Bediüzzamana zihnen muhatap olmak

Ali Said

Well-known member
Zihniyet ve Aidiyet/İbrahim Kaygusuz
Kültürel havza ve sosyal çevre ferdin zihin dünyasını şekillendiren ana parametrelerdir. Fert, zihin gözünü açtığı ve terbiyesi ile donandığı ilk çevreye karşı “şuur” düzeyinde bir aidiyet hisseder.
Kültürel havza ve sosyal çevre derken resmi ideolojinin kontrolündeki terbiye alanını kastetmiyorum. Kastettiğim, bildiğimiz cemaat (sivil toplum) realitesinin kontrol çemberinde şekillenen talim, terbiye ve şuur alanıdır. Hususiyle, Risale-i Nur’un zihinleri şekillendiren ve hayat veren “idrak konsepti”ni ifade etmeye çalışıyorum.
Bediüzzaman, bir şahsın yaşayış devrelerinde talim ve terbiye keyfiyetinin tebeddül ettiğini söyler.(İşaratü’l-İ’caz,2007,85) Bu durum, tahavvülün (değişim) fıtri bir kanun olması ile alakalı bir hikmet olup maslahatın gereğidir. (Muhakemat,2007,45)
İdrak seviyesi sıfır düzeyde seyreden bir şahıs, içinde yetiştiği ve zihin dünyasının ana parametrelerinin oluştuğu kültür havzası ile olan ilişkisi açısından yetişme süreci içinde edilgen; yorumlama sürecinde ise etken (Davutoğlu,1999,2) bir konumdadır.
Bediüzzaman’ın “yaşayış devreleri” diye ifade ettiği ileri safhaların birinde bulunan yorumlayıcı ve etken bir şahıs, “okumaları” sonucu farklı entelektüel düzeylere temas eder. Bu temasın olması hiç şüphesiz belli şartlara bağlıdır. Öncelikle zihnin “bilgi ve algı” düzeyinin yeterli olması, çeşitliliğe ve değişime hazır olması dolayısıyla statik ve münkabız olmaması gerekir.
Bu temasın Risale-i Nur talebesi düzeyindeki yansımalarına bakarsak;
Öncelikle farklı entelektüel düzeylere temas eden o zihin üç ayrı tezahür şekli gösterebilir:
1-Olgunlaşarak süreklilik ve tutarlılık arz edebilir;
2-Temasa karşı istinkâf ederek dahili şekil, sembol ve ritüellerle direnç gösterebilir;
3-Temas ettiği merkezlerin çekim gücüne kapılarak “ifrat ve tefrit” sarkaçlarında yuvarlanıp “kanaat etme” bunalımı yaşayabilir.
Bu zihni tezahürlere, bazen farklı şahıslarda bazen de aynı şahsın farklı devrelerinde rastlanabilir.
Zihni düzeyde birinci tezahür; tutum-davranış düzeyinde ikinci tezahür tercih edilen olmalı. Üçüncü zihni tezahür ise tehlike alanıdır.
“Risale-i Nur talebesi”nin zihninde üçüncü tezahür, tabiatı itibarı ile hayat alanı bulamaz. Çünkü Risale-i Nur gibi bir şaheserin çekim gücüne ve baskın karakterine “gerçek!” anlamı ile muhatap olan bir zihin, onun dışındaki bütün merkezleri haklı olarak yetersiz görecektir.
İkinci zihni tezahür, hisler ve heyecanlarla hayat bulur. “Şekil, sembol ve ritüellerin” geri planındaki kuvvetli hisler ve heyecanlar, bu tutum ve davranış düzeyinin hayat damarıdır. Bu düzeyde dışa karşı tercihli ve şuurlu bir istinkaf sürecine giren birey, içeride mevcut bulunan kuvvetli “meslek ve meşrep” dalgaları ile direncini daima muhafaza eder.
Davranışlara kaynaklık eden bu hisler ve duygular, direnç boyutu ile yetinmez, “başkasını daire içine dahil etme” heyecanı ile bireyi daima ileri doğru sürükler. Bu boyut çok geniş bir “psikoitikadî” alandır ve bu makalede derinleştirilerek analiz edilmeyecektir.
Edilgenlik sürecinden etkenlik sürecine geçen yani Risale-i Nur’un metinlerine “anlam, kaynak ve hedef” düzeyinde temas eden birey, metinlerde geçen kavramların anlam katmanlarını ferasetle görmeli ve bu kavramların islamın tarihselliği içindeki mütekabiliyetlerini algılayabilmelidir.
