yabancıların gözüyle osmanlıda vakıf hizmetleri..

ebrar172

Well-known member
Tarihteki vakıflar, günümüzün sivil toplum örgütlerine benzer. Bu vakıflar vesilesiyle Müslüman toplumlarda birlik ve beraberlik sağlanmıştır. Vakıf hizmetleri canlı cansız bütün varlığa hizmet götürme düşüncesi etrafında şekillenmiştir. Kalbleri sevgi ve şefkatle dolu Osmanlı insanları kurduğu vakıflarla sadece insanı değil, kuşları bile düşünmüştür.

Kuşların barınması için yaptırılan ‘kuş evleri’ bol güneş alan rüzgârsız cephelerin yüksek yerlerine yerleştirilmiştir. Bu inceliği gösteren milletimiz elinin uzandığı her yerde kurduğu vakıf müesseseleriyle toplumun ihtiyaçlarını gidermeye çalışmıştır.

16. asır başlarında Osmanlı topraklarının beşte birini vakıf arazileri oluşturmaktaydı. Osmanlı döneminde kayıtlara geçen vakıf sayısı 26.300 civarındadır. Osmanlı Devleti’nde din, dil ve ırk farkı gözetilmeksizin gerçekleştirilen vakıf hizmetlerine gayrımüslimler bile bîgane kalmamıştır.

Fransız Comte de Bonneval: “Osmanlı ülkesinde, verimsiz ağaçların sıcaktan kurumasına meydan vermemek üzere, her gün sulanmaları için işçilere para vakfedecek kadar çılgın Türkler görmek mümkündür.” der.1

1550’li yıllarda Avusturya elçisi Busbeck ise: “Türkiye’de her şey insanileşmiş, her katı yumuşamıştır. Hayvanlar bile.” ifadeleriyle bunu doğrular. Osmanlı topraklarına yaptığı seyahati yazıya döken Hans Lewenklaw: “Türkler, yalnızca yoksullara karşı iyiliksever olmakla yetinmezler; onlar caddeleri onarırlar, yolcuların istifade etmesi için çeşmeler yaparlar; Müslüman olsun olmasın herkesin iyiliği için, hastahane, otel, hamam, köprü ve cami inşa ettirirler.”2 şeklindeki tespitleriyle Osmanlı’daki vakıf anlayışının çerçevesini çizmeye çalışır.

Moradjea D’ohsson’a göre bu köklü hayırseverliğin menşei İslâmdır. D’ohsson eserinde sözlerini şöyle noktalar: “Kur’ân, Türkleri, dünyanın en hayırseveri hâline getirmiştir.”3 2. Mahmut’un: “Ben tebâmın Müslümanını câmide, Hristiyanını kilisede, Mûsevisini de havrada fark ederim, aralarında başka bir fark yoktur, cümlesi hakkında muhabbet ve adâletim kavidir ve hepsi hakiki evlâdımdır.”4 şeklindeki beyanı da, D’ohsson’nun sözlerini doğrulamaktadır.

Osmanlı toplum yapısında Katolik, Ermeni, Rum, Gregoriyan vs. gibi başka dinlere mensup vatandaşların mahalleleri, Müslümanlarınkinden genelde ayrı idi. Bununla beraber zaman zaman Müslümanlarla gayrımüslimlerin aynı mahallede oturdukları da oluyordu. Müslümanlarla gayrımüslimlerin ayrı mahallelerde oturmaları eşitsizlik gibi görünse de, bu yerleşim düzeni sayesinde azınlıklar kendi inançlarını açıktan ve rahat bir şekilde yaşama imkânı bulmuş; Müslüman halk içerisinde asimile olmadan kendi kültürlerini yaşatabilmişlerdir.

Diğer bir seyyah Jean Thevenot, bu hususla alâkalı tespitlerini şöyle ifade eder: “Türkler çok yardımseverdir. Onlar dinlerine bakmaksızın, bütün düşkünlere yardım ettiklerinden toplumda dilenci sayısı azdır: Yalnızca zenginlerin verdiği sadakaların dilencileri yok ettiğini söylemiyorum; ancak bildiğim kadarıyla başka faktörler de vardır.

