İçtihad Risalesi

Huseyni

Müdavim

  • Her paragraf ayrı ayrı işlenecek ve sözkonusu paragrafla alakalı, akla takılan tüm sorular cevaplanacak ve paragrafın açıklaması yapılacak.

  • Konuyla alakalı herkesin istifade edebilmesi bakımından kısa, net ve anlaşılır; Görüntülü, sesli ve yazılı belgeleri paylaşabilrsiniz. Kendi şahsi fikirlerinizi de paylaşabilirsiniz.

  • Konuyla alakalı, kitap, film vb. kaynakları tavsiye edebilirsiniz.

Yirmi Yedinci Söz
İçtihad Risâlesi


Beş altı sene mukaddem, Arabî bir risâlede, içtihada dâir yazdığım bir mesele, iki kardeşimin arzularıyla, o meseleye dâir haddinden tecavüz edenin haddini bildirmek için, şu Söz, o mesele-i içtihadiyeye dâir yazıldı.

b424.gif
"
Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla."
b609.gif

"Halbuki, bu haberi yayacak yerde Peygambere ve müminlerden ihtisas ve salâhiyet sahibi kimselere mürâcaat etselerdi, elbette o kimselerden hüküm çıkarmaya ehliyetli olanlar işin doğrusunu bilirlerdi. (Nisâ Sûresi: 83.)"



İçtihad kapısı açıktır. Fakat şu zamanda oraya girmeye altı mâni vardır.


BİRİNCİSİ
Nasıl ki kışta, fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte, dar delikler dahi seddedilir; yeni kapıları açmak, hiçbir cihetle kâr-ı akıl değil. Hem, nasıl ki büyük bir selin hücumunda, tâmir için duvarlarda delikler açmak gark olmaya vesîledir. Öyle de, şu münkerât zamanında ve âdât-ı ecânibin istilâsı ânında ve bid'aların kesreti vaktinde ve dalâletin tahribâtı hengâmında, içtihad nâmiyle, kasr-ı İslâmiyet'ten yeni kapılar açıp duvarlarından muharriplerin girmesine vesîle olacak delikler açmak, İslâmiyet'e cinâyettir.





1. İçtihad nedir? Dinimizde yeri Nedir?


2. Müçtehid nedir? Müçtehid'de bulunması gereken özellikler nelerdir?


3. İslamda içtihada izin var olduğunu nasıl anlıyoruz?Bu hükümleri (günümüzde) kim neye dayanarak verir?Bu hükmün hikmeti nedir? İçtihada neden ve hangi konularda ihtiyaç duyulur? İçtihadın gerekliliği hakkında genel görüş nedir?


4. Yabancı gelenek ver göreneklerin istilalarına, bid'a lara ve dalaletin yapmış olduğu tahribatlara günümüzden veya yakın tarihten örnek vermek gerekirse neler söyleyebiliriz? Bunun sonuçlarında görülen zararlar nelerdir?
 

SaYa

Well-known member
Cevap: Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri - İçtihad Risalesi

1. İçtihad nedir? Dinimizde yeri Nedir?


İçtihadın sözlük anlamı; meşakkatli, külfetli, zor bir işi meydana getirmek için bütün gücünü sarf ederek ceht ve gayret göstermektir.

Terim anlamı ise; kesin ve açık delillerle sabit olmayan öznel yargıları şer'î delillere uygun olarak ortaya çıkarma konusunda bütün güç ve takatini sarf ederek çalışmaktır. Yani, Kur'an, hadis ve icma ile sabit olan şer'î delillerden hüküm çıkarmaktır.

Kur'an-ı Kerim, ezeliyete bakan ve ebediyetten haber veren bir denizdir; sonsuz bir feyiz ve rahmet hazinesidir. O'nun hikmet ve esrarı nihayetsizdir. Her asrın âlimleri anlayışları oranında ondan hisselerini almışlardır ve kıyamete kadar da alacaklardır. Ümmet-i Muhammed (asm.) onun bereketine mazhar olmuşlar, maddeten ve manen Kur'an 'dan istifadeler etmişlerdir ve edeceklerdir.

Kur'an-ı Kerim, özet hâlinde ve ince nüktelerle doludur; bir çok prensip ve kaideleri, esas ve usulleri ihtiva eden zengin bir hazinedir.

Cenâb-ı Hakk bir âyet-i kerimesinde şöyle buyurmaktadır:
"Yaş ve kuru herşey Kitab-ı Mübindedir."

Bediüzzaman Hazretleri bu âyeti şöyle tefsir eder: "Bir kavle göre Kitab-ı Mübin, Kur'andan ibarettir. Yaş ve kuru, herşey içinde bulunduğunu, şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? Evet, her şey içinde bulunur. Fakat herkes her şeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları, bazan alâmetleri; ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhamen, ya ihtar tarzında bulunurlar. Fakat ihtiyaca göre ve maksad-ı Kur'ana münasib bir tarzda ve iktiza-yı makam münasebetinde şu tarzların birisiyle ifade ediliyor."

Bu İlâhî hazinede beşeriyetin kıyamete kadar karşılaşacağı bütün meseleler sarahaten yani açık ve net olarak bulunsaydı, mevcut Kur'an'ın bin misli kadar bir kitap olması gerekirdi.