Bu yaşayış devresi evvela bilgi düzeyi ile alâkalıdır. Bilgi düzeyi artan birey “mütekabiliyet” çerçevesi içinde karşılaştırmaları daha sağlam yapar, sağlam karşılaştırmalar yaptıkça olgunlaşır, olgunlaştıkça da kendi talim ve terbiye aşamalarındaki geçişlerinde tutarlılık ve süreklilik arz eder.
Bu tezahür düzeyini biraz daha somutlaştıralım; birey bilgi düzeyindeki artış ile Risale-i Nur’daki kavramların tarihsel süreçteki kaynaklarını fark eder. “Mütekabiliyet” kavramı ile bunu söylemeye çalışıyorum. Yani kavramların (ıstılahların) kullanım alanlarını; kullanan şahısları; kullanılan metinleri, kavramların farklı zamanlarda geçirdiği değişimi, bilhassa kur’an, hadis, tefsir, akaid, kelam, tasavvuf ve fıkıh bağlamında yüklendiği manaları az çok idrak terazisi tartar.
Bunlar usul yani metodoloji açısından çok önemlidir. Çünkü hiçbir kavram ulu orta ve alâlede kullanılmamıştır. Hele karşımızda Risale-i Nur gibi altı bin sayfayı aşan iddialı dev bir külliyat varsa bu alaledelik mümkün olamaz. Bu altı bin sayfanın her bir cümlesi tabiatı itibarı ile her zaman anlaşılamama ve hatta “tenkit edilme” ihtimali ile karşı karşıyadır. Büyük üstadın te’lif ve tashih anlarındaki derin hassasiyetinin backround’u budur.
Onun için Risale-i Nur’a ve Bediüzzaman’a zihnen muhatap olurken veya onunla ilgili kalem oynatırken idrak terazimiz çok ince ayarda olmalıdır.
Öte yandan, Bediüzzaman’ın tarihsel geri planı bulunan Risale-i Nur’daki kavramları hangi endişelerle bugüne taşıdığı ve hangi anlam katmanları ile yoğurup tecdit ettiği ayrıca bilinmelidir.
Bu noktada belki daha ileri bir talim keyfiyeti devreye girebilir. Çünkü bana göre Risale-i Nur bir iddia ile meydana çıkmıştır. Bu iddia; “Risale-i Nur’un tarihsel süreçte hiçbir eserde yer almayan problem alanlarını keşfettiği ve Kur’ani çözümler sunduğu” dur. Bu alanların neler olduğunu Risale-i Nur’un alimler kısmı ortaya çıkarmalıdır.
Esma ve sıfat-ı İlahiye, şuun-u zatiye, zat-ı akdes, esrar-ı kainat, huruf-u Kur’an, insan-kainat-ubudiyet ilişkisi, kur’an-kainat-insan ilişkisi, mülk-meleküt ilişkisi, mana-i ismi-mana-i harfi ve ene gibi kavramlar bu anlamda irdelenmesi gereken önemli alanlardır.
Kadim alimlerin ilgili problemleri irdelemeleri ayrı bir konu, problemlerin bugünün idrak seviyesinde konuşturulması ayrı bir konudur. Hiçbir dönemde ortaya çıkmamış, bundan dolayı tartışma zemini bulmamış konular şüphesiz mevcuttur. Bu mevcudiyet; “Risale-i Nur’un tarihsel süreçte hiçbir eserde yer almayan problem alanlarını keşfetmesi ve Kur’ani çözümler sunması” iddiasına kaynaklık etmektedir.
Günümüzde ilişkiler ağı giderek derinleşmekte ve farklılaşmaktadır. Bilim alanındaki hızlı akış ve sosyal hayattaki sür’atli değişim karşımıza imani, fikri, felsefi, zihni ve sosyal birçok yeni problem alanı çıkarmaktadır. Yeni ve farklı ilişki zeminlerinin bu şekilde hayat alanı bulması onlara sağlam itikadi ve imani boyutlar kazandırmayı zorunlu kılmaktadır. Bu kuvvetli yeni dalgalar çözümün de kuvvetini gerekli kılar.
