Muhalif Bir Yanlız Adam Yahya Kemal Beyatlı

ebrar172

Well-known member



6.jpg
Yahya Kemal Beyatlı, 2 Aralık 1884'te anneannesi Adile Hanım'ın Üsküp'teki konağında doğar. Asıl adı Ahmet Agâh'tır. O doğduğunda daha on dokuz yaşında olan babası İbrahim Naci Bey, onun doğumunu eşi Nakiye Hanım'ın Kur'an-ı Kerîm'inin son sayfasına tarihi ve saatiyla kaydeder

Ahmet Agâh, çocukluğu, çevresi ve ilk eğitimi
Yahya Kemal'in annesi ve babası, hem mizaç olarak hem de hayata bakış tarzı bakımından birbirinden bir hayli farklıdır. Nakiye Hanım, "marazî bir derecede titiz ve temiz"1 ve beş vakit namazını muntazaman kılan, her gün huşu içinde Kur'ân okuyan, "beyaz başörtüsü ile, elindeki kitaba imanla eğilen,"2 oğluna peygamber sevgisi aşılayan dindar bir kadındır. Babası İbrahim Naci Bey ise, sert, merhametsiz ve kızdığında küfürbaz olabilen,3 ayrıca dinin "Ramazan'ından, bayramlarından, kandillerinden başka şartlarıyla pek meşgul" olmayan, "her akşam içkisini içen,"4 hayatını gönlünce yaşamak isteyen bir adamdır.

Ahmet Agâh, 1889 yılında, beş yaşında Mahalle Mektebi'ne gönderilir. Bu okula üç yıl devam eden bu zeki çocuk, duyarak öğrendiği Amme Cüzü dışında okumayı bile sökemez. Oğlunun bu durumunu gören babası İbrahim Naci Bey, "benimsemediği bu eski usul eğitime, fırsat buldukça küfredecektir. Bayramlarda, evlere tepsiyle baklava siparişi veren Gani Hoca ile, sorduğunda alfabedeki harfleri tanıyamadığını gördüğü (oğlu) Ahmet Agâh ona bu fırsatı zaten vermektedir."5

Ahmet Agâh'ın eğitiminin son derece verimsiz sürüp gittiğini gören İbrahim Naci Bey, sonunda dayanamaz, oğlunu alıp Üsküp Valisi Müşir Ahmet Paşa'nın açtırdığı, yeni öğrenim metotlarının kullanıldığı Mekteb-i Edeb'e yazdırır. Fakat bu durum, ailede bir tedirginlik ve endişe meydana getirir. Çünkü "Yahudi mahallesinde açılmış olan okulun, Müslüman ahâlî arasındaki imajı hiç de hoş değildir. Müdürlüğünü Selanik dönmelerinden Ali Galip Efendi'nin yaptığı okula şüpheyle bakılmaktadır."6

Bu yeni okulda, Ahmet Agâh ile bizzat okul müdürü Ali Galip Efendi ilgilenir ve "yeni usulle hazırlanmış bir alfabeden çocuğa harfleri şaşılacak bir hızla bir günde öğretir. Ahmet Agâh, iki ay içinde de okumayı sökmeye başlayacaktır. Baba, gelişmelerden memnundur. Çocuk da ilk kaygılarının aksine okulu sevmiştir. Bu okul değişikliği, onun için bir inkılâp olacak ve yıllar sonra bu durumu, ‘Şark'tan Avrupa'ya geçiş' şeklinde tanımlayacaktır."7

Ahmet Agâh, Mekteb-i Edeb'i 1895 yılında bitirir. Aynı yıl Üsküp İdadisi'ne kaydolur. İşte o yıl, bu küçük çocuğun aile felâketi başlar. Artık küçük Ahmet Agâh'ın mutlu çocukluk yılları bitmiş, baba, bu küçük çocuğun diliyle söyleyecek olursak "kötüleşmeye" başlamıştır. İbrahim Naci Bey, Üsküp'te, iç güveyisi olarak yaşadığı hayattan bıkmış, kendi babası ve kardeşlerinin olduğu Selanik'te bir memuriyet bularak, orada "medenî bir insan gibi" yaşamaya karar vermiştir. Fakat bu kararı uygularken eşini ve çocuklarını üzmüş, kırmış ve yıkmıştır. Bütün bu üzücü hâdiseler sonrasında Nakiye Hanım, verem olur ve yatağa düşer. Fakat aile her şeye rağmen Selanik'e göç eder.