İmam-ı Şa'rânî'nin buyurduğu gibi. "Eğer Peygamber Efendimiz (asm.) Kur'ân-ı Kerimdeki icmalleri toplu, öz olarak bir arada bulunan ilimleri açıklamasaydı, Kurân-ı Kerîm’in özet hâlindeki ifadeleri üzere kalırdı. Aynı şekilde, müçtehid din imamları, Sünnette bulanan icmalleri açıklamasalardı, sünnet kendi özet hâliyle kalırdı."

Malumdur ki, Cenâb-ı Hakk nazarında en makbul olan amel güç olanıdır. (İbadetlerin en faziletlisi zahmetli olanıdır) hadisi-i şerifi de bunun bir delilidir. İçtihat da zor bir araştırma ve derin bir incelemeyi icap ettiren yüksek bir ilim ve ehli için mukaddes bir görevdir. İnsanların bütün hal ve hareketleriyle alakası vardır. Buna mazhariyet ise kuru bir iddia ile değil, Peygamberimize (asm.) tam anlamıyla vâris olmakla mümkündür.



DİNİMİZDEKİ YERİ...


İçtihadın meşruiyeti Kur'an'm şu âyeti ile sabittir.

"Onlara emniyet ve korkudan bir haber geldiği zaman onu ifşa ederlerdi.Eğer onu Peygambere veya aralarından re'y sahibi olanlara arz etselerdi elbette ki, o re'y sahiplen (hal ve maslahata göre) içtihat ve istihraç ederlerdi."

Medine'ye hicret eden Müslümanlar, kısmen emniyete kavuşmakla beraber, bütünüyle rahat değillerdi. Her an Mekkelilerin saldırısına uğrama ihtimalleri vardı. Halk arasında zaman zaman "geldiler, geliyorlar" şeklinde dedikodular yayılmaktaydı. Üstteki âyet, böyle durumlarda yapılması gerekeni ders vermektedir.

Hamdi Yazır, bu âyetten şu hükümleri çıkarır:

1- Olayların hükümleri içinde, doğrudan ayet ile malum olmayıp, içtihat ile bilinecek olanlar da vardır.

2- İstinbat (Bir konuyu derin bir araştırma ile ortaya çıkarmak) da bir delildir.

3- İstinbata ehil olmayan halkın, olayların hükmünde ilim ehline müracaatı ve taklidi dinen zorunludur.

4- Resulullah da istinbat ile sorumludur.

Ebu Zehra'nın da buyurduğu gibi, "Olaylar sonsuzca meydana gelir. Mevcut ayetler ise sınırlıdır. O halde mevcut ayetlerin ışığı altında hakkında ayet bulunmayan hususlara dair hükümler çıkarmak bir zorunluluktur."

İşte bu âyet-i kerime kıyas ve içtihadın şer'î delillerden olduğunun en büyük delilidir. Zira yeni bir olayı dinen yetkili olan alimlere havale etmek, onların içtihat etmelerini ve kıyasta bulunmalarını istemek demektir. Çünkü, hakkında açık hüküm olan hâdiselerde içtihada zâten gerek yoktur.

Fahreddin-i Razî bu âyet-i kerimenin üç şeye delalet ettiğini beyan ifade eder:

Birincisi; hakkında açıkça ayet olmayıp da içtihat ile bilinenlerdir.

İkincisi; içtihat ve istinbatın şer'î delil olmasıdır.

Üçüncüsü; sıradan halk tabakasının, esasa ait olmayan amellerde alimleri taklit etmelerinin zorunlu olmasıdır. Çünkü, Cenâb-ı Hak, bu âyetiyle yeni hâdiselerin hükümlerini bilmeyenlerin, bu hükümleri şer'î delillerden çıkarmaya yetkili olan kimselere müracaat etmeleri gerektiğini beyan buyurmuştur.

Cenab-ı Hakk şu âyet-i kerîme ile de ehil olanların içtihat yapmalarını emir buyurmaktadır:

"Ey ilim sahipleri, (âyetlerimizi) tabir edin."

Şu halde Kur'an-ı Kerim'de kesin hükümler yanında açık olarak ifade edilmeyen fer'î hükümler yani teferruattan sayılacak ikinci derecede hükümler de mevcuttur. Bu gibi hükümlerde zan ile amel etmeyi Cenâb-ı Hakk caiz kılmıştır. İnsanların bu hükümleri Kur'an'dan çıkarabilmesi etmesi mümkün değildir. Onlara düşen görev âlimlere tâbi olmalarıdır. Böyle bir taklit, avam için zorunludur.

Evvela içtihat yapmak büyük bir ilim ve özel yetenek işidir, herkesin kârı değildir. Çünkü şer' i hükümler binlerce hatta on binlercedir. Bunların delilleri ise sınırsızdır. Bütün bu hükümleri o sayısız delillerden çıkarmak herkes için mümkün olmaz. Diğer taraftan, bütün Müslümanların içtihat yapacak derecede alim oldukları farz edilse bile bunların içtihat için çalışmaları halinde dünyevî hiçbir meslek icra edilemez olur. Bu iki mühim sebepten dolayı avam, müçtehitleri taklit etmekle mükelleftir.

