İslam’ın Yetiştirdiği ve Zamanın Şereflendirdiği Şahsiyet

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
SAİD NURSİ YÜKSEK TİRAJLI HAC DERGİSİNDE


Arap Yazarlar Birliği Üyesi mühim bir alim olan Prof Dr Bekir Şeyh Emin Suudi Arabistan hac yetkililerince senede bir kaç defa milyonlarca bastırılan prestijli HAC dergisinde merhum Bediüzzaman’ı veciz bir üslupla anlatan bir yazı yazdı.Yazıyı istifadelerinize sunuyoruz.

haj.jpg





Bediüzzaman Said Nursî
“İslam’ın Yetiştirdiği ve Zamanın Şereflendirdiği Şahsiyet”

Prof. Dr. Bekri Şeyh EMİN , Arap Yazarlar Birliği Üyesi​
İnternette bir şeyler okurken, aklımı başımdan alan ve beni kendisine cezbeden (yukarıdaki) ifadeye rastladım. Bu ifade, selef-i salihinden, sahabelerin, ilk Müslümanların ve İslâm âlimlerinin hatıralarını zihnimde canlandırdı. Bunun üzerinde de, bu ölümsüz zâtın (Üstâd) hayatının bazı satırlarının –pek az bir tasarrufla-, elinizdeki bu derginin sahifelerinde okunmasını arzu ettim. Zira bu dergi, -ister bu asırda, isterse geçmiş asırlarda yaşamıs olsun- Müslümanların durumuyla ve onlara ait şerefli tablolarla yakından ilgilenmektedir. Böylelikle de okuyucular, büyük âlimlerin hayatlarını okumaktan zevk alacaklardır.

Hikayelerini duyduğunuz nice insanlar vardır ki, her ne kadar yakından tanımasanız da, hayat boyu taşıdıkları dar zihinleri ve benimsedikleri değersiz ilkelerinden dolayı, onlardan tiksinirsiniz. Yine hikayelerini duyduğunuz nice insan da vardır ki, kalbiniz onların muhabbet ve takdir hisleriyle coşup taşar;

“keşke onlarla aynı dönemi idrak etseydim, yahut, aynı asırda yaşasaydım veya onları tanıyıp biraraya gelme hazzını tatmış olsaydım” dersiniz.

haj1.jpg



Bu büyük insanlardan biri de, büyük âlim, azim insan, şaysiyeti, cesareti ve kahramanlığı –hatta diyebilirim ki hayatının bütün ayrıntıları - beni gerçekten büyülemiş olan Bediüzzaman Said Nursîdir.


İşte bu yüzden de, onun adı bâki kalmıştır ve hatıraları gönüllerde ebedî olarak da devam edecektir.Her ne kadar küçük kişiler onları silmeye çalışsa da , gelecek günler o büyük şahsiyetlere kasden bulaştırılmış ihmalin tozunu-toprağını silkeleyip atacak ve o büyüklerin hayat hikayeleri ve hatıraları mutlaka ebedileştirilerek yaşatılacaktır.

Bu büyük zatın hayat yolculuğu doğum tarihi olan 1873’te başlayıp, vefat tarihi olan 1960’da son bulmaktadır. Bu süre zarfında dünya, daha önce Hilâfete bayraktarlık yapan Türkiye’nin de dahil olduğu bütün İslam ülkelerinde eserlerinin ve sonuçlarının görülüp hissedildiği çok büyük hadiselere şahit olmuştur.

Bu büyük zat, tek bir kişiydi; fakat bütünüyle bir ümmetin azim ve gayretine sahipti. Aslında bunda şaşılacak bir husus da yoktur; zira o, salahat ve takvanın hükmettiği bir çevrede yetişti. Annesi son derece müttaki bir kadındı; rivâyet edildiğine göre oğlunu abdestsiz asla emzirmemişti. Babası da aynı şekilde takva sahibi bir insandı. Öyle ki, hayvanları başkasının otlağından geçerken bir şey yemesinler diye ağızlarını bağlıyordu. Keza, kardeşi bir muallim ve imamdı. Nitekim bütün bu sebeplerden dolayı da, Nursî, zekî ve uyanık birisi olarak büyüdü, daima da araştırma ve incelemeye son derece istekli ve hevesli birisi oldu.


haj2.jpg



Çok küçük yaşlarda iken Kur’an’ı hıfzetti. Daha 14’üne bile varmadan icâzet aldı. Rivâyet edildiğine göre, temel İslâmî kaynaklardan 80 kitabı ezberlemişti. Bunun yanısıra, sadece tefsir, hadis gibi İslâmî ilimleri değil, tabiî, kevnî-aklî ilimleri, modern felsefeyi, matematik, astronomi, fizik, kimya, tarih ve coğrafya’yı da tahsil edip öğrenmiş, hatta bu ilimleri okutan hocalarla münazaralar yapmıştı.