Meselâ Büyük sultan tarafından desteklenen birçok Türk, az bir harcama ile yaşıyorlar, az çeşit ile büyük sofralar kuruyorlar, pilav, biraz et ve hoşaf hatırı sayılır bir ziyafet için yeterli oluyor. Diğer hayırseverler ise, varlıklarını, hastahane, köprü, kervansaray, ana yollara su getirme gibi işler için bağışlıyorlar. Birçok hayırsever daha hayatta iken kamu yapıları inşa ettiriyor; maddî imkânı pek iyi olmayanlar ise, ana yolların ve su hatlarının onarımı, su depolarının doldurulması gibi işlerde vazife alıyorlar. Buna da gücü yetmeyen fakir ve güçsüz kimseler yoldan geçen yabancılara yol göstererek hizmetten geri kalmıyorlar.”5

Osmanlı’da su ihtiyacı da büyük bir nispette vakıflar vasıtasıyla karşılanıyordu. Fatih zamanında Halkalı Köyü ile Cebeci Köyü arasındaki alandan, Kanûnî zamanında Belgrat Ormanı Havzası’ndan, 2. Abdülhamid zamanında ise Kemerburgaz tarafından İstanbul’a getirilen çeşme sularının hemen hepsi vakıf eserleri olarak inşa edilmiştir.6 Büyük hizmetlerin vakıflarla karşılandığı Osmanlıda yalnız askerî hizmetler (yollar, köprüler, kaleler, kışlalar, silâh fabrikaları) devlet tarafından veriliyordu.

Cami, mescit, çeşme, yol, köprü, kütüphane ve kabristan gibi hayır müesseselerini yoksul ve zenginler birlikte kullanırdı. Bununla birlikte vakıflar tarafından yaptırılan imaret, misafirhâne, ve hastahaneler doğrudan yoksullara hizmet veriyordu.

Vakıfların kontrolündeki mektep ve medrese gibi eğitim kurumlarında (özellikle sıbyan mekteplerinde), fakirler öncelik hakkına sahipti. Sosyal hizmet vermek maksadıyla kurulan vakıflarda muhtaçlara aylık bağlanır, eğitim çağındaki öksüz ve yetim öğrenciler giydirilir, dul ve yetimler evlendirilir, kimsesiz şehit eşleri çocuklarıyla birlikte barındırılırdı.
Sultan Ahmed Camii İmareti’nde, sadece insanlar için değil, kuşlar için bile yerler yapılmıştı.

İmaret vakfiyesinde, artmış ve yenmeyecek durumda olan yemeklerin kuşlar için yapılmış yerlere dökülmesi yazılı bulunmaktadır.7 Hayvanlara bile bu şekilde şefkat gösteren Osmanlı insanının, kendinden farklı kimselere ayrı muamele etmeleri söz konusu olamazdı. 1874 senesinde İstanbul’u ziyaret eden İtalyan seyyah Edmando De Amicis şunları söylemiştir: “Sultanların veya şahısların hayratıyla beslenen sayılamayacak kadar çok güvercin sürüsü var. Türkler, kuşları himaye edip beslerler. Kuşlar da onların evlerinin etrafında, denizin üstünde ve mezarların arasında şenlik eder. İstanbul’un her yerinde, insanın etrafında uçuşan kuşlar vardır.”8

1611 Haziran’ında Polonyalı rahip Simeon, Edirne’de şahit olduklarını şöyle anlatır: “İstanbul-Edirne yolunun iki tarafı kâmilen kaldırım döşelidir. Her dinlenme noktasında han, hastahane, kervansaray ve hamamlar vardır. Her menzildeki imâretlerde yolculara günde iki öğün bedava pilav, yahni (et), zerde ve iki fodla(ekmek) verilmektedir. Hayvanlar aynı şekilde bedâva bakılmaktadır. Kervan, bin kişilik olsa gene aynı ihtimam gösterilmektedir.”9

