Çocukken Nurculuktan İfademi Aldılar...

Huseyni

Müdavim
66451.jpg


Çocukken aldıkları ifadem 16 yıl sonra karşıma çıktı

Bediüzzaman’ın avukatı Bekir Berk ile bir süre çalışmış olan Avukat İbrahim Ünlü o günleri anlatıyor

Röportaj: Nurettin Huyut-Risale Haber


Avukat İbrahim Ünlü Kimdir?

1942'de Afyon Bolvadin'de doğdu. İlk, orta ve lise eğitimini Bolvadin'de tamamladı.
Lise bittikten sonra bir sene öğretmen okulu kurslarına katıldı. Üniversite imtihanlarına girerek, o zamanki sistemle iki bölüm kazandı.
Bunlar Arap Dili ve Edebiyatı ile Hukuk Fakültesiydi. Hukuku okumasını babası da kendisi de istemiyordu. Fakat Av. Bekir Berk’in ısrarıyla bu bölümü tercih etti. Okul bitince Bekir Berk’e verdiği söz üzerine onun yanında çalışmaya başladı. Bir yıl kadar beraber çalıştılar.
Bir yıl sonra Bekir Berk avukatlığı bırakınca, işlere yalnız devam etti.
1994 yılına kadar ağırlıkla Yeni Asya Gazetesinin, Sözler yayınevinin ve Yeni Asya Vakfı’nın Hukuk Müşavirliğini yürüttü. Aynı zamanda İstanbul İlim ve Kültür Vakfının kurucu mütevelli heyetinde bulundu.
1976 yılında evlendi. Üç çocuğu var. Halen avukatlık mesleğini sürdürmektedir.



BEDİÜZZAMAN’IN ARABASINA KOŞARDIK

Risale-i Nurları tanımanızın bir öyküsü var mı? ilk defa nerede ve ne zaman tanıdınız?

1958-59 yıllarında tanıdım diyebilirim. Ondan öncesinde Bediüzzaman ismini ve Risale-i Nurları sürekli duyuyorduk. Ama 1958’den sonra bu hizmetin içinde yer almaya başladım. O sırada Bolvadin'deydim. Üstad Emirdağ'dan Isparta'ya giderken, Bolvadin'den geçerdi. Bolvadin'den geçerken biz de sokaklara çıkar ona hoşamedi ederdik. Yol kenarlarından kendisini selamlardık.

O zaman taşıma araçları hemen hemen yok diyecek kadar az olduğundan, Üstadın arabası gelince hemen anlardık. Genellikle arabayı Bayram abi veya Hüsnü abi yahut ta Ceylan abi kullanırdı. Onlar illa ki kornaya basarlardı. Biz o sese o kadar aşina olmuştuk ki, duyar duymaz her şeyi bırakır arabanın yanına koşardık. Bu şekilde Üstadı üç-dört defa gördük.


ibrahim_unlu1.jpg



O sırada kaç yaşındaydınız?


1942 yılında doğduğuma göre 16-17 yaşlarındaydım. O yıllarda Hür Adam gazetesi vardı. O gazetede Asay-ı Musa Risalesi tefrika ediliyordu. Biz de gazeteden okuyarak risaleleri takip ediyorduk. Ortaokulda bir arkadaşla tanıştım. Bana, “Bizim akşamları falanca yerde derslerimiz oluyor, sen de gel” dedi. Davetini kabul ettim. Onunla beraber derslere gitmeye başladım. Bolvadin’deki hapishanenin hemen arkasında bir yerdi. Hamza Emek ağabey, Mehmet Çalışkan ağabeylerin tutuklu kaldıkları, hapis yattıkları yerdir orası aynı zamanda. Biz o dönem kesintisiz olarak derslere gidip geldik.
Liseyi bitirip, üniversite için İstanbul'a gittim. Gittiğim dönemde İstanbul’da dershane yoktu. Sadece evlerde dersler oluyordu. Kızılelma Caddesinde matematik öğretmeni Kasım abinin evinde ders oluyordu. Bir de Merter'de ders vardı.


Kirazlımescit’te dersler olmuyor muydu?

Kirazlımescit dışındaki ders mahalli Kasım ağabeyin evi, bir de Merter’de Ahmet Yavuz isimli, Karadenizli bir Nurcunun eviydi. Oraya da Birkaç defa gitmiştim.



Ahmet Yavuz'un evinde teksir yapılıyor muydu?

Hayır. Onun evinde değil. Hakkı Yavuztürk vardı. Allah rahmet eylesin. Onun babasının evinde teksir yapılıyordu. Ben geldiğimde Kirazlımescit’te bir-iki ağabey vardı. Mesela İstanbul'a geldikten birkaç hafta sonra Zübeyir ağabeyle görüştüm. Okula kayıt telaşesinden sonra. Kirazlımescit'e gittim. 1962 yılıydı.


Kimler gelirdi bu derslere?

Mesela Necdet Doğanata gelmişti bir defasında. Daha sonra onu gördüğümde, “Ağabey siz yıllar önce Kızılelma caddesinde öğretmen Kasım bey'in evinde Ruh ve melaike bahsini okumuştunuz” dedim. “Aa ben unutmuşum. Öyle mi oldu gerçekten?” dedi. Böyle dışarıdan gelen ağabeyler o derslere katılırlardı.


Üstadı Bolvadin haricinde başka yerde gördünüz mü?

Hayır görmedim.



1964’DE OLAN ÇAY HADİSESİNİN ZABITLARI 16 SENE SONRA İSTANBUL'DA KARŞIMA ÇIKTI

Peki o dönemde tutuklanma, baskın vs. gibi olaylar yaşadınız mı?

