Cevap: Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri - İçtihad Risalesi
8. Üstad içtihad yapmış mıdır, yapmışsa hangi meselelerde yapmıştır?
BEDIÜZZAMAN'DAN FIKHÎ TESBITLER
Risâle-i Nur'da fikhî meseleler
Kur'ân'in asrimiza bakan yönünü, Risâle-i Nur Külliyati adi altinda izah ve tefsir eden Bediüzzaman Said Nursî, yüz otuz risâleye ulasan adi geçen külliyatin muhtelif yerlerinde degisik fikhî konulara temas etmis, bu konuda sorulan sorulara cevap vermistir. Asagiya aldigimiz soru ve cevaplar, belli bir sira takip edilmeden külliyatin degisik yerlerinden seçilmistir.
Helâl ve haram olan sesler
Suâl: Hangi sesler helâldir?
Cevap: Seriatta bazi savtlar helâl, bazilari da haram kilinmistir. Evet ulvî hüzünleri, Rabbanî asklari îras eden (hatirlatan) sesler helâldir. Yetîmâne hüzünleri, nefsanî seheviyâti (nefsî arzulari) tahrik eden sesler haramdir. Seriatin tayin etmedigi kisim ise, senin ruhuna, vicdanina yaptigi te'sire göre hüküm alir.
(Isârâtü'l-I'câz, s. 72.)
Küfrün bölümleri
Suâl: Küfür, cehildir. Halbuki kâfirler, Hazret-i Muhammed'i (asm) evlâtlari kadar taniyorlardi.
Cevap: Küfür iki kisimdir. Bir kismi, bilmedigi için inkâr eder; ikincisi, bildigi halde inkâr eder. Bu da, birkaç sûbedir. Birincisi, bilir, lâkin kabul etmez. Ikincisi, yakîni (bilgisi) var, lâkin itikadi yoktur. Üçüncüsü, tasdiki var, lâkin vicdanî iz'âni (vicdanen özümsemesi) yoktur.
(Isârâtü'l-I'câz, s. 6
Seytanin kalbinde marifet var midir?
Suâl: Seytanin kalbinde marifet var midir?
Cevap: Yoktur. Çünkü, san'at-i fitriyesi (yaratilisi) iktizasinca, kalbi daima idlâl (dalâlete sevk) ile telkin için, fikri, daima küfrü tasavvur etmekle mesgul oldugundan, kalbinde veya fikrinde bos bir yer, mârifet için kalmiyor.
(Isârâtü'l-I'câz, s. 68.)
Küfre hadsiz bir ceza.
Suâl: Kisa bir zamandaki küfre mukabil, hadsiz bir zaman Cehennemde hapis nasil adalet olur?
Cevap: Sene üç yüz altmis bes gün hesabi ile bir dakikada katl (adam öldürmek), yedi milyon sekiz yüz seksen dört bin dakika hapis iktizasi kanun-u adalet iken; bir dakika küfür, bin katl hükmünde oldugundan, yirmi sene ömrünü küfürle geçiren ve küfür ile ölen bir adam, kanun-u adaletle elli yedi trilyon iki yüz bir milyar iki yüz milyon sene beserin kanun-u adaletiyle hapse müstehak olur. Elbette 'Orada ebedî olarak kalacaklardir' (Nisâ Sûresi, 4:169) adalet-i Ilâhî ile veçh-i muvafakati bundan anlasiliyor.
Birbirinden gayet uzak iki adedin sirr-i münasebeti sudur ki:
Katl ve küfür, tahrip ve tecavüz oldugu için, gayre tesirat yapar. Bir dakikada katl, lâakal, zâhirî âdete göre, on bes sene maktulün hayatini selb eder, onun yerine hapse girer. Bir dakika küfür, bin bir esmâ-i Ilâhîyi inkâr ve nukuslarini tezyif ve kâinatin hukukuna tecavüz ve kemâlâtini inkâr ve hadsiz delâil-i vahdâniyeti (Cenâb-i Hakkin birlik delillerini) tekzip ve sehadetlerini reddetmek oldugundan, kâfiri, bin seneden ziyade esfel-i sâfilîne (en asagi mertebeye) atar, 'Içinde ebedi kalmak üzere'de (Beyyine Sûresi: hapseder.