Selanik hayatında Ahmet Agâh'ın annesi Nakiye Hanım'ın hastalığı gittikçe artmış, kendilerinden yakın ilgi beklediği eşi ve oğlunun ilgisiz tavırları, ona derin bir hayal kırıklığı yaşatmıştır. İbrahim Naci Bey, Selanik'te, kendini içki ve eğlence âlemlerine bırakmış, gönlünce yaşamayı tercih etmiş, Ahmet Agâh ise benzer bir duyarsızlıkla arzularının esiri olmuştur. Zavallı Nakiye Hanım, kendini yapayalnız hissetmiş, memleketi Üsküp'e dönmek, o Müslüman şehrinde, (Ona göre Selanik "Yahudi ve gâvurla karışık bir ağyar diyarı idi") yakınlarının arasında İslâmî bir atmosferde ölmek istemiş, bu yüzden Selanik'ten ayrılıp Üsküp'e geri gelmiştir. Bir süre sonra, İbrahim Naci Bey ve Ahmet Agâh da Üsküp'e geri döner. Ahmet Agâh, tekrar Üsküp İdadisi'ne kaydolur. Fakat çok geçmez, Nakiye Hanım 1897 Eylül'ünde ölür.

Annesinin ölümü, Ahmet Agâh'ın üzerinde, hayatı boyunca atamayacağı, vicdan azabıyla dolu derin bir tesir bırakır. Artık o, gittikçe dindarlaşır. Her akşam, annesinin ruhuna Yasin okur. Üsküp'teki Rifai Dergâhı'na ve Mevlevî tekkesi olan Sâdi Tekkesi'ne gidip gelmeye, oradaki zikirlere katılmaya, büyük bir çoşkuyla ilâhiler söylemeye başlar. Ebcet hesabını öğrenir, Sâdi Tekkesi'nin şeyhi Kadri Efendi'den Arapça ve Farsça dersleri alır. Bu arada evlerinde babasının kitaplığından faydalanır. Muallim Naci, Recaizâde Mahmut Ekrem, Ziya Paşa, Namık Kemal, Abdülhak Hâmit ve Mehmet Celal'in eserlerini okur. Şiire karşı ayrı bir ilgi gösterir.
Ahmet Agâh, 1900 yılında tekrar Selanik İdadisi'ne yatılı öğrenci olur. Bu yıllarda Tevfik Fikret ve Cenap Şahabettin'in eserleriyle tanışır. Servet-i Fünun dergisini okur. Gerek Üsküp'te gerek Selanik'te, 2. Abdülhamid aleyhtarı bir çevresi ve hocaları vardır.

Bu arada Ahmet Agâh'ın ilk şiiri, 10 Ekim 1901'de İstanbul'da çıkan Musavver Terakki dergisinde yayımlanır. İdadi (lise) eğitimini tamamlamak üzere, 1902 Nisan'ında on sekiz yaşında bir genç olarak İstanbul'a, Humbaracı Yaşar Bey'in konağına gönderilir. Bu bir mânâda, onu Üsküp'ten uzaklaştırma operasyonudur. Çünkü bu genç delikanlının babası ve üvey annesiyle geçimsizliği iyice artmıştır.

İlk defa İstanbul'a geliş (1902)
"Ahmet Agâh, bir sabah Selanik'ten bindiği trenle, yine bir sabah vakti İstanbul'a, Sirkeci Garı'na gelir. İstanbul'a ilk defa gelmektedir. O günkü uygulama gereği bu şehre, gümrükten girer gibi, yeni bir ülkeye ayak basar gibi, yol tezkeresini kontrol ettirerek girecektir. Polislerin kontroller sırasındaki tavrı, o gün orada bir şeyi hissetmesini sağlar; o, ‘dışarı'dan gelmiş biridir, bir taşralıdır."8