Cenâb-ı Hakk içtihada ehil olanları içtihat ile emreylediği gibi diğer Müminleri de bunlara tâbi olmaya şu âyet ile emir buyurmuştur:

"Eğer bilmiyorsanız, zikir (ilim) ehline sorun." Bir Müslümanın Allah-û Teâlanın rızasına uygun ibadet yapabilmesi ancak müçtehitlere uyması ile mümkündür.

Şeyh Abdullah Diraz taklidin vacip ve zaruri olduğunu şöyle ifade etmektedir:

"Kendisinde içtihat yapma ehliyet ve yetkisi olmayan kimse, karşısına fer'i bir mesele çıktığı zaman, ya esas olarak hiçbir şey yapmayacak ve kulluk görevini aksatacaktır. Bu ise icmâya aykırı bir davranış olur. Ya da bir şeyler yaparak, kulluk görevini yerine getirmeye çalışacaktır. Bu da ya ortaya çıkan yeni meseleyle ilgili hükmü tespit eden delili bulup, ona bakarak hareket etmek, ya da bir müçtehidi taklit etmek suretiyle olur. Birincisi (karşılaşılan her yeni meselenin delilini bulup bu delilden hüküm çıkarmak) herkes için katiyen mümkün değildir.

Çünkü bu yol, hem yeni durumlarla karşılaşan kimse, hem de bütün insanlar hakkında, hâdiselerin delililerini arayıp bulma zorunluluğunu doğuracağından, insanların geçim çabalarını engelleyecek, her türlü san'at ve tekniği durduracak, ziraat ve benzeri bütün faaliyetleri tatil suretiyle dünyanın harap olmasına yol açacaktır. İşte bu sebeple taklidin birden kaldırılması son derece tehlikelidir. Görülüyor ki, geriye taklitten başka hiçbir çıkar yol kalmamıştır. Böyle bir durum karşısında tek yol bir nıüçtehite tabi olmaktan ibarettir."
Bu hususu Şatıbi şöyle ifade etmiştir: "Bir müçtehide göre şer'i delil ne ise, cahil bir insana göre de bir müçtehidin verdiği fetva odur."

İşte müçtehitler Kur'an-ı Kerim'de üstü kapalı ya da işareten mevcut olan ikini derece hükümleri çıkararak insanlık aleminin istifadesine sunmuşlardır. Nitekim kâinat kitabında bulunan gizli ve perdeli hakikatler da, ilgili fen alimlerince keşfedilmişlerdir. Bu zâtlar da kâinat kitabının müfessirleri ve müçtehitleri hükmündedirler.

Bir fende söz sahibi olmayan kimselerin o fennin ilim adamlarına tâbi olmaları ve onların ortaya koyuduğu eserlerden faydalanmaları aklın gereği olduğu gibi avamın da Kur'an-ı Kerim'den çıkarılan hükümlerde müçtehitleri taklit etmeleri zorunludur. Aklı başında bir insan "Ben ancak kendi yaptığım uçağa binerim, yahut kendi yaptığım bilgisayarı kullanırım." diyemeyeceği gibi, ben müçtehitleri taklit yerine Kur'an ve hadisten kendim hüküm çıkarırım, da diyemez.


MEHMET KIRKINCI
 

SaYa

Well-known member
Cevap: Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri - İçtihad Risalesi

3. İslamda içtihada izin var olduğunu nasıl anlıyoruz?

İçtihadın meşruiyeti Kur'an'm şu âyeti ile sabittir.

"Onlara emniyet ve korkudan bir haber geldiği zaman onu ifşa ederlerdi.Eğer onu Peygambere veya aralarından re'y sahibi olanlara arz etselerdi elbette ki, o re'y sahiplen (hal ve maslahata göre) içtihat ve istihraç ederlerdi."

"Eğer bilmiyorsanız, zikir (ilim) ehline sorun." ( Nahl 43 )
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri - İçtihad Risalesi

Müceddid Nedir?
Müceddid, dini tecdit eden ve yenileyen demektir. Dîni yenilemek, yeni bir din getirmek veya yeni bir hüküm ihdas etmek demek değildir. Çünkü din, Hz. Peygamberle (asm) tamamlanmıştır. Dinin eksik bir ciheti de kalmamıştır. O halde dini yenilemek, aynı dini ve aynı hükümleri yeni bir îzâh tarzı ve yeni bir üslûpla yeniden tebliğ ve teklif etmek demektir. Müceddidler, Allah’ın emriyle ve izniyle, görevlendirildikleri çağın akıl, fikir ve zihin yapısına ve medeniyet anlayışına uygun biçimde Allah’ın dînini tebliğ ederler. Peygamber Efendimiz (asm) kıyamete kadar her yüz yılda bir müceddid-i din geleceğini haber vermiştir.1

Allah’ın dini sabittir. Fakat insanlar ve zaman çabuk değişmektedir. Son Peygamberden (asm) önce değişen ve bozulan anlayışları ve zihniyetleri Cenâb-ı Hak yeni bir peygamberle yeniden tebliğe ve teklife tâbi tutuyordu. Peygamber Efendimiz ile birlikte peygamberlik dönemi kapandıktan sonra ise bozulan fikirleri Cenâb-ı Hak müceddidler ile aydınlattı ve tamir etti. Yani bir bakıma önceki peygamberlerin tebliğ ve teklif görevlerini İslâmiyet döneminde müceddidleri yürüttüler. Nitekim Peygamber Efendimiz (asm), “Âlimler peygamberlerin vârisleridirler”2 sözü ile buna işâret buyururlar.