(Lem'alar, s. 275)
Lâtif bir nükte
Avukat Hulusi Bitlisi Aktürk, 1948 Afyon Mahkemesi Temyiz Lâyihasinda söyle anlatir:
'(Bediüzzaman) Tahir Pasa'nin yaninda bulundugu yillarda bir gün, bir ilim meclisinde Tahir Pasa, Maliki mezhebine ilismek kasdi ile kendisine: 'Kelp (köpek), hinzir (domuz) gibi necis (pis) mi, degil mi?' diye sordu. Molla Said de: 'Maliki mezhebinde kelp tahirdir (temizdir). Fakat Tahir kelp degildir' diye cevap verir.
'Bu hadise bize meshur hiciv sairi Nef'î'yi hatirlatir:
'Bana Tahir Efendi kelp demis
Iltifati bu sözde zahirdir.
Maliki mezhebim zirâ
Itikadimca kelp tahirdir.
'Bediüzzaman, 'Tahir kelp degildir' demekle, hem Tahir Pasa'yi Nef'î'nin hicvinden kurtardi, hem de edebî bir sanat yapti.'
(Bilinmeyen Yönleriyle Bediüzzaman Said Nursî, s. 79)
Giybet nedir?
Giybet, ehl-i adâvet ve hased ve inadin en çok istimal ettikleri alçak bir silâhtir.
Izzet-i nefis sahibi, bu pis silâha tenezzül edip istimal etmez. Nasil meshur bir zat demis: 'Düsmanima giybet ile ceza vermekten nefsimi yüksek tutuyorum ve tenezzül etmiyorum. Çünkü giybet zayif ve zelil ve asagilarin silâhidir.'
Giybet odur ki, giybet edilen adam hazir olsa idi ve isitse idi kerahat edip darilacakti. Eger dogru dese, zaten giybettir. Eger yalan dese; hem giybet, hem iftiradir. Iki katli çirkin bir günahtir.
(Mektubat. s. 267)
Giybetin caiz oldugu yerler
1- Sekvâ sûretinde bir vazifedar adama der, tâ yardim edip o münkeri, o kabahati ondan izâle etsin ve hakkini ondan alsin.
2- Bir adam onunla tesrik-i mesâî etmek ister. Seninle mesveret eder. Sen de maslahat için, garazsiz olarak, mesveretin hakkini edâ etmek için desen: 'Onun ile tesrik-i mesâî etme. Çünkü zarar göreceksin.'
3- Maksadi tahkir ve teshir degil, belki maksadi tarif ve tanittirmak için dese: 'O topal ve serseri adam filan yere gitti.'
4- O giybet edilen adam fasik-i mütecahirdir. Yani fenaliktan sikilmiyor, belki isledigi seyyiâtla iftihar ediyor; zulmü ile telezzüz ediyor, sikilmayarak asikâre bir surette isliyor. Iste bu mahsus maddelerde garazsiz ve sirf hak ve maslahat için, giybet caiz olabilir. Yoksa giybet, nasil ates odunu yer bitirir, giybet dahi a'mal-i sâlihâyi yer bitirir.
(Mektubat, s. 267-26
Cünüp iken saç ve tirnaklarin kesilmesinin hükmü
Zahire nazaran (görünüse göre) hasirde eczâ-i asliye (insan vücudunu olusturan asil unsurlar) ile ecza-i zâide (asil unsurlara sonradan eklenen unsurlar) birlikte iade edilir. Evet, cünüp iken tirnaklarin, saçlarin kesilmesi mekruh ve bedenden ayrilan her bir cüz'ün bir yere gömülmesi sünnet oldugu ona isarettir.
(Isârâtü'l-I'câz, s. 59)
Çocuklarda ibadet yasi
Ser'an yedi yasina gelen bir çocuga namaz gibi farzlara peder ve valideleri onlari alistirmak için, tesvikkârâne emretmek ve on yasina girse, siddetle namaz kildirmak ve alistirmak Seriatta var.
(Emirdag Lâhikasi, 306)
Keyifli hevesat (eglence) gerekli mi?
Beser, hakikate muhtaç oldugu gibi, bazi keyifli hevesata (mesrû eglence-lere) da ihtiyaci var. Fakat bu keyifli hevesat, beste birisi olmali. Yoksa havanin sirr-i hikmetine (yaratilis hikmetine) münafi (aykiri) olur. Hem beserin tembelligine ve sefahetine ve lüzumlu vazifelerinin noksan birakilmasina sebebiyet verip besere büyük bir nimet iken, büyük bir nikmet (ceza) olur, besere lâzim olan sa'ye sevki kirar.
