Huseyni
Müdavim
Bünyamin Duran
Doç. Dr. Dumlupınar Üniversitesi, Bilecik İktisadi ve İdari Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi
Bedîüzzaman’ın tevhid görüşü üzerinde ısrarla durulması gerektiği düşüncesindeyim. Profesör Şerif Mardin hocayla başlayan Bedîüzzaman’a Newtoncu Mekaniği İslamileştirme misyonu yükleme eğilimi yeni taraftarlarla yaygınlaşmaktadır. Boğaziçi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Kulübü öğrencilerinin düzenlediği “Özgün Bir Düşünür Olarak Bedîüzzaman Paneli”inde değerli araştırmacı yazar sayın Etyen Mahçupyan’ın Mardin hocanın Bedîüzzaman’la ilgili yaklaşımından biraz daha ileri giderek İbn-i Sina felsefesini 12.yy’ın sonlarına doğru canlandıran Suhreverdî gibi sanki Bedîüzzaman’ın da aynı felsefeyi çağımızda yeniden canlandıran bir feylesof olduğunu ileri sürmesi Bedîüzzaman üzerinde dikkatle durulması gerektiğini bir kere daha ortaya koydu. Önümüzdeki dönemde Bedîüzzaman’ın modern bilim, modern teknoloji, tabiat kanunları, sebep-sonuç ilişkisi, “İlahî İrade”,”İlahî Kudret”, “İlahî Hikmet”, “İlahî Adalet”, “Kayyumiyet”.. gibi kavramlarla ilgili yaklaşımlarının derinlemesine tartışılacağı anlaşılmaktadır. Bana göre bu alanda acilen yapılması gereken şey; gerek İbn-i Sina, İbn-i Rüşd gibi feylozofların, gerek İmam-ı Gazali, Taftazani, Fahreddin-i Razî gibi kelamcıların, gerekse İbn-i Arabî ve Sirhindî gibi ariflerin konuyla ilgili yaklaşımlarıyla Bedîüzzaman’ın yaklaşımlarının karşılaştırılması, kesişme noktalarının ve farklılıkların belirlenmeye çalışılmasıdır. Bu alanda kafa yorma ayrıca, günümüzde giderek yoğunlaşan alternatif bilim arayışlarına belkide yeni bir ufuk kazandıracaktır.
Bu bağlamda, üzerinde çalışmakta olduğumuz “Farabî’den Bedîüzzaman’a Tabiat ve Tevhid” projesinin bir bölümünü oluşturan bu çalışmada ünlü düşünür ve feylosof İbn-i Rüşd’ün tevhid yaklaşımı ile Bedîüzzaman’ın tevhid yaklaşımı üzerinde kısaca durulacaktır.
İbn-i Rüşd’e Göre Eşarilerin Tevhid Yaklaşımı
İbn-i Rüşd’e göre Eş’ariler, mübarek ve muteâl Allah’ın varlığının sadece akılla tasdik ve kabul edileceği görüşündedirler. Lakin bu hususta tutmuş oldukları yollar Allah’ın kitabında sürekli dikkatimizi çektiği ve insanları o cihetten imana davet ettiği şer’î yollar değildir. Çünkü Eş’arilerin meşhur yolu “Alem Hâdistir”, temeli üzerine bina kılınmıştır.Onlara göre alemin hâdis oluşu cisimlerin bölünmeyen parçalardan mürekkep olduğunu,bölünmeyen parçaların muhdes (yaratılmış) olduğunu onun hudusu ile cisimlerin de muhdes olduğunu kabul etme esasına dayanmaktadır.
