Kuran'ı Kerime Ayna Olmak

Gül-i İkra

Well-known member
Risale-i Nur Enstitüsü

Kur’ân’ın bir tek harfinin bir tek nüktesi için şehit olmayı göze alan Bediüzzaman Kur’ân için yaşamıştır, denebilir. O; “Kur’ân’a ait her şey güzeldir, kıymetlidir. Zahiren ne kadar küçük olursa olsun kıymetçe büyüktür” düşüncesinden hareketle Kur’ân’ı öne çıkarmak, onu yüceltmek ve anlatmak için uzun bir ömür harcamıştır.

Dünyada gerçek vahiy olan bir tek kitap vardır, o da Kur’ân’ı Kerim’dir. Nazil olduğu günden beri, onda ne bir eksiklik hissedilmiş, ne de bir ilâvede bulunulmuştur. Çünkü Kur’ân’ı Kerim’i indiren Allah olduğu gibi, onu koruyan da yine Allah’tır.
 

Gül-i İkra

Well-known member
Kur’ân’a bağlanan, Kur’ân’ı çok süslü kutularda muhafaza eden Müslümanlar cahil ve vahşet sahralarında; Kur’ân’ın öngördüğü medeniyet ise, kendisine sahip çıkacak birilerini bekliyor. Kur’ân’ın bir müfessiri olarak 20. asırda bulunmuş olan Bediüzzaman Said Nursî, Kur’ân’dan uzaklaşan Müslümanların tekrar Kur’ân’a dönebilmeleri için yapılması gerekenler hususunda açıklamalarda bulunmuştur.

Kuşkusuz günümüz Müslümanlarının en büyük problemi, Kur’ân’ı olması gerektiğince tefekkür edememeleridir. Allah şöyle buyuruyor: “Kur’ân’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinin üzerinde kilitleri mi var ki hiçbir hakikat gönüllerine girmiyor?” Peki, Müslümanlar, kalpleri üzerindeki bu tefekküre engel kilitleri nasıl kıracaklar? Öyle anlaşılıyor ki, günümüz Müslümanlarının tefekkür kilidini kıramamalarının en büyük belirtisi, Kur’ân’ın emirlerini göz ardı edip dinlememeleridir. Deyim yerindeyse, Kur’ân bir vadide, Müslümanlar başka bir vadidedir.

Bediüzzaman bunun sebeplerini hak ve kuvvetin değişken egemenliklerine bağlamaktadır. Ona göre Hicrî 5. asırdan itibaren İslâm dünyasında hak değil kuvvet hâkim durumdaydı. Bu yüzden o dönemlerde, kişinin kendi mesleğine muhabbet etmesinden çok, başkasının mesleğine husûmet etmesi esastı. Hatta o dönemlerden ta 12. Hicri yüzyılın sonlarına kadar mezhep ve meşrepleri yaşatan ekseriyetle ya taassup ya da tekfir ve safsataydı. Bu durum o derece ileriydi ki eğer birisi taassubu terk ederek ümmetin icma ve tesanütünü kabul edecek olursa mezhebini veya mesleğini değiştirmek zorunda kalırdı. Oysa şeriatın kabul ettiği şey, taassup yerine hak, safsata yerine bürhan ve başkasını tekfir yerine istişare etmektir.
 

Gül-i İkra

Well-known member
O halde denebilir ki, asırlardır İslâm dünyasının çekmekte olduğu sıkıntının asıl sebebi Kur’ân’ı ve Sünneti hakkıyla anlamamak, diğer taraftan bu sahada yazılan kitapların Kur’ân’ın içindeki hakikatlere perde olmalarıdır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle sıkıntının en büyük sebebi “me’hazdeki kudsiyetin” göz ardı edilmesidir. Bediüzzaman, konuyu özetle şöyle dile getirir:

“İslâmın yüzde doksanını oluşturan zarurî hükümler, Bizzat Kur’ân’ın ve onun tefsiri olan Sünnetin malıdır. İçtihaddan kaynaklanan hilâfi meseler ise, yüzde on nisbetinde olup ikisi arasında kıymet bakımından çok fark vardır. İçtihaddan kaynaklanan hilâfi meseleler altın ise, zarurî hükümler birer elmas sütundur. Acaba doksan elmas sütunu on altının himayesine vermek caiz midir? Bilinmelidir ki, halkı, Kur’ân’ın emirlerini dinlemeye ve onlara uymaya sevk eden şey, kaynaktaki kudsiyettir. Bu yüzden müçtehidlerin kitapları cam gibi Kur’ân’ı göstermeli, gölge olmamalıdır.”

“Eğer zaruriyat-i diniye anlatılırken doğrudan doğruya Kur’ân gösterilseydi zihinler tabiî olarak kudsiyete intikal ederdi. Müçtehidlerin kitapları birer şeffaf cam tarzında olmak lazım gelirken zamanla ve mukallidlerin hatası yüzünden paslanıp Kur’ân’a perde olmuşlardır.” (Sünûhat, s: 45)

Bediüzzaman konuyu daha özlü bir şekilde ise şöyle ifade eder: “Kur’ân ayine ister, vekil istemez.” Peki, halkın nazarını kitaplardan alıp doğrudan doğruya Kur’ân’a çevirmenin yolu var mıdır?

