"Her Suale Cevap Verilir!" Sözüne İtiraz Edenler Var.

Huseyni

Müdavim
İddia: Herhangi ilimden sorulan suale bila-tereddüd derhal cevap verirdi. Sorulacak suallere cevap vermeye hazır bulunduğu gibi kimseye sual sormayacağını da beyan ederek bu kararda yirmi sene sebat etti.

İddiaya Cevap: Zaten Bediüzzamanı, zamanının bedii yapan, onun bu harikulade durumudur. Unutkanlığı bilmeyen bir hafıza, en zor problemleri çözen bir zekâ, keramet derecesinde ileriyi gören bir ön sezi, iman nuruyla bakan bir feraset.. Çocukluğundan beri yüzlerce alimlerin şahit olduğu bu durumu, tarihi bir realite olarak ortada dururken, bunu –kıskançlık ve haset gibi süflî bir duygu uğruna- inkâr etmeye yönelik çabalar, birer komik olaylar olarak gelecek neslin zihinlerine kazınacaktır.

• • •

İddia: Hiçbir ulemadan soru sormazdı. Yirmi sene daima mûcib kaldı. Bu hususta kendileri derlerdi ki: "Ben ulemanın ilmini inkar etmem. Binaenaleyh kendilerinden sual sormak fazladır. Benim ilmime şüphe edenler var ise sorsunlar onlara cevap vereyim. Şu halde sormak şüphe edenlerin hakkıdır."

Said Nursî kırk sene evvel İstanbul’da iken, "kim ne isterse sorsun" diye, hârikulâde bir ilânat yapmıştır.

Böyle had ve hududu tâyin edilmeyen, yâni "şu veya bu ilimde veya mevzuda, kim ne isterse sorsun" diye bir kayıt konulmadan ilânat yapmak ve neticede daima muvaffak olmak; beşer tarihinde görülmemiş ve böyle ihâtalı ve yüksek bir ilme sâhip böyle bir İslâm dâhisi, Asr-ı Saadet müstesna şimdiye kadar zuhur etmemiştir.
O Zât-ı zîhavârık; daha hadd-i bülûğa ermeden bir allâme-i bîadîl halinde bütün cihan-ı ilme meydan okumuş, münazara ettiği erbab-ı ulûmu ilzam ve iskat etmiş, her nerede olursa olsun vâki olan bütün suallere mutlak bir isabetle ve asla tereddüt etmeden cevap vermiş, ondört yaşından itibaren üstadlık pâyesini taşımış ve mütemadiyen etrafına feyz-i ilim ve nur-u hikmet saçmış, izahlarındaki incelik ve derinlik ve beyanlarındaki ulviyet ve metanet ve teveccühlerindeki derin feraset ve basîret ve nur-u hikmet, erbab-ı irfanı şaşırtmış ve hakkıyle "Bediüzzaman" unvan-ı celîlini bahşettirmiştir.

İstanbul’daki ikametgâhının kapısında bir levha asılı idi: Burada her müşkil halledilir; her suale cevap verilir, fakat sual sorulmaz.
(...)o rü'yada mazhar olduğu bir hakikatı sonradan şöyle anladık ki: Molla Said, Hazret-i Peygamberden ilim talebinde bulunmasına karşılık; Hazret-i Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, ümmetinden sual sormamak şartiyle ilm-i Kur'anın tâlim edileceğini tebşir etmişler. Aynen bu hakikat hayatında tezahür etmiş. Daha sebavetinde iken bir allâme-i asır olarak tanınmış ve kat'iyyen kimseye sual sormamış, fakat sorulan bütün suallere mutlaka cevab vermiştir.