Evet yaşadık. Şöyle; 1964 yılında Bolvadin'in yakınında Çay kazası vardı. Oradaki cemaat bir dershane açmıştı. Biz de onun açılışına gitmiştik. Bir cumartesi günüydü. Açılış yaptık, ders yaptık. Çaylarımızı içtik ve Bolvadin'e geri döndük. Benden küçük olan Said kardeşim de vardı. Baktık Bolvadin'de karakoldan polisler geldiler. “Sizi Çay'a götüreceğiz” dediler. Biz de gittik. Orada sorgu sualden geçtik. Ama herhangi bir sanık konumunda olmadık. Bizi serbest bıraktılar.

ibrahim_unlu2.jpg


Burada şöyle bir bağlantı kurayım. 1980'de Safa Mürsel’le beraber aynı büroda çalışıyorduk. Davalar sebebiyle ben sürekli Anadolu’daydım. Bir defasında geri döndüm İstanbul'a, telefonla haber vermişler, “İbrahim abi yazıhaneye gelmesin” diye. Nedenini sordum. Gelmesin demişler ev halkına. Ben de telefonla aradım. “Polisler seni arıyor, o sebeple buralara gelme. Safa Mürsel’i götürdüler” dediler.


Bunun üzerine meşveret ettim ve meşveret kararına göre hareket ettim, yazıhaneye gitmedim. Yani, önce abilerin yanına gittim görüştük, konuştuk. Ben o zaman karakola gidip teslim olma taraftarıydım. Çünkü teslim olmazsam Safa Mürsel’i bırakmayacaklar zannediyordum. Kırkıncı Hoca da İstanbul’daydı. Onunla beraber diğer ağabeyler de “gitme” diyorlardı. Ama ben “Eğer Risale-i Nur içinse beis yok. Başka bir meselemiz de yok” deyip, kendi kendime karar verdim. Bu şekilde bir mutabakata vardık. Bir astsubay arkadaş gelip gidiyordu. Ben ona, “Oradaki amirlerle görüşün. Ben teslim olacağım ama beni hemen sorguya alıp, işlemi yapmaları şartıyla gelip teslim olacağım” dedim. Karşı taraf kabul etmiş. Böylece gidip teslim oldum.


Karşıyaka’da, Gayrettepe'de sevk işlemleri yapılırken, polis koca bir klasörle geldi. “Neden beni bekletiyorsunuz?” diye sordum. “Şimdi görürsün neden beklettiğimizi” dedi. Ve arşivden, bizim 1964 senesinde Çay hadisesinde verdiğimiz ifadelerimizi çıkardı. Mesele oymuş meğerse. O ifadeleri bulup çıkarmışlar. Yıllar sonra yine aynı ifadeler sebebiyle karakola çağırmışlar.
İki, üç gece kadar nezarette kaldım. Teslim olduktan bir gün sonra sorguya çekildim. Sorgu yapanlar arasında MİT elemanları da vardı. Onlarla bayağı tartıştık Risale-i Nur konusunda. Onlar “Suçtur” diyorlar ben “Hayır değil” diyorum. “Yasaktır” diyorlar, “Değil” diyorum falan, bu şekilde epeyce tartıştık. En sonunda bir subay MİT elemanlarına, “Siz konuşmayın, soru sormayın” dedi. Anarşinin sebep ve çareleri hakkında bir konu açtı. Orada dilimizin döndüğünce birkaç laf ettik. Sonra ifadem imzalandı. Üç gün falan kaldım ve Sefa’yla beni serbest bıraktılar. Düşünün 1964’de olan Çay hadisesinin zabıtları 16 sene sonra İstanbul'da karşıma çıktı.


İstanbul'da o sırada dershane olmadığından yurtta kalıyorduk. O zaman Kavurmacıların evlerinde ders yapılıyordu. Radyocu Ali ağabey vardı. Onun evinde de ders yapılırdı. Hep evlerde oluyordu dersler… Kirazlımescit dışında.
O günlerde Zübeyir ağabeyin isteğiyle Balıkesir'deki Mehmet Akay ağabeye dershane açması için haber gönderilmiş. O da bana bu durumu anlattı. “Dershane açacağız, sen kalır mısın?” dedi. “Hay hay” dedim “Kalayım.” Böylece dershane için yer tutuldu. Yusuf Paşa semtinde bir dershane açıldı. Birçok talebe de orada kalmaya başladı. Ama daha yılı dolmadan oraya bir operasyon yapıldı. O dershane kapatıldı.


Siz kalıyor muydunuz orada?

Yok, ben kalmadım. Ama sürekli gidip geliyordum. Yani hizmetlerle uğraştığımız için okulu fazla önemsemiyorduk. Bir de devam mecburiyeti yoktu, belli sınırlama da yoktu yavaş yavaş bitirmiş olduk…


Dershaneye yapılan baskında kalanlara bir şey yapıldı mı? İçerde yatanlar oldu mu?

Onlar bir ay kadar tutuklu kaldılar. O meşhur Sultanahmet'teki cezaevindeydiler. Ondan sonra serbest bırakıldılar. Dershane de kapandı.


Yeniden başka bir dershane açmadınız mı?

Açtık. 1966 yılında, yine Zübeyir ağabeyin isteğiyle dershane açıldı. Fakat bu arada ben yurtta kalıyordum gene. Doktor Abdülkadir, Hayrettin Gürsoy, Nurettin Çağlar gibi arkadaşlarla beraber bir dershane açıldı. Fakat orası kısa sürede yine kapandı, 1967'de zannedersem, Şehremini'de bir talebe dershanesi daha açıldı. O sırada ben İmam Hatip'te mütalaa hocalığı yapıyordum.