Üstelik İstanbul'a geldiği bu ilk günlerde, Rumeli şivesiyle konuşmasının, İstanbullu çocuklar tarafından alay konusu olması9 da, Ahmet Agâh'ta derin bir taşralılık kompleksinin oluşmasını hızlandırmıştır. Münevver Ayaşlı da hatıralarında, Yahya Kemal'in bu taşralılık kompleksini hayatı boyunca üzerinden atamadığını anlatır. Hattâ, Yahya Kemal'in 1902 yılında geldiği İstanbul'dan bir yıl sonra Paris'e kaçışını, bu taşralılık kompleksiyle açıklar.10
Ahmet Agâh, İstanbul'da, Malumat ve İrtika dergilerinde şiirlerini yayımlar, şiirlerinde artık Agâh Kemal adını kullanmaktadır. Bu rast gele bir tercih değildir. Ondaki Namık Kemal hayranlığının tipik bir ifadesidir.

İstanbul'a lise eğitimini tamamlamak üzere gelen Ahmet Agâh, nedense bir okula kaydını yaptırmaz. Kendini tamamen duygularına teslim eder. O günlerde Tevfik Fikret, Halit Ziya, Ahmet Şuayıp gibi Edebiyat-ı Cedîde yazarlarının eserlerini okur. Onların, ülkelerine, içinde yaşadıkları topluma ve o toplumun değerlerine yabancılaşma duygusunun tesiri altında kalır. Yine o günlerde tanıştığı, ordudan atılmış, İslâm'a, Türklüğe ve bütün millî değerlerimize düşman, Serezli Şekip Bey'in de Ahmet Agâh üzerinde önemli tesirleri olur. Bu kozmopolit adam, etrafına topladığı gençlere, "memleketi zindan, Avrupa'yı nurlu bir âlem" gibi göstermeyi başarmış azılı bir 2. Abdülhamid muhalifidir. Serezli Şekip Bey, İstanbul'da âvâre âvâre dolaşan ve üstelik tek kelime Fransızca bilmeyen Ahmet Agâh'a da, Paris'e kaçmasını telkin ve tavsiye eder. Ahmet Agâh, 1903 Temmuz'unun son günlerinde, elinde bir bavul, başında bir şapka "hür Fransa" bayrağının gölgesi altında yaşamak ve 2. Abdülhamid idaresiyle mücadele etmek üzere Paris'e kaçar. Daha on dokuz yaşındadır.

Paris yılları ve Yahya Kemal adının ortaya çıkışı (1903–1912)
Reşat Beyatlı, ağabeyi Ahmet Agâh'ın "İstanbul'dan Paris'e giderken istibdat korkusuyla, hüviyetini kaybettirmek için"11 adını Yahya Kemal olarak değiştirdiğini söyler. Yahya Kemal ise, bu konuyla ilgili "Vaktiyle, bir gazetede yazılar yazıyordum. Bir gün baş makale yazmam icap etti. Yahya Kemal diye imza attım… Bunun üzerine ismim Yahya Kemal olup çıktı."12 diye bir açıklama yapar. Paris yıllarından itibaren artık karşımızda Ahmet Agâh değil, Agâh Kemal değil, Yahya Kemal vardır.

Yahya Kemal, kısa süre içinde babasıyla haberleşmenin bir yolunu bulur. Babasını, Paris'e eğitim maksadıyla geldiğine inandırarak, her ay kendisine düzenli olarak para gönderilmesini sağlar. Bir talebe otelinin küçücük bir odasına yerleşir. Yahya Kemal önce, Paris'e üç saatlik uzaklıkta bulunan College de Meaux'ya yatılı öğrenci olup, bir yıl Fransızca öğrenir. Üsküp İdadisi'ne (lisesine) kaydolduğu 1895 yılından, Paris'e kaçtığı 1903 yılına kadar geçen sekiz yıl içinde bir türlü liseyi bitiremeyen Yahya Kemal, Paris'te 1904 yılında, "lise diploması istemeyen (iki yıllık) özel bir okula, kendisinin Ulûm-ı Siyasiye Mektebi diye Türkçeleştirdiği Ecole Libre des Sciences Politique'in Hârici Siyaset Bölümü'ne"13 kaydolur.