Hz. Peygamber (s.a.v.) bile böyle mutlak bir iddiada bulunmamıştır. İmam Buharî, Sahih’inde İtisam Bölümünün 8. Babını "Peygamber kendisine vahiy indirilmeyen konularda sual sorulduğunda 'Bilmiyorum' der yahut kendisine o konuda vahiy indirilinceye kadar, o soruya cevap vermezdi. Peygamber (s.a.v.): 'Biz sana Kitabı hak ile indirdik ki, insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği biçimde hüküm veresin; hainlerin savunucusu olma!' (Nisâ, 4/105) kavlinden dolayı, rey ile de kıyas ile de söz söylemezdi." şeklinde isimlendirmiştir. Hemen ardından da İbn Mesud (r.a.)’un şu sözünü rivayet etmiştir:
"Peygamber (s.a.v.)’e ruhtan soruldu da, o konuda ayet indirilinceye kadar sükût etti."
Nitekim aynı bapta, Cabir b. Abdullah (r.a.)’ın Hz. Peygamber’e bir soru sorduğu ve o konuda ayet ininceye kadar Resulullah’ın hiçbir cevap vermediği de rivayet edilmiştir.
Bu konuda birçok hadis vardır. Örneğin:
Resulullah (s.a.v.):
"Uzeyr’in peygamber olup olmadığını bilmiyorum, Tübbeu’nun mel'un olup olmadığını bilmiyorum. Zülkarneyn’in peygamber olup olmadığını bilmiyorum." buyurmuştur.

Cübeyr b. Mut'ım (r.a.) dedi ki: Bir adam Resulullah (s.a.v.)’a:
-Ey Allah’ın Elçisi! Allah, nereleri daha çok sever, nerelere daha fazla öfkelenir? dedi. Resulullah:
-Bilmiyorum, Cibril (a.s.)’e sorayım, buyurdu. Bunun üzerine Cibril ona gelerek:
-Allah’ın en çok sevdiği yerler mescitler, en fazla öfkelendiği yerler de çarşılardır, haberini verdi.

İbn Mace de Sünen’inin Mukaddime’sinde Reyden ve Kıyastan Kaçınma Babı açmıştır ki, muradı Kitaba ve Sünnete dayanmayan şahsî arzulardan kaçınmak gerektiğini beyandır. Hemen her hadis kitabında bu anlamda bir bölüm vardır. İşte mezkur bapta rivayet edilen bir hadis:
"Şüphesiz Allah Tealâ, ilmi insanlara ihsan ettikten sonra (hafızalardan) zorla söküp almaz. Lâkin insanlardan ilmi, bilgileriyle beraber âlimlerin ruhlarını kabzetmek suretiyle alır. Artık geride birtakım cahil insanlar kalır. Onlara halk tarafından dinî sorular sorulur, onlar da şahsî reyleri ve arzuları ile cevap verirler ve böylece hem halkı dalâlete sürüklerler, hem de kendileri saparlar."
Bir keresinde Resulullah (s.a.v.)’a hoşlanmadığı bazı şeyler soruldu. Sahabîler bu soruları çoğalttıklarında Resulullah öfkelendi ve:
"Bana istediğinizi sorun!" buyurdu.
Resulullah’ın öfkelenmesinin sebebi, kendisine yöneltilen soruların "Babam kim?", "Devem nerede?" gibi sorular olmasıydı. "Bana istediğinizi sorun" cümlesi, Resulullah’tan işte böyle bir hâldeyken sâdır olmuştur. Yoksa Said Nursî’ninki gibi her soruya mutlak olarak cevap verme iddiası olmamıştır. Kaldı ki, kendisi Allah’ın Resulüdür, vahiyle muhataptır. Allah’ın bildirmesiyle kendisine sorulan sorulara cevap verebilir.



İddiaya Cevap: Hz. Peygamber(a.s.m)’in soru sormalarından öfkelendiği imajını ön plana çıkarmak için özellikle bu hadisin gösterilmesi, Yine Buharîde geçen ve öfkeden hiç bahsetmeyen rivayete yer verilmemesi, bir art niyetin göstergesidir. İşte o rivayet:
-Enes b. Malik anlatıyor: Güneş tepeye geldiğinde çıkıp öğle namazını kıldı ve minbere çıkıp kıyametten bahsetti ve orada vukua gelecek büyük olaylardan söz etti. Sonra “her hangi bir şey sormak isteyen sorsun. Bilesiniz ki, bu yerimde durduğum sürece ne sorarsanız mutlaka onu size bildireceğim” diye buyurdu. Bunun üzerine insanlar hıçkıra, hıçkıra ağladılar, O da “Bana sorun” sözünü tekrar edip durdu. Derken, Abdullah b. Huzafe es-Sehmî, kalktı ve “babam kim?” diye sordu. “Baban Huzafe’dir” diye cevap verdi. Sonra yine defalarca“Bana sorun” sözünü tekrarladı. Bunun üzerine Ömer dizleri üzerine dikildi ve “ Biz rab olarak Allah’a, din olarak İslam’a, peygamber olarak Muhammed’e razı olduk” dedi. Bunun üzerine peygamberimiz(a.s.m) bir müddet sukût etti, ardından şöyle buyurdu: “Şu anda bana cennet ve cehennem bu duvarın arkasından arz edildi/gösterildi; daha önce hayır ve şerri hiç böyle görmemiştim”(Buharî, Mevakît, 11)