15. asrın ilk yıllarında Bursa’da yedi imâret vardı. Alman seyyahı Schiltberger’e göre bu imâretlerde “Hristiyan, Mûsevî veya putperest olmasına bakılmaksızın, her yoksul, yiyip içebiliyordu.” Yine bir Yahudi hacısı olan Samuel Ben Davit Yemşel, 17. asır ortalarında (1641-1642) üç arkadaşıyla Mısır’dan İstanbul’a kadar 67 gün yolculuk yaptıklarını; yolculuk boyunca (Kahire, Kudüs, Nablus, Şam, Humus, Hama, Halep, Antakya, İstanbul) yol güzergahında her gece bir han veya kervansaray bulduklarını ve buralarda misafir edildiklerini, bunlardan mahrum iki küçük kasabada ise, yolculara tahsis edilmiş misafir odalarında ağırlandıklarını, köylüler tarafından kendilerine yemek ikram edildiğini belirtmektedir.10

Polonyalı seyyah Simeon ise konuyla alâkalı intibalarını: “Türkler o kadar hayır seven bir millettir ki, her sokak başına bir çeşme yapmışlar ve gelen geçenin içebilmesi için yanlarına taslar koymuşlardır. Köylerde, yol kenarlarında ve hattâ çöllerde bile soğuk su çeşmeleri yapmışlardır.”11 şeklinde dile getirmiştir.


İmkânların arttığı günümüzde ihtiyaçlar da artmış, insanların huzur içinde yaşamaları için gerekli hizmetlerin götürülmesinde sivil toplum kuruluşları büyük önem kazanmıştır. Uçan kuşlara hizmet götüren, fakir kimselerin cenaze masraflarını karşılayan, hapisteki kimselerin borçlarını ödeyen, bozuk yolları imar eden, insan olmanın şuuruyla dünyayı mâmûr hâle getiren bir ecdadın torunları olarak bizlerin de çağın ihtiyaçları doğrultusunda sadece kendi insanımıza değil, her milletten insana yapabileceğimiz büyük hizmetler vardır. Bu hizmetleri yapabilenlere ne mutlu.
 

zerrat

Well-known member
Osmanlı Devletinde Yardımlaşma


Adalet ve uzun ömür


Devletler de, canlılar gibi doğar, büyür ve ölür. Bazısının ömrü kısa, bazısının uzun olur. Büyük bilgin İbn-i Haldun, devletlerin ömürlerinin kısa veya uzun olmasının, halkının manevi değerlere verdiği önemle, adaletli bir şekilde, insani ihtiyaçlarını karşılamakla doğru orantılı olduğunu söyler.

Gerçekten de, tarafsız bir şekilde değerlendirildiğinde, devletlerin hayat ve ölümünde, bu şartların ne derecede önemli bir rol oynadığını görmek, pek de zor değildir.

Bunun en güzel örneğini Osmanlıda görmekteyiz. Ecdadımız, adaletli bir şekilde, idaresi altında bulundurduğu insanlar için ırk ve mezhep farkına bakmadan, Yaradan’ın kulu olarak Müslim veya gayri müslim herkesin istifade edebileceği, insani ihtiyaçlarını görebileceği hayrat ve hasenat müesseseleri tesis etmiştir. Bunun için de ömrü uzun olmuştur.

Osmanlılar, camiler, medreseler, hastaneler, tımarhaneler, hanlar, kervansaraylar, bentler, çeşmeler, sebiller, sarnıçlar, kuyular, köprüler, yollar, kaldırımlar, imarethaneler vs. hizmetler, Allah rızası için pek mükemmel ve çaplı bir şekilde yürütülmüştür.

Vakıflar vasıtasıyla yaptığı hizmetlere bakacak olursak, Osmanlının sosyal hayata ne kadar önem verdiği anlaşılır. Bu hizmetlerden bazıları şunlardır: Yaz sıcaklarında çeşme ve sebillerde karla soğutulmuş su vermek, hanlar ve kervansaraylarda yolcuları üç gün parasız misafir etmek, imarethanelerde muhtaçlara her öğün yemek ikramı yapmak, borç yüzünden hapsedilmiş olanların borçlarını ödeyerek onları mahkumiyetten kurtarmak, ölen fakir kimselerin borçlarını ödemek, ihtiyaçlarını söylemekten utanan muhtaçlara, itibarlarını zedelemeden gizlice yardım etmek, köle ve cariye azat etmek, yangınlarda evi yananlardan fakir kimselerin evlerini bedelsiz inşa ettirmek gibi insanların rahat ve huzuru için yapılan faaliyetler...

