evet itirazlarla ilgili forumdan herhangi bir cevap alamamıştım saolsun sorularla risale sitesi cevabını verdi aynen paylaşıyorum...
Soru
Acluninin hadis olmadığını söylediği bazı ifadelere, Üstadımızın hadis gibi itibar etmesini nasıl anlamalıyız?
Cevap
Değerli Kardeşimiz;
Aclunî diye bilinen İsmail b. Muhammed b. Abdulhadi. Hicrî 1087(m.1676) yılında, Suriye-Aclun'da doğdu. Küçük yaşta Kur'an'ı hıfzetti. On üç yaşındayken, ilim tahsili için Şam'a gitti. Orada Arap dili, feraiz/miras hukuku, usul, kıraat, fıkıh, hadis, tefsir gibi temel İslamî ilimleri okudu. Çağdaşları olan büyük âlimlerden ders aldı. Kısa zamanda, arkadaşları arasında temayüz etti. 1119'da Anadolu'ya geçti. Sonra tekrar Şam'a döndü ve ömrünün sonuna kadar, talebelere ders verdi. Çok âlim, Salih, takva sahibi olarak ömrünü tamamlayan Aclunî, hicrî; 1141(m. 1730) de Şam'da vefat etti. Bu arada çoğu hadis sahasında olmak üzere birçok eser telif etti. Bu eserlerden en meşhur olan: "Keşfu'l-hafa ve müzilu'l-ilbas amma iştehere mine'l-ahadisi ala elsineti'n-nas" adlı kitabıdır. Anlamı: "Halk dilinde hadis diye dolaşan sözler üzerindeki perdeyi kaldırmak ve iltibasları önlemek" demektir. Hadis edebiyatında bu tür çalışmaların en meşhur olanları, büyük muhaddis Sahavî'nin kaleme aldığı "el-Makasıdu'l-hasene" adlı eser ile ünlü muhaddis İbn Hacer Askalanî'nin yazdığı "el-Leali'l-mensure" adlı eserdir. Aclunî'nin söz konusu kitabı, temelde "el-Makasıdu'l-hasene"'ye dayanan ve ikinci olarak da İbn Hacer'in kitabından istifade edilerek yazılan bir eserdir. İçinde sahih olan hadislerin yanında zayıf, hatta uydurma rivayetler de vardır. Zaten kitabın maksadı, bunları okuyucuya bildirmektir. Yani halk arasında Hadis diye bilinen sözlerin gerçekten hadis olup olmadığını bildirmek ve konuyla ilgili kaynaklara atıfta bulunmaktır. En iyi tarafı, aldığı rivayetlerin durumunu incelemesi, konuyla ilgili âlimlerin görüşlerine yer vermesidir. Hatta bazen "bu hadis olarak sahihi değil, fakat manası doğrudur" şeklinde açıklanmalarla geniş bir perspektif sergilemektedir. (krş. Aclunî, Keşfu'l-hafa, I/2-6; İsmail, L. Çakan, Hadis Edebiyatı, s. 123). Sorularla İslamiyet
Keşfu'l-hafa içinde bulunan her hadis mevzu yani uydurma demek değildir. Bu eserde sahih hadiste var sahih olmayan mevzu (uydurma) hadislerde vardır. Bu sebeple adı geçen eserde bulunan her hadise mevzu demek doğru olmaz müellifin o hadis hakkında yapmış olduğu tahkikata da dikkat etmek gerekir.
Üstad Hazretlerinin bu eserdeki hadisleri rivayet etmesinde ki gaye manası doğru olanları ayıklamak ya da hadis diye hücum eden dinsizlere cevap vermek niyeti iledir. Bu gibi sözler halk arasında hadis telakki edildiği için ehli fen bu sözlerin zahiri çelişkilerini tespit ederek doğrudan dine hücum ediyorlar. Bu sebeple Üstad Hazretleri hem bu hücumları bertaraf etmek hem de manası doğru olan bu sözleri izah etmek için bunlardan bahsetmiş.