Asr-ı saadetten hemen sonraki dönemde de aynı tablo karşımıza çıkar. Emevi Halifesi Abdülmelik’in Hicretin 67. yılında büyük mutasavvıf Hasanü’l-Basri’ye gönderdiği bir mektupda şunları yazılı görürüz: Şimdiye kadar geçmiş nesiller arasında hiç kimseden işitmediğim senin, kader hakkındaki görüşlerinden haberdar oldum. Emirülmü’minin olarak, karşılaştığım sahabeler arasında bu konuda seninkilerine benzeyen bir görüşe sahip hiç kimseyi tanımadığımı belirtmeliyim. O halde kader hakkındaki bu sözlerinin Resulullahın sahabilerinin birinden mi rivayet edildiği, yoksa kendi şahsi rey ve mütalaan mı olduğu konusunda beni aydınlat” (Akyol,1992,47)
Hasanü’l-Basri döneminde kader hakkında Müslümanlar öyle sorularla karşılaşıyorlar ki; doğrudan doğruya Kur’an’da, yani onun zahirinde bu cevap yok. Bu soruyu sahabi hiç düşünmemiş ve peygambere de sormamış. Ama hicretin 60. senesinde bu tür sorular Müslümanların gündemine girmeye başlamıştı. Mesela, “Allah’ın Zatı ile sıfatlarının aynı mı yoksa gayrı mı olduğu” sorusunu (ki kelamın en büyük problemidir) Müslümanlar sormaya başladılar.
Beşeri münasebetler ve temaslar kaçınılmazdır. Müslümanlar, kadim kültür ve medeniyet havzaları olan Bizans, İran, Mısır, Hindistan ve Çin tefekkürü ile temas halinde idiler ve bu soruların kaynakları oralardı.
Aslında son ilahi tebliğin hayat bulduğu anlarda Arap yarımadası insanının zihninde olumsuzlukları besleyen kadim ve yerleşik felsefi disiplinler, değiştirilmesi neredeyse imkânsız denecek kadar güç kültürel formlar yoktu.
Buna rağmen aynı inanca ve itikada sahip olan insanlar tarak dişleri gibi eşit ve aynı değildir. Nebi (ASV)’ın hayatta olduğu tarihlerde bile bazı seçkin sahabiler zihinlerini meşgul eden karmaşık problemleri, sosyal ve enfüsi konuları hemen Hz. Peygamber’e intikal ettirmekle ve ondan tatmin edici cevaplar almakla birlikte, bazı rivayetlere göre Peygamber (ASV), yapısı gereği karmaşık, felsefi anlamda boş metafizik tartışmaların yaygın bir biçimde, yeni cemaat hayatının ilgi alanına girmesine pek taraftar değildi. (Bulaç,2006, 94)
Bugün aynı durumun farklı bir versiyonu ile karşı karşıyayız. Üstelik modern dönemlerin zihniyet temelleri tamamen seküler ve Allah’a karşı olma esası üzerine şekillenmiştir. Modern dönemlerin kültür ve bilgi türünde bildiğimiz “hikmet” yoktur.
Dolayısıyla İslam’ın modern dünyaya cevabı, seküler kültürün etki alanından farklı ve sahici (hak) bir yol olmalı.
Ahkâm ve hakikat birdir ve bu hakikat (din) tamamlanmış olarak gönderilmiştir. Hedef, Muhammed (ASV)’a tamamlanmış olarak gönderilen bu nebevi tebliği zaman ve mekân cihetleri ile “idraklere” indirmektir. Yeni problem alanlarını yetkin mücedditler “şahsi rey ve mütalaalarını” işleterek çözüme kavuştururlar.
Bu bağlamda çözülmesi gereken iki nokta şudur:
1-Bugüne kadar kalemlerin el değdirmediği ve çözümünü Allah’ın Bediüzzaman’a bahşettiği alanlar hangileridir?
2-Daha önce çözülmüş olduğu halde bugün bilinmeyen ve Bedüzzaman tarafından bugünün idrak düzeyine indirgenen problem alanlar hangileridir?
Yukarıda bahsi geçen Hikmet’den işe başlamak belki daha doğru olur. Hikmetin bugünkü diline bir göndermede bulunmak meseleyi biraz daha vuzuha kavuşturur.
Bediüzzaman için yapılan bir tanımlamada şu vasıflarına dikkatler çekilir: “Ulum-u evvelîn ve âhirîne ve ledünniyât ve hakâik-i eşyaya ve esrâr-ı kâinata ve hikmet-i ilahiyeye vâris kılınması” (Tarihçe-i Hayat,2007,927) Bu tanımda geçen Bediüzzaman’ın “ilahi hikmete ve eşyanın hakikatlerine varis kılınma” vasıflarına dikkat etmek lazım.