(Emirdag Lâhikasi, s. 307)
Kâfir ve mürtedin sahitligi caiz midir?
Mürtedin (Islâm'dan dönenin) vicdani tamam bozuldugundan, hayat-i içtimâiyeye (sosyal hayata) zehir olur. Ondandir ki, ilm-i usûlde, 'Mürtedin hakk-i hayati yoktur. Kâfir eger zimmî (Islâm ülkesinde vergi vererek yasayan gayr-i Müslim) olsa veya müsalâha etse (antlasma yapsa) hakk-i hayati var' diye usul-u Seriatin bir düsturudur. Hem mezheb-i Hanefiyede, ehl-i zimmeden olan bir kâfirin sehadeti makbuldür; fakat fasik (günahkâr Müslüman) merdüdü's-sehadettir (sehadeti reddedilmistir). Çünkü haindir.
(Lem'alar, s. 174)
Hulûsi Beyin sualine cevaptır.
Dişlerin kaplanması hakkındaki suale cevap
1932 tarihli sualinize şimdilik etrafıyla cevap veremiyorum. Fakat bu meseleyle münasebettar bir-iki mesele-i şeriatı icmalen yazıyorum. Şöyle ki:
Abdest vaktinde ağzı yıkamak farz değil, sünnettir. Fakat gusül hengâmında ağzını yıkamak farzdır. Az birşey de yıkanmadık kalsa olmaz, zarardır. Onun için dişleri kaplama lehinde ulemâlar fetva vermeye cesaret edemiyorlar.
İmam-ı Âzam ile İmam-ı Muhammed (radıyallahü anhümâ) gümüş ve altından dişlerin yapılmasına fetvaları, sabit kaplama hakkında olmamak gerektir. Halbuki bu diş meselesi umûmü'l-belvâ suretinde o derece intişarı var ki, ref'i kabil değil. Ümmeti bu belvâ-yı azîmeden kurtarmak çaresini düşündüm; birden kalbime bu nokta geldi. Haddim ve hakkım değil ki, ehl-i içtihadın vazifesine karışayım. Fakat bu umûmü'l-belvâ zaruretine karşı, fetvalara taraftar olmadığım halde diyorum ki:
Eğer mütedeyyin bir hekîm-i hâzıkın gösterdiği ihtiyaca binaen kaplama sureti olsa, altındaki diş ağzın zahirîsinden çıkar, bâtın hükmüne geçer. Gusülde yıkanmaması, guslü iptal etmez. Çünkü üstündeki kaplama yıkanıyor, onun yerine geçiyor. Evet, cerihaların üstündeki sargıların zarar için kaldırılmadığından ceriha yerine yıkanması, şer'an o yaranın gasli yerine geçtiği gibi, böyle ihtiyaca binaen sabit kaplamanın yıkanması dahi dişin yıkanması yerine geçer, guslü iptal etmez. 3 Madem ihtiyaca binaen bu ruhsat oluyor. Elbette yalnız süs için, ihtiyaçsız dişleri kaplamak veya doldurmak bu ruhsattan istifade edemez. Çünkü, hattâ zaruret derecesine geldikten sonra, böyle umûmü'l-belvâda, eğer bilerek, su-i ihtiyarıyla olsa, o zaruret ibâhaya sebebiyet vermez. Eğer bilmeyerek olmuşsa, zaruret için elbette cevaz var.
Said Nursî
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Ali köyünde Risale-i Nur şakirtlerinden Ali Efendi, münafıklar hakkında bir âyet-i kerimeyi soruyor. Şimdi zamanım izaha müsait olmadığı için, kısaca bir iki cümle beyan ediyorum.