Dipnotlar:
1. Ebû Dâvûd, Melâhim, 1; 2. Câmiü’s-Sağîr, 1/384;

Süleyman KÖSMENE
Yeniasya

2. Müçtehid nedir? Müçtehid'de bulunması gereken özellikler nelerdir?

Müçtehid: Ayet ve hadislere dayanarak hüküm çıkaran İslâm bilgini; İslâm hukukçusu; alim, fakîh.

Ayet ve hadislerden hüküm çıkarma gücüne sahip olan fakîh zata da "müctehid" denir. (Zebîdî, Tâcû'l-Arûs, II, 329; Şâfiî, er-Risale, s. 477, el-Ümm, VII, 275). İctihad, ya şer'î delillerden hüküm çıkarma şeklinde olur, ya da çıkarılan bu hükümlerin toplum hayatına uygulanmasıyla ilgili bulunur.

İslâm hukukunda şer'î hükümler kesin delillere yani açık ayet ve hadislere veya icmaa dayanıyorsa ictihada gerek kalmaz. Mecelle, bunu "Mevrid-i nas'da ictihada mesağ yoktur" prensibiyle ifade etmiştir (madde, 14). Ancak nassların sübûtu veya delaleti zannî olup, kesinlik ifade etmez veya âyet ve hadislerde çözümü bulunmayan meselelerle karşılaşılırsa, reyle (ictihad) hareket edileceği, bizzat Hz. Muhammed s.a.v. tarafından, Muâz b. Cebel'i Yemen'e vali olarak gönderirken açıklanmıştır.

Hz. Muhammed s.a.v. Muâz'a Yemen'de ne ile hükmedeceğini sormuş; Muaz, "Allah'ın Kitabı ile" cevabını vermiştir. Hz. Peygamber (s.a.s) "Allah'ın Kitabında bir hüküm bulamazsan?" buyurunca; "Rasulünün sünnetiyle" demiştir. "Onda da bulamazsan"sorusuna ise Muaz, "Reyimle ictihad ederim" cevabını vermiştir. Bunun üzerine Allah Rasulü şöyle buyurmuştur: "Rasulünün elçisini, Peygamberinin razı olduğu şekilde muvaffak kılan Allah'a hamd olsun" (Tirmizi, Ahkâm, 3; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 230, 236, 242; Şafii, el-Ümm, VII, 273).....

Ayet ve hadislerden hüküm çıkarmak ve ictihad gerektiren konuları çözebilmek için bir takım şartlara ihtiyaç vardır. Bu esaslar fıkıh usulünün tedvini ile birlikte, ilk defa Müctehid imamlar devrinde tesbit edilmiştir. Bir müctehidde bulunması gereken özellikleri şöylece ifade edebiliriz:
a) Arapçayı bilmek.
Fıkıh usûlü bilginleri bu noktada ittifak etmişlerdir. Çünkü Kur'ân bu dille inmiş, Hz. Peygamberin sünneti de aynı dille ifade edilmiştir. İslâm şerîatında araştırma yapan kimsenin nasslardan hüküm çıkarma gücü, Arapçanın sır ve inceliklerini bilmesi oranındadır. Şâtıbî bu konuda şöyle der:

"Arapçayı anlamakta mübtedî olan kimse, şerîatı anlamakta da mübtedîdir. Arâpçayı orta derecede anlayan kimse, şerîatı anlamakta da orta durumdadır. Bu, son dereceye ulaşmamıştır. Arapçada son dereceye ulaşan kimse, şerîatı anlamakta da son dereceye ulaşır. Dolayısıyla onun anlayışı şerîatte hüccet olur; tıpkı sahabîlerin ve Kur'ân'ı hakkıyla anlayan bilginlerin anlayışlarının huccet oluşu gibi... Bunların seviyesine ulaşmayan kimselerin şerîat konusundaki anlayışları kendi seviyeleri ölçüsünde eksiktir. Anlayışı eksik olan herkesin görüşü ise ne bir hüccet olur, ne de başkaları tarafından kabul edilir" (eş-Şâtibî, el-Muvâfakât, IV,114).

Ancak maslahat veya mefsedet kabilinden bir manâ ve illete bağlı olan konularda Arapça bilmeyen de prensipleri kavrayıp uygulama alanını belirleyebilir. Kıyas ictihadlarının çoğu bu kabildendir (eş-Şâtıbî, a.g.e., IV, 162, 165).