Yahya Kemal daha Paris'e gelir gelmez, Ahmet Rıza, Abdullah Cevdet, Dr. Nazım, Hüseyin Siret gibi rejim muhalifi Jön Türklerle tanışır. Kısa bir süre sonra, onların haftalık toplantılarına katılır. O yıllarda Paris'te, aydınlar arasında, kilise ve din düşmanlığı iyice artmıştır. Zaten, Paris'e rejim muhalifi düşünceler, dinî ve millî değerlerden uzak pozitivist bir altyapıyla gelen gelen Yahya Kemal, Paris'in bu dine karşı havasından kuvvetle etkilenmiş, anarşist bir genç hâline gelmiştir. Üsküp'te ezan sesleriyle büyüyen genç adam, Paris'te ne hâle geldiğini, hatıralarında bakın nasıl anlatır:

"Mitinglere ve nümayişlere karışıyordum. Sokaklarda International'i dinlerken, kalbim geniş bir insanlık sevgisiyle doluyordu ve gözlerim yaşarıyordu. Jaures, Pressence, Vaillant, Alman anarşist Sebastien Faure ve Malato'nun nutuklarını hararetle dinliyordum. Dinsizlik ve ihtilâlcilik heveslerim arta arta, anarşist Jen Grave'ın Temps Nouveaux gazetesinin ateşli bir kaarii ve müfrit bir tilmizi oluverdim."14

Yahya Kemal, çok geçmez Paris'te kendini bohem hayatına kaptırır. Paris'in eğlence merkezlerine alışır. Tamamen arzularına göre bir hayat yaşar. Fransa'nın Albert Sorel, Albert Vandale gibi ünlü tarihçilerinin, Emile Bourgoix gibi en ünlü milletlerarası hukuk hocalarının ders verdiği Siyasal Bilgiler Okulu'ndan gerektiği şekilde faydalanamaz. 1906 yılında Londra gezisine çıkar. Orada Abdülhak Hâmid'i ziyaret eder. Bir İngiliz ailenin yanında iki buçuk ay pansiyoner olarak kalır. 1906 sonbaharında İngiltere'den Belçika'ya, Brüksel'e geçip, Paris'e geri döner. Dersleriyle ilgilenmeye, imtihanlara girmeye çalışır. Fakat okula ciddi bir şekilde devam etmeyen Yahya Kemal, imtihanlarda başarılı olamaz.

Bu arada, öğrendiği Fransızcasıyla eski Yunan ve Lâtin şiirini inceler. Fransız edebiyatını anlamaya çalışır. Bu çalışmaları onu, eski şiirimize yöneltir. Eski şiirimize "vukuf ve ünsiyet" için, Paris'teki Şark Dilleri Mektebi'nde Arapça ve Farsçasını geliştirmeye çalışır. Divan şiirini anlama yollarını araştırır. O günlerde eski şiirimizin güzelliği konusunda anlaştıkları Ali Kemal'le tanışır, dost olur. Genç şair, daha sonra Eski Şiirin Rüzgârıyla adlı şiir kitabında toplanacak olan şiirlerinin ilk örneklerini o günlerde vermeye başlar.

Bütün bu işler arasında, Siyasal Bilgiler Okulu'nu bitiremeyeceğini anlayan Yahya Kemal, 1908'de kaydını Sorbon Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü'ne yaptırır. O günlerde Türkiye'de 2. Meşrutiyet ilân edilmiş, Paris'teki rejim muhalifi jön Türkler iktidara gelmiştir. Yahya Kemal, Paris'ten tanıştığı İttihat ve Terakki'nin önde gelen isimlerinden Dr. Nazım'ın yardımıyla Paris'te burslu öğrenci olmuş, babasına olan bağımlılığı ortadan kalkmıştır.
1910 yılında İsviçre, 1911 yılında tekrar İngiltere gezisine çıkan Yahya Kemal, bu başıboş ve gönlünce hayatı yüzünden, yıllardır Avrupa'da olduğu hâlde, 1908'de kaydolduğu ikinci okulunu da bitirememiştir. 1903'te geldiği Avrupa'dan, dokuz yıl sonra, 1912'de diplomasız bir şekilde yurda dönmektedir. Beş yıl babasının, dört yıl devletin maddî imkân sağladığı genç adam, bu uzun yılların ardından çaresiz bir şekilde ülkesine, İstanbul'a dönme kararı vermiştir. O günlerde hüzün doludur. Paris'ten ayrılmak, gönlünce yaşadığı bir hayata veda etmek, ona çok zor gelmektedir. Paris hayatı onun için,