Eşyanın hakikatlerini “hikmet” pergeli ile ölçmek ve varlık aleminin tesbihatlarını ontolojik boyutları ile okumak önemlidir. Bediüzzaman’ın Allah’ın “Hakim” ismine mazhar olması onu bu anlamda otorite kılmaktadır. Evvel-ahir ilimlerine ve ledünniyata varis olmak da şüphesiz çok önemlidir.
Bediüzzaman, geniş bir fikir ve ince bir nazar ile kâinatın bütününü imani bir kuşatma çemberine alır. Sonra ondaki “tesbih” buudunun fotoğrafını çekerek idrak sahiplerine gönderir. Kur’an’da ifadesini bulan varlık evrenindeki “Kelimat”, Bediüzzaman’ın dilinde manâya dönüşerek İlahi ve Rabbani “esmalar” olur.
Yani Bediüzzaman, varlığın müşahhas mülk boyutunda, mücerret melekûtî boyutu okur. Bunu yaparken pozitif bilimlerin verilerini kullanır. İşte hikmetin bugünkü “farklı” dili budur. Risale-i Nur serapa bu dilin rengi ile boyanmıştır.
Mesela Bediüzzaman bu işi yaparken “mana-i harfi-mana-i ismi” kavramlarına başvurur. Bu kavramların, “Bediüzzaman’ı farklı kılan hususiyetler” den sadece iki tanesi olduğu yukarıda ifade edilmişti.
Şimdi, önemli olan, mana-i-ismi-mana-i harfi kavramlarının kadim ulemaca kullanılıp kullanılmaması değildir. Önemli olan ilgili kavramların Bediüzzaman’ın dilinde metaforik bir dönüşüme uğraması ve bugünün idraki ile kainatın bilmecesini çözmeye yönelik akıcı bir nehre dönüşmesidir. Bu durum Bediüzzamanı farklı kılan bir ayrıcalıktır ve bu anlamda onun öncülü yoktur.
Hikmet ile birlikte Bediüzzaman’da işleyen önemli bir “hassa” da “Rahmet” dir. Bediüzzaman, Risale-i Nur’un Allah’ın “Rahim” isminin mazharı olduğunu açıkca söylüyor. Bu çok önemli bir farklılıktır ve Rahimiyet Risale-i Nur’da geniş bir açılım zemini bulmuştur.
Rahimiyetin insan, hayvan, bitki ve kâinat tabakalarındaki işleyiş süreci Risale-i Nur okuyucusunun çok aşina olduğu bir konudur.
Sonuç itibarı ile bu anlamda birçok “hassa” ve “metod” örneği vermek mümkün.
Bu noktadan sonra karşımıza iki esas çıkar:
1-Tarihsel geri plan esası: Yani, Risale-i Nur’daki çarpıcı ve çekici hakikatlerin şekillenmesinde istimal edilen “veriler” den bir kısmının islamın tarihselliği içinde bir geri plana sahip olması. Bu hem normal hem de güzel bir durumdur. Bu, Risale-i Nur kültüründe “kesbiyet” diye aşina olduğumuz durum ki, kavramlar ve ıstılahlar ihtiyaca göre dönüştürülerek bu günün idrak seviyesine taşınmıştır.
2-Referans noktası olma esası: “Bediüzzaman’ı zamanın en güzeli” kılan bu özelliğidir. Bediüzzaman bir ayine gibi kur’anın karşısına geçmiş oradan aldığını doğrudan yansıtmıştır.
Bediüzzaman en kötümser tahminle Sibirya esaretinden sonra Kur’andan başka kaynak kitap kullanmamıştır. Kur’andan sonra en güvenilir kaynak olma özelliği bulunan “Buhari’nin Hadis Külliyatı” bile “beşeri!” olma özelliğinden dolayı buna dahildir. Vehbiyet, ilham ve sünuhat-ı kalbiye onun zihni verimine kaynaklık etmiştir. Bu sünuhat ve bu sünuhatın ortaya çıkardığı külliyat bugüne kadar kimsenin zihninde Kur’an ve hadise aykırı bir mana ihsas ettirmemiştir.
