Yaprak Dökümü Romanı Ve Çağrıştırdıkları

mihrimah

Well-known member
Reşat Nuri Güntekin’in ilk baskısı 1930 yılında yapılan Yaprak Dökümü adlı romanı, kurgusu ve tekniği açısından zayıf, dil ve üslubu bakımından pek başarılı olmayan, fakat konusu ve üzerinde durduğu meseleler açısından ilginç ve önemli bir romandır. Romanın konusunu şöyle özetleyebiliriz:

Yaprak Dökümü romanının baş kahramanı Ali Rıza Bey, bir Mülkiye memuru idi. Otuz yaşına kadar imparatorluk başkenti İstanbul’da Dahiliye kalemlerinde çalışmış, kız kardeşiyle annesinin iki ay ara ile ölmelerinden sonra, o zamanlar bizim olan Suriye’de bir ilçeye kaymakam olmuştu. Çok bilgili ve çalışkan bir adamdı. Arapça ve Farsçadan başka, İngilizce ve Fransızcayı da bilirdi. Titiz denecek kadar temiz, olabildiğince nazik ve mahcup bir insandı. Hak yemek, kanuna aykırı bir şey yapmak, kalp kırmak korkusuyla tir tir titrerdi.

Evlendiği zaman kırkına yaklaşıyordu. Karısı Hayriye Hanım da çok ağır başlı ve temiz bir kadın çıkmıştı. Birbiri ardına dördü kız, biri oğlan beş çocukları olmuştu. Ali Rıza Bey, çocukları ve ülkesi için geceli gündüzlü çalışıp, yıllarca imparatorluğun çeşitli sancaklarında dolaştı. Nihayet Trabzon sancaklarının birinde mutasarrıf iken, hak, hukuk, vicdan, namus gibi ilkelere bağlı olduğu için görevine son verildi.

Bunun üzerine İstanbul’a geri döndü. Bağlarbaşı’ndaki babadan kalma eski bir evi, eşinin bir kaç parça mücevherini satarak tamir ettirdi ve çocuklarını barındırdı. Yeni bir memuriyet almak için Babıâli koridorlarında dolaşmaya başladı. Orada rastladığı eski öğrencilerinden ve o sıralarda “Altın Başak Anonim Şirketi”nin genel müdürü olan Muzaffer Bey, onu şirkete tercüman olarak aldı. Yeni işinde sabah akşam durup dinlenmeden çalışan Ali Rıza Bey, yakınlarda rahmetli olan eski bir arkadaşının Leman adlı kızını da, ne yapmış etmiş çalıştığı şirkete daktilo memuresi olarak aldırmayı başarmıştı. Fakat kız, çok hoppa ve cahil çıkmış, şirketin genel müdürü Muzaffer Bey tarafından baştan çıkarılmıştı.

Leman’ın annesi Ali Rıza Bey’e gelmiş yardım istiyordu. Ali Rıza Bey yıkılmıştı. Doğruca genel müdür Muzaffer Bey’e gidip Leman’la nikâhlanmasını, böylece yaptığı fenalığı temizlemesini istedi. Fakat Muzaffer Bey, Leman’ı ilk baştan çıkaranın kendisi olmadığını söyleyip bu isteğe karşı çıkınca, Ali Rıza Bey’e şirketten istifa etmek düştü.

Yine işsiz kalmıştı. O gece eve gittiğinde yirmi yaşındaki oğlu Şevket’in imtihanı kazanıp bir bankaya memur olduğunu öğrendi. Bu ne rastlantıydı. Ali Rıza Bey o akşam, sofrada ailesine olanları anlattı. Çocuklar olayı sükûnetle dinlediler. Şevket ‘iyi ettin baba’ dedi. Ali Rıza Bey duygulanmış, ağlamamak için kendini zor tutmuştu. Fakat akşam yatarken eşi Hayriye Hanım, Ali Rıza Bey’in işinden istifa etmesine fena halde kızmış, ona beş çocukla nasıl geçineceklerini sormuş, çocuklarının istikbalinden endişe ettiğini söylemişti.

Ali Rıza Bey’in dört kızından üçü Fikret, Leyla ve Necla’nın yaşları birbirine yakındı ve evlilik dönemindeydiler. Dördüncü kızı Ayşe ise daha küçüktü. Ali Rıza Bey’in işsizlik günleri, ailenin fukaralık, acı, ızdırap günleri olmuştu. Oğlu Şevket’in aldığı maaşla ailenin zorunlu ihtiyaçları bile karşılanamıyordu. Bu zor günlerde Ali Rıza Bey’e ilk sırt çeviren, onu hafife alan karısı Hayriye Hanım oldu. Ona karşı tavırları ne kadar da değişmişti. Ali Rıza Bey, kendisinden çok şey umduğu büyük kızı Fikret’in de kendisinden uzaklaştığını, kendisine karşı soğuduğunu hissediyordu. Evde iktisat adeta hasislik ve çingenelik derecesine varmıştı. Evdeki bu değişmeyle beraber diğer kızları Leyla ve Necla da Ali Rıza Bey’den uzaklaşıyor, onu dinlemiyor, ona eski hürmeti göstermiyor adeta bütün olan bitenlerden onu sorumlu tutuyorlardı. Artık Ali Rıza Bey evdeki nüfuzunu, hürmet edilecek baba konumunu kaybetmişti.