O vazifeyi bırakıp, dershanede kalmaya başladım. Şehremini’den sonra Çarşamba'da dershane açıldı. Bir talebe dershanesi de Karagümrük'de açıldı. Beşiktaş'ta açıldı derken, bu şekilde talebe dershaneleri çoğaldı. Bizler de daha çok o hizmetlerle meşgul olmaya çalıştığımız için, okulu bıraktık. Astık, uzattık. En sonunda baktık ki, mezun olmak lazım. Fakat dershanede kalırsak çalışamayacağız. Şehremini'den ayrılıp, daha sakin bir yer olan Beykoz'daki dershaneye yerleştim. Orada çalışıp imtihanlara girdik ve en sonunda 1971 senesinde mezun olduk. Ve ondan sonra Bekir ağabeyle çalışmaya başladık.


Orada ders dışında başka ne gibi hizmetler yapıyordunuz?

Ders dışında üniversiteden gelen talebelerle ilgileniyorduk. Onları derslere, dershanelere getirip götürüyorduk. Okul içinde ve dışında böyle faaliyetlerimiz oluyordu.

O günlerde sanırım Nur Cemaatinin gazete çıkarma telaşesi vardı. Mesela haftalık İttihat Gazetesi’nin ne zaman yayına başladığını hatırlıyor musunuz?

Sanırım 1969-1970’lerde çıkmaya başladı. Tabi ağabeylerin ihtiyaç hissetmesi üzerine çıkmaya başladı o gazete. Ama o sırada zaten Anadolu'nun farklı illerinde, Konya'da, İzmir'de, bazı mecmualar çıkıyordu. Bir de dediğim gibi 1959 yılında Hür Adam gazetesi vardı.


Hür Adam Nurların lehinde yayınlar yapıyordu. Ama bilmediğim bir nedenle daha sonra o gazete kapandı. Nasıl oldu ne oldu hatırlamıyorum. Ama kapandı. Ondan sonra Babıali'de Sabah gazetesinde rahmetli Mustafa Polat köşe yazarlığı yapıyordu. O da Risale-i Nurla ilgili güzel şeyler yazıyordu. Bu arada Şevket Eygi'nin çıkardığı Bugün gazetesinde de yine Nurculukla ilgili beraat kararları, mahkemeler veya tutuklamalar hakkında daha gerçekçi yazılar çıkıyordu.


Fakat daha sonra bir takım olumsuzluklar oldu Sabah gazetesi ve Bugün gazetesi nezdinde oralarda yayınlar kesildi... Durum böyle olunca, haliyle bir ihtiyaç hissedildi. Kendi hakkımızdaki haberleri kendimiz yapabileceğimiz bir gazeteye şiddetle ihtiyaç hasıl olmuştu.

ibrahim_unlu3.jpg


Risale-i Nuru tanıtıcı haberler yapalım tarzındaki bir kanaatla İttihat gazetesinin çıkarılmasına karar verildi. Ben yakinen pek bilgi sahibi değilim ama çıktı, satıldı, çok güzel bir okuyucu kitlesi vardı. Şu anki Yeni Asya'dan çok daha fazla okuyucu kitlesi vardı. O dönemde zaten Nur Talebeleri hep beraberdi. Bütün Nur Talebeleri alırdı. Sadece Nur talebeleri değil, Nurcuların dışında da İttihat'ı takip edenler vardı toplumda. O dönemde dini bir hissiyat vardı insanlarda.


Haliyle bu yayınlar o ihtiyaçları da karşılamış oluyordu. Ama daha sonra ne olduysa, günlük siyasi gazete çıkarma arzusu hasıl oldu. Bu olayları yakinen bilmiyorum da ağabeylerden dinlediğim hatıralar dolayısıyla şunu söyleyebilirim; Zübeyir ağabey, böyle bir gazete çıkarılmasına “Evet” diyor. Onaylıyor. Diğer ağabeylerle de görüşüp onların kanaatını da alıyor. Onlar da tamam diyorlar. Fakat prensip şu; Gazete Nurcuların bir yayın organı gibi görünmeyecek. Yani, tamam… Hizmetleri aktaracak. O zamanki yoğun baskılar, baskınlar, tutuklamalar doğru şekilde haber yapılacak, ama Nurcuların bir yayın organı gibi olmama şartını öne sürdüğünü Zübeyir ağabeyden yakinen öğrendim. Bunu iyi biliyorum. Zaten Zübeyir ağabeyin vefatına kadar o şekilde yayın yapıldı.



BEKİR BERK İSTİHBARAT TARAFINDAN ÇOKÇA RAHATSIZ EDİLİYORDU

Bediüzzaman’ın avukatı Bekir Berk ile bir yıl kaldığınızı belirttiniz biraz ondan bahseder misiniz? Onunla yaşadığınız unutamadığınız hatıranız var mı?

Mezun olduktan sonra Bekir ağabeyin yanına gittim. Zaten talebeyken onunla temasım vardı. Ama mezun olduktan sonra onu daha iyi tanıdım. Bekir ağabey beraber olduğumuz o yıl itibariyle bürodan hiç dışarı çıkmazdı. Sadece bir defasında dışarı çıktık. O da Yeni Asya'da Ümit Şimşek'in kalemiyle, o zamanki Devlet Bakanı Özgüneş’le ilgili bir yazı çıkmıştı. O yazıdan ötürü zamanın Ankara Baro Başkanı olan, yekta Güngör Özden tarafından dava açılmıştı gazete aleyhine. O dava hukuki olduğu için, bir cevap yazılması lazımdı. O davanın cevabını ben yazdım. Ve o davanın ilk duruşmasına Bekir ağabeyle beraber Ankara'ya gittik. O duruşmanın dışında Bekir ağabey bürodan dışarı çıkmadı.


