Ana sayfa
Forumlar
Yeni mesajlar
Forumlarda ara
Blog
Neler yeni
Yeni mesajlar
Son aktiviteler
Giriş yap
Kayıt ol
Neler yeni
Ara
Ara
Sadece başlıkları ara
Kullanıcı:
Yeni mesajlar
Forumlarda ara
Menü
Giriş yap
Kayıt ol
Install the app
Yükle
Forumlar
Risale-i Nur Okuma ve Anlama
Risale-i Nurdan Makaleler
Barış, Kardeşlik ve Hoşgörünün Esasları Üzerine
JavaScript devre dışı. Daha iyi bir deneyim için, önce lütfen tarayıcınızda JavaScript'i etkinleştirin.
Çok eski bir web tarayıcısı kullanıyorsunuz. Bu veya diğer siteleri görüntülemekte sorunlar yaşayabilirsiniz..
Tarayıcınızı güncellemeli veya
alternatif bir tarayıcı
kullanmalısınız.
Konuya cevap cer
Mesaj
<blockquote data-quote="Huseyni" data-source="post: 230194" data-attributes="member: 27"><p><strong>B. Ülkemizin Durumu </strong></p><p><strong></strong></p><p> Barış ve kardeşliği tartışmamızda ülkemizin içinde bulunduğu durumun da rolü bulunmaktadır. Bilindiği gibi Cumhuriyetin kuruluşundan hemen sonra Türk insanı için yeni bir kimlik önerilmiştir.13 Bunun bir sonucu olarak, 1928'den itibaren dinîn eğitimden ve daha sonraki yıllarda ise sosyal hayatın tümünden dışlanmasıyla, bu yeni kimliğin esasları belli olmaya başlamıştır. Zamanın kabul gören anlayışına uygun olarak ulus-devlet ve vatandaşlık fikirlerinden hareketle, bu yeni kimlik ırkî esaslar üzerine bina edil-meye çalışılmıştır. Bu yeni anlayışın bir sonucu olarak da dinî olan herşey ya yasaklanmış veya takibata maruz kalmıştır. Bunun en tipik örneklerinden birisi 17 Mayıs 1942'de zamanın Matbuat Umum Müdürü olan Vedat Nedim Tör'ün yayınladığı bir genelgedir. Bütün gazetelere gönderilen bu genelgeyle, dinden bahseden bütün yazı ve tefrikaların en geç on gün içinde sona erdirilmesi istenmiştir. Amaç ise Türk insanı için öngörülen adı geçen yeni kimlikle ilgilidir: “Biz her ne şekil ve surette olursa olsun memleket dahilinde dinî neşriyat yapılarak dinî bir atmosfer yaratılmasına ve gençlik için dinî bir zihniyet fideliği vücuda getirilmesine taraftar değiliz.” </p><p></p><p></p><p> Burada gözden kaçırılan ve iyi hesap edilmeyen noktanın şu olduğu görülmektedir: Bin yıldır İslâmî değerlerin oluşturduğu bir kimliğin, ırkî esaslara göre tanımlanmasının ve üstelik her türlü dinî değerin tamamen dışlanarak bunun yapılmasının ülkenin geleceği için bir tehlike oluşturup oluşturmayacağının hesaplanmaması. Anadolu’nun asırlardır birçok millet ve kavme beşiklik ettiği, hatta çeşitli millet ve ırkların bir mozayiğinden oluştuğu düşünülürse, ırkî esaslara dayanan politikaların bu mozayiği nasıl parçalayacağını anlamak güç değildir. Durumun farkında olan ve bu yeni kimliğin değil ülkeyi muasır medeniyet seviyesine çıkarmak, bilakis ülkenin birlik ve beraberliğini tehdit eden bir boyut kazanacağını söyleyenler olmuştur. Bunların başında da o sıralar Emirdağ'da sürgünde bulunan Said Nursî gelmektedir. O, Türk milletinin bin yılı aşkın süredir İslâmî değerlerle yoğrulduğunu, bu nedenle dinî duygu ve değerlerden yoksun, dahası dine düşman olarak yetiştirilmiş bir gençliğin istikbalede ülkemiz