"Münafık öldükten sonra namazı kılınmaz" meâlindeki âyet, o zamandaki ihbar-ı İlâhî ile bilinen kat'î münafıklar demektir. Yoksa zan ile, şüphe ile münafık deyip namaz kılmamak olmaz. Madem Lâ ilâhe illâllah der, ehl-i kıbledir. Sarih küfür söylemese veyahut tevbe etse, namazı kılınabilir. O Aliköyde Alevîler çok olduğunu ve bir kısmı Râfizîliğe kadar gidebilmesi nazarıyla, onların en fenası da, münafık hakikatine dahil olmamak lâzım gelir. Çünkü münafık itikatsızdır, kalbsizdir ve vicdansızdır, Peygamber (a.s.m.) aleyhindedir. (Şimdiki bazı zındıklar gibi.) Alevî ve Şiîlerin müfritleri ise, değil Peygamber (a.s.m.) aleyhinde, belki Âl-i Beytin muhabbetinden, ifratkârane muhabbet besliyorlar. Münafıkların tefritlerine mukabil, bunlar ifrat ediyorlar. Hadd-i şeriattan çıktıkları vakit, münafık değil, ehl-i bid'a oluyorlar, fâsık oluyorlar; zındıkaya girmiyorlar. Hazret-i Ali (radıyallahu anh), yirmi sene hürmet ettiği ve onlara Şeyhülislâm mertebesinde onların hükmünü kabul ettiği, Ebu Bekir, Ömer, Osman'a (radıyallahu anhüm) ilişmeseler, Hazret-i Ali (radıyallahu anh) o üç halifeye hürmet ettiği gibi, onlar da hürmet etseler, farz namazını kılsalar, yeter.
Bayram hakkında
Madem dünyanın gafletkârâne gülmeleri, böyle ağlanacak acı hallerin perdesidir ve muvakkat ve zevâle mâruzdur.
Elbette biçare insanların ebedperest kalbini ve aşk-ı bekaya meftun olan ruhunu güldürecek,
sevindirecek,
meşru dairesinde ve
müteşekkirâne,
huzurkârâne,
gafletsiz,
mâsumâne eğlencelerdir
ve sevap cihetiyle bâki kalan sevinçlerdir.
Bunun içindir ki, bayramlarda gaflet istilâ edip gayr-ı meşru daireye sapmamak için, rivayetlerde, zikrullaha ve şükre çok azîm tergibat vardır. Tâ ki, bayramlarda o sevinç ve sürur nimetlerini şükre çevirip, o nimeti idame ve ziyadeleştirsin. Çünkü şükür nimeti ziyadeleştirir, gaflet ise kaçırır.
dahada vardır. aklıma gelenler bunlar.
Üçüncüsü: kaidesi, yani,
"Zaruret haramı helâl derecesine getirir."
İşte, şu kaide ise, küllî değil.
Zaruret, eğer haram yoluyla olmamışsa, haramı helâl etmeye sebebiyet verir.
Yoksa, su-i ihtiyarıyla, gayr-ı meşru sebeplerle zaruret olmuşsa, haramı helâl edemez, ruhsatlı ahkâmlara medar olamaz, özür teşkil edemez.
Meselâ, bir adam, su-i ihtiyarıyla, haram bir tarzda kendini sarhoş etse, tasarrufâtı, ulema-i şeriatçe aleyhinde câridir, mazur sayılmaz.
Tatlik etse, talâkı vaki olur. Bir cinayet etse, ceza görür.
Fakat su-i ihtiyarıyla olmazsa talâk vaki olmaz, ceza da görmez.
Hem meselâ, bir içki müptelâsı, zaruret derecesinde müptelâ olsa da diyemez ki, "Zarurettir, bana helâldir."
Yirmi Yedinci Söz
İKİNCİ SUALİNİZ:
Sahabe-i Kiram Hazeratına radıyallahu anh denildiğine binaen, başkalara da bu mânâda söylemek muvafık mıdır?
Elcevap: Evet, denilir.
Çünkü Resul-i Ekremin bir şiârı olan aleyhissalâtü vesselâm kelâmı gibi radıyallahu anh terkibi Sahabeye mahsus bir şiar değil.
Belki Sahabe gibi, veraset-i nübüvvet denilen velâyet-i kübrâda bulunan ve makam-ı rızaya yetişen
Eimme-i Erbaa, Şah-ı Geylânî, İmam-ı Rabbânî, İmam-ı Gazalî gibi zatlara denilmeli.
Fakat örf-ü ulemada Sahabeye radıyallahu anh,
Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîne rahimehullah,
onlardan sonrakilere gaferahullah ve
evliyaya kuddise sirruhu denilir.
YİRMİ ÜÇÜNCÜ MEKTUP
1- Sizin zabitleriniz, müşfik pederlerinizdir. Kur'ân ve hadis ve hikmet ve tecrübe ile sabittir ki, haklı âmire itaat farzdır.
Zira zabitler ûlülemirdirler. Vatan ve millet menfaatinde, hususan nizam-ı askerîde ûlülemre itaat farzdır. Şeriat-ı Muhammedînin (aleyhissalâtü vesselâm) muhafazası da itaat iledir.
Hutbe-i Şâmiye'nin birinci zeylinin zeylinden son parçadır Said Nursî r.a
...........................