Osmanlıda hayrat ve hasenat, yalnız insanları değil, hayvanlar ve nebatları dahi içine alır. Nitekim hayvanları korumak, beslemek için de vakıflar kurulmuştur. Bu vakıflar, sokak köpek ve kedileri, beldenin belli semtlerine et ve ciğer dağıtılarak beslenmiştir.

Diğer taraftan toplumun akciğerleri olan ağaçların, hatta meyvesiz ve az yapraklı olanlarına varıncaya kadar sulanması için vakıflar tesis olunduğu da bir gerçektir. Bu yüksek ahlaki değerler, bütün dünyanın gözlerini kamaştırmış, muhtelif sebeplerle bizleri sevmeyen ve hatta can düşmanımız olan batılı seyyah ve araştırmacıları dahi asırlar boyunca hayretler içinde bırakmıştır. Bunlardan biri olan Villiamont’un kervansaraylardan bahsettiği eserindeki şu kayıt, bu gerçeğin bir ifadesidir:

“Ziyaret ettiğim hana tıpkı Müslümanlar gibi Hıristiyanlar da kabul edilip üç gün müddetle iaşeleri temin edilmektedir. Çünkü Osmanlıdaki bu hayrat, din farkına bakılmaksızın bütün insanlara şamildir...

Hayretle müşahede ettim ki, Osmanlıların bazıları, hayrat olarak yol boylarına susuz yolcular için çeşmeler, bazıları da şehirlerde sokaklardan gelip geçenler için sebiller yaptırıyor. Bunların içine de devlet dairelerinde olduğu gibi aylıklı memurlar konuluyor ki, vazifeleri, isteyenlere su vermektir.

Yine bu hayrat ve hasenat ruhu, kiminin nehirler üzerine köprüler yaptırmasına, kiminin de yolları tesviye, temizletme ve kaldırım döşetme hizmetlerini kendiliğinden ve severek ifasına vesile oluyor. Bütün bunlardan daha fevkalade ve şayan-ı takdir olanı da, yapılan bu binalarda yaptıranlara ait hiçbir emarenin görülmemesidir....”
İşte Osmanlıyı Osmanlı yapan değerler... Hem de bir gayri müslimin ağzından. Ne zaman ki, Osmanlıda bu hizmetler aksamaya başladı, fitne sokularak ırkçılık, adaletsizlik, ayırımcılık öne çıkarıldı; çöküş de bunun arkasından geldi.

(Mehmet Oruç, Türkiye, 23.11.2001)
 

zerrat

Well-known member
Himaye-i Etfal Cemiyeti/ Sosyal Hizmetler :

OSMANLI DEVLETİNDE ÇOCUKLARIN KORUNMASI

Osmanlı Devleti bir vakıf medeniyetiydi. Sosyal yardımlaşma ve dayanışmaya büyük önem veren Osmanlı Devleti’nde vakıflar; dinî, sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel ve askerî alanlarda hizmetler veriyordu.u anlamıyla vakıflar özellikle toplumda yardıma muhtaç durumda olan kadın, çocuk, yaşlı ve özürlülere yönelik önemli hizmetler ifa etmekteydi. 18. yüzyıl sonlarında yalnızca İstanbul’daki vakıf imarethanelerinde her gün 30.000 fakire yemek ikram ediliyordu.19. yüzyılın başına kadar merkezi idarenin sistemli bir müdahalesine maruz kalmayan vakıflar, sistemin yozlaşması gerekçesiyle, özellikle II. Mahmut döneminde müdahalelere maruz kalmış ve 1826 yılında kurulan Evkaf-ı Hümayun Nezareti’ne bağlanmaya ve idareleri de memurlara bırakılmaya başlanmıştır.Vakıfların merkezi otoritenin kontrolüne girmesi ile birlikte, hareket alanları kısıtlanmış ve yoksullara yönelik hizmetler Devlet eliyle yapılmaya başlanmıştır.

Bütün geleneksel toplumlarda olduğu gibi Osmanlı toplumunda da çocuklar öncelikle aile içinde korunur; özel olarak korunmaya ihtiyaç duyduğunda ise yine geniş aile çevresine öncelik verilirdi.Tanzimat dönemi modernleşme sürecinin başlangıcı olduğundan, devletin çocuklar için koruyucu önlemler almaya başladığı görülmektedir.