Bediüzzaman hiçbir konuda ümitsiz olmadığı gibi Kur’ân’ın öne çıkarılarak, hakikatlerini örten perdelerin kaldırılabilmesi konusunda da ümitsiz değildir. Ona göre halkın nazarını doğrudan doğruya Kur’ân’a çevirmenin üç yolu vardır:

Birinci yol; müelliflerin hak ettikleri derin saygıyı tenkit ile kırmak Kur’ân’ı görmemize engel olan o perdeyi kaldırmaktır. Bu zulümdür ve insafsızlıktır.

İkinci yol; selef âlimlerinin kitaplarında olduğu gibi, şeriat ve fıkıh kitaplarını birer tefsir şekline çevirip içinde Kur’ân’ı göstermektir. Meselâ, bir adam İbni Hacer’in bir kitabına baktığı zaman, Kur’ân’ın ne dediğini anlamak maksadıyla bakmalı, yoksa “İbni Hacer ne diyor.” diye bakılmamalıdır.

Üçüncü yol ise, ehl-i tarîk’in yaptığı gibi, halkın nazarını o perdenin üstüne çıkarıp Kur’ân’ı göstermektir.
 

Gül-i İkra

Well-known member
Bediüzzaman bu meseleyi yazdıktan sonra bir gece rüyasında Hz. Peygamber’i (a.s.m.) görür. Rasulûllah (a.s.m.), kendisine Kur’ân getirildiği sırada kıyam ederler. Bediüzzaman der ki: “O dakikada şu kıyamın ümmeti irşad için olduğu birden hatırıma geldi Bilahare bu rüyayı süleha-yı ümmetten bir zata hikâye ettim, şu suretle tabir etti: Bu büyük bir işaret ve beşarettir ki, Kur’ân-ı Azimü’ş-Şan layık olduğu mevki-i muallâyı bütün cihanda ihraz edecektir.” (Sünûhat, s: 48)


Bediüzzaman Risâle-i Nur’un birçok yerinde tekrar ile; “Risâle-i Nur Kur’ân’ın çok kuvvetli, hakiki bir tefsiridir” der. Risâle-i Nur’un bilinen tefsirlerin tarzında bir kitap olmadığını gören bir kısım hocalar ve bazı muhalif insanlar ise “Risâle-i Nur bir tefsir değildir” demişlerdir. Bediüzzaman bu itiraza açıklık getirmek için iki kısım tefsir bulunduğunu ifade eder:

“Birisi malûm tefsirlerdir ki, Kur’ân’ın ibaresini ve kelime ve cümlelerinin manalarını beyan ve izah ve ispat ederler. İkinci kısım tefsir ise, Kur’ân’ın imani olan hakikatlerini kuvvetli hüccetlerle beyan ve izah ve ispat etmektir. Bu kısmın pek çok ehemmiyeti vardır. Zahir malûm tefsirler bu kısmı bazen mücmel bir tarzda derc ediyorlar. Fakat Risâle-i Nur, doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsalsiz bir tarzda muannit feylesofları susturan bir manevi tefsirdir.” (Tarihçe-i Hayat, s: 517)
 

Gül-i İkra

Well-known member
Gerçekten de, Kur’ân’ın kelimelerini ayrı ayrı inceleyerek lügat ve ıstılahî manalarını araştıran ve bu şekilde Kur’ân cümlelerine mana vermeye çalışan klasik tefsirler pek çoktur. Denebilir ki, çağımızda bu anlamdaki tefsirlere ümmetin ihtiyacı yoktur. Ancak çağın asıl problemi olan iman zaafına Kur’ân’dan reçeteler sunan tefsirlere şiddetli ihtiyaç vardır. İşte Risâle-i Nur, Kur’ân’ı Kerim’in asrımızın ihtiyaçlarına cevap veren âyetlerini tefsir etmiş ve bu konuda makul çözümler üretmiştir.

Bediüzzaman; “Kur’ân’ın bir kısmı diğer bir kısmını tefsir eder” düşüncesinden hareketle müfessirleri bu konuda uyarmaktadır. Ona göre Kur’ân’a tefsir yazmak kolay değildir. Zira Kur’ân’ı tefsir etmek isteyen bir kimse öncelikle Kur’ân’ın bir kısmının diğer bir kısmını tefsir ettiğini nazara almalı, Kur’ân âyetlerini doğru bir şekilde muvazene ve muhakeme etmelidir. Böyle yapmadığı takdirde Bektaşi’nin durumuna düşmekten kurtulamaz, diyerek Kur’ân’ın “kendi kendisini tefsir” özelliğini göz ardı eden müfessirleri tatlı bir espriyle tenkit etmiştir. Rivâyete göre Bektaşi, namazı terk etmesine mazeret olarak “Kur’ân’da la-takrabu’s-salât’ diyor, ilerisi için de hafız değilim.” demiş ve hakikate karşı maskara olmuştur.
 
Üst