"Başka yıldızda bir hayat imiş o, His ve haz yüklü kâinat imiş o."15
mısralarıyla tasvir ettiği bir hayattır. Yahya Kemal, Paris'te yaşadığı bu dokuz yılı ve sonunda memleketine dönüşünü, bakın bir şiirinde nasıl tasvir eder:

"Her zevki bir haram olan efsunlu cennetin,
Koynunda vardı, lezzeti bin türlü nimetin.
Bir gün veda edip o diyarın hayatına
Döndüm bütün bütün vatanın kâinatına."16

İstanbul'a dönüş, Balkan Savaşı ve 1. Dünya Savaşı yılları (1912 – 1918)
Genç şair 1912 Mayıs'ında "emsalsiz bir bahar sabahı" gemiyle İstanbul'a gelir. Gemiden iner inmez bir araba tutar ve arabanın sahibine Divanyolu'na gitmesini söyler. Köprü'den, Bahçekapısı'ndan, Bâbıâli Caddesi'nden geçerken sanki bir rüya görüyor gibidir. O günlerde, Paris'in, bu genç adam üzerindeki tesiri o kadar büyüktür ki, Divanyolu'na giderken, arabadan bakınca "Gelip geçen halkın esvapları soluk, vücutları bücür, hâl ü şanları zibidi görünür."17 Yahya Kemal'in bu cümlesi, Tanzimat'tan beri, bu milletin büyük maddî fedakârlıklar yaparak Avrupa'ya eğitim için gönderdiği Türk aydınlarının, ülkelerine nasıl bir zihniyetle döndüklerini ve içinde yaşadıkları toplumla bağlarını nasıl yitirdiklerini göstermesi açısından son derece önemlidir.

Yahya Kemal, İstanbul'da arkadaşı Şefik Esat'ın Divanyolu'ndaki evi ve Kıbrıslı Şevket Bey'in Kandilli'deki yalısında kalır. O, bu evlerin el üstünde tutulan şeref misafiridir. İstanbul'da kısa bir sürede geniş bir çevre edinir. Yakup Kadri'den Tevfik Fikret'e, Cenap Şahabettin'den Ömer Seyfettin'e, Rıza Tevfik'ten Süleyman Nazif'e, Ruşen Eşref'ten Halit Fahri'ye, Faruk Nafiz'den Orhan Seyfi'ye, Enis Behiç'ten Şahabettin Süleyman'a, Hakkı Tahsin'den Abdülhak Şinasi'ye kadar, tanınmış ve yeni yeni tanınmakta olan birçok şair ve yazarla tanışır. Yine Paris'ten tanıdığı, İttihat ve Terakki'nin önde gelen isimlerinden Dr. Nazım vasıtasıyla, Ziya Gökalp'le görüşür. Büyük musiki üstatlarımızdan Tanburî Cemil Bey'i tanır. Hayatının son yıllarını yaşayan (ölümü1916) bu büyük musiki üstadı, ona, Hafız Post'u, Itrî'yi, Seyyid Nuh'u, Tanburî İshak'ı, İsmail Dede'yi anlatıp benimsetecek, onun Türk musikisine bakışını bütünüyle değiştirerek, Fransız kültürünün derin bir tesiri altında kalmış bu genci, kendi kültür değerlerimize yönlendirecektir.

Sanat anlayışını, dost konaklarında, Türk ocağı salonlarında, dergi ve gazete yazıhanelerinde, etrafında onu merak ve ilgiyle dinleyenlere büyük bir zevkle anlatan bu genç adam, bu yıllarda sanat ve edebiyat toplantılarının en seçkin misafiridir. Paris'ten geldikten sonra, henüz hiçbir şiiri yayımlanmadığı hâlde, şiirleri, mısraları, dilden dile dolaşmakta, büyük bir hayranlık uyandırmaktadır. Şiirlerinin sayısı, son derece azdır. Biblos Kadınları, Sicilya Kızları, Mehlika Sultan, Nazar, Leyla, Sene 1140, Mahurdan Gazel, Bir Saki gibi çok az şiiri bilinmektedir.