Müctehidin Arapça bilgisi genel olarak, Arapça'nın inceliklerini kapsamalıdır. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm, Arapçanın en beliğ ve en fasihini teşkil eder. Bu yüzden, ayetlerden hüküm çıkaracak kimse, Kur'ân'ın belâgat, fesahat ve sırlarını bilmelidir ki, bu sayede onun içine aldığı hükümleri kavrayabilecek duruma gelmiş olsun.

b) Kur'ân İlmine sahip olmak.
Kur'ân, İslâm'ın direği, şer'î hükümlerin esasıdır. Kur'ân ilmi çok geniştir. Bunu tam olarak bilen Hz. Muhammed s.a.v.'dir. Bu yüzden bilginler, müctehid için Kur'ân'da hüküm ifade eden beş yüz kadar âyetin inceliklerini, özelliklerini bilmek gerekir demişlerdir. Bu ayetlerin âmm-has*, mutlak* mukayyed*, nâsih-mensuh, Sünnetle ilgili durumlarını bilmek gerekir. Diğer yandan Kur'ân'ın geri kalan bütün âyetlerini de topluca (icmâlî olarak) bilmek gerekir. Çünkü Kur'ân bir bütün olup parçaları birbirinden ayrılmaz. Kur'ân'ın hüküm bildiren ayetlerini diğerlerinden ayırdetmek, şüphesiz bütün Kur'ân'ı bilmekle mümkün olabilir.....

c) Sünneti bilmek.
Bu şart üzerinde de bilginlerin ittifakı vardır. İctihadın bölünebileceğini kabul etmeyenlere göre bir müctehidin teklifî hükümleri içine alan bütün hadisleri okuması, onların amaçlarını kavraması, onlarla ilgili özellikleri bilmesi gerekir. Yine onun, sünnetin nasih ve mensuhunu, âmm ve hass'ını, mutlak ve mukayyedini bilmesi gerektiği gibi; hüküm hadislerinin rivayet yollarını, senedlerini, hadis rivayetlerinin kuvvet derecelerini de bilmesi gerekir....Hükümlerle ilgili bütün hadislerin ezbere bilinmesi şart değildir. Ancak gerektiğinde yerlerinin, başvurma metodlarının ve hadis rivâyetlerinin bilinmesi yeterlidir (Ebû Zehra, Usulü'l-Fıkh, s., 382 vd).

d) Üzerinde icma ve ihtilaf edilen konuları bilmek.
Üzerinde icma (ittifak) meydana gelen konuları bilmek yanında Sahabe, Tabiî ve onlardan sonra gelen müctehidlerin ihtilâfa düştükleri konuları bilmek gerekir. Ancak bütün icmâ yerlerini ezberlemek şart değildir. Araştırma konusu yapılan mesele hakkında icmâ veya ihtilaf bulunup bulunmadığını bilmek yeterlidir. Medine ve Irak fıkhının metod ve farklarını bilme yanında; doğru olanla doğru olmayan, naslara yakın olanla uzak olan şeyler arasında karşılaştırma yapabilecek akıl, anlayış ve değerlendirme gücüne sahip olmak gerekir. Gerçekte Asr-ı saadette ve daha sonra yaşamış büyük hukukçuların görüşlerini incelemek, delil ve temayülleri bakımından onlar arasında karşılaştırmalar yapmak kişinin muhâkeme gücünü ve araştırma melekesini geliştirir....

e) Kıyas bilmek.
İctihad, bütün şekil ve metodlarıyla kıyası bilmeyi gerektirir. Hattâ imam Şâfiî'ye göre ictihad kıyastan ibarettir. Kıyasın metodunu bilmek; naslardan hüküm çıkarma esaslarını öğrenme ve ictihad yapılacak konuya en yakın olan nassı seçme imkânını sağlar. Kıyası bilmek şu üç şeyi bilmeyi gerektirir:

1- Kıyasın dayanacağı asıl hükmü bilmek. Bu dayanağın ayet, hadis veya icma olması, bunlarla ilgili gerekli bilgilere sahip olunması da gereklidir.

2- Kıyas kaide ve prensiplerini bilmek. Meselâ belirli ve özel bir durumu ifade ettiği sabit olan bir nas üzerine kıyas yapılamaz. Kendisine dayanılan asıl hükmün illetini tesbit ettikten sonra hükme bağlanacak yeni meselede (fer'î) de aynı illetin gerçekleşip gerçekleşmediğini araştırmak gerekir.

3- Önceki müctehidlerin kıyas metodlarını bilmek. el-İsnevî (ö. 772/1370) "Kıyas bilmek bir ictihad kaidesi ve sayısız hükümlerin açıklanmasına götüren bir yoldur" der (el-İsnevî, Şerhu Minhâci'l-Usûl, III, 310 (İbn Emîr'in Takrîri kenarında) Mısır 1316; Şafii, a.g.e., s., 477).

f) Hükümlerin amaçlarını bilmek
İslâmî hükümlerin amaçları, belli bir nas'dan değil, bütün nasların toplamından anlaşılabilir. Bu hükümlerin asıl amacı insanlar için rahmet olmaktır. Ayette; "Biz, seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik" (el-Enbiyâ, 21/107) buyurulur. İslâm'da güçlük ve sıkıntının kaldırılması, zorluğun değil kolaylığın tercih edilmesi bu rahmetin bir sonucudur. Emredilen bazı güçlükler büyük zararları gidermek amacına yöneliktir. Cihadın farz kılınışı böyledir. Nitekim âyette şöyle buyurulur: "Allah, insanların bir kısmını diğer bir kısmıyla defetmeseydi manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın adı çok anılan camiler yıkılıp giderdi. Şüphesiz Allah, kendisine yardım edenlere yardım eder. Gerçekten Allah, güçlü ve yücedir" (el-Hacc, 22/40).