İmam Azam ve İmam Şafii için bir çok hadis variddir. Bunlardan bazıları şu şekildedir: "Eğer din, Ülker Takımyıldızında bile olsaydı, Fars'tan bazı kimseler ona ulaşıp alabileceklerdi." Buharî, Tefsir: 62; Tirmizî, 47. sûrenin tefsiri: 3. "Kureyş'in âlimi yeryüzünün tabakalarını ilimle dolduracaktır." el-Aclûnî, 2:53, 54.Keşfü'l-Hafâ
.....
Soru
Efendimizin "Kişilerin fiilleri, doğumu, ölümü gibi hadiseler doğa olaylarına tesir etmez" mealindeki sözüne rağmen, Üstadımızın gittiği yerlere bereket götürmesi İslam gereçekleriyle uyuşmazlık gösteriyor, şeklindeki itirazlara nasıl cevap verebiliriz?
Cevap
Değerli Kardeşimiz;
Üstad Hazretleri hiçbir yerde benim hürmetime şöyle olmuş böyle olmuş demiyor, Risale-i Nurun bereketi ve iman derslerinin vesilesi ile olmuş diyor. Kaldı ki Allah’ın makbul zatları için bazı vakaları yaratması Kur’an ve sünnet ile çelişmez buna işaret eden bir çok ayet ve hadisler vardır.
Bu hususa Üstad Hazretleri şu şekilde işaret ediyor:
“Gök ve yer onlara ağlamadı. (Duhân Sûresi: 29.)
“Şu âyet, mefhum-u muvâfık ile şöyle ferman ediyor: "Ehl-i dalâletin ölmesiyle, semâvât ve zemin, onların üstünde ağlamıyorlar." Ve mefhum-u muhâlif ile delâlet ediyor ki, "Ehl-i imânın dünyadan gitmesiyle, semâvât ve zemin onların üstünde ağlıyor." Yani, ehl-i dalâlet, mâdem semâvât ve arzın vazifelerini inkâr ediyor, mânâlarını bilmiyor, onların kıymetlerini ıskat ediyor, Sâni'lerini tanımıyor. Onlara karşı bir hakâret, bir adâvet ettiğinden, elbette semâvât ve zemin, onlara ağlamak değil, belki onlara nefrîn eder. Onların gebermesiyle memnun olurlar. Ve mefhum-u muhâlif ile der: "Semâvât ve arz ehl-i imânın ölmesiyle ağlarlar." Zîrâ ehl-i İmân ise-çünkü-semâvât ve arzın vazifelerini bilir. Hakiki hakikatlerini tasdik ediyor. Ve onların ifade ettikleri mânâları İmân ile anlıyor. "Ne kadar güzel yapılmışlar, ne kadar güzel hizmet ediyorlar" diyor ve onlara lâyık kıymeti veriyor ve ihtiram ediyor. Cenâb-ı Hak hesâbına onlara ve onlar ayna oldukları esmâya muhabbet ediyor. İşte bu sır içindir ki, semâvât ve zemin, ağlar gibi, ehl-i imânın zevâline mahzun oluyorlar.” Otuz İkinci Söz
Bu mesele ayrıca tevessül konusu ile ilişkili olduğu için tevessül konusuna da kısaca değinelim.
İslam dininde tevessül yani Allah katında makbul bir şeyi vasıta kılarak Allah’tan bir şey istemek caizdir. Mesela Allah’ım Kabe hakkı için beni affet demek, Peygamber hürmetine bana yardım et, İmam Rabbani Hazretlerinin vesilesi ile beni şu musibetten kurtar demekte İslam alimlerince hiçbir sakınca görülmemiştir. Bunu sakıncalı ve şirk görenler ehli bidat ve ateş olan vehhabilik mezhebidir ki sapkın ve ehli sünnetin dışında olan bir mezheptir.