2-Şeriatla, Kur'ân ile, hadis ile, hikmet ile, tecrübe ile sabittir ki; sağlam, dindar, hakperest ulü'l-emre itaat farzdır. Sizin ulü'l-emriniz, üstadınız, zabitlerinizdir. Nasıl ki, mâhir mühendis, hâzık tabip bir cihette günahkâr olsalar, tıp ve hendeselerine zarar vermez. Kezâlik, münevverü'l-efkâr ve fenn-i harbe âşinâ, mektepli, hamiyetli, mü'min zabitlerinizin bir cüz'î nâmeşru hareketi için itaatinize halel vermekle Osmanlılara, İslâmlara zulmetmeyiniz.
Divan-ı Harb-i Örfî
3-Madem ben de bu vatanın bir evlâdıyım, bu vatanın saadetine hizmet etmek benim için farzdır.Emirdağ Lâhikası (1)
-FATİHAYI OKUMAK-
İşte bunun gibi, ahkâm-ı İlâhiye, mezheplere hikmet-i İlâhiyenin sevkiyle ittibâ edenlere göre
değişir.
Hem hak olarak değişir ve herbirisi de hak olur, maslahat olur.
Meselâ, hikmet-i İlâhiyenin tensibiyle İmam-ı Şâfiîye ittibâ eden, ekseriyet itibarıyla Hanefîlere
nisbeten köylülüğe ve bedevîliğe daha yakın olup, cemaati birtek vücut hükmüne getiren hayat-ı
içtimaiyede nâkıs olduğundan, herbiri bizzat dergâh-ı Kàdıu'l-Hâcâtta kendi derdini söylemek ve
hususî matlubunu istemek için, imam arkasında Fâtihayı birer birer okuyorlar. Hem ayn-ı hak ve
mahz-ı hikmettir.
İmam-ı Âzama ittibâ edenler, ekseriyet-i mutlaka itibarıyla, İslâmî hükûmetlerin ekserîsi o
mezhebi iltizam etmesiyle, medeniyete, şehirliliğe daha yakın ve hayat-ı içtimaiyeye müstaid
olduğundan, bir cemaat bir şahıs hükmüne girip, birtek adam umum namına söyler; umum, kalben onu
tasdik ve rapt-ı kalb edip, onun sözü umumun sözü hükmüne geçtiğinden, Hanefî mezhebine göre imam
arkasında Fâtiha okunmaz. Okunmaması ayn-ı hak ve mahz-ı hikmettir.
RİSALAE-İ NURDAN
Müziğin dindeki yeri
“Ve keza," ve ala sem-i-him" kelimesiyle, küfür sebebiyle kulağa ait pek büyük bir nimeti kaybettiklerine işaret edilmiştir. Hattâ kulaktaki zar, nur-u iman ile ışıklandığı zaman, kâinattan gelen manevî nidaları işitir. Lisan-ı hal ile yapılan zikirleri, tesbihatları fehmeder. Hattâ o nur-u iman sayesinde, rüzgârların terennümatını, bulutların na'ralarını, denizlerin dalgalarının nağamatını ve hakeza yağmur, kuş ve saire gibi her nev'den Rabbanî kelâmları ve ulvî tesbihatı işitir. Sanki kâinat, İlahî bir musikî dairesidir. Türlü türlü avazlarla, çeşit çeşit terennümatla kalblere hüzünleri ve Rabbanî aşkları intıba' ettirmekle kalbleri, ruhları nuranî âlemlere götürür, pek garib misalî levhaları göstermekle, o ruhları ve kalbleri lezzetlere, zevklere garkeder.
Fakat o kulak, küfür ile tıkandığı zaman, o leziz, manevî yüksek savtlardan mahrum kalır. Ve o lezzetleri îras eden avazlar, matem seslerine inkılab eder. Kalbde, o ulvî hüzünler yerine, ahbabın fıkdanıyla ebedî yetimlikler, mâlikin ademiyle nihayetsiz vahşetler ve sonsuz gurbetler hasıl olur.
Bu sırra binaendir ki, şeriatça bazı savtlar helâl, bazıları da haram kılınmıştır. Evet ulvî hüzünleri, Rabbanî aşkları îras eden sesler, helâldir. Yetimane hüzünleri, nefsanî şehevatı tahrik eden sesler, haramdır. Şeriatın tayin etmediği kısım ise, senin ruhuna, vicdanına yaptığı tesire göre hüküm alır.”(İşarat-ül İ'caz-Mhiyet-i Küfür)
At ve gemi gibi bir merkûba binildiği zaman kıraati sünnet olan
Her türlü kusurdan münezzehtir o Allah ki, bunu bizim hizmetimize verdi. Yoksa bizim buna gücümüz yetmezdi." Zuhruf Sûresi, 43:13.