için büyük bir tehlike teşkil edeceğine ısrarla işaret etmiştir. Bu endişelerini bizzat zamanın Halk Partisi Genel Sekreteri Hilmi Uran'a bir mektupla iletmesi ise gerçekten ilginç ve düşündürücüdür. Said Nursî, milletin bin yıllık İslâmî değerlerle oluşmuş kimliğiyle oynamanın, nasıl olumsuz sonuçlar getireceğine şöyle işaret etmektedir: <p style="margin-left: 20px"> “Bin seneden beri âlem-i İslâmiyeti kahramanlığıyle memnun eden ve vahdet-i İslâmiyeyi muhafaza eden ve âlem-i beşeriyetin küfr-ü mutlaktan ve dalâletten şanlı bir surette kurtulmasına büyük bir vesile olan Türk milleti ve Türkleşmiş olanların din kardeşleri; eğer şimdi eski zaman gibi kahramancasına Kur'ân'a ve hakaik-i imânâ sahip çıkmazsanız ve doğrudan doğruya hakaik-ı Kur'âniye ve imâniyeyi tervice çalışmazsanız, size kat'iyyen haber veriyorum ve kat'î hüccetlerle isbat ederim ki: âlem-i İslâm'ın muhabbet ve uhuvveti yerine dehşetli bir nefret; ve kahraman kardeşi ve kumandanı olan Türk milletine bir adâvet ve şimdi âlem-i İslâmı mahva çalışan küfr-ü mutlak altındaki anarşiliğe mağlûp olup, âlem-i İslâm'ın kal'ası ve şanlı ordusu olan bu Türk milletinin parça parça olmasına ve şark-ı şimâlîden çıkan dehşetli ejderhanın istilâ etmesine sebebiyet vereceksiniz.” </p> <p style="margin-left: 20px"></p> <p style="margin-left: 20px">“Evet hariçteki iki dehşetli cereyana karşı bu kahraman millet, Kur’ân kuvvetiyle dayanabilir. Yoksa, küfr-ü mutlakı, istibdad-ı mutlakı, sefahet-i mutlakı ve ehl-i namusun servetini serserilere ibâhe etmesini âlet ederek dehşetli bir kuvvetle gelen bir cereyanı durduracak, ancak İslâmîyet hakikatiyle mezcolmuş, ittihad etmiş ve bütün mazideki şerefini İslâmîyet'te bulmuş olan bu milletteki din kuvveti ve iman bütünlüğüdür. </p> <p style="margin-left: 20px"></p> <p style="margin-left: 20px">“Evet bu milletin hamiyetperverleri, milliyetperverleri herşeyden evvel; bu mümteziç, müttehid milliyetin can damarı hükmünde olan hakaik-i Kur’âniyeyi terbiye-i medeniye yerine ikame etmek ve düstur-u hareket yapmakla o cereyanı durdurur inşaallah!..”14 </p> <p style="margin-left: 20px"></p><p>Bu ikazların haklılığı 1970'li yılların anarşi ve terör olaylarıyla ortaya çıkmıştır. Mevcut eğitim sisteminin ve tabiî yeni kimliğin ürünü olan gençliğin, devleti ve anayasal sistemi bizzat tahrip etmeye başladığı görülmüştür. Bütün bunların bir sonucu olarak 12 Eylül 1980 askerî darbesi, din derslerini Anayasanın 24. maddesiyle ilk ve orta öğretimde zorunlu hale getirerek, İslâmî değerlerin toplumumuzun birlik ve beraberliğinin mayası ve çimentosu olduğu gerçeğini zımnen de olsa kabul etmiştir. </p><p></p><p></p><p> Diğer yandan ülkemizin son on yıldır karşı karşıya bulunduğu bölücü terörün de konumuzla ilgisi bulunduğunu düşünüyorum. Ülkemizin en ciddi sorunu olmaya devam eden bölücü terörün de, tıpkı yukarıdaki anarşi ve terör gibi, devletin resmî görüşündeki bazı çarpıklıklardan kaynaklandığını bugün birçok kimse kabul etmektedir. Bu konuda sadece dış güçleri suçlamak, yeterli değildir. Yapılması gereken soruna