Bekir abi bürosunda Anadolu’daki bazı davalar için layihalar hazırlıyordu. O zamanlar verilen beraat kararlarının yazıldığı kâğıtlar pek okunaklı değildi. Fotokopi şimdiki gibi yaygın değildi. Ve o kararların çoğaltılıp her mahkemeye gönderilmesi gerekiyordu. Ben o kararların suretlerini daktiloyla çıkarıyordum. Onu gidip bir notere tasdik ettiriyordum. 13. Noter Yılmaz Atak isimli bir Beydi. Allah Rahmet eylesin. Bekir ağabeyin çok yakın bir arkadaşı, Nurun bir tanığı, dostuydu. Suretleri ona onaylattırıyordum. Daha sonra fotokopilerini çıkararak Bekir ağabeyin hazırladığı layihalara ekliyordum. Zarflayıp mahkeme kanalıyla, Anadolu'daki diğer davalara gönderiyorduk. Bekir ağabeyle bu şekilde yoğun bir çalışmamız oldu. Bekir ağabey çok hassas bir dönemdeydi. Bilindiği üzere İzmir'de tutukluydu. Sonra bırakıldı. Aleyhte bir karar verildi. O karar temyiz edildi.


Aranıyor muydu?

Aranmıyordu ama eski şevki de pek kalmamış gibiydi. Kendi şahsına ait şevkini devam ettiriyordu. O şevki hiç kırılmadı ama hizmetle ilgili olarak eskisi gibi dolaşmıyordu veya dolaşamıyordu. İstihbarat tarafından çokça rahatsız ediliyordu. Bundan kurtulmak için bilinen bürosundan farklı olarak ayrı bir büro tutulmuştu. Orada çalışıyordu. Ben ve Birkaç arkadaş dışında kimse gitmezdi. Bilmezlerdi. Bilinen yeri ise Kığılı Pasajındaki yeriydi. Piyer Loti'de çatı katında bir yerdi. O gizli yerinde büyük bir şevkle, cezbeyle, neşeyle çalışıyordu.


Bekir abinin benim üzerimde bıraktığı izlerden birisi şudur; Bekir abi iddianameleri veyahut savcının son mütalaalarını alır, okur ve satır altlarını değişik renkli kalemlerle çizerdi. Sarı, mavi, kırmızı... Altı çizilmedik kelime kalmazdı, ama her rengin bir anlamı vardı. Mesela menfi, oldukça olumsuz, iftira boyutunda olan iddiaların altını kırmızıyla çizerdi. Daha hafiflerini yeşille veya maviyle falan çizerdi. Daha sonra o çizgilere göre cevaplarını hazırlardı. Bazen o cevapları ben temize çekerdim. Bu şekilde bir yıl kadar beraber çalıştık.


Bekir abinin Risale-i Nur davaları dışında şahsi olarak baktığı davalar var mıydı?

Yoktu. Sadece hizmetle ilgili davalara bakıyordu. Benden önce Yazıhanesi Cağaloğlu’nda Atay apartmanında giriş katındaydı. Orada bir buçuk yıl kadar kaldıktan sonra Çarşıkapı'daki Kığılı Pasajına geçti. Orada daha çok Birinci abi, Bekir abi ile ilgilenmişti. Ki sonradan öğreniyoruz, Birinci abiyi Zübeyir abi görevlendirmiş.. “Gidip yardım edin” diyerek. Birinci abi bu sebeple epeyce meşgul olurdu. Tabi başka gelen, gidenler de oluyordu.


Bütün bu yaşananlar içinde hiç unutamadığınız bir olay var mı?

Ankara duruşmasında unutamadığım bir küçük olay yaşadım. Şöyle, mahkeme salonunda sol tarafımda davacı avukatı olarak Yekta Güngör Özden oturuyordu. Sağımda Bekir abi vardı. Hakim, “Gazetenin nüshasını istiyorum” dedi. Davayı onlar açtığı için, nüshayı da onlar getirmeliydi.
Yekta Güngör ayağa kalktı, “Efendim ben Ankara'da bu gazeteyi aradım ama bulamadım. Zaten pek de fazla satılmıyor, okunmuyor” dedi. Bu lafların üzerine Bekir abi bir anda yerinden kalktı. “Nasıl küçümsersin bu gazeteyi?” diyerek, sert bir üslupla Yekta Güngör’e cevap verdi. O avukat da tecrübeli birisiydi tabi. Pek fazla karşılık vermeyerek, “Sayın meslektaşımız, daha çok ceza davalarına baktığı için böyle konuşuyor. Ben bunu küçümsemek için söylememiştim” diyerek yarı özür manasında söylediklerini düzeltmeye çalıştı.


Bir yılın sonunda Bekir abi kendi isteğiyle avukatlığı bıraktı demiştiniz biraz bundan bahseder misiniz? Neden bıraktı?

Evet, benim bildiğim çok dar çerçevede birkaç ağabeyle istişare ederek böyle bir karar vermiş. Kığılı yazıhanesinin arkasında yatak da vardı. Ben orada yatıyordum. Sabahları kalkıp Bekir abinin Piyer Loti’deki yazıhanesine geliyordum. Bir gün geldim baktım ki, yazıhane bomboş. Herşey darma duman olmuş. Bekir abi o gece çekmiş gitmiş. Benim ancak sabahleyin haberim oldu.