• • •

İddia: Allah Resulünün bile böyle bir iddiası olmadığı hâlde, Said Nursî nasıl olur da her soruya cevap verir, üstelik "tereddüt etmeden" ve "mutlak bir isabetle"?...

İddiaya Cevap: Hz. Peygamber(a.s.m) de bir insan olarak ancak Allah’ın bildirdiği şeyleri bilmesi kadar tabii bir şey olamaz. Daha vahiy gelmeden, bir konuda bir şey söylemsi düşünülebilir mi? Bediüzzaman –haşa- peygamber mi ki, o da vahiy bekleyip öyle konuşsun. O, bilgisini, vahiy olarak indirilmiş Kur’an’dan ve Kur’an’dan bilgilerini alan İslamî kaynaklardan almıştır. İlmî doksan temel kaynağı hafızasına aldığı ve her üç ayda onları tekrar, tekrar gözden geçirdiği bilinen Bediüzzaman’ın bu hârika ilmini hazmetmeyip onu çürütmek için her yola baş vuranın aklen ve kalben malul olduğunda tereddüt etmemek gerekir.

Bununla beraber, Abdullah b. Abbas’ın bildirdiğine göre, Yahudîler, Hz. Peygamber(a.s.m)’e gelip senden-peygamberlerden başkasının bilemeyeceği- bazı şeyler soracağını söyleyince, o da hiçbir kayıt koymadan “Dilediğiniz şeyi sorabilirsiniz” dedi(Hafız Heysemî, Taberanî’nin bu rivayetinin sahih olduğunu söylemiştir(bk. Mecmau’z-zevaid, 6/314-315)


• • •

İddia: Her soruya cevap verme iddiası bir yana, âlimlik iddia etmek bile zemmedilmiştir. Nitekim, İbn Ömer (r.a.) demiştir ki: Resulullah’ın:
"'Ben âlimim' diyen, cahildir." dediğini kesin olarak biliyorum.


İddiaya Cevap: Bunun manası: böbürlenerek, kibirlenerek, kendisini beğenerek –Bediüzzaman gibi cumhur-u ulemanın-hem ilmine hem de takvasına- saygı duyduğu bir şahsiyete karşı bile haset ve kin besleyecek kadar cehl-i mürekkeble mağrur bir zavallının alimlik dava etmesiyle ilgilidir. Yoksa, yeri geldiğinde alimin alim olduğunu söylemesi bir farz-ı kifâyedir. Kaldı ki, Heysemî, bu hadisin zayıf olduğunu belirtmiştir- bk. Mecmau’z-zevaid, 1/186

• • •

İddia: Abdullah İbn Mesud (r.a.) demiştir ki:
"Ey insanlar, Allah’tan korkun! Sizden bir şey bilen, bildiğini söylesin. Bilmeyen de 'Allah bilir' desin. Zira, sizden birinizin bilmediği bir şey için 'Allah bilir' demesi de ilimdir.(...)"


İddiaya Cevap: Demek ki, Abdullah İbn Mesud (r.a.) da –bu ifadeyle-manen Bediüzzaman gibi allamelere, “Allah’tan korkun! Bir şey biliyorsanız, bildiğinizi çekinmeden söyleyin” diye tavsiyede bulunuyor. Bediüzzaman da bunu yapmıştır.. Bununla beraber, R. Nur’da “en iyisini Allah bilir” cümlesi onlarca defa geçmiştir.