tarihî bir bakış açısıyla yaklaşmak ve doğru değerlendirmeler yapmaktır. Aksi takdirde, bölücü terörün neden olduğu ekonomik zararlar bir yana, bizzat ülkemizin birlik ve beraberliği için büyük bir tehdit oluşturmaktadır. Bu tehdidin ayrı bir devlet şeklinde ortaya çıkacağına ihtimal verilmemelidir. Asıl tehlike asırlardır beraber ve birlikte yaşamış, âdeta et-kemik gibi birbirine geçmiş ve kaynaşmış Türk ve Kürtlerin arasında ekilmeye ve geliştiril-meye çalışılan kin ve nefret duygusudur. Bunun yanında son zamanlarda körüklenen Alevi-Sünni, laik-antilaik vb. ayrımların da ülkedeki barış ve kardeşlik ortamını tehdit ettiğini belirtmeye gerek yoktur. Bu çalışmamızın daha sonraki bölümlerinde göstermeye çalışacağımız gibi, tüm bu sorunların çözülmesi İslâmî değerlerle mümkündür. Yapılması gereken, ırk, renk ve dil farklılığını üstünlük ve hakimiyete esas alarak kin ve nefretin toplumda yayılmasına yol açan bir kımliğin değil, bilakis İslâm’ın evrensel değerler manzumesinden ve ilkelerinden hareketle birlik ve beraberliğin teminatı olan daha üst ve kuşatıcı bir kimliğin vurgulanmasıdır. Böylece, sadece müslümanları değil, tüm insanları ve hatta tüm mahlukatı kuşatan, onlarla bir bütünlük ve âhenk meydana getiren bir kimlik oluşturmaktır. </p><p></p><p></p><p> Görüldüğü gibi “barış ve kardeşlik”ten bahsetmemizin çok önemli nedenleri var. Bununla beraber bütün bunların kökeninde ve temelinde yatan nedenlere işaret etmek gerekir. Aksi takdirde “barış ve kardeşlik” için yeni ve sağlam bir temel bulmak mümkün olmayacaktır. Çağdaş ideolojilere baktığımızda bunların en temel özelliğinin “tekçi, monist, totaliter ve mutlakiyetçi” oldukları görülmektedir. Bu ideolojiler kendileri gibi düşünmeyen farklı düşünceleri veya kendilerinden saymadıkları herkesi yok edilmesi gereken bir düşman olarak görmüşlerdir. Brzezinski'nin ifadesiyle “Bir önceki yüzyılda, Tanrı'nın herşeye kâdir olduğuna inanan adam, yerini cennetin yeryüzünde kurulabileceğine inanan, bunun için de yalnız insanı ezmekle kalmayıp doğayı da yok eden seküler fanatiğe bırakmıştır.” Ancak gerçek dinin yerini almaya çalışan bu tekçi ve totaliter anlayış insanlığa çok pahalıya mal olmuştur: <p style="margin-left: 20px"> “Son yüzyıl boyunca, bu düşünce insanlık tarihinin politik anlamda en kibirli ve pahalıya ödenen deneyimine dönüşmüş, totaliter idareler zorlayıcı ütopyalarını yaratmaya çalışmışlardır. Bu ütopyalar bütün gerçekleri, objektif düzeyde toplumsal organizasyonları, sübjektif düzeyde ise kişisel inançları, tek bir politik merkezden kaynaklanan doktrinel kontrole bağlı kılmayı amaçladı. İnsanoğlunun bu aşırılık için ödediği fiyatı hesaplayabilmek mümkün değildir.”15 </p> <p style="margin-left: 20px"></p><p>Bununla beraber, çağdaş ideolojilerin sebep olduğu zulüm ve tahribattan nasibini alan sadece insanoğlu olmamıştır. Bunun yanında insanın tabiî çevresi de tarihin en büyük tahribatıyla karşı karşıya kalmıştır. Bu tahribatın günümüzdeki adı ise “çevre sorunlarıdır”. Şu kadarını ifade edelim ki, sadece II. Dünya Savaşından sonraki