Batılı düşünürlerin, örneğin Samuel Huntington’ın, hâlâ medeniyetler arası ilişkileri “çatışma” eksenine oturtmaya çalıştıkları görülmektedir.41 İslâmî dünya görüşünün hakim olduğu yerlerde, insanların renkleri, dilleri ve ırklarının farklı olmasından dolayı horlanmamaları, sömürülmemeleri, zulüm ve işkencelere maruz kalmamalarının temel nedeni, bu dünya görüşünün temelindeki tevhid ilkesinde aranmalıdır. Konunun daha iyi anlaşılması için günümüzden bir örnek vermek istiyorum. Amerika’daki beyaz ırkçı zihniyetin, önce yerli Kızılderililere ve daha sonra da zencilere uyguladığı 400 yıllık zulüm ve işkenceler malumdur. Bütün bunları şahsında somutlaştıran ve konumuz için güzel bir örnek teşkil edebilecek kişi-lerden birisi Malcolm X'dir. Bu adı almasının temelinde de, bu ırk ayrımcılığına ve zencilere karşı duyulan kin, öfke ve düşmanlığa dikkat çekmek isteği yatmaktadır. Ancak Müslüman olduktan sonra el-Hac Malik Şahbaz adını almıştır. Yukarıda işaret ettiğimiz İslâmî dünya görüşünün insanlarda nasıl bir dönüşüm meydana getirdiğinin; insanlar arasındaki renk, ırk, dil ve benzeri farklılıkları kin, düşmanlık ve ayrımcılığa değil de, kardeşliğe, birlik ve beraberlik ruhuna dönüştürdüğünün en anlamlı örneklerinden birisi Malcolm X'in bizzat kendisidir. Amerika’daki beyaz ırkçılığın ve ayrımcılığın bir sonucu olarak, çok katı bir siyahi ırkçı olan ve yeryüzündeki tüm beyazlara karşı kin ve nefretle dolan Malcolm X, Müslüman olduktan sonra tüm bu görüşlerini değiştirmiştir. Dahası renk ayrımcılığına dayanan Amerika’daki ırkçılığı, Amerika’nın iliklerini kemiren ve tedavi edilmediği takdirde Amerika’yı mahvedebilecek bir kansere benzetmiştir. Bu kanser illetini tedavi edebilecek tek ilaç da, Malcolm X'e göre İslâm'dır. Bunu hac için geldiği Mekke'den, Amerika’daki sadık bir arkadaşına yazdığı şu mektupta görmek mümkündür: [INDENT] “Burada dünyanın her tarafından gelmiş on binlerce hacı var. Mavi gözlü sarışınlardan, siyah derili Afrikalılara kadar, her renkten insanlar bir arada. Ancak Amerika’daki tecrübelerim, beyazla beyaz olmayanlar arasında böyle bir ilişki ve beraberliğin mümkün olamayacağını söylese de, burada birlik ve kardeşlik ruhuyla hep beraber ibadet ediyoruz. Amerika İslâm'ı anlamak zorunda. Zira ırkçılığın neden olduğu hastalıkları yok eden tek din İslâm'dır. İslâm dünyasındaki yolculuğum boyunca birçok insanla karşılaştım. Onlarla konuştum. Hatta Amerika'da beyaz denilebilecek kadar beyaz olan insanlarla aynı sofrada yemek bile yedim. Ancak İslâm'ın onlardaki ‘beyaz adam’a özgü [ırkçı ve ayrımcı] davranışları yok ettiğini gördüm. Bütün ırklardan ve renklerden insanların oluşturduğu böyle bir samimiyet ve kardeşliğe şimdiye kadarki hayatımda şahit olmamıştım. Bu sözlerim sizleri çok şaşırtabilir. Ancak hac süresince gördüklerim ve yaşadıklarım, beni daha önceki düşüncelerimi değiştirmeye ve hatta onları bir kenara atmaya zorladı. Müslüman dünyasındaki son onbir gün süresince, Müslüman dünyasından gözleri mavinin en mavisi, saçları sarının en sarısı ve derileri beyazın en beyazı olan kardeşlerimle aynı tabaktan yemek yedik, aynı bardaktan su içtik, aynı seccade üzerinde uyuduk ve aynı Allah'a hep beraber ibadet ettik. Bunlar arasında hissettiğim samimiyet, Nijerya, Sudan ve Gana'dan gelen siyahîler arasında hissettiğimin aynısıydı. [/INDENT] [/QUOTE]
Adı
İnsan doğrulaması
Peygamber Efendimiz a.s.v.'ın kabri nerededir? (Sadece şehir adını küçük harfler ile giriniz)
Cevap yaz
Forumlar
Risale-i Nur Okuma ve Anlama
Risale-i Nurdan Makaleler
Barış, Kardeşlik ve Hoşgörünün Esasları Üzerine
Bu site çerezler kullanır. Bu siteyi kullanmaya devam ederek çerez kullanımımızı kabul etmiş olursunuz.
Accept
Daha fazla bilgi edin.…
Üst