Maslahata göre fetva vermede, gerçek maslahatlarla (toplum yararı) nefsî ve şehevî arzulardan gelen bir vehimden ibaret olan maslahatları birbirinden ayırdetmek gerekir. Böylece mazarratı defetme, maslahatı celbetme, bütün insanlara faydalı olan şeyleri tercih etme, başka bir deyimle toplum yararını kişisel yararın üstünde tutma melekesi gelişir.

g) Doğru bir anlayış ve iyi bir takdir gücüne sahip olmak.
Müctehidin gerçek fikirleri yanlış olanlardan ayırdetme melekesine sahip olması gerekir. Bu da doğru bir anlayış ve keskin bir görüşe sahip olmakla gerçekleşebilir.

h) İyi niyet ve sağlam bir itikad sahibi olmak.
İslâm dinî, ancak kalbi iman ve ihlasla aydınlanmış olanların idrak edeceği bir dindir. İtikadı bozuk kimse bid'at ve nefsî arzularının peşine düşer; tarafsız bir gönülle naslara yönelemez. Kötü niyet düşünceyi de kötüleştirir. Bu yüzden büyük müctehidler fıkıhla şöhret yapmadan önce ihlâs ve takvâlarıyla meşhur olmuşlardır. İhlaslı kimse gerçeği nerede bulursa bulsun kabul eder, taassub göstermez. Büyük imamların hepsi; "Bizim görüşümüz doğrudur, yanlış da olabilir. Başkalarının görüşü yanlıştır, fakat doğru da olabilir" demişlerdir (Ebû Zehrâ, a.g.e., s. 388, 389; İslâm'da Fıkhî Mezhepler Tarihi, Trc. Abdulkadir Şener, Ankara 1968, 1969, s. 125, 126).

İşte İslâm hukukçularının müctehidde bulunmasını gerekli gördükleri şartlar bunlardır. Bu şartları kendisinde toplayan müctehide "mutlak veya müstakil müctehid" denir.....

Dayandığı Kitap, Sünnet, İcmâ delillerinden biri bilinmeksizin bir müctehidin sözünü alıp bununla amel etmeye "taklid"; deliline bakmak, öğrenmek ve ictihadına katılmak suretiyle bir müctehidin reyini benimsemeye ise "ittiba" denir. eş-Şevkânî'ye (ö. 1250/1832).....

Hamdi DÖNDÜREN
sorularlaislamiyet.com

 

Sergerdan

Well-known member
Cevap: Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri - İçtihad Risalesi

Müçtehid'de bulunması gereken özellikler nelerdir?


İçtihad risalesindeki manilerden yola çıkarsak şöyle bir yorum yapabilirz:

1-İçtihad eden kişi veya kişiler;asr-ı saadete yani şeritatın tesis edildiği döneme zamanen uzak olduklarından,öyleyse ya fıtraten ya istidad olarak veya temkin ile bir şekilde, o yakınlığı şeriatın ruhunu tesbit açısından sağlamalılar

Selef-i Sâlihînin müçtehidîn-i izâmı, asr-ı nur ve asr-ı hakikat olan asr-ı Sahabeye yakın olduklarından, sâfî bir nur alıp, hâlis bir içtihad edebilirler. Şu zamanın ehl-i içtihadı ise, o kadar perdeler arkasında ve uzak bir mesafede hakikat kitâbına bakar ki, en vâzıh bir harfini de zor ile görebilirler.

2-O kişileri takip eden bizler de hissediyor ve biliyoruz ki 1400 senenin geçmesiyle zaman başkalaşmış.İyi ve kötü,sıdk ve yalan,siyaset menfaat hepsi birbirine karışmış bir şekilde aynı dükkanda satılıyor.Dolayısıyla müçtehidin zamanın bu halinden uzak,etkilenmemiş,bulaşmamış olması gerekir.Yani zamanın adamı değil zamanın dışına çıkabilen biri olması gerekir.

Halbuki, şu zamanda, kizb ve sıdkın ortasındaki mesafe o kadar kısalmış ki, âdetâ omuz omuza vermişler. Sıdktan yalana (geçmek) pek kolay gidiliyor. Hattâ, siyâset propagandası vâsıtasıyla, yalancılık doğruluğa tercih ediliyor. İşte, en çirkin şey, en güzel şeylerle beraber bir dükkânda, bir fiyatla satılsa, elbette pek âlî olan ve hakikat cevherine giden sıdk ve hak pırlantası, o dükkâncının mârifetine ve sözüne itimad edip, körü körüne alınmaz.

3-Üç şey nedeniyle bu zamanda din namına konuşulanlara kolayca güvenilmez.Çünkü ekser insanlar ve de birçok alimin görüşleri,söyleyecekleri arziye,dünyevi olacaktır.Halbuki şeriatın dili semavidir.Dolayısyla içtihad edenlerin nazarının arzi olup olmadıgına dikkat etmek gerekir.