ve hatta sadece 1960-1990 tarihleri arasındaki çevre sorunlarının ulaştığı boyut tüm insanlık tarihindekinden daha büyüktür.16 İlginç ve düşündürücü olan ise, çağımızın en büyük zulümlerinin ve en büyük çevre sorunlarının daha çok her tür manevî değeri reddetmekle kalmayıp bunlara savaş açan komünist sistemin hâkim olduğu ülkelerde ortaya çıkmasıdır. SSCB eski devlet başkanı Gorbaçov'un bunun nedenlerini soran bir gazeteciye verdiği kısa cevap herşeyi açıklamaktadır: “İnsanın kendisini tanrılaştırması ve herşeye sahip olduğunu sanması. Ancak insan Tanrı değildir.”17</p><p></p><p></p><p> Böylece, tüm sorunların temelinde; çağdaş insanın kendisini herşeye sahip, istediğini yapabilen, kendi zevklerini tatmin eden herşeyin meşru olduğuna inanan anlayışının yattığı görülmektedir. Bu nedenle günümüz insanın kendinî yeniden tanımaya çalışarak kâinattaki yerini, görevini ve sorumluluklarını/sorumsuzluklarını yeniden tanımlamaya çalışıyor. Daha önce sahip olduğu izafi değerler yerine, herkesi kuşatan evrensel ve mutlak ilâhî değerleri koymaya çalışıyor. Postmodern olarak tanımlanan zamanımızda gözlemlenen dinî değerlerin yükselmesine ve önem kazanmasına Said Nursî'nin 1911'de Şam Emeviyye Camiinde verdiği hutbede işaret ettiği görülmektedir. İnsanın mahiyeti üze-rine yaptığı tahlil ve tesbitler sonucunda, insanlığın dinsizliğin mahiyetini ve sebep olduğu sonuçları istikbalde daha iyi anlayacağını ve din-i hakk’a yöneleceğini ifade ederek şu sonuca ulaşıyor Said Nursî: <p style="margin-left: 20px"> Nev-i beşer, hususan medeniyet fenlerinin ikazatıyla uyanmış, intibaha gelmiş, insaniyetin mahiyetini anlamış. Elbette ve elbette dinsiz, başıboş yaşamazlar. Ve olamazlar. Çünki, acz-i beşerî ile beraber hadsiz musibetler ve onu inciten hâricî ve dahilî düşmanlara karşı istinad noktası; ve fakrıyla beraber hadsiz ihtiyâcâta mübtelâ ve ebede kadar uzanmış arzularına meded ve yardım edecek istimdâd noktası, yalnız ve yalnız Sani'-i âlemi tanımak ve iman etmek ve âhirete inanmak ve tasdik etmekten başka, uyanmış beşerin çaresi yok...18 </p> <p style="margin-left: 20px"></p><p>Buraya kadar yaptığımız girişin temel amacı, bütün bu zulüm ve düşmanlıkların temelinde, çağdaş insanın önce “kendisini”, daha sonra da “öteki”sini tanımlamasında esas aldığı değer ve kıstasların yattığını göstermektir. Böylece, kendimizi ve ötekini tanımlama biçimimizi ve bu tanımlamanın muhtevasını değiştirmeden, bunların sonuçlarının da değişmeyeceğine olan inancımızı vurgulamaktır. Zaten asıl sorun da “kendisini” tek ve mutlak gerçek olarak tanımlayan, kendisi gibi düşünmeyen ve kendisinden olmayanları, hatta tabiî çevreyi, yani “ötekini”, ele geçirilmesi, baskı altına alınması ve nihâyette yok edilmesi gereken bir varlık olarak tanımlayan zihniyetten kaynaklanmaktadır. Bu tanımlamanın sonucu ise yukarıda arzetmeye çalıştığımız tablodur.19</p><p></p><p> </p><p> Eğer barış ve kardeşliği Kur’ân'ın ışığında temellendirmeye çalışıyorsak, öncelikle bunun temelini oluşturacak temel kavramları vurgulamamız gerekir. Başka bir ifadeyle, Kur’ân'ın “kendimizi” ve “ötekini” nasıl tanımladığını ortaya koymamız gerekir. Bu yapıldıktan sonradır ki, Kur’ân merkezli bir barışın ve kardeşliğin gerçek boyutları ve değeri daha iyi anlaşılacak ve takdir edilecektir. Bunu gösterebilmek için özellikle Kur’ân'ın ortaya koyduğu ahlâkî öğretinin üç temel kavramına dikkat çekmek yerinde olacaktır: İman, islâm ve takva.</p></blockquote><p></p>