Yahya Kemal, 1913 yılında Daruşşafaka'ya tarih ve edebiyat hocası olur. 1914 yılında, Medresetü'l–Vâizin'de ve Haydarpaşa İttihat Mektepleri Lisesi'nde medeniyet tarihi ve Türkçe derslerine girer. 1915 yılında, Ziya Gökalp'in teklifi ve İttihat ve Terakki üzerindeki nüfûzunu kullanarak, Darülfünun'a Medeniyet Tarihi müderrisi yani öğretim üyesi tayin edilir. Hâlbuki ne lise ne de üniversite diploması vardır.18

1913 yılından itibaren yazları Büyükada'da, kışları Şişli'de oturur. Yahya Kemal, aktif siyasetin içinde olmamakla beraber, İstanbul'a geldiğinden beri birlikte olduğu Şefik Esat, Kıbrıslı Şevket, daha sonra Büyükada'da görüştükleri Paris'ten arkadaşı Ali Kemal, Necip Şakir, Tahsin Nahit, Ahmet Refik gibi isimler, genel olarak İttihat ve Terakki Partisi'ne muhalif kişilerdir. Özellikle İstanbul'da Yahya Kemal'i basın yayın dünyasına ilk tanıtan Ali Kemal, hızlı bir İttihat ve Terakki muhalifidir.

Yahya Kemal, 1916 yılında, Ziya Gökalp'i de Büyükada'da oturmaya ikna eder. Ziya Gökalp gelince, Ahmet Ağaoğlu, Hamdullah Suphi, Celal Sahir, Necmettin Sadık, Fuat Köprülü gibi Türkçü aydınlar da Büyükada'ya toplanır. Genç şair artık, iktidar partisi İttihat ve Terakki'nin önde gelen bu isimleriyle de beraber olup, dostluklar kurar.

Yıllar, 1. Dünya Savaşı yıllarıdır, ülkede savaşın doğurduğu büyük bir yokluk, kıtlık yaşanmakta, binlerce, yüz binlerce Anadolu çocuğu, hayatının baharında, Çanakkale'den Sina çöllerine, Kafkasya'dan Galiçya'ya kadar uzanan uçsuz bucaksız coğrafyada, savrulup gitmekte, vatanını müdafaa için şehit düşmekte, elini, kolunu, ayağını, gözünü, yüzünü kaybetmekte, evine ya hiç dönmemekte veya bütün umutlarını, hayallerini kaybederek dönmektedir. Bütün Türkiye coğrafyasında bu büyük acılar yaşanırken, Büyükada'da toplanan ve kendisini aydın olarak niteleyen bir avuç insan, gününü gün etmekte, hayatın tadını ve lezzetini çıkarmaktadır. Maalesef bunların içinde, Yahya Kemal de vardır. Tuhaf bir şekilde askere alınmayan Yahya Kemal, 1. Dünya Savaşı'nın bu acı yıllarında, eğlenceli günler yaşamakta, çeşitli kadınlarla hissî yakınlıklar kurmaktadır. Meselâ, genç şair Büyükada'da kaldığı bu yıllarda, Heybeli Bahriye Mektebi'nde de tarih hocalığı yapmakta ve talebesi Nazım Hikmet'in, eşiyle arası bozuk olan annesi Celile Hanım'la, bir aşk yaşamaktadır. 1916–1919 yılları arasında üç yıl devam eden bu aşk, ancak delikanlılığa yeni adım atmış olan Nazım Hikmet'in, Yahya Kemal'i tehdidiyle biter. Nazım, genç şairin, annesinin yanına, evlerine geldiği bir gün, pardösüsünün cebine gizlice, "Hocam olarak girdiğiniz bu eve, babam olarak giremezsiniz."19 diye bir not bırakır. Evden ayrılınca bu notu görüp okuyan Yahya Kemal, büyük bir korkuya kapılır, İstanbul'a gidip günlerce ortadan kaybolur ve Celile Hanım'la olan bütün münasebetini keser. Bu aşkın evlilikle neticelenmemesini, Yakup Kadri, Yahya Kemal'in kıskançlık kuruntularına ve sosyal mevkiini düşünerek "bu kadar dile gelmiş bir kadınla" evlenmek istemeyişine, Vâ-Nû ise, Yahya Kemal'in kendini, maddî ve mânevî bakımdan evliliğe hazır hissetmemesine bağlar


Fatih Bağcıoğlu...Sızıntı...
 
Üst