Nurdan Katre

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
İKİNCİ BURHAN
Gel, bütün bu ovaları, bu meydanları, bu menzilleri süslendiren şeyler üstünde dikkat et. Herbirisinde o gizli zattan haber veren işler var. Adeta herbiri birer turra, birer sikke gibi, o gaybî zattan haber veriyorlar. İşte, gözünün önünde, bak, bir dirhem pamuktanHAŞİYE 1 neler yapıyor:
Bak, kaç top çuha ve patiska ve çiçekli kumaş çıktı. Bak, ondan ne kadar şekerlemeler, yuvarlak tatlı köfteler yapılıyor ki, bizim gibi binler adam giyse ve yese kâfi gelir.
Hem de bak, bu demiri, toprağı, suyu, kömürü, bakırı, gümüşü, altını gaybî avucuna aldı, bir et parçasıHAŞİYE 2 yaptı. Bak, gör!
İşte, ey akılsız adam, bu işler öyle bir zâta mahsustur ki, bütün bu memleket, bütün eczasıyla onun mucize-i kuvveti altında duruyor, her arzusuna râm oluyor.

HAŞİYE 1 Tohuma işarettir. Meselâ, zerre gibi bir afyon büzürü, bir dirhem gibi bir zerdali nüvatı, bir kavun çekirdeği, nasıl çuhadan daha güzel dokunmuş yapraklar, patiskadan daha beyaz ve sarı çiçekler, şekerlemeden daha tatlı ve köftelerden ve konserve kutularından daha lâtif, daha leziz, daha şirin meyveleri hazine-i rahmetten getiriyorlar, bize takdim ediyorlar.
HAŞİYE 2 Unsurlardan cism-i hayvanîyi halk ve nutfeden zîhayatı icad etmeye işarettir.

menzil konaklanan yer
turra mühür, damga
sikke mühür, damga
gaybî görünmez
ecza parçalar
râm olmak boyun eğmek
büzür tohumlar
nüvat çekirdekler
hazine-i rahmet Allah’ın rahmet hazinesi
unsur element
cism-i hayvanî hayvan bedeni
halk etmek yaratmak
nutfe döl suyu; döllenmiş yumurta hücresi
zîhayat canlı
icad etmek vücut vermek, var etmek

Birinci Burhan görünmeyen bir failin varlığı üzerinde dururken, İkinci Burhan o gizli zâtın birliğine ve bütün âlem üzerindeki egemenliğine dikkat çekiyor. Bizi bu sonuca götüren şey ise, “bir şeyden her şeyi, her şeyden bir şeyi yapmak” şeklindeki bir fiildir. Kulağımıza bir masal gibi çalınsa da, böyle birşey, gerçekte, bizim dünyamızın akıllara durgunluk veren işlerinden biridir.
Hergün gözümüzün önünde nice tohumlar yeşerir, nice çiçekler açar, nice meyveler olgunlaşır. Bir tohumdan desen desen yapraklar, rengârenk çiçekler dokunur, tonlarca meyve renklenir, tatlanır, kokulara bürünüp dallara dizilir. Ona benzer bir başka tohumdan, çok daha farklı desenler ve ürünler çıkar. Bir bahçe içinde, bir mevsimde, böyle mucizelerin binlercesi yaşanır. İnsan, hayatında geçirdiği sıradan herhangi bir gün içinde bu mucizelerden kaç tanesiyle karşılaşır, kaç tanesiyle karnını doldurur da farkına bile varmaz. Milyarlarca insan ve milyonlarca tür canlının sayısız bireyleri, birşeyden yapılan sayısız şeylerle beslenir. Bu defa canlı bedenlerinde o sayısız şeyler bir şeye dönüşür, o bedenden bir parça olur.
Diğer yandan, bu âlemin taşında, toprağında, havasında, suyunda ne varsa, gelir, bir canlının bedeninde, sessiz sadasız bir şekilde ete, kana, hücreye, dokuya, organlara dönüşür. Sanki görünmez bir el bu maddeleri alıp yoğurmakta ve göz açıp kapayıncaya kadar onlardan kuşlar, kuzular, balıklar, aslanlar, ceylanlar, karıncalar, filler, yunuslar, kelebekler ve daha adını bilemediğimiz nice canlılar yapmaktadır. Daha da ötesi, bizim kendi bedenimiz de aynı şekilde yoğurulmuş bir heykelden, aynı görünmez avuç içinde vücut bulmuş ve canlanmış olağanüstü bir sanat eserinden başka birşey değildir.
Fakat bütün bunlar o kadar doğal bir şekilde ve hayatı öylesine istilâ etmiş bir halde cereyan etmektedir ki, durup düşünmek ve gözlerimizin önünde cereyan eden mucizelerden hiç değilse birkaç tanesine merakla eğilmek ihtiyacını pek seyrek duyarız. Oysa bütün bunlar, insan olarak bizim önümüze serilen, tefekkür ve anlayışımıza havale edilen işlerdir. Ancak günlük koşuşturmalardan başımızı kaldırıp da dikkatli bir gözlemcinin bakışıyla etrafımızı incelediğimiz zaman böyle mucizelere tanık olmak gibi bir heyecanı yakalayabilir, yahut seçkin bir davetli olarak çağırıldığımız bu İlâhî sergi salonundaki sanat eserlerini takdir edebilecek, o eserlerin sanatkârına muhatap olabilecek duruma geliriz. Bunun en kestirme ve etkili yolu ise, temsilî hikâyede olduğu gibi, bu âleme henüz ayak basmış gibi davranabilmektir. O taze bakış açısı, ancak o zaman hayatın gerçeklerini bizim algılama sınırlarımız içine getirir. İşte o zaman bu âlemde kimin konuğu olduğumuz anlarız; ve işte o zaman yaşadığımızı da anlamaya başlarız.
Birinci ve İkinci Burhanlar, böylece, henüz gözlemlerimizin ilk aşamasında, daha doğrusu, gözümüzü açar açmaz, bu âlemi mucizeleriyle çekip çeviren bir zâtın varlığı, birliği ve ortaksız egemenliğiyle bizi karşı karşıya getirmiş bulunuyor. Bundan sonraki Burhanların herbiri, bu gözlemlerimizi bir adım daha ileri götürecek ve böylece, “Bizi buraya getiren kim?” sorusunun cevabı, gittikçe daha belirginleşen hatlar ve zenginleşen ayrıntılarla, adeta manevî bir portreye dönüşecektir.

Zafer Yayınları' ndan Çıkan Risale-i Nur Dersleri Kitabından alınmıştı
 
Üst