[QUOTE="Huseyni, post: 230194, member: 27"] [B]B. Ülkemizin Durumu [/B] Barış ve kardeşliği tartışmamızda ülkemizin içinde bulunduğu durumun da rolü bulunmaktadır. Bilindiği gibi Cumhuriyetin kuruluşundan hemen sonra Türk insanı için yeni bir kimlik önerilmiştir.13 Bunun bir sonucu olarak, 1928'den itibaren dinîn eğitimden ve daha sonraki yıllarda ise sosyal hayatın tümünden dışlanmasıyla, bu yeni kimliğin esasları belli olmaya başlamıştır. Zamanın kabul gören anlayışına uygun olarak ulus-devlet ve vatandaşlık fikirlerinden hareketle, bu yeni kimlik ırkî esaslar üzerine bina edil-meye çalışılmıştır. Bu yeni anlayışın bir sonucu olarak da dinî olan herşey ya yasaklanmış veya takibata maruz kalmıştır. Bunun en tipik örneklerinden birisi 17 Mayıs 1942'de zamanın Matbuat Umum Müdürü olan Vedat Nedim Tör'ün yayınladığı bir genelgedir. Bütün gazetelere gönderilen bu genelgeyle, dinden bahseden bütün yazı ve tefrikaların en geç on gün içinde sona erdirilmesi istenmiştir. Amaç ise Türk insanı için öngörülen adı geçen yeni kimlikle ilgilidir: “Biz her ne şekil ve surette olursa olsun memleket dahilinde dinî neşriyat yapılarak dinî bir atmosfer yaratılmasına ve gençlik için dinî bir zihniyet fideliği vücuda getirilmesine taraftar değiliz.” Burada gözden kaçırılan ve iyi hesap edilmeyen noktanın şu olduğu görülmektedir: Bin yıldır İslâmî değerlerin oluşturduğu bir kimliğin, ırkî esaslara göre tanımlanmasının ve üstelik her türlü dinî değerin tamamen dışlanarak bunun yapılmasının ülkenin geleceği için bir tehlike oluşturup oluşturmayacağının hesaplanmaması. Anadolu’nun asırlardır birçok millet ve kavme beşiklik ettiği, hatta çeşitli millet ve ırkların bir mozayiğinden oluştuğu düşünülürse, ırkî esaslara dayanan politikaların bu mozayiği nasıl parçalayacağını anlamak güç değildir. Durumun farkında olan ve bu yeni kimliğin değil ülkeyi muasır medeniyet seviyesine çıkarmak, bilakis ülkenin birlik ve beraberliğini tehdit eden bir boyut kazanacağını söyleyenler olmuştur. Bunların başında da o sıralar Emirdağ'da sürgünde bulunan Said Nursî gelmektedir. O, Türk milletinin bin yılı aşkın süredir İslâmî değerlerle yoğrulduğunu, bu nedenle dinî duygu ve değerlerden yoksun, dahası dine düşman olarak yetiştirilmiş bir gençliğin istikbalede ülkemiz için büyük bir tehlike teşkil edeceğine ısrarla işaret etmiştir. Bu endişelerini bizzat zamanın Halk Partisi Genel Sekreteri Hilmi Uran'a bir mektupla iletmesi ise gerçekten ilginç ve düşündürücüdür. Said Nursî, milletin bin yıllık İslâmî değerlerle oluşmuş kimliğiyle oynamanın, nasıl olumsuz sonuçlar getireceğine şöyle işaret etmektedir: [INDENT] “Bin seneden beri âlem-i