Osmanlı'da koruma sisteminin ilk örnekleri,tedbirleri ve müesseseleri ==>

1. İlk Çocuk Rehabilitasyon Merkezi: Niş Çocuk Islahhaneleri

Bir yarısı Türkçe, diğer yarısı ise Bulgarca olarak yayınlanan Osmanlı’nın ilk vilayet gazetesi Tuna’nın 17 Ekim 1866 Çarşamba günü çıkmış olan 114. sayısında Niş Islahhaneleri hakkında geniş bir habere yer verilmiştir. Haberde şu bilgiler bulunmaktadır: Tuna Vilayeti Valisi olarak görev yapmakta olan Midhat Paşa tarafından, Niş Eyaleti’nde yönetici olarak bulunduğu sırada, bir kısım mahalli memur ve bölgenin hamiyet sahibi kişilerinin maddi katkılarıyla Niş merkezinde ayrım yapılmaksızın gerek Müslüman ve gerekse Hıristiyan Nişli ailelerle muhacir (Çerkez) çocuklarından yetim ve öksüz olup kendilerine bakacak diğer yakınları bulunmayanlarla, yakınları olmakla birlikte bakımları ve yetiştirilmeleri için dilekçe ile müracaat edilenlerin kabul edildiği Islahhane isimli bir kurum oluşturulmuştu. Bu Islahhanede bir müdür ile İslam ve Hıristiyan yeteri kadar öğretmen ve çocuklara meslek öğretecek ustalar görevlendirilmişlerdi. 4-15 yaşları arasında Müslüman-Hıristiyan ayırımı yapılmaksızın 201 öğrenciye hizmet veren Islahhanede okuma-yazma öğretiminin yanında sanat eğitimi de verilmiştir. 1863 yılı başlarında kurulan Niş Islahhanesi açılıştan iki buçuk senelik bir süre geçtiğinde burada kalan çocuklar okuma-yazma yanında terzilik öğrenmiş “potur ve setreden” ibaret olan jandarma askeri kıyafetleriyle her çeşit “kundura, çizme ve potin” dikip hazırlamayı öğrenmişlerdir.Günümüzdeki endüstri meslek liselerine benzer bir eğitim veren Islahhane, yetim çocukların koruma ve bakımlarının sağlanması bakımından da yetiştirme yurtlarına benzetilebilir. Kimsesiz ve korunmaya muhtaç çocuklara yönelik ilk sistemli kurumsal girişim olan Islahhaneler daha sonra Rusçuk ve Sofya’da da açılmıştır.

**Mithat Paşa’nın oğlu Ali Haydar babasının hatıralarını derlediği eserde bu müesseselere niçin Islahhane isminin verildiğini şöyle izah etmiştir: Yeni açılan bu kuruma isim bulma amacıyla Kur’an-ı Kerim’den tefe’ül edilmesi uygun bulunmuş, neticede 34. sayfanın başındaki Bakara Suresi’nin 220. ayeti (”Sana yetimlerden soruyorlar, de ki: Onların işlerini düzeltmek hayırlıdır.”) çıkmış ve buradaki ‘ıslah’ kelimesi okula isim olarak verilmiştir.

2. Eğitim ve Bakım Kurumu: Darüşşafaka

Adı “şefkat yurdu” anlamına gelen Darüşşafaka, Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde bir derneğin himayesinde ve bir sivil oluşumun öncülüğünde kurulan ilk parasız özel okuldur. Kurulduğu zamanki tam adı Darüşşafakatü’l- İslâmiyye’dir. Devlet desteğini de kazanmış olan bu okulun temeli, açılmasına ön ayak olan Cemiyet-i Tedrîsiyye-i İslâmiyye’nin kurulmasıyla atılmıştır.Kuruluşuyla birlikte ilk nizamnamesini de hazırlayan Cemiyet, gayesini öncelikli olarak öksüz ve kimsesiz çocuklar olmak üzere, sınıf ayırt etmeksizin bütün çocukların dinî bilgiler, her türlü evrakı kısa zamanda okuyup yazmayı öğretmek için eğitim verileceği ve derslerin esnafa kolaylık olsun diye çarşının açılışından iş zamanının gelişine kadar olacağını bildirmiştir. Söz konusu bu eğitimlerden herhangi bir ücret alınmamasının yanında ihtiyacı olanların eğitim masrafları da karşılanmıştır. Bunun yanında, başarılı olup eğitime devam edebileceklere de maddi destek sağlanmıştır.İlk yıl için 54 öğrenci alınan okulda eğitim 8 yıl olarak belirlenmiştir. İbtidaî-İdâdî ve Rüşdiye olarak belirlenen sınıflar doğrultusunda eğitimin ilk altı yılı İbtidai-İdadi-Rüşdiyeye, son iki yıl ise “Âli” kısma tahsis edilmişti. Buna ek olarak son sınıf, Telgraf ve Fen Mektebi adıyla da eğitim vermiştir. İlk öğretmenler, çoğunlukla asker kökenli veya İstanbullu aydınlardan oluşmaktaydı ve tamamen fahri olarak görev yapmaktaydılar.