âyetini okudum.
-HIRSIZLARIN ÇALDIĞI MALLARIN HÜKMÜ-
İkinci maden:
Hem bu bağdan çıkan mahsulâttan kim yese-hayvan olsun, insan olsun, inek olsun, sinek olsun, müşteri olsun,
hırsız olsun-sana bir
sadaka hükmüne geçer. Fakat o şartla ki, sen Rezzâk-ı Hakikî namına ve izni dairesinde tasarruf etsen ve Onun malını Onun mahlûkatına veren bir tevziat memuru nazarıyla kendine baksan...
_________________________________________________b iraz ilmidir.Ama günlük lazım olduğu için yazıyorum.sizin zekanıza güveniyorum.
DÖRDÜNCÜ VECİH
Amelin en iyi suretini taharrîden neş'et eden bir vesvesedir ki, takvâ zannıyla teşeddüt ettikçe, hal ona şiddetlenir. Hattâ bir dereceye varır ki, o adam amelin daha evlâsını ararken harama düşer. Bazan bir sünnetin araması, bir vâcibi terk ettiriyor. "
Acaba amelim sahih oldu mu?" der, iade eder. Bu hal devam eder, gayet ye'se düşer. Şeytan şu halinden istifade eder, onu yaralar. Şu yaranın iki merhemi var.
BİRİNCİ MERHEM: Bu gibi vesvese, ehl-i i'tizâle lâyıktır. Çünkü onlar derler: "Medar-ı teklif olan ef'al ve eşya, kendi zâtında, âhiret itibarıyla ya hüsnü var, sonra o hüsne binaen emredilmiş; veya kubhu var, sonra ona binaen nehyedilmiş. Demek eşyada, âhiret ve hakikat nokta-i nazarında olan hüsün ve kubh zâtîdir; emir ve nehy-i İlâhî ona tâbidir." Bu mezhebe göre, insan her işlediği amelde şöyle bir vesvese gelir: "Acaba amelim nefsülemirdeki güzel surette yapılmış mıdır?"
Amma mezheb-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat derler ki: "Cenâb-ı Hak bir şeye emreder, sonra hasen olur. Nehyeder, sonra kabih olur." Demek emirle güzellik, nehiyle çirkinlik tahakkuk eder. Hüsün ve kubh, mükellefin ıttılaına bakar ve ona göre takarrur eder. Şu hüsün ve kubh ise, surî ve dünyaya bakan yüzünde değil, belki âhirete bakan yüzdedir. Meselâ sen namaz kıldın veya abdest aldın. Halbuki namazını ve abdestini fesada verecek bir sebep, nefsülemirde varmış; lâkin sen ona hiç muttali olmadın. Senin namazın ve abdestin hem sahihtir, hem hasendir. Mutezile der: "Hakikatte kabih ve fâsittir. Lâkin senden kabul edilir. Çünkü cehlin var, bilmedin; ve özrün var."
Öyleyse, Ehl-i Sünnet mezhebine göre zahir-i şeriate muvafık olarak işlediğin ameline "Acaba sahih olmuş mu?" deyip vesvese etme. Fakat "Kabul olmuş mu?" de, gururlanma, ucbe girme.
21.SÖZ İKİNCİ MAKAM
Aziz, sıddık, hâlis, muhlis kardeşlerim ve hizmet-i Kur'âniyede ciddî, hakikî arkadaşlarım,
Riyaya dair Üç Nokta yazılacak.
Birincisi: Farz ve vaciplerde ve şeâir-i İslâmiyede ve sünnet-i seniyenin ittibâında ve haramların terkinde riya giremez; izharı, riya olamaz-meğer, gayet za'f-ı imanla beraber, fıtraten riyakâr ola.
Belki, şeâir-i İslâmiyeye temas eden ibadetlerin izharları, ihfâsından çok derece daha sevaplı olduğunu, Hüccetü'l-İslâm
İmam-ı Gazâlî (r.a.) gibi zatlar beyan ediyorlar.