İslâmiyeti kahramanlığıyle memnun eden ve vahdet-i İslâmiyeyi muhafaza eden ve âlem-i beşeriyetin küfr-ü mutlaktan ve dalâletten şanlı bir surette kurtulmasına büyük bir vesile olan Türk milleti ve Türkleşmiş olanların din kardeşleri; eğer şimdi eski zaman gibi kahramancasına Kur'ân'a ve hakaik-i imânâ sahip çıkmazsanız ve doğrudan doğruya hakaik-ı Kur'âniye ve imâniyeyi tervice çalışmazsanız, size kat'iyyen haber veriyorum ve kat'î hüccetlerle isbat ederim ki: âlem-i İslâm'ın muhabbet ve uhuvveti yerine dehşetli bir nefret; ve kahraman kardeşi ve kumandanı olan Türk milletine bir adâvet ve şimdi âlem-i İslâmı mahva çalışan küfr-ü mutlak altındaki anarşiliğe mağlûp olup, âlem-i İslâm'ın kal'ası ve şanlı ordusu olan bu Türk milletinin parça parça olmasına ve şark-ı şimâlîden çıkan dehşetli ejderhanın istilâ etmesine sebebiyet vereceksiniz.” “Evet hariçteki iki dehşetli cereyana karşı bu kahraman millet, Kur’ân kuvvetiyle dayanabilir. Yoksa, küfr-ü mutlakı, istibdad-ı mutlakı, sefahet-i mutlakı ve ehl-i namusun servetini serserilere ibâhe etmesini âlet ederek dehşetli bir kuvvetle gelen bir cereyanı durduracak, ancak İslâmîyet hakikatiyle mezcolmuş, ittihad etmiş ve bütün mazideki şerefini İslâmîyet'te bulmuş olan bu milletteki din kuvveti ve iman bütünlüğüdür. “Evet bu milletin hamiyetperverleri, milliyetperverleri herşeyden evvel; bu mümteziç, müttehid milliyetin can damarı hükmünde olan hakaik-i Kur’âniyeyi terbiye-i medeniye yerine ikame etmek ve düstur-u hareket yapmakla o cereyanı durdurur inşaallah!..”14 [/INDENT]Bu ikazların haklılığı 1970'li yılların anarşi ve terör olaylarıyla ortaya çıkmıştır. Mevcut eğitim sisteminin ve tabiî yeni kimliğin ürünü olan gençliğin, devleti ve anayasal sistemi bizzat tahrip etmeye başladığı görülmüştür. Bütün bunların bir sonucu olarak 12 Eylül 1980 askerî darbesi, din derslerini Anayasanın 24. maddesiyle ilk ve orta öğretimde zorunlu hale getirerek, İslâmî değerlerin toplumumuzun birlik ve beraberliğinin mayası ve çimentosu olduğu gerçeğini zımnen de olsa kabul etmiştir. Diğer yandan ülkemizin son on yıldır karşı karşıya bulunduğu bölücü terörün de konumuzla ilgisi bulunduğunu düşünüyorum. Ülkemizin en ciddi sorunu olmaya devam eden bölücü terörün de, tıpkı yukarıdaki anarşi ve terör gibi, devletin resmî görüşündeki bazı çarpıklıklardan kaynaklandığını bugün birçok kimse kabul etmektedir. Bu konuda sadece dış güçleri suçlamak, yeterli değildir. Yapılması gereken soruna tarihî bir bakış açısıyla yaklaşmak ve doğru değerlendirmeler yapmaktır. Aksi takdirde, bölücü terörün neden olduğu ekonomik zararlar bir yana, bizzat ülkemizin birlik ve beraberliği için büyük bir tehdit oluşturmaktadır. Bu tehdidin ayrı bir devlet şeklinde ortaya çıkacağına ihtimal verilmemelidir. Asıl tehlike asırlardır beraber ve birlikte yaşamış, âdeta et-kemik gibi birbirine geçmiş ve kaynaşmış Türk ve Kürtlerin arasında ekilmeye ve geliştiril-meye çalışılan kin ve nefret duygusudur. Bunun yanında son zamanlarda körüklenen Alevi-Sünni, laik-antilaik vb. ayrımların da ülkedeki