Vesileleri vesilelikten çıkarıp bizzat vesilelerden istemek şirk olur. Mesela ey Kabe bana şunu ver, ey Peygamber beni affet ey filanca benim başımdan şu musibeti al demek şirktir. İkisini bir birbiri ile karıştırmamak gerekir. Tevessül yani vesile ile Allah’tan istemek caizken bizzat vesileden yardım ve talepte bulunmak şirktir.
Vesile edilen şey Allah ile kul arasında kesif bir perde olup Allah’tan istemeyi engelliyor ise bu vesile şirk unsuru oluyor. Yok vesile Allah ile kul arasında şeffaf bir perde olup Allah’tan istemek manasına kuvvet veriyor ise bu makbul ve caizdir. İşte çapulcu hareketi olan vehhabi zihniyeti bu hakikati kavramadığı için tevessülü şirk olarak kabul ediyor.
Allahu Tealâ şöyle buyurmuştur:
“Ey iman edenler, Allah’tan korkun, ona ulaşmak için vesile arayın ve onun uğrunda cihad edin. Umulur ki, felâha kavuşursunuz.” (Maide: 35)
“Dua edenler rabbına ulaşmak için bir vesile edindiler. Böylece kim (Allah’a) daha yakın olur diye ortaya çıkar. Bunlar, onun rahmetini umuyorlar ve onun azabından korkuyorlar. Şüphesiz ki onun azabı sakınması gerekli olan husustur.” (İsra:57)
Hz. Enes anlatıyor: Hz. Ömer, kuraklık ve kıtlık olduğunda -halkla birlikte- yağmur duasına çıktığı her seferinde Hz. Abbas’ı vesile yapar ve şöyle dua ederdi: “Allah’ım! Biz daha önce Peygamberimizi vesile yaparak senden yağmur istiyorduk ve sen de bize yağmur veriyordun. Şimdi ise -Peygamberimiz aramızda yok- onun amcasını vesile kılarak senden yağmur istiyoruz, ne olur bize yağmur ver” derdi ve hemen yağmur yağmaya başlardı. (Buharî, İstiska, 3).
İmam Ahmed ve Trimizî’nin bildirdiğine göre, Gözünden muzdarip olan a’ma bir adam Hz. Peygamber(a.s.m)’e gelerek kendisi için dua etmesini istedi. Hz. Peygamber(a.s.m), ona:” istersen senin için bunu tehir edeyim ki, ahiretin için hayırlı olur(Tirmizî’de: istersen sabredersin); istersen sana dua edeceğim” dedi. Adam, dua etmesini isteyince, Hz. Peygamber(a.s.m), ona güzelce abdest almasını, sonra iki rekat namaz kılmasını ve ardından da şöyle dua etmesini emretti: “Allah’ım! Senin rahmet peygamberin olan Muhammed’i vesila kılarak senden istiyor ve sana yöneliyorum. Ya Muhammed! Bu ihtiyacımın giderilmesi için seninle/seni vesile ederek, Rabbime yöneliyorum. Allah’ım! Onun hakkımdaki şefaatini kabul buyur!” (Tirmizi, Daavat, 119, Müsned, IV/138) Adam -gidip söylenenleri yaptı- dönüp geldiğinde gözleri açılmıştı (Tuhfet’u’l-Ahvezî, ilgili hadisin şerhi).
Hz. İbrahim'in(Peygamber Efendimizin çocuğu) vefat ettiği gün güneş tutulmuştu.
Halk bunun, onun vefâtıyla ilgili olduğunu sanarak, "İbrahim'in ölümü sebebiyle güneş tutuldu" dedi.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz bunu duyunca, Mescid-i Şerife vardı ve Allah'a hamd ve senâdan sonra Ashab-ı Kirama şu dersi verdi:
"Ey insanlar! Biliniz ki, güneş ve ay; Allah'ın kudret alâmetlerinden ikisidir. Bir kimsenin vefatı veya birinin hayatı sebebiyle tutulmazlar.