• • •

İddia: İmran b. Hıttan şöyle demiştir: "Ben, Aişe’ye ipek(li giyinmek) hakkında sordum. Aişe:
-İbn Abbas’a git, ona sor, dedi. İbn Abbas’a gidip ona da sordum.
O da bana:
-İbn Ömer’e sor, dedi. Ben de gidip İbn Ömer’e sordum.(...)"
Aişe ve İbn Abbas sahabenin âlimlerinden olmalarına rağmen, sorulan her soruya hemen cevap vermemişler, soru soranı başkasına yönlendirmişlerdir.
Şureyh b. Hânî mestlerin üzerine mesh meselesini sorunca, annemiz (r.anhâ) yine cevap vermemiş ve şöyle demiştir:
"İbn Ebu Talib’e git de ona sor! Çünkü o, bunu benden daha iyi bilir. O, Resulullah (s.a.v.)’la birlikte sefer ediyordu."


İddiaya Cevap: Kişinin bilmediğini daha iyi bildiğine inandığı bir kimseye havale etmesinden daha tabii ne olabilir ki.. Bediüzzaman’ın bilmediği halde bir konuyu söylemekten çekinmediğini gösteren bir bilgi gösterilebilir mi?

• • •

İddia: İmam Gazalî şöyle der:
Ahiret âlimlerinde aranan diğer hususiyetlerden biri de, sorulduğunda fetva vermekte acele etmemek, ağırdan almak ve kurtuluş yolunu aramak için çekingen davranmaktır. Eğer, sorulan her suali, Kur'an’ın veya hadisin sarahatinden, icmadan veya kıyastan biliyorsa cevabını verir, yok eğer şüphe ettiği bir şeyden sorulmuşsa: "Bilmem" der. Eğer, kendi içtihadı ve tahmini ile zannettiği bir şeyden soruluyorsa ihtiyatî tedbir olarak, varsa daha iyi bilene havale eder. Akıllılık, bu anlattığımızdır. Çünkü, içtihat tehlikesini yüklenmek büyük iştir. Haberde şöyle gelmiştir:



İddiaya Cevap: Bediüzzman’ın sorulan her suali, Kur'an’ın veya hadisin sarahatinden, icmadan veya kıyastan bildiği bilgilerle cevabını vermiştir. Aksini iddia eden, delilini ortaya koysun. Başta İmam Gazali, diğer müçtehitler ve alimlerin verdikleri fetvalar, açıktan veya zımnen birer sualin cevabıdır. Bilgisizce bir konuda hüküm vermek ne kadar yanlış ise, bildiği bir konuda insanların ihtiyaç duyduğu bilgileri açıklamaktan çekinmek de o kadar yanlıştır.

• • •

İddia: "İlim üçtür: Konuşan Kitap, yerleşen Sünnet ve üçüncüsü de 'Bilmem' demektir." (İbn Mâce, Abdullah b. Ömer’den)
Şabî diyor ki: 'Bilmem' demek, ilmin yarısıdır. Bilmediğinde Allah için sükût edenin alacağı mükâfat, konuşandan az değildir. Zira bu, nefse en ağır gelen cehaleti kabul etmektir.


Sahabenin ve ilk âlimlerin davranışı böyle idi. Abdullah b. Ömer’den fetva istendiği zaman: İnsanların işlerini boynuna alan şu emîre git de, bu meseleyi onun boynuna geçir, derdi. İbn Mesud: İnsanların her sualini cevaplandıran, ahmaktır, derdi. Yine İbn Mesud: Âlimin kalkanı "bilmem"dir. Eğer kalkanı kullanmakta hata ederse, hasmının silâhına hedef olur, demiştir. İbrahim b. Edhem diyor ki: Şeytanın en çok gücüne giden şey, âlimin bazı meselelerde konuşup, bazılarında sükût etmesidir. Şeytan der ki: "Şuna bakın, bunun bu sükûtu yok mu, konuşmasından benim için çok daha fenadır."