Bölünmeyen parça konusunda tutmuş oldukları yol da o kadar anlaşılmaz bir yoldur ki halkın büyük çoğunluğu bir yana kelam ve mantık biliminde uzman olanlar dahi bu yolda zor yürür. Bununla beraber bu yol ne burhan yoludur ne de Bârî Taalanın varlığı hususunda yakîne ve kesin bilgiye ulaştıran bir yoldur. Şöyle ki; Alemi muhdes (sonradan yaratılmış) farz etsek onun için mutlaka muhdis yaratıcı) bir fail lazım gelir.Lakin böyle muhdisin varlığına kelam sanatındaki kuvvetin önüne geçemeyeceği ve ortadan kaldıramayacağı bir şüphe arız olmaktadır. “Allah muhdistir”,denilmesi halinde ortaya çıkan şüphe ve tereddüdü izale etmeye kelam ilminin kuvveti yetmemektedir. Şunun için: Biz bu muhdisi ne ezelî ne de muhdes (yaratılmış) farz edemeyiz. Çünkü muhdes(yaratılımış) kabul edersek bir muhdise (yaratıcıya)ihtiyaç göstermiş olur. o muhdis de diğer bir muhdise ihtiyaç göstermiş olur.O muhdis de diğer bir muhdise muhtaç olur ve bu silsile sonsuza dek devam edip gider. Bu ise imkansızdır. Ezelî telakki edersek, mahluk (yaratılmış) şeylerle ilgili fiilinin de ezelî olması icab eder. Bu takdirde de mahlukatın ezelî olması lazım gelir. Halbuki, hâdis bir şeyin varlığının hâdis bir fiille alakalı olması icab eder. Ancak Eş’ariler kadîm ve ezelî bir failden hâdis bir fiilin meydana gelebileceğini kabul ederlerse, o zaman iş değişir. Halbuki Eş’ariler bunu kabul ve teslim etmezler. Zira hâdis şeylerle birlikte bulunan şeylerin de hâdis olması Eş’ariliğin esaslarındandır. Ayrıca şayet fail bazen iş yapıyor, bazen de yapmıyorsa o takdirde failin iki halden daha iyi olanı tercih etmesini sağlayan bir illetin ve sebebin bulunması icab eder. Böylece o illet hakkında da bu soru gibi bir soru sorulur, illetin illeti için de sorulur. Ve durum sonsuza kadar sürüp gider.
Buna cevap olmak üzere kelamcıların “hadis fiil kadîm ve ezelî irade ile vaki olur” demeleri de bu şüpheden kurtulmak ve çıkmak için bir yol değildir. Çünkü irade mefule tealluk eden fiilden başka bir şeydir. Mef’ul hadis olunca onun icadı ile ilgili olan fiilin de hadis olması zaruri olur. İster iradeyi kadim ve ezelî sayalım, ister fiilden önce gelmek veya fiille beraber bulunmak üzere hâdis farz edelim, durum nasıl olursa olsun Eş’arilerin kadim hakkında şu üç halden birini caiz görmeleri lazım gelir:
1. Ya irade de hâdistir, fiil de hadistir,
2. Veya fiil hâdistir, irade kadimdir,
3. Veyahut fiil kadimdir, irade hadistir.
Halbuki Eşarilerin “hâdis bir şey kadim bir şeyden meydana gelebilir” demelerini kabul etsek bile kadim bir fiilden hadis bir şeyin vasıtasız olarak vücuda gelmesi mümkün olmaz. Bizzat iradenin kendisini mefulle ilgili fiilin yerine koymak da anlaşılır bir şey değildir. Bu durum fâilsiz meful farzetmek gibidir. Çünkü fiil fâilden de iradeden de mefulden de başka bir şeydir. İrade bizzat fiil değil fillin şartıdır. Ancak hâdisin sonsuz bir süre yok olduğu kabul edilince, bu kâdim ve ezelî iradenin sonsuz bir müddet zarfında hadisin yokluğuna taalluk etmesi icab eder. Şu halde yaratılması icab ettiği vakit, ancak sonsuz bir zaman geçtikten sonra kadim irade meksuda ve murada taalluk edebilir. Halbuki sonsuz olan bir şey bitmez ve tükenmez. Onun için ya bu maksud ve muradın fiil alanına çıkmaması veya sonsuz bir zamanın geçmesi -ki bu da imkansızdır- icab eder.( (İbn-i Rüşd, 1985, s.192-194).
Dikkat edileceği gibi İbn-i Rüşd İlahî İrade, İlâhî Kudret ve İlâhî İlim konularında Ehl-i Sünnet ve Eş’arî yolunu benimsememekte, yaratma ve yaşatma olaylarını daha fazla Aristo felsefesiyle anlatmaya çalışmaktadır. Gerçekten bu konular son derece mantık ve felsefe formasyonu gerektiren konulardır. Bu konuların hepsine çok yüksek bir zeka ve mantık düzeyi ile Gazalî cevap vermiştir. Ancak İbn-i Rüşd’ün geniş ölçüde Bedîüzzaman’la buluştuğu bir düzlem vardır, o da tevhidî gerçekliğin insanlara hangi araç ve yöntemlerle anlatılacağıdır. İbn-i Rüşd’e göre böyle yüksek mantık ve felsefe bilgisi ve formasyonu isteyen usullerle avamî kitlelere tevhid anlatılamaz. Ona göre zaten Kur’an da Allah (cc)’ü bu şekilde anlatmamıştır. Kur’anî yöntem en basit ve kolay yöntemdir. Kur’an insanların sürekli haşir neşir olduğu tabiatın görüngülerinden hareketle Allah’ı anlatır. Şimdi kısaca düşünürün bu konudaki yaklaşımını inceleyelim.