"Bunları tutulmuş gördüğünüzde, hemen mescidlere gidiniz. Onlar açılıncaya kadar da Allah'a duâ ediniz, namaz kılınız!"Tabakât, 1:142; Müslim, 2:630.
Bu olayda Allah resulü külli kanun ve olayların kişilerin ölüm ve kalımı ile değil Allah’ın değişmez prensipleri ile hareket ettiğini izah ediyor. Yoksa sema ve mevcudatın ehli iman ile alakasız ve kayıtsız olduğuna işaret etmiyor. Yağmurun yağmasının külli şartı Risale-i Nurdur denilse o zaman hata olur. Ama onun hürmetine yağmur geldi demekte bir sakınca yoktur.
Soru
Üstadımızın müteşabih hadislerin tevillerinde zahiri bırakıp batıniliğe yol açtığını söyleyenlere nasıl cevap verebiliriz? Örneğin; Eşşeğe şimendifer demesi gibi,..
Cevap
Değerli Kardeşimiz;
Batinilik akımı Kur’an ve sünnetin zahir ve muhkem hükümlerini incitmek ve inkar etmek üzere kurulmuş sapkın bir fırkadır. Halbuki ayet ve hadislerin zahir ve muhkem yönünden başka bir de batini ve işari yönleri vardır. Bu husus hadiste şu şekilde beyan ediliyor: “Herbir âyetin mânâ mertebelerinde bir zâhiri, bir bâtını, bir haddi, bir muttalaı vardır. Bu dört tabakadan herbirisinin [hadîsçe 1 شُجُونٍ وَغُسُونٍ “Her bir âyetin mânâ mertebeleri vardır; zâhirî (açık), bâtınî (açık ve görünür mânâsının içindeki, ehlinin anlayabileceği mânâ), haddi (kapsamı) ve muttala’ı (anlam çerçevesi) vardır. Bu dört mânâ tabakasından herbirinin de fürûatı (detayları), işaretleri, dalları ve ayrıntıları vardır.” (bk. Ebû Yâ’lâ, el-Müsned 9:287; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-Evsat 1:236.” tâbir edilen> fürûatı, işârâtı, dal ve budakları vardır”.
İşte hadisin tarif ettiği üzere ayet ve hadislerin zahirini ve muhakem kısmını incitmeden ve inkar etmeden işari ve batini yönlerini şerh ve tabir etmek bütün İslam alimlerinin ittifakla kabul ettiği bir usuldür. Hal böyle iken manası kapalı olan müteşebih hadislerin hakiki manalarını tevil ve tabir yolu ile izah ve şerh etmek batinilik değil tefsir ilmi sınıfındandır. Bu hakikatleri ve usulleri bilmeyen ihatasız adamlar tefsir ilmi ile Hurufilik ilmini aynı kefeye koyuyorlar.
Hatta müteşabih ayet ve hadisleri zahiri üstüne vermekte ciddi imani ve fikri riskler vardır. Mesela “Allah arşa istiva etti” ayetinde ki istiva terimini zahiri üzere anlamak küfür olur. Zira istiva yani oturmak terimi mekan ve zaman mefhumunu akla getiriyor halbuki Allah zaman ve mekandan münezzehtir. Öyle ise istiva teriminden kast edilen mana Allah’ın mahlukat üstünde ki tasarruf ve hükümranlığıdır. Buna benzer yüzlerce ve binlerce ayet hadisler vardır ki bunların zahirleri murat değil işaret ettikleri batini ve işari manalar muraddır. Tabi manası açık ve zahir olmayan ayet ve hadislere işari ve batini mana vermek keyfi değil belli bir usul ve ilmi çerçeve içindedir. Üstad Hazretlerinin bu gibi hadislere getirmiş olduğu bütün yorum ve tevillerin hepsi Ehl-i sünnet usulüne uygun ve mutabık tevil ve yorumlardır.