Size gideceğini söylemedi mi?

Bana “gideceğim” dememişti... Ama şöyle oldu. Benim kanalımla Baroya bir istifa dilekçesi yolladı. Dilekçeyi bana vererek “Bunu Baroya götür” dedi. Açık… Yani, zarfa koymamıştı. Ben de aldım. Asansörlü bir apartmandı. Asansöre bindim, aşağı inerken şöyle bir göz gezdirdim. Baktım avukatlığı bırakıyor. Barodan ayrılıyor. Birden asansörü durdurdum. “Olmaz böyle şey, nasıl olur?” dedim, kendi kendime. “Geri çıkayım” dedim. Asansör bir iki kat çıkınca, “Ya! Ben Bekir abiye ne diyeceğim ki? Beni mi dinleyecek? Kararını vermiş” diye düşündüm. Böylece kös kös artık hiçbir şey yapamadan dilekçeyi götürüp Baro'ya verdim. Dolayısıyla işi bırakacağını biliyordum ama Türkiye'den gideceğini anlamamıştım o zaman. Piyer Loti'deki yazıhaneyi boş bulunca anladım ki Bekir ağabey gitmiş. Ondan sonra biz görevimize yalnız devam ettik mecburen.


Bekir abiyle olan irtibatınız devam etti mi daha sonra?

Evet. Devam etti. Mektuplaşıyorduk ara sıra.

28 Şubat 2010
RisaleHaber


(Devam edecek)
 

anarkh

Well-known member
geçen hafta iki gün dersanede kamp yaptık. babam daha yeni yeni tanıyor risaleleri. dedi kızım basarlar evi :) çok güldüm. yok baba dedim artık eskisi gibi değil. çok şükür bu günlere.
 

Huseyni

Müdavim
Genelkurmay bakanlığa Risale-i Nur'u sordu...

66490.jpg


Bediüzzaman’ın avukatı Bekir Berk
ile bir süre çalışmış olan Avukat İbrahim Ünlü o günleri anlatıyor...


Röportaj: Nurettin Huyut-Risale Haber



II. BÖLÜM:


Yıllardır İstanbul’da yaşıyorsunuz. Hizmetlerle alakalı pek çok şeye şahit oldunuz. Bu süreç içerisinde yapılan basım çalışmalarında size de vazife düştü mü? Mesela Sözler yayınevi olsun, mucizatlı Kur’an basımı olsun bu gibi önemli işlerle ilgilendiniz mi?

Evet, haliyle bazı işler bize de düşüyordu. Mesela Hizmet Vakfının kuruluşunu ben yaptım. Senedinin hazırlanması, mahkemeye müracaat, bölge müdürüyle irtibatlar falan ben yaptım.


Daha sonra Sözler yayınevinin kuruluşuyla da gene ben ilgilendim. Sözler yayınevi ilk defa Abdullah Yeğin abinin adına kuruldu ve faaliyete geçti... Bir şirket değildi, sadece şahsa ait bir yayıneviydi. Sözler yayınevi diyerek başladı.


Abdullah ağabeyin miydi Sözler yayınevi?

Hayır ama Resmiyette Abdullah abinin malı gibi görünüyordu. Bu, kendi başına yaptığı bir şey değildi. Tabi bu da gene diğer ağabeylerin ortak kararıyla oldu. Sözler yayınevinin kuruluşunda da şöyle bir katkım oldu. O yıllarda, davalara girip, çıkıyordum. O nedenle bütün mahkemelerden Samsun'dan, İstanbul'dan ve Ankara'dan verilmiş sulh ceza mahkemelerinin kararları vardı ben de. Sulh cezanın toplatma kararları var bazı kitaplarla ilgili. İşte o kararlar önüme geliyordu.


Hangi kitaplardı hatırlıyor musunuz?

Sözler vardı. Diğer bir kısım kitaplardı…


Toplatma kararı mı verilmişti?

Evet.


Sıkı Yönetim döneminde mi?

Hayır. Sivil mahkemeler bu kararları vermişti. Aslında bu kararlar geçici kararlardı ve daha sonra dava açılması ve iptal edilmesi gereken kararlardı. Ama bu yapılmadığı için Emniyete “bu kitaplar hakkında herhangi bir toplatma kararı var mı?” diye sorulduğunda, Emniyet müdürlüğü sanki o kararlar geçici değilmiş de kesin kararlarmış gibi “1959’da, Samsun, İstanbul ve Ankara ağır cezada şu şu kitapların toplatılma kararı var” diye cevap veriyordu.


Bunun hukuki yönü nedir? Yasak olmayan bir kitap hakkında toplatma kararı verilebilir mi?

Evet verilebilir. Ama bu kararlar geçici kararlardır. Bunlara itiraz edilmesi gerekir. Neticede mahkeme kararıyla toplatılıyordu… Hukuki prosedür işliyordu. Ama tabii ki hukuki prosedür açısından buna karşılık dava açılması lazımdı. Dava açıldıktan sonra gerekli muhakeme yapılır, gerçekten bir suç unsuru var mı yok mu tetkik edilir. Eğer suç unsuru varsa, temelli toplatma kararı alınır. Bunlar tedbir niteliğinde yapılan toplatmalardır sulh ceza mahkemelerinde yapılan. Ondan sonra esas toplatılma kararı verilir.

ibrahim_unlu4.jpg


Ama bu prosedür hiç işlememiş. Ben hiç rastlamadım. Yani, Sulh Ceza Mahkemelerinin tedbir niteliğindeki kararlarından sonra esasa müteallik bir dava açılıp, herhangi yetkili bir mahkemece asli ceza verilmesi veya iptal edilmesi lazımken böyle bir karar verilmemiş.