Sâir nevafilin ihfası çok sevaplı olduğu halde, şeaire temas eden, hususan böyle bid'alar zamanında ittibâ-ı sünnetin şerafetini gösteren ve böyle büyük kebâir içinde, haramların terkinde takvâyı izhar etmek, değil riya, belki ihfâsından pek çok derece daha sevaplı ve hâlistir.
İkinci nokta: Riyaya insanları sevk eden esbabın,Birincisi: Za'f-ı imandır.
Allah'ı düşünmeyen, esbaba perestiş eder, halklara hodfuruşlukla riyakârâne vaziyet alır.
Risale-i Nur şakirtleri, Risale-i Nur'dan aldıkları kuvvetli iman-ı tahkikî dersiyle esbaba ve nâsa ubudiyet noktasında bir kıymet, bir ehemmiyet vermiyor ki, ubudiyetlerinde onlara gösterişle riya etsinler.
İkinci sebep:
Hırs ve tamah, za'f-ı fakr noktasında teveccüh-ü nâsı celbine medar riyâkârâne vaziyet almaya sevk ediyor.
Risale-i Nur'un şakirtleri, iktisat ve kanaat ve tevekkül ve kısmetine rıza gibi, Risale-i Nur'un dersinden aldıkları izzet-i imaniye, inşaallah onları riyadan ve dünya menfaatleri için hodfuruşluktan men eder.
Üçüncü sebep:
Hırs-ı şöhret, hubb-u cah, makam sahibi olmak, emsaline tefevvuk etmek gibi hisler ve insanlara iyi görünmek, tasannukârâne (haddinden fazla kendine ehemmiyet verdirmek) ve tekellüfkârâne (lâyık olmadığı yüksek makamlarda görünmek) tarzını takınmakla riya eder.
Risale-i Nur şakirtleri, ene'yi, nahnü'ye tebdil ettikleri, yani enaniyeti bırakıp, Risale-i Nur dairesinin şahs-ı mânevisinin hesabına çalışması, ben yerine biz demeleri;
ve ehl-i tarikatın fenâ fi'ş-şeyh, fenâ fi'r-resul ve nefs-i emmareyi öldürmek gibi riyadan kurtaran vasıtaların bu zamanda birisi de fenâ fi'l-ihvan,
yani şahsiyetini kardeşlerinin şahs-ı maneviyesi içinde eritip öyle davrandığı için, inşaallah, ehl-i hakikatin riyadan kurtulmaları gibi, bu sırla onlar da kurtulurlar.
Üçüncü nokta: Vazife-i diniye itibarıyla nâsa hüsn-ü kabul ettirmek, o makamın iktiza ettiği yüksek tavırlar ve vaziyetler, hodfuruşluk ve riya sayılmaz ve sayılmamalı-meğer o adam, o vazifeyi, kendi enaniyetine tâbi edip istimal ede.
Evet, bir imam, imamet vazifesinde tesbihatları izhar eder, ismâ eder; hiçbir cihette riya olamaz.
Fakat vazife haricinde o tesbihatları âşikâre halklara işittirmeye riya girebildiği için, gizlisi daha sevaplıdır.
Risale-i Nur'un hakikî şakirtleri, neşriyat-ı diniyelerinde ve ittibâ-ı sünnetteki ibadetlerinde ve içtinab-ı kebâirdeki takvâlarında, Kur'ân hesabına vazifedar sayılırlar.İnşaallah riya olmaz.
Meğer ki, Risale-i Nur'a, başka bir maksad-ı dünyeviye için girmiş ola. Daha yazılacaktı, fakat bir tevakkuf hali kesti.
Saidnursi r.a kastamonu lahikası 116.mektup
SAKAL-I ŞERİF HAKKIDADIR
Hâtime
Bugün Refet Beyin bir mektubunu aldım. Lihye-i Şerife hakkındaki suali münasebetiyle diyorum ki:
Hadisçe sabittir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Lihye-i Saadetinden düşen saçların taneleri mahduttur. Otuz kırk tane veya elli altmış tane gibi az bir miktarda iken, binler yerde Lihye-i Saadetin saçları bulunması, beni bir zaman çok düşündürdü. O vakit hatırıma gelmiş ki, Lihye-i Saadet, yalnız Lihye-i Şerifin saçlarından ibaret değil. Belki re’s-i mübarekinin tıraş oldukça hiçbir şeyini kaybetmeyen Sahabeler, 2 o nurlu ve mübarek ve daimî yaşayacak saçları muhafaza etmişler. Onlar, binlerdir; şimdiki mevcuda müsâvi gelebilirler.