İbn-i Rüşd’te Tevhid’e Ulaşma Yolları
Allahı tanıma yolları İbni Rüşd’e göre Eş’arilerin gösterdiği yol değildir. Eş’ariler tarafından izlenen yol, ulemaya mahsus olan yakîn ve katiyyet vermeyen yollardır. O’na göre son derece teknik esaslara dayanan, uzun ve dolambaçlı yaklaşımlardan meydana gelen kelami ve felsefi yaklaşımlar şeriatın seçtiği bir yol değildir. Şeriat sürekli en avamın da anlayacağı en basit yolu ve metodu seçmiştir. Düşünüre göre böyle basit zihinlerin dahi anlayabileceği bir yoldan uzaklaşıp en yüksek zekalara bile muğlak gelen yollara sapmak hak yoldan uzaklaşmak demektir.
İbn-i Rüşd’e göre “bu konuda şeriatın izlediği yol, Kâinatın, mübarek ve müteal olan Allah’ın bir eseri ve sanatı olduğunu esas alan yoldur.Bu hususla ilgili Ayetler incelenirse bu yolların inayet delili olduğu görülür. Bu delili şöyle anlatabiliriz: İnsan hissi ve maddi bir şeye bakınca görür ki, o şey her hangi bir şekilde, her hangi bir miktarda ve her hangi bir vaziyette olacak biçimde yaratılmıştır. Bütün bu hususlar o maddi şeyde mevcut olan menfaate ve ondan beklenen gayeye uygundur. Hatta bu hissi ve maddî şey, bu şekilden başka, bu vaziyetten farklı ve bu miktardan değişik bir halde mevcut olsa (idi), kendisinde o menfaat mevcut olmaz, diye de itiraf eder. Bundan da şu husus ortaya çıkar ki, o şeyi yapan bir Sâni ve sanatkar mevcuttur. O yüzden o şeyin şekli, vaziyeti ve miktarı o menfaata muvafık düşmüştür. Belli bir menfaatin mevcut olması için bütün bu şeylerin yekdiğerine uygunluğunun tesadüf ile olması mümkün değildir. Bunun misali de şudur:
“Farz edelim ki bir insan yer yüzünde mevcut bir taş gördü, bu taşın biçimini üzerinde oturulmaya elverişli bir halde buldu. Taşın vaziyetini ve miktarını da bu nitelikte buldu. O vakit bilir ki bu taş olsa olsa bir sâni ve usta tarafından yapılmıştır.”
“İşte bütün âlem için de durum budur. İnsan alemde mevcut olan ve dört mevsimin, gecenin, gündüzün, yağmurun, suların, rüzgarın, arzda muhtelif mamur yerlerin, insan varlığının, var olan sair bitki ve canlıların mevcut oluşunun sebebi olan güneşe, aya ve diğer yıldızlara bakınca, aynı şekilde arzın insanların ve diğer kara hayvanlarının meskeni olmaya uygun bir halde bulunuşuna dikkat edince ve yine suların, sularda yaşayan canlılara, havanın uçan canlılara muvafık geldiğini gözönüne getirince, bu hilkat ve bünyeden bir şeyin bozulması halinde buradaki bütün mahlukatın varlığına halel geleceğini nazar-ı itibara alınca, kesinlikle bilir ki,insan hayvan ve bitkiler için âlemin bütün parçaları ve kısımlarında mevcut olan bu uygunluk tesadüfi değildir. Daha açıkcası, o, onun böyle olmasını kasd eden bir kâsıddan ve irade eden bir müriddendir. O da Aziz ve Celil olan Allah’tır. Ve yine kesin surette bilir ki, alem masnudur, çünkü bir sâniden vücuda gelmemiş olsaydı, belki tesadüfen mevcut olsaydı, onda bu uygunluğun mevcut olması mümkün olmazdı, diye kati olarak hükmeder.”(İbn-i Rüşd, 1985,s.283-5).
Dikkat edileceği gibi düşünür Bedîüzzaman’ın tabiatın görüngülerinden hareketle tevhide ulaşma yöntemini geniş ölçüde kullanmakta; sulardan, yağmurdan, bulutttan, ay, güneş ve yıldızlardan, hayvanlardan ve bitkilerden hareket ederek onların düzen ve intizamına dikkat çekerek onların tesadüfen değil bir Sani tarafından yaratıldığı sonucuna ulaşmaktadır.