Bu arada yıllar yılları kovalıyor, imparatorluk yıkılıp Türkiye Cumhuriyeti döneminin ilk yılları yaşanıyordu. Bu dönem kuvvetli değişim rüzgârlarının estiği yıllardı. Bundan Ali Rıza Bey’in ailesi de payını alıyordu. Mesela Leyla ile Necla ailenin yaşayış tarzını beğenmiyorlar, yenilik, eğlence ve daha birçok şeyler istiyorlardı.

Aile fertlerinin birbirlerine karşı ilişkileri değişmişti. Bir gün Fikret kardeşlerine çıkışıyor, ikinci gün Leyla’nın odasında ağladığı işitiliyor, üçüncü gün Necla yemeğe inmiyordu.

Ailede ilk yaprak dökümü Ali Rıza Bey’in biricik oğlu Şevket’le oldu. Şevket çalıştığı bankada Ferhunde adlı evli bir daktilo memuresiyle ilişki kurmuş daha sonra da bu kadınla evlenmişti. Eve gelen bu kadın evdeki Leyla ile Necla’yı da baştan çıkarmış, onları sosyetik hayata alıştırmıştı,

Artık kızların dilinden “asrın icaplarına uymak” sözü düşmüyordu. Fakat asrın icaplarına uygun hayat tarzı, önce Ali Rıza Bey’in evinin rehin olarak verilerek Emniyet Sandığından borç alınmasını zorunlu kılmıştı, sonra da bankaya ait mühimce bir parayı harcayıp tekrar yerine koyamayan Şevket’in bir buçuk yıl hapse mahkûm olmasını.

Bütün bu olanlara dayanamayan Ali Rıza Bey’in erdemli büyük kızı Fikret, karısı ölmüş üç çocuklu ellilik bir adamla evlenmek üzere Adapazarı’na, Necla, yaşlı bir Suriyeli ile evlenip ve hayal kırıklığına uğrayıp mutsuz oldular. Leyla ise çoluk çocuk sahibi bir avukatın metresi olmuştu.

Bütün bu olanlardan sonra felç geçirip yatağa düşen Ali Rıza Bey, eski tanıdıklarının yardımıyla bir hastaneye yatırıldı. Sonra ise bir avukatın metresi olarak yaşayan kızı Leyla ile eşi Hayriye Hanım’ın ısrarıyla onların yanına gidip her şeyi kabullendi.

Sonuç olarak insanların paradan başka şeylerle de mesut olacaklarına inanarak yaşayan Ali Rıza Bey’e, çalıştığı şirketten istifa eden gencin söyledikleri gerçekleşir: “Babasınız, çocuklarınız var, paranız yok değil mi? Evlatlarınız ahir ömrünüzde size bir feci yaprak dökümü seyrettirmekten başka saadet vermezler.”

Ali Rıza Bey’in biricik oğlu Şevket’in hapishanede babasına söyledikleri de ilginçtir ve bu sözler Türkiye’de, bir dönemde ahlak anlayışının, dünya görüşünün nasıl değiştiğini ortaya koyar: “Hâsılı, insan olmaya çalışmak sana da bana da zarardan başka bir şey getirmedi. Bakalım, biraz da hayvanlığı tecrübe edelim”.

Reşat Nuri bu romanı ile, üst üste çöküşleri ve çözülüşleri yaşayan Türk toplumunun hayatından bir kesit veriyor. Eski ahlak anlayışının, güzel değerlerimizin, erdemlerin, iyiliklerin nasıl kaybolduğunu, toplumun hiç değilse bir bölümünün nasıl ahlaki bir düşüşü yaşadığını acımasız bir üslupla anlatıyor. Yeni hayat tarzının, insanları nasıl yozlaştırdığını, nasıl kendine uydurduğunu, uymak istemeyenleri de nasıl ezip geçtiğini dile getiriyor.

Fakat bütün bu güzelliklerin, iyiliklerin, erdemlerin kayboluşu, bütün etik değerlerin bir bir ortadan kalkışı, paranın her şey olarak görülüşü ve her şeyin yerini alışı maalesef sadece imparatorluk Türkiyesi’nin son yılları ile Cumhuriyet Türkiyesi’nin ilk yıllarında karşımıza çıkan bir olgu değil.

Reşat Nuri, Memduh Şevket, Peyami Safa ve Yakup Kadri’nin romanlarına geniş bir şekilde konu olan bu olgu, o yılların Türkiyesi’nde, çok küçük bir kesimde karşımıza çıkıyordu. Aksi halde, bitmiş, tükenmiş bir imparatorluğun enkazı içinden Türk milleti, genç Türkiye Cumhuriyeti’ni çıkaramaz, Milli Mücadeleyi başaramazdı. Milli Mücadele, çalışkan, fedakâr, onurlu, erdemli ve yüce insanların şahlanışıydı. Hayattan ve paradan daha değerli şeylerin olduğuna bütün samimiyetiyle inanan kahraman insanların destanıydı. O devrin Türkiyesi’nde yaprak dökümüne uğrayan insanlar elbette vardı. Ama sayıları hiç de önemli miktarda ve nispette değildi. Fakat günümüz Türkiyesi’nde olup bitenleri okudukça, dinledikçe ve gördükçe Türkiye’nin asıl yaprak dökümünü şimdi yaşadığını anlıyoruz. Hem de korkunç bir yaprak dökümünü... İnşallah bu sonbahar uzun sürmez ve güzel bir bahara müjdeci olur.
 
Üst