(...) Bazıları da: Hakikî âlime bir mesele sorulduğunda cevabın çetinliğini düşünerek, dişi yeni çekilen adamın vaziyetini alır, demişlerdir. İbn Ömer (r.a.): Üzerimizden geçip cehenneme gitmek için bizi köprü yapmak mı istiyorsunuz? derdi. Ebu Hafs Nisaburî: Hakikî âlim, suali cevaplandırırken, kıyamette "Bu cevabı nereden buldun" diye sorulacağından korkan zattır, demiştir. İbrahim-i Teymî kendisine bir mesele sorulduğu zaman ağlar ve: Başkasını bulamadınız da, bana mı muhtaç oldunuz? derdi. Ebu’l-Âliye, er-Riyahî, İbrahim b. Edhem ve Süfyan-ı Sevrî ancak iki-üç kişi veya bunu geçmeyen kimseyle konuşurlar ve cemaat çoğalınca dağılırlardı.

(...)İbn Ömer on meseleden sorulsa, dokuzuna sükût eder de ancak birine cevap verirdi. İbn Abbas (r.a.) dokuzuna cevap verir, yalnız birinde sükût ederdi. Fakihlerin "Bilmem" dedikleri, "Bilirim" dediklerinden çok fazla idi. Süfyan-ı Sevrî, Malik b. Enes, Ahmed b. Hanbel, Fudayl b. İyaz, Bişr b. Haris bunlardandır. Abdurrahman b. Ebu Leylâ diyor ki: Bu mescitte (Medine Mescidi) Resul-i Ekrem’in ashabından 120 tanesine yetiştim. Hepsi de kendilerine bir mesele sorulduğunda veya bir fetva istendiğinde, bunu başkalarına havale eder ve cevap vermek istemezlerdi. Hatta, birine bir şey sorulduğunda, onu diğerine havale eder, havaleden havaleye tekrar kendine gelirdi, kimse cevap vermek istemezdi.
(...)Bir de şimdiki âlimlere bak da, işlerin nasıl tamamen tersine döndüğünü gör. Çünkü, şimdi kaçınılması gereken aranıyor, aranması gerekenden kaçınılıyor.



İddiaya Cevap: Evvela; Bediüzzaman’ın soruların dokuzuna cevap veren İbn Abbas (r.a.)’a uymasının ne sakıncası vardır? Nitekim, hadis-i şerifte,“Sahabelerim yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız, doğruyu bulursunuz” buyurulmuştur.
Saniyen; Hz. Aişe, Hz. Ebu Hureyre, Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Abdullah b. Abbas; Hz. Abdullah b. Mesud, Hz. Abdullah b. Ömer, Hz. Abdullah B. Amr b. As gibi onlarca büyük sahabînin binlerce fetvasının bize kadar intikal etmesi, yukarıdaki ifadenin hususî bir bağlamda söylenmiş olduğunu göstermektedir. Bununla beraber, Bediüzzaman lakabıyla mümtaz bir şahsiyet olduğu dünya-alemce bilinen Üstad Said Nursi’nin kendi çağında “aranması gereken bir allame-i asır olduğuna” kendisini tanıyan ve –ön yargısız olarak-eserlerini okuyan binlerce İslam âlimi şahitlik etmektedir.
Salisen; Abdullah b. Amr b. AS’ın bildirdiğine göre, Hz. Peygamber(a.s.m) şöyle buyurmuştur: Kim kendisine soru sorulduğu zaman ilmini ketm ile, bildiğini söylemezse, kıyamet günü ateşten bir gem ile gemlenir” Bu hadis sahihtir. bk. Mecmau’z-zevaid, 1/163
 

Huseyni

Müdavim
İddia: İmam Şafiî dedi ki: Ben, İmam Malik’e kırk sekiz meseleden sorulup da, otuz iki tanesine "Bilmiyorum" diye cevap vermiş olduğunu biliyorum.

İddiaya Cevap: Başta İmamı Şafii olmak üzere, Mezhep imamları olarak İslam alimlerinin verdikleri sayısız fetvalar, -Alimler arasında la edrî=bilmiyorum sözünü fazla kullanmakla meşhur olan- İmam Malik’in bu ihtiyatlı prensibini kendileri için uygulamadıklarının kanıtıdır.

• • •

İddia: Selef-i salihinin bu güzideleri, kapılarına pervasızca "Burada her soruya cevap verilir, kimseye soru sorulmaz" diye levha asanları görselerdi, acaba ne yaparlardı?...