İbn-i Rüşd, bu yöntemin Kur’anî bir yöntem olduğu inancındadır. Ona göre Kur’an “tevhid”i anlatmak için İnaye delili’ni geniş olarak kullanır. Kendisinden izleyelim:
“Aziz Kitab bu çeşit istidlallerle doludur. Bunlardan biri şu ayettir: “Biz arzı bir döşek,dağları da bir direk kılmadık mı? Geceyi bir elbise uykuyu da bir istirahat kılmadık mı?”(Nebe,78/6-16)
“Bu ayete dikkat edilirse, bütün parça ve bölümleriyle alemin insanın varlığına uygun olduğu hususunun tenbih edildiği ve işaret edildiği görülür. Yani buna göre arz, üzerinde insanların ikamet edebileceği bir nitelikte yaratılmıştır. Şayet arz ve dünyamız hareket halinde veya şimdiki halinden başka bir şekilde veya şimdiki miktarı ve hacminden farklı bir miktarada bulunmuş olsaydı, orada yaşamamız imkansız olurdu.”
Düşünür dünyanın döndüğünü bildiği halde burada sakin olduğundan ve hareketsiz olduğundan söz etmektedir. Böyle bir yolu seçmesinin nedeni halkın genel olarak dünyanın hareketsiz olduğuna olan inancına saygı duymak olabilir. Düşünür Kur’ani yaklaşımı incelemeye devam eder:
“Dağları bir direk kılmadık mı?” ifadesini ele alalım: Allah bu ayetle dağlar sebebiyle arzın sükun halinde mevcut olmasındaki faydalara dikkati çekmiştir. Şayet arz olduğundan daha küçük takdir olunmuş olsaydı,dağsız olacağından yerinde duramıyacaktı. Şu halde arzın sükün vaziyetinde bulunması ile üzerindeki varlıklara uygun oluşunun tesadüfen otaya çıkan birşey olmadığını, sadece bir kasdın ve iradenin eseri olduğunu gösterir.”(İbn-i Rüşd, 1985, s.286-7).
“Sonra ayet gece ile gündüzün varlığını canlılara muvafık olduğuna da dikkati çekerek “geceyi bir elbise ve gündüzü de maişet vesilesi kıldık”, demektedir. yani güneşin hararetine karşı,yer yüzündeki varlıklar için geceyi bir sütre ve elbise gibi kıldık demek istiyor. Bu da şöyle oluyor: şayet gece güneş kaybolmasa Allah’ın güneşle hayat vererek yarattığı varlılar yani canlılar ve bitkiler mahvolurdu. Elbise, bir sütre olmakla beraber ısı karşısdında varlığını muhafaza edebilmektedir. İşte bu iki mana, yani hem sütre olma hem ısıya dayanma özelliği gecede de mecvut olduğu için Allah teala, ona libas (elbise) adını vermiştir. Bu ise en çarpıcı ve göz kamaştırıcı bir istiaredir. Gecede canlılar için mevcut olan diğer bir menfaat de şudur:canlılar gece rahat ve sürekli olarak uyurlar. Çünkü hisleri bedenin zahirine doğru, yani uyanık olma istikametinde harekete geçiren ışık gittiği için uyku derinleşmiş olur.”
“Burada öyle bir ahenk mevcuttur ki semadaki cisimlerin tümünün birlikte durması bir yana bir tanesinin bir lahza durması bile arzda bulunan şeylerin düzeninin bozulmasına kafi gelir.”
“Sonra Allah güneşin özel faydasına ve yeryüzündeki varlıklara dikkat çekerek “biz bir sirac-ı vehhac kıldık, yani ışık saçan bir meşale yaptık” buyurmuştur. Güneşe siraç (meşale) denilmesi şundandır: asl olan karanlıktır.Işık ve aydınlık,gecenin karanlığı üzerinde ârizi olarak mevcuttur. Meşale olmasa insan görme duyusundan gece faydalanamzdı. Aynı şekilde güneş olmasaydı canlılar hiç bir şekilde görme duyularından istifade edemezdi.”
“Sonra Allah Teala, yağmura da temas ederek sözkonusu inayete dikkati çekmiştir. Yağmur sadece bitkiler ve canlılar için yağar. Ekinlerin yetişmesi için sınırlı zamanlarda sınırlı miktarda yağmurun yağmasının, tesadüfen vaki olması mümkün değildir.Bunun böyle oluşunun sebebi, buradaki varlıklara gösterilen inayet ve ihtimamdan başka bir şey değildir.” (İbn-i Rüşd, 1985, s.192 vd)
Sonuç olarak İbn-i Rüşd, Kur’anî yönteme uygun olarak insanların sürekli haşir neşir olduğu varlıklardaki nizam intizamdan hareket ederek tevhid’e ulaşmaktadır. Aynu usülü çok daha geniş bir eksende Beîüzzaman uygulamıştır. Şimdi kısaca Bedîüzzaman’ın bu konudaki yöntemini inceleyelim.