3. Yetimlerin Haklarının Korunması: Eytam Keseleri ve Emval-i Eytam Nezareti

Osmanlı’da yetimlerin korunması için alınan tedbirler ve oluşturulan vakıflar bir tarafa bırakıldığında, onlar için meydana getirilen en ciddi örgütlenmenin, vasilik görevinin uygulanmaya konulması ve eytam keselerinin kurulması olduğu belirtilebilir. Osmanlı toplumunda, yetimlerin miras yoluyla kalan menkul ve gayrimenkul malların vasileri tarafından işletilmesi ve sermayenin kontrol altına alınarak elde edilen gelirin bu şahısların ihtiyaçlarının karşılanması için harcanması, reşit olduklarında ise mallarının kendilerine teslim edilmesi için oluşturulan kurumlara, eytam keseleri adı verilmekteydi. Bu sisteme eytam kesesi adının verilmesinin nedeni, yetimlerin miras olarak kalan paralarının, bu paraların işletimine dair evrakın, gayrimenkullere ait belgelerin ve benzeri vesikaların kumaştan yapılmış bir torba veya çanta anlamında olan bir kesenin içine konmasındandır. Yetimler reşit olduklarında bu keseler feshedilmekte ve miras olarak kalan mallar kendilerine şahitler huzurunda teslim edilmektedir.

4. Sokak Çocuklarının Barındırılması: Darülaceze, Darülhayr-i Alî

I. Meşrutiyet (1876-1908) dönemi kentsel nüfusun savaşlar nedeniyle denetimsiz artması, yoksul kentsel nüfusun devletin hazır olmadığı bir ‘asayiş’ sorunu olarak ortaya çıkması nedeni ile genel olarak yoksullara yönelik ve özel olarak muhtaç ve kimsesiz çocuklara yönelik kurumsal yardım yapılanmasını tetiklemiştir.

Osmanlı tarihindeki en önemli sosyal kurumların başında gelen Darülaceze‘nin ortaya çıkmasının gerisinde İstanbul’un düzenini bozan ‘serseri’ ve dilencilerin disipline edilmesi ve böylece düzenin sağlanması ihtiyacı yatmaktadır. Darülaceze kapsam ve tür olarak ilk defa devlet tarafından planlanmış ve hizmete açılmış bir kurumdur.

**Darülhayr-i Ali, II. Abdülhamid tarafından (kuruluşunda Ermeni çocukların korunması gayesi de yer almaktaydı) Müslüman yetim ve kimsesiz çocuklar için kurulan ilk kurum olmakla birlikte, çeşitli vilayetlere dağılan ıslahhanelerin de birer darüleytam işlevleri olduğu bilinmektedir.

5. Yetimler Yurdu: Darüleytamlar (1914)

Balkan Savaşları(1912-1913) sonrasında İstanbul’a göç eden büyük göçmen kitlelerinin yerleştirilmesi, istihdamı, iaşesi ve çocuklarının eğitimi dönemin iktidarı için büyük bir sorun olarak ortaya çıkmıştır. Bu sorunlardan en acili olarak çocukların eğitimi için ‘İskân-i Asayiş ve Muhacirin Müdüriyeti’ duruma el koyup çözmeye çabalamıştır. Bu amaçla bütün sanayi okullarına yazı gönderilerek sanayi mekteplerinin kaç yetim öğrenciyi alabilecekleri sorulmuş; ancak Muhacirin Müdüriyeti kabul edilmesi istenen şehit yetimlerinin, sanayi mekteplerinin toplam öğrenci sayısının %30′undan az olmaması şartını da belirterek birçok çocuğun eğitime devamları sağlanabilmiştir.