İşte, bugüne kadar kalemlerin el değdirmediği ve çözümünü Allah’ın Bediüzzaman’a bahşettiği alanlar böyle “standart üstü” bir özelliğin ürünüdür. Bu anlamda ilgili yeni konularda “birinci referans noktası” Bediüzzaman’dır.
Enteresandır, Bediüzzaman’ın sünuhata itimadı o güne kadar elde ettiği kesbi ilminden daha fazladır. O derece ki ikisi çakıştığında Bediüzzaman “sünûhatı ve ihtarı” tercih eder. Görebilenler için bunun delilleri Risale-i Nur’da çok açıkca mevcuttur. Sebebi ve hikmeti ise sadece onda ayandır. Bunun ötesinde kim hangi yorumu yaparsa sadece tahmindir.
“Sünuhatı nakle tercih” eden Bediüzzaman’ın kesbi ve nakli ilmi elde ederken nasıl bir hafızaya malik olduğu ise ayrı bir konu olup, bilgi ehlinin malumudur. Onun zekası fotoğrafik zekâdır ve her okuduğunu tek görüşte hafızaya aynıyla nakşeden bir hafızadır. Bu hafıza’nın sadece Van’da yirmi sene gibi uzun bir zaman sürecinde “nakli ilimle meşgul olduğu” (Barla, 2007, 205) hesaba katılırsa, onun tercihinin fevkalade ehemmiyetli sebeplere dayandığı ortaya çıkar. Bu aslında onun da “ihtiyarının karışmadığı” bir keramet-i kur’aniyedir (A.g.e,35) ve onun bütün ilmi meşguliyetleri, Risale-i Nur’a çıkmaya basamaktır. (A.g.e,43)
Başa geri dönersek; hayat devrelerinde farklı talim ve terbiye keyfiyetleri gösterirken ve farklı entelektüel alanlara temas ederken nasıl bir “zihniyet duruşu” sergilenmeli? Zihin Olgunlaşıp süreklilik ve tutarlılık mı göstermeli, “bulanık” mı kalmalı yoksa “kanaat etme” bunalımı yaşayıp “tutulmaya” mı maruz kalmalı?
Yani, zihnimiz Risale-i Nur’a taraf mı kalacak, mensup mu bulunacak yoksa aid mi olacak?
Çünkü Risale-i Nur bir daire değil, iç içe girmiş daireler gibi tabakalı ve aşamalıdır. Erkanlar, sahipler, haslar, naşirler, talebeler, dostlar, taraftarlar (Kastamonu, 2007, 359) bu dairelerden bir kısmıdır.
Mesela “taraftarlık” mertesebinin “bid’a ile amel” zaafı taşıdığını bilmek gerekir. Eğer bid’a ile amel eden bu şahıs, kalben Risale-i Nur’a taraf ise “dost” oluyor.
Mensubiyet de “kardeşliğe” tekabül eden ve hiç şüphesiz şerefli diğer bir dairedir.
Fakat “aidiyet” apayrı bir şeref, üstün bir kemalat ve mazhariyettir. Aidiyetin mütekabil dairesi “sahip”liktir. Sahiplik; erkan, naşir ve has dairesinin derinlerinde ve ötesinde kök salan ve onlara beşiklik eden kuvvetli bir iman mertebesidir.
Soru şu: Zihin Risale-i Nur’a taraf mı kalacak, mensup mu bulunacak yoksa aid mi olacak?
KAYNAKÇA:
Ahmet Davutoğlu, Tarih idraki oluşumunda metodolojinin rolü:Medeniyetlerarası etkileşim açısından dünya tarihi ve Osmanlı, Divan, 1999, 2
Ali Bulaç, İslam Düşüncesinde Din-Felsefe Vahiy-Akıl ilişkisi, Yeni Akademi Yayınları, 2006
Bediüzzaman Said Nursi, Barla Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, 2007
Bediüzzaman Said Nursi, İşaratü’l-İ’caz, Yeni Asya Neşriyat, 2007
Bediüzzaman Said Nursi, Kastamonu Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, 2007
Bediüzzaman Said Nursi, Muhakemat, Yeni Asya Neşriyat, 2007
Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, 2007
Taha Akyol (Tebliğ) İslam Dünyasında Kimlik Problemi ve Said Nursi, Yeni Asya Yayınları, 1992


www.Risaleakademi.com


Makale - Bediüzzamana zihnen muhatap olmak - VanAsyaNur

 
Üst