Ama 1960’lardan sonra yetmişlerde, seksenlerde kitaplar yeniden basılınca tekrar dava açılıyordu. Açılan bu davalarda da o eski tedbir niteliğindeki kararlar delil olarak önümüze geliyordu. Bu durumu bazı hâkimlere izahta güçlük çekiyorduk. Diyorum “ya, bunlar tedbir niteliğinde alınmış kararlardır. Esasa dönük bir karar alınmamış.” Ama nafile inandıramıyorum. Hukuki noktada sıkıntı oluyordu.


Bu arada bir yandan da Risaleler neşrediliyordu. Bu mahkemeleri aşmak için pratik bir çözüm bulunmuştu. Risaleler 1959’da Sinan matbaasında basılmış gibi gösteriliyordu. Halbuki yetmişlerdeki basımlar Sinan matbaasında yapılmadı. Aynı zamanda Sinan matbaasında basılanlar o zamanki mevzuata da uygun değildi. Bu sebeple bu durumun düzeltilmesi gerekiyordu. Ben bu durumu düzeltmek için abilere bir teklif götürdüm. Öncelikle küçük kitaplardan sıralama yaptım. Nur Aleminin bir anahtarı, Küçük sözler, Ayet-ül Kübra gibi risaleleri öne çıkararak, “Mevzuata uygun bir şekilde, önce bunlardan başlayalım. Ve davalar açılsın” dedim.


Davaların açılacağını biliyordum. Şöyle dedim, “Neşriyat İstanbul’da oluyor dolayısıyle davalar da İstanbul’da açılacaktır. Burada açılırsa ben bu davaların üstesinden gelirim. Beraat kararı alırız. O zaman rahat bir şekilde deriz ki, bu eser yetmişde basılmış, beraat kararı da budur.” Bu teklifim üzerine abiler bir değerlendirme yaparak Sözler Yayınevi adı altında neşir yapmaya karar verdiler. Sözler yayınevi de bu şekilde kuruldu. İlk Abdullah Yeğin ağabeyin adına kuruldu Sözler Yayınevi…


Peki düşündüğünüz gibi davalar açıldı mı?

Açıldı. İlk açılan davadaki kararların orijinal nüshaları hala var bende. Abdullah Yeğin ağabeyle ilgili, Nur Aleminin Bir Anahtarı eserinden ötürü bir dava açıldı. Beraat aldık. Daha sonra yine birçok davalar açıldı, yine beraat aldık. En sonunda Sözler Yayınevi adına neşrettiğimiz bütün kitaplar hakkında mevzuata uygun olarak beraat kararlarımız oluştu.


1984 yılında artık hiç tereddütsüz neşrediyorduk. Hiçbir sıkıntımız kalmamıştı. Ama buna rağmen siyasi manada Anadolu'da sıkı yönetim mahkemelerinde, sivil mahkemelerde Risale-i Nur adına davalar devam ediyordu. Ama onlara da gene mevzuata uygun olarak almış olduğum, İstanbul 2. Ağır Cezadan olsun, İstanbul 5. Ağır Cezadan olsun, almış olduğum o beraat kararlarını ibraz ediyordum.


Ama 1984 yılında şöyle bir olay yaşadık onu anlatmak isterim. Bu şekilde meseleleri çözmeye devam ederken, 1984 yılında Genelkurmay'dan, İstanbul'a Adalet Bakanlığına bir yazı gönderiliyor. Diyor ki, “Bu Nurculara, Said Nursi'ye ait olan Risale-i Nur eserleri hakkındaki hukuki durum nedir? Neden hala basımı devam ediyor.” Adalet bakanlığı da o yazıyı İstanbul savcılığına gönderiyor. İstanbul savcılığı da bir yazıyla durumu Sözler yayınevine bildiriyor.



ibrahim_unlu2.20100302104938.jpg


Ki o esnada artık Sözler yayınevi Abdullah Yeğin ağabey adına değil, Mustafa Sungur ağabey adına devam ediyordu. Tabi o yazı gelince hemen bana gönderdiler. Savcılık yazısında, “Bu güne kadar neşrettiğiniz her eserden ikişer nüsha bize gönderin” diye talepte bulunmuştu. Ben de hemen o yazıyı aldım. Hayattaysa Allah selamet versin, vefat ettiyse Allah rahmet etsin, Sermet adında bir savcıydı. Çok temiz bir insandı. Sağolsun adil bir savcıydı. Ona gittim. “Biliyorsunuz Risale-i Nurlarla ilgili beraat kararları var. Ben size bu kitapları getireceğim. Fakat kitaplarla beraber sizin de bildiğiniz o beraat kararlarını da getireceğim” dedim. “Tabii ki İbrahim Bey siz hepsini getirin ben inceleyeceğim” dedi.


Kalktım o kitaplarla ilgili bir dosya hazırladım. Götürüp teslim ettim savcılığa. Savcılığın uzun tetkikatından sonra, birkaç kişinin nazarından da geçirdikten sonra, sanırım sekiz sayfalık bir takipsizlik kararı oluşmuştu. Ama kitapların tamamıyla ilgili 20-30 sayfa da bilirkişi raporu var. Müspet bir bilirkişi raporu geldi. Suç unsuru olmadığına dair… Ki bu sadece 163. maddeyle ilgili değil. Harf kanuna aykırı olmadığı, tekke ve zaviyelerin kanununa aykırı olmadığına dair bir rapordu. Oldukça geniş ve kapsamlı bir rapordu. Bunun üzerine de savcılık takipsizlik kararı verdi. Ve 1984 yılı itibariyle benim değerlendirmemle artık Risale-i Nurla ilgili hukuk ihtilafı kapanmış oldu. 1984’den sonra da bazı yerlerde Risale-i Nura karşı davalar açıldı. Ama onlar tamamen siyasi, keyfi açılmış davalardı. Elhamdulillah… Onların da üstesinden geldik önceki beraat kararlarıyla.