Bu zatın hayatını bütün ayrıntıları ile burada tek tek anlatacak değilim; ancak bir takım aydınlatıcı noktaların üzerinde durmak istiyorum. Zira, bu âlemden göçüp gitse de, ortaya koyduğu prensipler kendisinden sonra da yaşayan böyle büyük şahsiyetlerin hayatlarını öğrenmeye pek çok ihtiyacımız vardır.
Said Nursî, âlim ve insan... Hayattaki vazifesinin kendisini kuşatan bütün insanlar ve hadiselerle irtibat kurmak olduğunu idrak etti...

Elbette hayatını uzlet köşelerinde, yalnızlık içinde geçirmek kendi seçimi değildi. Diğer yandan, ilmî müktesebâtı ve geniş birikimini kullanarak idareciler ve nüfuz sahiplerinden bir şeyler elde etmek yoluna da gitmedi. O bilakis, taşıdıkları emanetin hakikatını idrak etmiş olan muhlis âlimlerin yolunu seçti; bunun için de, ümmetin maruz kaldığı cehâlet kabusunu def’ maksadıyla bütün kuvvetiyle dönemin karar merkezlerine teveccüh etti. Sultan Abdülhamid’in huzuruna Camiü’l-Ezher’e benzeyen ve içinde din ve fen ilimlerinin beraberce okutulacağı bir İslâm Üniversitesinin Osmanlı’da kurulması projesi ile çıktı. Birkaç defa bu teşebbüsünü gündeme getirdi. Önüne çıkan onca engel ve sıkıntıya rağmen bu teşebbüsünden de asla vaz geçmedi.

Ona göre, cehaletin ortadan kaldırılması, hakiki iman, adalet ve hakkın tahakkuku için atılacak ilk adımlardandı.

Hasımları kimi zaman onu dünya malı ile aldatmaya teşebbüs ettiler; bazan Sultanın gazabını üzerine çekeceği tehdidinde bulundular. Ancak bütün bunlara rağmen Bediüzzaman davasından ve ilkelerinden asla geri dönmedi. Tam bir salabet ve metanetle şöyle diyordu:

Biliniz ki, ben ümmeti ikaz etmek isterim...Bunu da, bu ümmetin bir ferdi olduğum için yapmak istiyorum. Bunun karşılığında da hiç bir ücret beklemiyorum. Benim gibi birisinin devletine hizmeti nasihat iledir. O da hüsn-ü tesir iledir. O da şahsi menfaatleri terk iledir.

Bu zatın tarihçe-i hayatını okuduğunuzda, -muhakkak ki- her türlü musibet ve mihnetin bu zatın başına geldiğini, ya da daha doğru bir ifade ile, bu zatın onlara rastladığını zannedeceksiniz.

Zira, demir gibi olan kararlılığı ve eğilip bükülmeyen imanı, hayatın bütün sıkıntı ve musibetlerine onu hedef haline getirmişti.

Said, Rus hapishanelerinde esaretin acılarını tattı. Kendi memleketinde de daimi olarak takiplere, soruşturmalara maruz kaldı. 8 seneden fazla kaldığı Barla karyesine nefyedildi. Mal ve makamla davasından dönderilmek istendi.

Bütün bunlara rağmen o her defasında, hiç bir rüzgarın sarsmadığı azim bir dağ gibi sabır ve sebatla mukabele etti.

Bütün bu şartlar altında bu zatın karihası verimliliğinden bir şey kaybetmedi;
sürgün ve hapis günlerini hakka hizmet ve telif için kullandı... Öyle ki, kitaplarının ve risalelerinin büyük bir kısmı, bu hapis ve sürgün günlerinin meyvesi olmuştur... Bu ne büyük azimdir! Bu ne engin verimliliktir!

Said Nursi, ulvî şahsiyeti ve makamına rağmen, her hususta son derece mütevazi idi. Kendi nefsinde mütevazi idi. Nefsinde hiç bir üstünlük ve fazilet görmezdi. Hatta rivayet ediliyor ki, hapisten tahliye olduğunda kendisini ziyarete gelmek isteyen talebelerine şöyle diyordu:

Risale-i Nur'un herbir kitabı bir Said'dir. Siz hangi kitaba baksanız, benimle karşı karşıya görüşmekten on defa ziyade hem faydalanır, hem hakikî bir surette benimle görüşmüş olursunuz.

Yaşantısında da son derece mütevazı idi. İki öğünle idare eder, yemeğinde pek az bir şey bulunurdu. Ufak bir ekmek parçası ve az bir parça çorba. Böylelikle de parasının büyük kısmını risalelerinin tab’ına ve meccanen dağıtılmasına sarfediyordu.

Kalbi sadık bir iman ve âhiret iştiyakı ile doluydu. Hatta mahkemelerde her zaman açıkça şunu söylüyordu:
Ahirete gitmek için bir pasaporta ihtiyacım var; ben iman ve akideme muhalif bir şey yapamam

Hülasa:

Bu zat, hayatında büyüktü; vefatında da büyüktü. Öyle ki düşmanları onun ölüsünden bile korktular. Arkasında bıraktığı iz, parlak nurlarla dopdolu olan hayatındakinden daha kötü olsun ve tazip edici bir kabusa dönüşsün diye cesedini bilinmeyen bir yere naklettiler.

Kaynak : www.nursistudies.com
 
Üst