Doç. Dr. Dumlupınar Üniversitesi, Bilecik İktisadi ve İdari Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi
Bedîüzzaman’ın tevhid görüşü üzerinde ısrarla durulması gerektiği düşüncesindeyim. Profesör Şerif Mardin hocayla başlayan Bedîüzzaman’a Newtoncu Mekaniği İslamileştirme misyonu yükleme eğilimi yeni taraftarlarla yaygınlaşmaktadır. Boğaziçi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Kulübü öğrencilerinin düzenlediği “Özgün Bir Düşünür Olarak Bedîüzzaman Paneli”inde değerli araştırmacı yazar sayın Etyen Mahçupyan’ın Mardin hocanın Bedîüzzaman’la ilgili yaklaşımından biraz daha ileri giderek İbn-i Sina felsefesini 12.yy’ın sonlarına doğru canlandıran Suhreverdî gibi sanki Bedîüzzaman’ın da aynı felsefeyi çağımızda yeniden canlandıran bir feylesof olduğunu ileri sürmesi Bedîüzzaman üzerinde dikkatle durulması gerektiğini bir kere daha ortaya koydu. Önümüzdeki dönemde Bedîüzzaman’ın modern bilim, modern teknoloji, tabiat kanunları, sebep-sonuç ilişkisi, “İlahî İrade”,”İlahî Kudret”, “İlahî Hikmet”, “İlahî Adalet”, “Kayyumiyet”.. gibi kavramlarla ilgili yaklaşımlarının derinlemesine tartışılacağı anlaşılmaktadır. Bana göre bu alanda acilen yapılması gereken şey; gerek İbn-i Sina, İbn-i Rüşd gibi feylozofların, gerek İmam-ı Gazali, Taftazani, Fahreddin-i Razî gibi kelamcıların, gerekse İbn-i Arabî ve Sirhindî gibi ariflerin konuyla ilgili yaklaşımlarıyla Bedîüzzaman’ın yaklaşımlarının karşılaştırılması, kesişme noktalarının ve farklılıkların belirlenmeye çalışılmasıdır. Bu alanda kafa yorma ayrıca, günümüzde giderek yoğunlaşan alternatif bilim arayışlarına belkide yeni bir ufuk kazandıracaktır.
Bu bağlamda, üzerinde çalışmakta olduğumuz “Farabî’den Bedîüzzaman’a Tabiat ve Tevhid” projesinin bir bölümünü oluşturan bu çalışmada ünlü düşünür ve feylosof İbn-i Rüşd’ün tevhid yaklaşımı ile Bedîüzzaman’ın tevhid yaklaşımı üzerinde kısaca durulacaktır.
İbn-i Rüşd’e Göre Eşarilerin Tevhid Yaklaşımı
İbn-i Rüşd’e göre Eş’ariler, mübarek ve muteâl Allah’ın varlığının sadece akılla tasdik ve kabul edileceği görüşündedirler. Lakin bu hususta tutmuş oldukları yollar Allah’ın kitabında sürekli dikkatimizi çektiği ve insanları o cihetten imana davet ettiği şer’î yollar değildir. Çünkü Eş’arilerin meşhur yolu “Alem Hâdistir”, temeli üzerine bina kılınmıştır.Onlara göre alemin hâdis oluşu cisimlerin bölünmeyen parçalardan mürekkep olduğunu,bölünmeyen parçaların muhdes (yaratılmış) olduğunu onun hudusu ile cisimlerin de muhdes olduğunu kabul etme esasına dayanmaktadır.