İddiaya Cevap:
Bediüzzaman’ın ahir zaman müceddidi olduğunu anlarlardı. Ayrıca, onun Hz. Ali’nin manevî evladı ve alem-i manada rihle-i tedrisinde oturup kendisinden ders alan özel öğrencisi olduğunu anlarlardı. Nitekim, Hz. Ali; “Sorun, bilmediklerinizi bana sorun, benim gibisini bulup sormazsınız(bu fırsatı değerlendirin, ben aranızda iken bana sorun)”(bk. Ebu Yala, Bezzar-Hafız Heysemî, hadisin sahih olduğuna işaret etmiştir. Bk: Mecmau’z-zevaid,4/269)

• • •

İddia: Hiç kimseye soru sormamanın hükmünü de yine âsârdan araştıralım:
Her şeyden önce Allah’ın Kitabı sormayı emretmektedir:
"Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorunuz!"



İddiaya Cevap: Bu ayette, -bilenlerin bilmeyenlere değil- bilmeyenlerin bilenlere sorması emrediliyor. “ soru sorma” levhasıyla ilgili bu tarihî realite de gösteriyor ki, bu asrın bir müceddidi olan Bediüzzaman hazretleri, sorulacak suallere cevap vermek makamındadır. Bediâne ilmini ümmetle paylaşmak durumundadır.

• • •

İddia: İlim öğrenmenin fazileti hakkında o kadar çok hadis vardır ki, onları burada nakletmek mümkün değildir. İsteyenler hadis kitaplarının "İlim" bölümlerine baksınlar. Sadece soru sormak hakkındaki rivayetlerin birkaçını nakledelim:
"İlim hazinedir, anahtarı ise sualdir. O hâlde sorunuz ki, Allah da size rahmet etsin. Böylece sualle dört sınıf ecir kazanır: Soran, öğreten, dinleyen ve bunları seven."


İddiaya Cevap: Demek ki, insanların bir kısmı, soru sorar, bir kısmı –sorulara cevap vererek- öğretmenlik yapar,bir kısmı bu alimleri dinler, bir kısmı da bunları sever. İlimdeki unvanı Bediüzzaman, Allah’ın kitabını öğretmek uğruna yıllarca hapishaneleri Medrese-i Yusufiye yapan bir kahraman, insanların iman ve İslamiyet yolunda mesafe kat etmeleri için her şeyini feda etmiş bir müceddid-i zaman bir zat-ı mübareki bu hadisle vurmaya çalışmak, haset ve önyargının nasıl bir körlük virüsü olduğunun açık göstergesidir.

• • •

İddia: "Ulemadan sor!(...)"{Râmûz, 1/295. Hadisi Hâkim rivayet etmiştir.}

İddiaya Cevap: Bu hadis-i şerif, Bediüzzaman gibi asrın en yüksek bir ilim dahisinden soru sorulmayı hazmetmeyenlere çok güzel bir şamardır.

• • •

İddia: Cabir b. Abdullah (r.a.)’tan rivayet edildiğine göre; Resulullah (s.a.v.), yanlış fetva verip arkadaşlarının ölümüne sebep olanlar için buyurmuştur ki:
"Onu öldürdüler. Allah da onları öldürsün! Bilmediklerini sorsalardı ya! Cehaletin şifası ancak sormaktır. (...)"


İddiaya Cevap: Ortaya koyduğu 130 risalesiyle harika bir ihya hareketini gerçekleştiren, açıkladığı iman esaslarıyla insanları manen yeniden dirilten Bediüzzaman’ı hadiste; cehaletlerinin kurbanı olarak bir adamın ölümüne sebebiyet verenlerden biri gibi göstermek çok büyük bir hezeyan ve çirkin bir iftiradır.