Bu davalar esnasında yaşadığınız ve unutamadığınız anektodlar var mı?

O dönemdeki davalarda eskisi gibi topluca takip edilmiyordu. Yani cemaat topluca gelip mahkemeleri takip etmiyordu pek. Benim kanaatıma göre gerek de yoktu. Ama hâkimlerle, savcılarla, tamamen avukat-savunma ilişkisiyle mahkemeler yürüyordu. Onunla ilgili size aktarabileceğim şöyle bir şey var; Sıkıyönetimden çıkmış bir karar ki, o karar Bekir Berk abi zamanında çıkmış aleyhte bir karardı. O kararı Bekir abi duruşmalı olarak temyiz etmişti. İşte o duruşmaya gitmiştim.


Tabi daha yeniyim bu meslekte, gencim. Çok tecrübem de yok. O zaman askeri Yargıtay Ulus'taydı. Oraya gittim. Gerekli savunmaları yaptım. Duruşma salonu geniş bir salondu. Ben orada “Örf İdare” tabirlerini kullandım. Tabi yadırganacak bir şey değil. Baktım başkan bana bir şeyler söylüyor. Ama salon geniş olduğundan ses bozuk geliyor, anlamıyorum. Savunmamı kestim, “Buyrun nedir?” diye sordum. “Örf İdare Kanunu değil, Sıkıyönetim Kanunu diyeceksin” dedi. Ben birden, “Ne münasebet? Örfi İdare Kanunu da hukuki bir tabirdir. Bu tabiri kullanmamda hiçbir beis yoktur. Lütfen, savunma hakkımı engellemeyin” dedim. O şekilde devam ettim savunmama… Böyle bir anım var.


Bir diğeri de şöyle; ilk Devlet Güvenlik Mahkemelerinin teşkil edildiği dönemde, Diyarbakır'da bir dava takip ediyordum. O davaya iki ayda bir, ayda bir gidip geliyordum. Diyarbakır’da rahmetli Fikret abi vardı. O hep ilgileniyordu Allah rahmet eylesin. On numaralı dershaneye gidiyorduk. Oradan mahkemeye gidiyorduk falan.


Derken gene bir gün mahkemeye gittiğim, mübaşir beni gördü. Bana, “Sen İstanbul’dan mı geldin?” diye sordu. “Evet” dedim. “Seni heyet bekliyor” dedi. Neden beni heyet beklesin daha saat gelmedi” dedim. Şaşırmıştım… Çıktım yukarıya. Hakikaten heyet bekliyor. Savcı da yanlarında, “Hoş geldiniz avukat bey” dediler. “Hoş bulduk” dedim. Yapılan iltifata da şaşırdım. Neyse oturduk. Çay içerken Reis bana, “Biz devlet güvenlik kanununun Anayasaya aykırı olduğu kanaatindeyiz. Savcı Beyin böyle bir iddiası var. Savcıdan ziyade biz sizden bu talebi bekliyoruz. İstiyoruz” dedi. Ben böyle bir teklif karşısında şaşırdım, hem altından ne çıkar bilmiyorum. O nedenle, “Kusura bakmayın. Ben beklemiyordum böyle bir şeyi doğrusu böyle bir şeyi de düşünmedim. Ama ilk etapta kısaca mütalaa edersem böyle bir kanaatim yok” dedim.


Sizden böyle bir şeyi neden istiyorlardı?

Şunun için; bu dosyayı Anayasa Mahkemesine göndermek istiyorlarmış ve bunu gerçekleştirmek için de böyle bir usul bulmuşlar. Onun için benim Devlet Güvenlik Mahkemelerinin Anayasaya aykırı olduğunu iddia etmemi, dolayisiyle dosyanın Anayasa Mahkemesine gönderilmesini talep etmem isteniyordu. Ben de istişare etme gereği hissettim o anda, “Müsaade ederseniz ben bir meslektaşımla görüşeyim” dedim. Kabul ettiler…


O da gelip gidiyordu... Diyarbakır’da bir avukat arkadaşımdı. Hemen bir taksiye bindim. Arkadaşın yanına gidip durumu anlattım. “Sen ne dersin bu konuda?” diye sordum. O hemen, “Hayır. Ben Devlet Güvenlik Mahkemelerinin kuruluş kanununun anayasaya aykırı olduğu konusunda hemfikir değilim” dedi. “Ben de senin gibi düşünüyordum. Ama gene de bir istişare edeyim dedim” diyerek geri döndüm.


Heyet beni bekliyordu. Onlara, “Kusura bakmayın ben bu konuda sizinle aynı fikirde değilim” dedim. Baktım Reis ısrar etti, “Avukat Bey biz sizin beyanınızı bu yönde zapta geçelim” dedi. “Yok. Ben böyle bir müsaade veremiyorum. Benim böyle bir rızam yoktur” dedim. Bu defa mecbur kaldılar. Savcının beyanını zapta geçirdiler. Dolayısıyla dosya Anayasa Mahkemesine gitti. Ve Anayasa Mahkemesi Devlet Güvenlik Mahkemelerinin kuruluş kanununu iptal etti. Onlar kapandı. DGM’ler kapandıktan sonra ne oldu? Bizim dosyaların birisi Hınıs’dan, biri Van'dan gelmişti. Sonra ayrıldı her biri geldiği yere gitti. Bu defa Van ve Hınıs'ta o davaları takip ederek berat kararları aldık. Böyle bazı anılarım oldu.