Bölünmeyen parça konusunda tutmuş oldukları yol da o kadar anlaşılmaz bir yoldur ki halkın büyük çoğunluğu bir yana kelam ve mantık biliminde uzman olanlar dahi bu yolda zor yürür. Bununla beraber bu yol ne burhan yoludur ne de Bârî Taalanın varlığı hususunda yakîne ve kesin bilgiye ulaştıran bir yoldur. Şöyle ki; Alemi muhdes (sonradan yaratılmış) farz etsek onun için mutlaka muhdis yaratıcı) bir fail lazım gelir.Lakin böyle muhdisin varlığına kelam sanatındaki kuvvetin önüne geçemeyeceği ve ortadan kaldıramayacağı bir şüphe arız olmaktadır. “Allah muhdistir”,denilmesi halinde ortaya çıkan şüphe ve tereddüdü izale etmeye kelam ilminin kuvveti yetmemektedir. Şunun için: Biz bu muhdisi ne ezelî ne de muhdes (yaratılmış) farz edemeyiz. Çünkü muhdes(yaratılımış) kabul edersek bir muhdise (yaratıcıya)ihtiyaç göstermiş olur. o muhdis de diğer bir muhdise ihtiyaç göstermiş olur.O muhdis de diğer bir muhdise muhtaç olur ve bu silsile sonsuza dek devam edip gider. Bu ise imkansızdır. Ezelî telakki edersek, mahluk (yaratılmış) şeylerle ilgili fiilinin de ezelî olması icab eder. Bu takdirde de mahlukatın ezelî olması lazım gelir. Halbuki, hâdis bir şeyin varlığının hâdis bir fiille alakalı olması icab eder. Ancak Eş’ariler kadîm ve ezelî bir failden hâdis bir fiilin meydana gelebileceğini kabul ederlerse, o zaman iş değişir. Halbuki Eş’ariler bunu kabul ve teslim etmezler. Zira hâdis şeylerle birlikte bulunan şeylerin de hâdis olması Eş’ariliğin esaslarındandır. Ayrıca şayet fail bazen iş yapıyor, bazen de yapmıyorsa o takdirde failin iki halden daha iyi olanı tercih etmesini sağlayan bir illetin ve sebebin bulunması icab eder. Böylece o illet hakkında da bu soru gibi bir soru sorulur, illetin illeti için de sorulur. Ve durum sonsuza kadar sürüp gider.
Buna cevap olmak üzere kelamcıların “hadis fiil kadîm ve ezelî irade ile vaki olur” demeleri de bu şüpheden kurtulmak ve çıkmak için bir yol değildir. Çünkü irade mefule tealluk eden fiilden başka bir şeydir. Mef’ul hadis olunca onun icadı ile ilgili olan fiilin de hadis olması zaruri olur. İster iradeyi kadim ve ezelî sayalım, ister fiilden önce gelmek veya fiille beraber bulunmak üzere hâdis farz edelim, durum nasıl olursa olsun Eş’arilerin kadim hakkında şu üç halden birini caiz görmeleri lazım gelir:
1. Ya irade de hâdistir, fiil de hadistir,
2. Veya fiil hâdistir, irade kadimdir,
3. Veyahut fiil kadimdir, irade hadistir.
Halbuki Eşarilerin “hâdis bir şey kadim bir şeyden meydana gelebilir” demelerini kabul etsek bile kadim bir fiilden hadis bir şeyin vasıtasız olarak vücuda gelmesi mümkün olmaz. Bizzat iradenin kendisini mefulle ilgili fiilin yerine koymak da anlaşılır bir şey değildir. Bu durum fâilsiz meful farzetmek gibidir. Çünkü fiil fâilden de iradeden de mefulden de başka bir şeydir. İrade bizzat fiil değil fillin şartıdır. Ancak hâdisin sonsuz bir süre yok olduğu kabul edilince, bu kâdim ve ezelî iradenin sonsuz bir müddet zarfında hadisin yokluğuna taalluk etmesi icab eder. Şu halde yaratılması icab ettiği vakit, ancak sonsuz bir zaman geçtikten sonra kadim irade meksuda ve murada taalluk edebilir. Halbuki sonsuz olan bir şey bitmez ve tükenmez. Onun için ya bu maksud ve muradın fiil alanına çıkmaması veya sonsuz bir zamanın geçmesi -ki bu da imkansızdır- icab eder.( (İbn-i Rüşd, 1985, s.192-194).
Dikkat edileceği gibi İbn-i Rüşd İlahî İrade, İlâhî Kudret ve İlâhî İlim konularında Ehl-i Sünnet ve Eş’arî yolunu benimsememekte, yaratma ve yaşatma olaylarını daha fazla Aristo felsefesiyle anlatmaya çalışmaktadır. Gerçekten bu konular son derece mantık ve felsefe formasyonu gerektiren konulardır. Bu konuların hepsine çok yüksek bir zeka ve mantık düzeyi ile Gazalî cevap vermiştir. Ancak İbn-i Rüşd’ün geniş ölçüde Bedîüzzaman’la buluştuğu bir düzlem vardır, o da tevhidî gerçekliğin insanlara hangi araç ve yöntemlerle anlatılacağıdır. İbn-i Rüşd’e göre böyle yüksek mantık ve felsefe bilgisi ve formasyonu isteyen usullerle avamî kitlelere tevhid anlatılamaz. Ona göre zaten Kur’an da Allah (cc)’ü bu şekilde anlatmamıştır. Kur’anî yöntem en basit ve kolay yöntemdir. Kur’an insanların sürekli haşir neşir olduğu tabiatın görüngülerinden hareketle Allah’ı anlatır. Şimdi kısaca düşünürün bu konudaki yaklaşımını inceleyelim.