• • •

İddia: İmam Gazalî, bu konuda da şöyle demektedir:
Süfyan-ı Sevrî, Askalân şehrine gitti. Orada bir müddet beklediği hâlde, kendisine bir şey soran olmayınca, "Bu diyarda ilim ölmüş, artık benim beklememe lüzum yok, vasıta temin edip gideyim" dedi. Şüphesiz böyle demesi, öğreticiliğin üstün değerine ve faziletine hevesi ve ilmin devamını sağlamak arzusundandı.
Atâ, "Said b. Müseyyeb’i ziyaret ettim ve kendisini ağlar gördüm. Sebebini sorduğumda, kendisinden bir şey sorulmadığı için ağladığını söyledi" demiştir.



İddiaya Cevap: Bu iki menkıbe, alimlerin eskiden beri kendilerinden soru sorulup Allah rızası için o sorulara cevap vererek halka ve hakka hizmet etmek istediklerini gösterdiği gibi, aynı zamanda Bediüzzaman’ın da insanları kendisine bilmedikleri konuları sormalarını temin etmek, çağın ihtiyacı olan sorulara cevap verecek ilmî ehliyete sahip olduğunu göstermek için” burada her suale cevap verilir” levhasını asması, son derece doğru bir hizmet aşkı ve nazik bir davranış olduğunu gösteriyor.

• • •

İddia: Hz. Musa (a.s.)’ya "İnsanların en âlimi kimdir?" diye sorulduğunda, "Benim" demişti. İlmi (Allah, en iyi bilendir diyerek) Allah’a havale etmediğinden dolayı, Allah onu kınayıp azarladı ve ona "Senden daha âlim, kulum Hızır vardır" diye vahyetti. Musa, onu bulmak için yollara düştü. Ona sorular sordu. İşte "ulu’l-azm" bir resulün bile bu konudaki hâli böyleydi..

İddiaya Cevap: Hz.Hızır peygamber olmadığı için elbette fazilette ve küllî ilimlerde Hz. Musa ile kıyaslanmaz. Fakat,-Hz. Musa’nın bilmediği- bir takım hususî esrar-ı ilmiyeyi ona verdiğini Kur’an bize bildirmektedir. Hz. Musa’nın başından geçen bu hadise gösteriyor ki, Allah peygamberlere bile vermediği bazı ledünnî ilimleri başka has kullarına verebilir, Kimsenin bu ilahî taksimata itiraz etme hakkı da yoktur.Şu bilinmelidir ki, haset her şeyden önce hasetçiyi yakar kül eder, kalp gözünü kör eder.

• • •

İddia: Hele yenilir yutulur cinsten olmayan şu cümleler, bin dört yüz küsur yıldır her ilim dalında birçok zahmetle yetişmiş İslâm ulemasına karşı, büyük bir küfran-ı nimettir:
Böyle had ve hududu tâyin edilmeyen, yâni "şu veya bu ilimde veya mevzuda, kim ne isterse sorsun" diye bir kayıt konulmadan ilânat yapmak ve neticede daima muvaffak olmak; beşer tarihinde görülmemiş ve böyle ihâtalı ve yüksek bir ilme sâhip böyle bir İslâm dâhisi, şimdiye kadar zuhur etmemiştir (Asr-ı Saadet müstesna).



İddiaya Cevap: Bu sözler, ancak-Allah’ın peygamberlerine ve onların hakikî varislerine yaptığı özel ikramını, onlar hakkında gösterdiği sonsuz rahmetini, dilediği kimseye yapacağı ihsanlarını hazmedemeyen bir nankörün sözleri olabilir...

Yrd. Doç. Dr. Niyazi BEKİ
sorularlarisaleinur.com

 

Ruh

Well-known member
Şimdi onun ismiyle dahi dalga geçiyorlar...

En çok da kendisiyle çelişmiş abuk subuk sorularla islamiyetle ve ona hizmet eden alimlerin ismiyle dahi dalga geçecek kadar düşmüş insan müsvettelerine ilimle cevap verip çenelerini kapatmak istiyorum...

Öğrendiğim bir kaç cümleyle dahi cevap vermek eminim ki kalbimi surur-i maneviye ulaştıracak..

Allah-u Teala ilimyle ilimlenenlerden eylesin insaallah...
Allah razı olsun
 

Huseyni

Müdavim
Bu konuya gelen bazı faydalı üye yorumları : sorularlarisaleinur.com dan alıntıdır.