Özellikle ahir zaman , deccal ve mehdi gibi kavramlara işaret eden hadisler müteşabih olup manası kapalı olduğu için yoruma muhtaç hadislerdir. Yoksa bu gibi hadisleri olduğu gibi kabul etmek hurafeye kapı açmak ve Allah’ın adetlerine zıt hareket etmek olur ki bundan en çok İslam düşmanları istifade ediyor. Cahil ve avam güruhun ayet ve hadisleri zahire hamletmesi önemli bir hurafe kaynağıdır.
Soru
Ehl-i Sünnetin Ulul Emre itaat konusundaki tahşidatlarına binaen; Üstadın ilk dönem ittihatçılara yakın durmasını nasıl değerlendirmeliyiz, Abdulhamit ile ilişkileri nasıldır, AbdülHamit'e itaat etmiş midir?
Cevap
Değerli Kardeşimiz;
Üstad Hazretleri hayatının hiçbir döneminde iktidara ve hükümete karşı menfi bir isyan ve başkaldırı içinde olmamıştır. Ehl-i Sünnetin dahilde müspet hareket ve itaat prensibini daima tatbik etmiştir. Ama müspet hareket edeyim derken de zalimlere asla boyun eğmemiş doğru ve hakkı en açık bir şekilde çekinmeden daima ifade etmiştir. Bu Osmanlı döneminde de aynı cumhuriyet döneminde de aynıdır.
Üstad Hazretleri Abdulhamid Han Hazretlerinin şahsına karşı değil Osmanlılının köhnemiş ve yıkılmağa yüz tutmuş bürokrasi ve devlet yapısına karşı çıkmıştır ve bunlara ilmi ve sosyal reçeteler sunmuştur. Bu sunduğu reçetelerin bir kısmı İttihat ve Terakkinin savunduğu fikirler ile örtüştüğü için yan yana gelmiştir. Yoksa İttihat ve Terakkinin cuntacı ve menfi şahısları ile asla birlik içinde olmamıştır. Hatta ittihat ve terakkinin dine olan lakaytlığını şiddetli bir şekilde eleştirmiştir.
Üstad Hazretlerinin şu ifadeleri İttihat ve Terakkiye nasıl bakılması gerektiğine işaret ediyor:
Eyyühe'l-avâm! Şimdi Allahaısmarladık, siz durunuz; havas ile konuşulacak bir dâvâm var. Hükûmet ve eşraf ve İttihad-Terakkîye mason olmayan kısmına karşı bir mühim meselem var. Münazarat
Üstad Hazretleri o dönemleri şu veciz ifadeleri ile özetliyor:
Bitlis vilâyetine tâbi Nurs köyünde doğan ben, talebe hayatımda rastgelen âlimlerle mücâdele ederek, ilmî münakaşalarla karşıma çıkanları inâyet-i İlâhiye ile mağlûp ede ede İstanbul'a kadar geldim. İstanbul'da bu âfetli şöhret içinde mücadele ederek, nihayet rakiplerimin ifsadatıyla, merhum Sultan Hamid'in emriyle tımarhaneye kadar sürüklendim. Hürriyet ilânıyla ve 31 Mart Vak'asındaki hizmetlerimle İttihad ve Terakki hükûmetinin nazar-ı dikkatini celb ettim. Camiü'l-Ezher gibi, "Medresetü'z-Zehrâ" namında bir İslâm üniversitesinin Van'da açılması teklifiyle karşılaştım. Hattâ temelini attım. Birinci Harbin patlamasıyla talebelerimi başıma toplayarak gönüllü alay kumandanı olarak harbe iştirak ettim. Kafkas cephesinde, Bitlis'te esir düştüm. Esaretten kurtularak İstanbul'a geldim. Dârü'l-Hikmeti'l-İslâmiyeye âzâ oldum. Mütareke zamanında, istilâ kuvvetlerine karşı bütün mevcudiyetimle İstanbul'da çalıştım. Millî hükûmetin galibiyeti üzerine, yaptığım hizmetler Ankara hükûmetince takdir edilerek Van'da üniversite açmak teklifi tekrarlandı. On Dördüncü Şua