barış ve kardeşlik ortamını tehdit ettiğini belirtmeye gerek yoktur. Bu çalışmamızın daha sonraki bölümlerinde göstermeye çalışacağımız gibi, tüm bu sorunların çözülmesi İslâmî değerlerle mümkündür. Yapılması gereken, ırk, renk ve dil farklılığını üstünlük ve hakimiyete esas alarak kin ve nefretin toplumda yayılmasına yol açan bir kımliğin değil, bilakis İslâm’ın evrensel değerler manzumesinden ve ilkelerinden hareketle birlik ve beraberliğin teminatı olan daha üst ve kuşatıcı bir kimliğin vurgulanmasıdır. Böylece, sadece müslümanları değil, tüm insanları ve hatta tüm mahlukatı kuşatan, onlarla bir bütünlük ve âhenk meydana getiren bir kimlik oluşturmaktır. Görüldüğü gibi “barış ve kardeşlik”ten bahsetmemizin çok önemli nedenleri var. Bununla beraber bütün bunların kökeninde ve temelinde yatan nedenlere işaret etmek gerekir. Aksi takdirde “barış ve kardeşlik” için yeni ve sağlam bir temel bulmak mümkün olmayacaktır. Çağdaş ideolojilere baktığımızda bunların en temel özelliğinin “tekçi, monist, totaliter ve mutlakiyetçi” oldukları görülmektedir. Bu ideolojiler kendileri gibi düşünmeyen farklı düşünceleri veya kendilerinden saymadıkları herkesi yok edilmesi gereken bir düşman olarak görmüşlerdir. Brzezinski'nin ifadesiyle “Bir önceki yüzyılda, Tanrı'nın herşeye kâdir olduğuna inanan adam, yerini cennetin yeryüzünde kurulabileceğine inanan, bunun için de yalnız insanı ezmekle kalmayıp doğayı da yok eden seküler fanatiğe bırakmıştır.” Ancak gerçek dinin yerini almaya çalışan bu tekçi ve totaliter anlayış insanlığa çok pahalıya mal olmuştur: [INDENT] “Son yüzyıl boyunca, bu düşünce insanlık tarihinin politik anlamda en kibirli ve pahalıya ödenen deneyimine dönüşmüş, totaliter idareler zorlayıcı ütopyalarını yaratmaya çalışmışlardır. Bu ütopyalar bütün gerçekleri, objektif düzeyde toplumsal organizasyonları, sübjektif düzeyde ise kişisel inançları, tek bir politik merkezden kaynaklanan doktrinel kontrole bağlı kılmayı amaçladı. İnsanoğlunun bu aşırılık için ödediği fiyatı hesaplayabilmek mümkün değildir.”15 [/INDENT]Bununla beraber, çağdaş ideolojilerin sebep olduğu zulüm ve tahribattan nasibini alan sadece insanoğlu olmamıştır. Bunun yanında insanın tabiî çevresi de tarihin en büyük tahribatıyla karşı karşıya kalmıştır. Bu tahribatın günümüzdeki adı ise “çevre sorunlarıdır”. Şu kadarını ifade edelim ki, sadece II. Dünya Savaşından sonraki ve hatta sadece 1960-1990 tarihleri arasındaki çevre sorunlarının ulaştığı boyut tüm insanlık tarihindekinden daha büyüktür.16 İlginç ve düşündürücü olan ise, çağımızın en büyük zulümlerinin ve en büyük çevre sorunlarının daha çok her tür manevî değeri reddetmekle kalmayıp bunlara savaş açan komünist sistemin hâkim olduğu ülkelerde ortaya çıkmasıdır. SSCB eski devlet başkanı Gorbaçov'un bunun nedenlerini soran bir gazeteciye verdiği kısa cevap herşeyi açıklamaktadır: “İnsanın kendisini tanrılaştırması ve herşeye sahip olduğunu sanması. Ancak insan Tanrı değildir.”17 Böylece, tüm sorunların temelinde; çağdaş insanın kendisini herşeye sahip, istediğini