Yukarıdaki iddialardan birinde: "Aişe ve İbn Abbas sahabenin âlimlerinden olmalarına rağmen, sorulan her soruya hemen cevap vermemişler, soru soranı başkasına yönlendirmişlerdir." denilmiş.

Ehl-i sünnet ulemasınca üzerinde icma ile kabul edilen "sahabeler insanların en faziletlileridir, sahabelere kimse yetişemez." mevzuu; külli fazilete dairdir, yoksa cüz'i fazilete dair değildir, yani asfiya, evliya, ulema veya kutup gibi bazı insanlar bazı özelliklerinde, bir kısım sahabeleri geçebilirler, fakat bütün özellikleriyle ve bunlardan ortaya çıkan toplam faziletleriyle en büyük veli ve alim zatlar da sahabelerin en düşüğüne yetişemezler. Bediüzzaman Hazretlerine, Cenab-ı Hak tarafından ihsan edilen, sorulan bütün suallere cevap vermek vasfının sahabelerde olmaması; onu sahabelerden daha üstün olduğunu göstermek değildir. Çünkü bu sadece ilme bakan bir hususiyettir. Umumi fazilete bakan bir üstünlük değildir.
 

Huseyni

Müdavim
İddia: Her soruya cevap verme iddiası bir yana, âlimlik iddia etmek bile zemmedilmiştir. Nitekim, İbn Ömer (r.a.) demiştir ki: Resulullahın:
"'Ben âlimim' diyen, cahildir." dediğini kesin olarak biliyorum.


CEVAP: Duha süresinin 11. ayetinde Rabbimiz şöyle emrediyor. "Rabbinin sana verdiği nimeti de anlat."

Bakın şimdi, Bediüzzaman Hazretleri herşeye cevap verdiği gibi bu soruya da nasıl cevap veriyor. Ve değil Cenab-ı Hakk'ın verdiği bir nimeti ifade etmek, bir gurur olması, tam zıddına onu ifade etmemek o nimete karşı bir hürmetsizlik olduğunu güzelce ifade ediyor. Aynı zamanda nimeti ve ihsanı hangi makamda ifade etmek gurur olur meselesini de ihmal etmiyor. Şimdi Bediüzzamanı dinleyelim:

"Bazan tevazu, küfrân-ı nimeti istilzam ediyor; belki küfrân-ı nimet olur. Bazan da tahdis-i nimet, iftihar olur. İkisi de zarardır. Bunun çare-i yegânesi ki ne küfrân-ı nimet çıksın, ne de iftihar olsun, meziyet ve kemâlâtları ikrar edip, fakat temellük etmeyerek, Münim-i Hakikînin eser-i inâmı olarak göstermektir.

Meselâ, nasıl ki murassâ ve müzeyyen bir elbise-i fâhireyi biri sana giydirse ve onunla çok güzelleşsen, halk sana dese, Maşaallah, çok güzelsin, çok güzelleştin. Eğer sen tevazukârâne desen, Hâşâ, ben neyim? Hiç! Bu nedir, nerede güzellik? O vakit küfrân-ı nimet olur ve hulleyi sana giydiren mahir sanatkâra karşı hürmetsizlik olur.

Eğer müftehirâne desen, Evet, ben çok güzelim. Benim gibi güzel nerede var? Benim gibi birini gösteriniz. O vakit, mağrurâne bir fahirdir.

İşte, fahirden, küfrandan kurtulmak için demeli ki: Evet, ben güzelleştim. Fakat güzellik libasındır ve dolayısıyla libası bana giydirenindir; benim değildir.

Kurânın hakaik-i icâzını ben güzelleştiremedim, güzel gösteremedim. Belki Kurânın güzel hakikatleri benim tabiratlarımı da güzelleştirdi, ulvîleştirdi.

Madem böyledir; hakaik-i Kurânın güzelliği namına, Sözler namındaki âyinelerinin güzelliklerini ve o âyinedarlığa terettüp eden inâyât-ı İlâhiyeyi izhar etmek, makbul bir tahdis-i nimettir."


28.MEKTUB, 7.RİSALE OLAN YEDİNCİ MESELE,
4. SEBEB

sorularlarisaleinur.com dan üye yorumudur (alıntı)
 
Üst