Yine o vakit hatırıma geldi ki: Acaba her camide bulunan, sened-i sahih ile bu saç Hazret-i Risaletin saçı olduğu sabit midir ki, ona karşı ziyaret makbul olabilsin?
Birden hatıra geldi ki, o saçların ziyareti vesiledir. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma karşı salâvat getirmeye sebep ve bir hürmet ve muhabbete medardır. 1 Vesilelik ciheti o şeyin zâtına bakmaz, vesilelik cihetine bakar. Onun için, eğer bir saç hakikî olarak Lihye-i Saadetten olmazsa, madem zâhir hale göre öyle telâkki edilmiş ve o vesilelik vazifesini yapıyor ve hürmete ve teveccühe ve salâvata vesile oluyor; kat’î senetle o saçın zâtını teşhis ve tayin lâzım değildir. Yalnız, aksine kat’î delil olmasın, yeter. Çünkü telâkkiyât-ı âmme ve kabul-ü ümmet, bir nevi hüccet hükmüne geçer.
Bazı ehl-i takvâ, böyle işlerde, ya takvâ veya ihtiyat veya azîmet noktasında ilişseler de, hususî ilişirler. Bid’a da deseler, bid’a-i hasene nev’inde dahildir. Çünkü vesile-i salâvattır.
Refet Bey mektubunda diyor: “Bu mesele ihvanlar beyninde medar-ı münakaşa olmuş.” Kardeşlerime tavsiye ediyorum ki, inşikaka ve iftiraka sebebiyet veren münakaşa etmesinler. Yalnız müdavele-i efkâr suretinde, nizâsız mübahaseye alışsınlar.
Onaltıncı Lema Efdaliyet Meselesi
Rabian: Sorduğun suallere dair yanımda kitap bulunmadığı için, Hanefî ulemâsının kavillerini ve ehâdîsin rivayetlerini şimdilik bilmiyorum. Fakat bence, böyle efdaliyet meselesinde, kabul-i âmmeyi ihsâs eden âdet-i cemaat medar-ı tercihtir. Âdet-i İslâmiye nasıl gelmiş, o daha efdaldir.
Birinci sualiniz: Eğer Kur’ân okunurken, namazın, tesbihatın tetimmesi ise, kıbleye karşı duranlar, vaziyetlerini bozmamak evlâdır. Yalnız müezzinin önündeki adam arkasını çevirsin, yahut çekilsin. Eğer Kur’ân müstakil olarak okunursa, okuyana karşı teveccüh etmek evlâdır. Hem cihât-ı sitte ile mukayyed olmayan ruh kulağıyla dinleyen adam kıbleye karşı teveccüh etse; ve cismanî kulağıyla dinleyen adam, okuyana karşı teveccüh etse, evlâdır.
İkinci sualiniz: Cemaatin iştiyakına ve okuyanın niyetine göre efdaliyet tahavvül eder. (HAŞİYE)
Üçüncü sualiniz: Üç İhlâs, bir Fatiha, muhtasar bir hatim hükmünde olduğundan ona vakit tahdit edilmez. Her vakitte gayet müstahsendir.
Dördüncü sualiniz:
اَللّٰهُمَّ اَنْتَ السَّلاَمُ وَمِنْكَ السَّلاَمُ تَبَارَكْتَ يَا ذَا الْجَلاَلِ وَاْلاِكْرَامِ
5
kelâmını değil yalnız müezzin, her bir musallî her bir namazın selâmından sonra söylemesi Şâfiîce sünnettir. Hanefîce dahi, müezzin için her namazda sünnet olması gerektir.
Umum ihvanlara selâm ve bayramlarınızı tebrik ediyorum.
(HAŞİYE) : HAŞİYE İkinci sual: Sabah ve akşam namazlarından sonra Sûre-i Haşr’in sonunda هُوَ اللهُ الَّذِى’den başlamak sünnet iken لاَيَسْتَوِى ’den başlanması, efdaliyeti terk olur mu?
5 : “Allah’ım selâm Sensin; selâmet de ancak Sendendir. Mübâreksin, ey Celâl ve İkrâm Sahibi!” Müslim, Mesâcid: 135, 136; Ebû Dâvud, Vitr: 25, 27; Tirmizî, Salât: 108; Nesâî, Sehv: 81, 82; İbn-i Mâce, İkâme: 32; Dârimî, Salât: 88; Müsned: 5:275, 280, 6:62, 184, 235.