Üç nokta-i nazar, şu zamanın içtihadâtını, arzıye yapar, semâvîlikten çıkarıyor. Halbuki, şeriat semâviyedir; ve içtihadât-ı şer'iye dahi onun ahkâm-ı mestûresini izhâr ettiğinden, semâviyedirler.


Bu üç neden şöyle sıralanmış:

birincisi bu zamanda insanlar maslahata,faydaya göre hareket ediyor.İllete yani emir oluşuna odaklanmıyorlar.

şu zamanın nazarı ise, maslahat ve hikmeti illet yerine ikâme edip, ona göre hükmediyor. Elbette böyle içtihad arzıyedir, semâvî değildir.

ikincisi yine bu zamanın nazarı dünyevi mutluluga odaklanmış halbuki din saadet-i uhreviye bakar.Dünyevi olarak zarar sanılan bir şeyde rahmet ve rıza saklı olabilir zaten bir nevi tecrübe oradadır.

Şu zamanın nazarı evvelâ ve bizzat saadet-i dünyeviyeye bakıyor ve ahkâmları ona tevcih ediyor. Halbuki, şeriatın nazarı ise evvelâ ve bizzat saadet-i uhreviyeye bakar, ikinci derecede-âhirete vesîle olmak dolayısıyla-dünyanın saadetine nazar eder. Demek, şu zamanın nazarı ruh-u şeriattan yabânîdir. Öyle ise, şeriat nâmına içtihad edemez.

son olarak bu zamanın insanları luzumsuz,ihityaç fazlası şeyleri,alışkanlıkları bile zaruret haline getirmiştir.Elbette böyle bir insanın nazarı şaşı olacaktır.Bu sarhoş bir insandan net göstermesini istemek olur.

Halbuki, şu zamanın ehl-i içtihadı, o zarûrâtı ahkâm-ı şer'iyeye medâr yaptıklarından, içtihadları arzıyedir, hevesîdir, felsefîdir; semâvî olamaz, şer'î değil.

4-Müçtehid diyecegimiz kişiler dinin bünyesinin içinden olmalı ki hukumleri din adına bir genişleme olsun.Yoksa o vasfı taşımayanların mudahaleleri tahrip olur.


Nasıl ki bir cisimde, neşv ü nemâ için, tevessü' meyli bulunur. O meyl-i tevessü' ise-çünkü dahildendir-vücud ve cisim için bir tekemmüldür. Fakat, eğer hariçte tevsî için bir meyil ise, o vücudun cildini yırtmaktır, tahrip etmektir; tevsî değildir.


5-Zaruriyata dil uzatmayan,yorum yapmayan kişiler olmalı.Bu noktada islam yenilikçiliği kaldırmaz.

Dinin zarûriyâtı ki, içtihad onlara giremez. Çünkü, katî ve muayyendirler. Hem, o zarûriyât kût ve gıdâ hükmündedirler.

6-İsitdadı buna müsait olmalı.Kesbiyle veya Allah vergisi bir istidadı olmalıki o istidadı bir kibrit hukmune geçsin.İlim,amel,takva gibi hususlarla hukmu anlamaya ve hukum çıkarmata liyakati olsun.

İşte, o zamanda zihinler, kalpler, ruhlar, bütün kuvvetleriyle Yerler ve Gökler Rabbinin marziyâtını anlamaya müteveccih olduğundan, içtimâiyât-ı beşeriyenin sohbetleri, muhâvereleri, vukuâtları, ahvâlleri ona bakıyordu. Ona göre cereyan ettiğinden, her kimin güzelce bir istidadı bulunsa, onun kalbi ve fıtratı, şuursuz olarak her şeyden bir ders-i mârifet alır. O zamanda cereyan eden ahvâl ve vukuât ve muhâverâttan taallüm ediyordu. Güyâ her bir şey ona bir muallim hükmüne geçip, onun fıtrat ve istidadına, içtihada bir istidad ihzârını telkin ediyordu. Hattâ o derece şu fıtrî ders tenvir ediyordu ki, yakın idi ki, kisbsiz içtihada kabiliyeti ola; ateşsiz nurlana. İşte, şu tarzda fıtrî bir ders alan bir müstaid, içtihada çalışmaya başladığı vakit, kibrit hükmüne geçen istidadı, nurun alâ nur sırrına mazhar olur; çabuk ve az zamanda müçtehid olurdu.















 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri - İçtihad Risalesi

3. Bu hükümleri (günümüzde) kim neye dayanarak verir?Bu hükmün hikmeti nedir? İçtihada neden ve hangi konularda ihtiyaç duyulur?

.....Müceddidin ana görevi, sarsılan Tevhid inancını yeniden onarmaktır. Müceddidlerin hemen hepsinin Tevhid öncelikli vazifelerle geldiklerini görüyoruz. Çünkü Tevhid dini için, Tevhîd esasının ve inancının sağlamlığı önemli bir husûsiyettir. Müceddidler çağlarındaki dinin yıpratılma çabalarının ağırlığına göre bazen kalbî bir yol açarak tasavvuf sâhasında; bazen akıl, ilim ve hikmet yoluyla fıkıh veya kelâm sahasında tecdid ve içtihad vazîfelerini yürütmüşlerdir. Kendilerinden önceki müceddidin fikirlerini tasdik ve teyid etmekle berâber, İslâmiyetin farklı bir yönünü keşfetmişler, Kur’ân’ı ve hadisleri yeni bir anlayışla yorumlamışlardır......