İbn-i Rüşd’te Tevhid’e Ulaşma Yolları
Allahı tanıma yolları İbni Rüşd’e göre Eş’arilerin gösterdiği yol değildir. Eş’ariler tarafından izlenen yol, ulemaya mahsus olan yakîn ve katiyyet vermeyen yollardır. O’na göre son derece teknik esaslara dayanan, uzun ve dolambaçlı yaklaşımlardan meydana gelen kelami ve felsefi yaklaşımlar şeriatın seçtiği bir yol değildir. Şeriat sürekli en avamın da anlayacağı en basit yolu ve metodu seçmiştir. Düşünüre göre böyle basit zihinlerin dahi anlayabileceği bir yoldan uzaklaşıp en yüksek zekalara bile muğlak gelen yollara sapmak hak yoldan uzaklaşmak demektir.
İbn-i Rüşd’e göre “bu konuda şeriatın izlediği yol, Kâinatın, mübarek ve müteal olan Allah’ın bir eseri ve sanatı olduğunu esas alan yoldur.Bu hususla ilgili Ayetler incelenirse bu yolların inayet delili olduğu görülür. Bu delili şöyle anlatabiliriz: İnsan hissi ve maddi bir şeye bakınca görür ki, o şey her hangi bir şekilde, her hangi bir miktarda ve her hangi bir vaziyette olacak biçimde yaratılmıştır. Bütün bu hususlar o maddi şeyde mevcut olan menfaate ve ondan beklenen gayeye uygundur. Hatta bu hissi ve maddî şey, bu şekilden başka, bu vaziyetten farklı ve bu miktardan değişik bir halde mevcut olsa (idi), kendisinde o menfaat mevcut olmaz, diye de itiraf eder. Bundan da şu husus ortaya çıkar ki, o şeyi yapan bir Sâni ve sanatkar mevcuttur. O yüzden o şeyin şekli, vaziyeti ve miktarı o menfaata muvafık düşmüştür. Belli bir menfaatin mevcut olması için bütün bu şeylerin yekdiğerine uygunluğunun tesadüf ile olması mümkün değildir. Bunun misali de şudur:
“Farz edelim ki bir insan yer yüzünde mevcut bir taş gördü, bu taşın biçimini üzerinde oturulmaya elverişli bir halde buldu. Taşın vaziyetini ve miktarını da bu nitelikte buldu. O vakit bilir ki bu taş olsa olsa bir sâni ve usta tarafından yapılmıştır.”
“İşte bütün âlem için de durum budur. İnsan alemde mevcut olan ve dört mevsimin, gecenin, gündüzün, yağmurun, suların, rüzgarın, arzda muhtelif mamur yerlerin, insan varlığının, var olan sair bitki ve canlıların mevcut oluşunun sebebi olan güneşe, aya ve diğer yıldızlara bakınca, aynı şekilde arzın insanların ve diğer kara hayvanlarının meskeni olmaya uygun bir halde bulunuşuna dikkat edince ve yine suların, sularda yaşayan canlılara, havanın uçan canlılara muvafık geldiğini gözönüne getirince, bu hilkat ve bünyeden bir şeyin bozulması halinde buradaki bütün mahlukatın varlığına halel geleceğini nazar-ı itibara alınca, kesinlikle bilir ki,insan hayvan ve bitkiler için âlemin bütün parçaları ve kısımlarında mevcut olan bu uygunluk tesadüfi değildir. Daha açıkcası, o, onun böyle olmasını kasd eden bir kâsıddan ve irade eden bir müriddendir. O da Aziz ve Celil olan Allah’tır. Ve yine kesin surette bilir ki, alem masnudur, çünkü bir sâniden vücuda gelmemiş olsaydı, belki tesadüfen mevcut olsaydı, onda bu uygunluğun mevcut olması mümkün olmazdı, diye kati olarak hükmeder.”(İbn-i Rüşd, 1985,s.283-5).
Dikkat edileceği gibi düşünür Bedîüzzaman’ın tabiatın görüngülerinden hareketle tevhide ulaşma yöntemini geniş ölçüde kullanmakta; sulardan, yağmurdan, bulutttan, ay, güneş ve yıldızlardan, hayvanlardan ve bitkilerden hareket ederek onların düzen ve intizamına dikkat çekerek onların tesadüfen değil bir Sani tarafından yaratıldığı sonucuna ulaşmaktadır.