Savaş yetimlerinin bir diğer sorunu da barınma ihtiyaçlarının giderilmesiydi. Ancak savaşlar sonucu başta İstanbul olmak üzere kentlere göç eden nüfusun barındırılması ciddi bir sorun teşkil ettiğinden, bu sorun zamanla ciddi bir asayiş sorunu haline de dönüşmeye başladı.

Darüleytamlar’a kabul edilebilmek için öncelikle şehit çocuğu yahut anadan ya da babadan mahrum olmak şarttı. Annesi vefat etmiş, babası askere alınmış ve iaşesini temin edecek kimsesi bulunmayan çocuklar veya ana-babasından birisi olmayıp, diğeri de deli ve kötürüm olanlar yahut çocuğun ihtiyaçlarını karşılayamayacak kadar ihtiyar ya da hasta olanlar ile harp nedeniyle çok fakir düşüp, devlet tarafından geçimi sağlananlar kabul edilmekteydi. Darüleytam’a girecek çocuklar için önce Darüleytam idarelerince tanzim edilen matbu tahkîk-i hüviyet varakası usulüne göre doldurularak ilgili birimlerce tasdik edilir ve mektep idaresine teslim edilirdi. Akabinde çocuğun sağlık durumu Darüleytam tabibi tarafından kontrol edilip, sağlıklı olduğu tespit edildikten sonra çocuk Darüleytam’a alınırdı. Darüleytam’da okuyan çocuklar ilgi ve yeteneklerine göre sınıflandırılarak, kabiliyetli görüldükleri alanda eğitim almaları sağlanırdı.

Sonuç

Osmanlı Devleti, 19. yüzyılda yoğun savaşlar dönemini yasamış ve Avrupa’da, Balkanlarda, Kafkaslarda, Ortadoğu ve Afrika’da pek çok toprak kaybetmiştir. Savaşlar nedeniyle çocuklar yetim ve öksüz kalmış, başta İstanbul olmak üzere Rumeli ve Anadolu’ya göçler başlamıştır. Şehirlere gelen göçmenler barınma, beslenme, sağlık gibi temel problemlerle karşılaşmışlar, bu durum da dilenciliğin ve suç oranlarının artmasını tetiklemiştir. Özellikle çocukların korunmaya muhtaç duruma düşmesi Devletin tedbir almasını zorunlu hale getirmiştir. Osmanlı’nın Gelişme Dönemi’nde hayırseverler ve gönüllü kimselerin katkıları ile oluşturulan vakıflar sayesinde sosyal sorumluluk duygusu ile yürütülen hizmetler yetersiz kalınca kurumsal yapılanmalara ihtiyaç duyulmuş ve zamanın devlet yöneticileri de şartlara uygun Kuruluşların açılmasını sağlamışlardır. Özellikle II. Abdulhamid’in gayretleri ile kurulan kışla tipi yatılı bakım ve eğitim kurumları Cumhuriyet Dönemi Türkiyesi’nin çocuk koruma sisteminin oluşmasına da kaynaklık etmiştir. Günümüzde bile korunmaya muhtaç çocukların bakım ve korunma altında bulundukları kuruluşlar olan Çocuk Yuvaları ve Yetiştirme Yurtları Osmanlı Devleti’nde olduğu gibi toplu yaşam modelinin uygulandığı, koşulları iyileştirilmiş ve standartları yükseltilmiş kışla tipi binalarda hizmet vermektedir. Ancak 21. yüzyılda toplu yaşam modeli yerine, müstakil ev ortamı ya da apartmanlarda diğer ailelerle birlikte yaşama imkânı sağlanan Sevgi Evleri ve Çocuk Evleri modelleri uygulanmaya başlamıştır. Korunmaya muhtaç çocuklar alanında son iki yüz yılda edinilen bakım, koruma ve eğitim tecrübesi sonucunda oluşan ortak kanaat şudur: “Çocukların en sağlıklı kişilik gelişimi ancak aile ortamında sağlanabilmektedir.”
 
Üst