Bediüzzaman Said Nursî'nin Veciz ve Beliğ İfade Tarzı

Huseyni

Müdavim
“BU KADAR VECİZ VE BELİĞÂNE İFÂDE BEDİÜZZAMAN’A MAHSUSTUR”

Risâle-i Nur hakkındaki bir lâhika mektubunda, Risâlelerdeki Türkçe târif edilir. Kur’ân tefsiri Risâle-i Nur’un bir duâ, tebliğ, zikir, fikir, hakikat kitabı olmasının yanı sıra, mantık, kelâm, ilâhiyat, teşvik-i san’at ve belâgat ile eşyanın hakikatini, imanın esaslarını, Allah’ın varlığını ve birliğini izâh ve ispat eden eserler olduğu yazılır. (Emirdağ Lâhikası, 85-87)


Şu devrede Türk dilinin sadmeler geçirmesine karşı, Türkçenin aslına döneceği, Risâle-i Nur’daki gerçek ve asıl Türkçenin lisânda da önder olacağı ve öne çıkarak üstünlüğü elde edeceği tesbiti yapılır. Aslında Nur Risâlelerinin edebiyatta da şâheser oluşu, müellifi Said Nursî’ye, zamanın eşsizi anlamına gelen “Bediüzzaman” ünvânını lâyık gören çağdaşı ilim ve fikir adamlarının, edebiyat ustalarının takdiriyle sabittir.


İmanî, içtimaî, ahlâkî, hukukî, felsefî ve tasavvufî en mühim mevzulara izâhlar getiren Risâle-i Nur Külliyatının, aynı zamanda Türkçenin zirvesinde te’lif edilen bir kültür ve edebiyat külliyatı olduğu, önde gelen edebiyatçılarca belirtilir.


Mısırlı âlim Şeyh Bâhid Efendinin, “Avrupa ve Osmanlı devleti hakkında ne düşünüyorsunuz, fikriniz nedir?” sualine Said Nursî’nin cevabı, bunun bir örneğidir.


Bediüzzaman’ın, “Avrupa bir İslâm devletine, Osmanlı da bir Avrupa devletine hamiledir; bir gün gelip doğuracaklardır” özlü ifâdesine karşı Şeyh Bâhid Efendinin, “Bu kadar veciz ve beliğâne bir tarzda ifâde etmek ancak Bediüzzaman’a mahsustur” takdiri, bunun açık bir ifâdesidir.


Büyük şâir Ali Ulvî Kurucu, “kalblerde, ruhlarda, vicdan ve fikirlerde kudsî bir ideal halinde insanlıkla beraber yaşayacak olan din hissinin, îman şuurunun, ahlâk ve fazîlet mefhumunun asırlara, nesillere telkini ile meşgul olan bir dahî, candan ve cihandan geçen bir mücâhid” diye tavsif ettiği Bediüzzaman’ın edebî cephesini şu sözlerle anlatır:

“Üstad, zevk inceliği,
gönül hassasiyeti,
fikir derinliği ve
hayal yüksekliği bakımından harikulâde denecek derecede
edebî bir kudret ve melekeyi hâizdir.
Ve bu sebeple,
üslûp ve ifâdesi,
mevzua göre değişir.
Meselâ, ilmî ve felsefì mevzûlarda mantıkî ve riyâzî delillerle aklı ikna ederken,
gàyet veciz terkipler kullanır.
Fakat, gönlü mest edip, rûhu yükselteceği anlarda,
ifâde o kadar berraklaşır ki, târif edilemez.
Meselâ, semâlardan,
güneşlerden,
yıldızlardan,
mehtaplardan ve
bilhassa bahar âleminden ve
Cenâb-ı Hakkın o âlemlerde tecellî etmekte olan kudret ve azâmetini tasvir ederken,
üslûp o kadar lâtîf bir şekil alır ki;
artık her teşbih,
en tatlı renklerle çerçevelenmiş bir levhayı andırır;
ve her tasvir,
hârikalar hârikası bir âlemi canlandırır.

“İşte, bu hikmete mebnîdir ki,
bir Nur Talebesi,
Risâle-i Nur Külliyatını mütalâası ile,
üniversitenin herhangi bir fakültesine mensub da olsa,
hissen, fikren, rûhen, vicdanen ve hayalen
tam mânâsıyla tatmin edilmiş oluyor.

“Nasıl tatmin edilmez ki?
Risâle-i Nur Külliyatı,
Kur’ân-ı Kerîm’in cihanşümûl bahçesinden derilen bir gül demetidir.
Binaenaleyh, onda o mübârek ve İlâhî bahçenin nûru,
havası, ziyâsı ve kokusu vardır.”

(Tarihçe-i Hayat, 20-21)
Cevher İLHAN

29.10.2009
sentezhaber.com
 
Üst