Güzel bir hizmete de vesile olmuş inşallah...

Burada bir parantez içinde belirteyim; Mahkemelerin sevimliliği veya sevimsizliği uygulamalarından ziyade, o makamları işgal eden hakimlerin adil, tarafsız bir hukuk adamı sıfatıyla hareket edip etmemeleri ile doğrudan bağlantılıdır. Benim kanaatim bu...


Yani bugün Anayasa Mahkemesi, Danıştay, Yargıtay gündemde aktüel de bir konu… Mahkemelerin ıslah edilmesi gerekir. Ama ondan daha önemli olan şey oraların adil olması isteniyorsa oralara gerçekten adil hâkim ve savcıların atanması lazımdır. Bu sorun ancak böyle çözülebilir. İşte görüyoruz her şey ortada birçok Askeri Mahkemenin adil kararlar verdiğini ama buna karşılık bağımsız birçok mahkemenin ise siyasi nitelikli kararlar verdiğine hep birlikte şahit oluyoruz. Sonuçta iş gelip vicdana dayanıyor. Bir hâkim şayet adil değilse nerede olursa olsun adil olmayan kararlar alacaktır. Ama tersine ise her türlü yasalara rağmen adil kararlar verecektir. Ben böyle düşünüyorum.


Bizim ilgi alanımızla alakalı değil ama isim olarak tuhaf geliyor ilk etapta. Devlet Güvenlik Mahkemesi... Yani Devleti birilerinden koruyacak anlamına gelmiyor mu?Burada tarafsız olma özelliği ortadan kalkıyor. Sanki siyasi amaçla kurulmuş bir kurummuş gibi algılanmaz mı sizce? Bir de atananlar askeriyeden değil miydi?

Hayır. Sadece bir tane askeri üye vardı. Yanlış hatırlamıyorsan beş kişiydi. Benim mahkemelerle ilgili farklı bir kanaatim var. Daha iyi anlaşılması için bir hatıram var onu aktarmak istiyorum.


ibrahim_unlu5.jpg


İkinci dönem Devlet Güvenlik Mahkemeleriyle ilgilidir bu anlatacağım olay. Afyon Çay kazasında bir öğretmen arkadaşla ilgili “Nurculuk propagandası yapıyor” diye dava açıldı. Şikâyetçi velilerin bir kısmıydı. Dava Konya'ya gidilerek DGM’de görülecekti. Ama baktık ki sınıftaki öğrencilerin tamamının şahit olarak dinlenmesi lazım. Yani “öğretmen sınıfta suç olacak şekilde böyle böyle bir laf etti mi etmedi mi?” diye sorulacak öğrencilere…
Sınıf da yirmi beş kişi... Ve bu şekil bir yargılama DGM kanununa uygun bir durumdu. Tabi ben İstanbul’dan gidiyordum. “Duruşma Çay'da yapılacak” dendi. Yani Konya'daki DGM olduğu gibi Çay'a gelecek. Mahkeme orada olacak. Nitekim de denildiği gibi oldu. Duruşma günü Konya'dan DGM heyeti geldi. Çay adliyesi ona göre ayarlandı. Sabah saat dokuzda duruşmaya başladık. Tek bir celse… Akşam dörde, beşe kadar devam ettik. Tek celsede şahitler dinlendi, her şey bitti ve biz sonunda beraat kararını aldık. Bu da cay-ı dikkat bir konudur. Çoğu avukat arkadaşlar bunu bilmezler. Ben bazı yerlerde anlattım ama gene de çok bilinmiyor.


Yani DGM ve tek celsede ve adil karar...
Bu şekil bir yargılama sivil mahkemelerde bile görülmez. Yani DGM, belki isim olarak biraz antipatiktir ama o zamanki arkadaşlar adil ve gerçekten hukukçu olunca durum değişmişti… o kadar öğrenciyi götürmek yerine Mahkeme Heyeti oraya gelmiş ve adil bir mahkeme olmuştu bu da oradaki hukukçu arkadaşların adil olmasından kaynaklanıyordu.
Yani kısacası hakim adil olmazsa mahkeme düzeni ne kadar sağlam olursa olsun adaletsiz kararlar çıkabilir. Büyük oranda iş hakim ve savcılarda bitiyor.


Bu kuruma neden ihtiyaç duyuldu? Diğer mahkemeler yetersiz miydi?

O zaman toplu hadiseler oluyordu. Anarşik hadiseler çok oluyordu. Bu toplu hadiseler bir, beş, on kişi değil. Onlarca insanın birlikte yaptığı eylemler oluyordu. O nedenle normal mahkemelerin gerek fiziki durumları gerekse diğer bazı durumları buna uygun değildi. O nedenle kurulmuştu… Ama daha sonra kaldırılmış oldu… Ama şimdi gene o mahkemelerin görevini gören mahkemeler var. Nedir? Özel yetkili ağır cezalar var. Nedir mesela İstanbul için? 11. 12. 13. ağır cezalar var. Bunlar bu toplu davalara bakıyorlar.
Şimdi malumunuz Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu ne yapmak istiyor? Baktı ki bu hakimler kendi ideolojik bakışlarına uygun değil, onları değiştirmeye çalışıyorlar.


01 Mart 2010
RisaleHaber
risalehaber.com
 
Üst