İbn-i Rüşd, bu yöntemin Kur’anî bir yöntem olduğu inancındadır. Ona göre Kur’an “tevhid”i anlatmak için İnaye delili’ni geniş olarak kullanır. Kendisinden izleyelim:
“Aziz Kitab bu çeşit istidlallerle doludur. Bunlardan biri şu ayettir: “Biz arzı bir döşek,dağları da bir direk kılmadık mı? Geceyi bir elbise uykuyu da bir istirahat kılmadık mı?”(Nebe,78/6-16)
“Bu ayete dikkat edilirse, bütün parça ve bölümleriyle alemin insanın varlığına uygun olduğu hususunun tenbih edildiği ve işaret edildiği görülür. Yani buna göre arz, üzerinde insanların ikamet edebileceği bir nitelikte yaratılmıştır. Şayet arz ve dünyamız hareket halinde veya şimdiki halinden başka bir şekilde veya şimdiki miktarı ve hacminden farklı bir miktarada bulunmuş olsaydı, orada yaşamamız imkansız olurdu.”
Düşünür dünyanın döndüğünü bildiği halde burada sakin olduğundan ve hareketsiz olduğundan söz etmektedir. Böyle bir yolu seçmesinin nedeni halkın genel olarak dünyanın hareketsiz olduğuna olan inancına saygı duymak olabilir. Düşünür Kur’ani yaklaşımı incelemeye devam eder:
“Dağları bir direk kılmadık mı?” ifadesini ele alalım: Allah bu ayetle dağlar sebebiyle arzın sükun halinde mevcut olmasındaki faydalara dikkati çekmiştir. Şayet arz olduğundan daha küçük takdir olunmuş olsaydı,dağsız olacağından yerinde duramıyacaktı. Şu halde arzın sükün vaziyetinde bulunması ile üzerindeki varlıklara uygun oluşunun tesadüfen otaya çıkan birşey olmadığını, sadece bir kasdın ve iradenin eseri olduğunu gösterir.”(İbn-i Rüşd, 1985, s.286-7).
“Sonra ayet gece ile gündüzün varlığını canlılara muvafık olduğuna da dikkati çekerek “geceyi bir elbise ve gündüzü de maişet vesilesi kıldık”, demektedir. yani güneşin hararetine karşı,yer yüzündeki varlıklar için geceyi bir sütre ve elbise gibi kıldık demek istiyor. Bu da şöyle oluyor: şayet gece güneş kaybolmasa Allah’ın güneşle hayat vererek yarattığı varlılar yani canlılar ve bitkiler mahvolurdu. Elbise, bir sütre olmakla beraber ısı karşısdında varlığını muhafaza edebilmektedir. İşte bu iki mana, yani hem sütre olma hem ısıya dayanma özelliği gecede de mecvut olduğu için Allah teala, ona libas (elbise) adını vermiştir. Bu ise en çarpıcı ve göz kamaştırıcı bir istiaredir. Gecede canlılar için mevcut olan diğer bir menfaat de şudur:canlılar gece rahat ve sürekli olarak uyurlar. Çünkü hisleri bedenin zahirine doğru, yani uyanık olma istikametinde harekete geçiren ışık gittiği için uyku derinleşmiş olur.”
“Burada öyle bir ahenk mevcuttur ki semadaki cisimlerin tümünün birlikte durması bir yana bir tanesinin bir lahza durması bile arzda bulunan şeylerin düzeninin bozulmasına kafi gelir.”
“Sonra Allah güneşin özel faydasına ve yeryüzündeki varlıklara dikkat çekerek “biz bir sirac-ı vehhac kıldık, yani ışık saçan bir meşale yaptık” buyurmuştur. Güneşe siraç (meşale) denilmesi şundandır: asl olan karanlıktır.Işık ve aydınlık,gecenin karanlığı üzerinde ârizi olarak mevcuttur. Meşale olmasa insan görme duyusundan gece faydalanamzdı. Aynı şekilde güneş olmasaydı canlılar hiç bir şekilde görme duyularından istifade edemezdi.”
“Sonra Allah Teala, yağmura da temas ederek sözkonusu inayete dikkati çekmiştir. Yağmur sadece bitkiler ve canlılar için yağar. Ekinlerin yetişmesi için sınırlı zamanlarda sınırlı miktarda yağmurun yağmasının, tesadüfen vaki olması mümkün değildir.Bunun böyle oluşunun sebebi, buradaki varlıklara gösterilen inayet ve ihtimamdan başka bir şey değildir.” (İbn-i Rüşd, 1985, s.192 vd)
Sonuç olarak İbn-i Rüşd, Kur’anî yönteme uygun olarak insanların sürekli haşir neşir olduğu varlıklardaki nizam intizamdan hareket ederek tevhid’e ulaşmaktadır. Aynu usülü çok daha geniş bir eksende Beîüzzaman uygulamıştır. Şimdi kısaca Bedîüzzaman’ın bu konudaki yöntemini inceleyelim.