yapabilen, kendi zevklerini tatmin eden herşeyin meşru olduğuna inanan anlayışının yattığı görülmektedir. Bu nedenle günümüz insanın kendinî yeniden tanımaya çalışarak kâinattaki yerini, görevini ve sorumluluklarını/sorumsuzluklarını yeniden tanımlamaya çalışıyor. Daha önce sahip olduğu izafi değerler yerine, herkesi kuşatan evrensel ve mutlak ilâhî değerleri koymaya çalışıyor. Postmodern olarak tanımlanan zamanımızda gözlemlenen dinî değerlerin yükselmesine ve önem kazanmasına Said Nursî'nin 1911'de Şam Emeviyye Camiinde verdiği hutbede işaret ettiği görülmektedir. İnsanın mahiyeti üze-rine yaptığı tahlil ve tesbitler sonucunda, insanlığın dinsizliğin mahiyetini ve sebep olduğu sonuçları istikbalde daha iyi anlayacağını ve din-i hakk’a yöneleceğini ifade ederek şu sonuca ulaşıyor Said Nursî: [INDENT] Nev-i beşer, hususan medeniyet fenlerinin ikazatıyla uyanmış, intibaha gelmiş, insaniyetin mahiyetini anlamış. Elbette ve elbette dinsiz, başıboş yaşamazlar. Ve olamazlar. Çünki, acz-i beşerî ile beraber hadsiz musibetler ve onu inciten hâricî ve dahilî düşmanlara karşı istinad noktası; ve fakrıyla beraber hadsiz ihtiyâcâta mübtelâ ve ebede kadar uzanmış arzularına meded ve yardım edecek istimdâd noktası, yalnız ve yalnız Sani'-i âlemi tanımak ve iman etmek ve âhirete inanmak ve tasdik etmekten başka, uyanmış beşerin çaresi yok...18 [/INDENT]Buraya kadar yaptığımız girişin temel amacı, bütün bu zulüm ve düşmanlıkların temelinde, çağdaş insanın önce “kendisini”, daha sonra da “öteki”sini tanımlamasında esas aldığı değer ve kıstasların yattığını göstermektir. Böylece, kendimizi ve ötekini tanımlama biçimimizi ve bu tanımlamanın muhtevasını değiştirmeden, bunların sonuçlarının da değişmeyeceğine olan inancımızı vurgulamaktır. Zaten asıl sorun da “kendisini” tek ve mutlak gerçek olarak tanımlayan, kendisi gibi düşünmeyen ve kendisinden olmayanları, hatta tabiî çevreyi, yani “ötekini”, ele geçirilmesi, baskı altına alınması ve nihâyette yok edilmesi gereken bir varlık olarak tanımlayan zihniyetten kaynaklanmaktadır. Bu tanımlamanın sonucu ise yukarıda arzetmeye çalıştığımız tablodur.19 Eğer barış ve kardeşliği Kur’ân'ın ışığında temellendirmeye çalışıyorsak, öncelikle bunun temelini oluşturacak temel kavramları vurgulamamız gerekir. Başka bir ifadeyle, Kur’ân'ın “kendimizi” ve “ötekini” nasıl tanımladığını ortaya koymamız gerekir. Bu yapıldıktan sonradır ki, Kur’ân merkezli bir barışın ve kardeşliğin gerçek boyutları ve değeri daha iyi anlaşılacak ve takdir edilecektir. Bunu gösterebilmek için özellikle Kur’ân'ın ortaya koyduğu ahlâkî öğretinin üç temel kavramına dikkat çekmek yerinde olacaktır: İman, islâm ve takva. [/QUOTE]
Adı
İnsan doğrulaması
Peygamber Efendimiz a.s.v.'ın kabri nerededir? (Sadece şehir adını küçük harfler ile giriniz)
Cevap yaz
Forumlar
Risale-i Nur Okuma ve Anlama
Risale-i Nurdan Makaleler
Barış, Kardeşlik ve Hoşgörünün Esasları Üzerine
Bu site çerezler kullanır. Bu siteyi kullanmaya devam ederek çerez kullanımımızı kabul etmiş olursunuz.
Accept
Daha fazla bilgi edin.…
Üst