......
Çağımıza geldiğimizde; Batıda felsefenin, önceleri, Hıristiyanlığın ilk ve orta çağlarda inanç diye sunduğu var sayımlar ve hurâfeler yığınını eleştirmesi ve inkâr etmesi gayet tabiî ve eşyanın tabiatına uygun bir gelişme olarak tezâhür etti. Fakat aynı silâh İslâm ülkelerine taşınarak, İslâmiyetin, felsefenin girmeye hiç de ehil olmadığı Allah’a iman, ahiret gününe iman, meleklere îman ve kader, kazâ, hayır ve şer telakkîleri gibi temel inanç dinamikler “fen ve felsefe” silâhıyla vurulmaya kalkışılmamalıydı.

Böylesi bir katliâmla Müslüman toplumlar inanç erozyonuna uğratılmış; buna da bilimsel gelişme süsü verilmiştir. Fen ve felsefenin verdiği inkâr veya vesvese ise geleneklere bağlı, taklitle elde edilmiş, teslimle ayakta duran ve marifetle yetinen bir inanç yapılanması temelden sarsıntı geçirmiştir.

İşte son asrın bu haksız ve haddini aşan inanç ve fikir cinayetleri karşısında, Kur’ân’ın en has ve en büyük zâviyede değer verdiği imân esaslarını yeni bir üslûpla asrın nazarına yeniden sunan Bedîüzzaman Saîd Nursî, Müslüman’ın inanç yapısını tasdikten imâna, şehadet ve şuhuddan tahkîke, iz’ândan hakîkate ve burhana kapı açmak suretiyle “takviye için” vazifelendirilmiş bir müceddiddir.

Cenâb-ı Hak, onun feyzinden bizi ve dünyamızı mahrum bırakmasın. Âmin.

Süleyman KÖSMENE
Yeniasya


Süreklilik içerisinde değişim nasıl olmalıdır?

Eğer siz bir vahye dayalı dine iman ediyorsanız, inanıyorsanız mutlaka bu iman manzumeniz içerisinde değişmeyeniniz vardır. Konuşmamızın başında, mesela Allah için değişmenin söz konusu olmadığını söylemiştim. O halde mesela bizim Allah bilgimiz değişmez, yani daha doğrusu Allah Tealanın kendisi hakkında bize verdiği bilgi değişmez. Bizim o bilgi üzerindeki idrakimizde gelişme olabilir. Yani o verilen bilgiyi, değişmeyen Allah’ın kendisi hakkında verdiği bilgiyi biz, bilgi kapasitemiz arttıkça daha genişliğine, daha derinliğine götürebiliriz—mahiyet anlamında söylemiyorum, çünkü mahiyetini bilemeyeceğimiz belli—ama o bilgimizin konusu olan Allah değişmez.

Şimdi gelelim O Allah’ın (C.C.) bize öğrettiği, talim ettiği akidemize. Kendisine nasıl ibadet ve taat edeceğiz, nasıl ibadet edersek Allah Teala bizden razı olur, hoşnut olur? Bu konuda talimatı var, öğretisi var. Bu değişmez. Efendim, tarihi olduğuna, maslahata bina edildiğine dair elimizde kuvvetli delil bulunmayan haram-helal manzumesi değişmez. Demek ki, biz bir değişmez alana sahibiz. Eğer mümin isek, imanımız varsa ama öncelikle;

(1) Bizim içtihadımıza bırakılmış konularda,
(2) Hükmü tarihi bir oluşa, oluşuma bağlı olan alanlarda değişim olur.

Bu değişim olabilen ve olmayan yerler din hayatında ve dini yaşayan insanların sosyal hayatında kaba hatlarıyla böyledir. Eğer bir vahye inanmıyorsanız, dini de beşeri bir kurum olarak, beşer mahsulü bir kurum olarak telakki ediyorsanız, o zaman sizde süreklilik alanı yoktur. Ya da değişmezlik alanı yoktur. Her şey değişir; neye göre değişir? Beşerin bilgi seviyesinin, kültür ve buna bağlı olarak medeniyetinin değişmesine paralel olarak değişir. Hatta bu değişim, mesela Pozitivistlere göre öyle bir noktaya gelebilir ki, artık efsane çağı biter, din çağı biter, mesela bilim çağı gelir.

Öyle ise bakın, dinin içerisinde bir şeyler değişir değil; dinin kendisi gider. Din, bir başka şeyle değişir. Ne ile? Mesela Pozitivistlere göre, bilimle. İşte o bir şekilde ya tamamen Pozitivizmin ortasında olan ya da işte Rasyonalizmi, Pozitivizmi dine uygulamak isteyen insanlara göre de aşağı-yukarı dinde değişmeyen bir şey yoktur. Yani kendi aralarında bazı ihtilaflar var. Mesela bazıları diyorlar ki, iman alanı değişmez, ibadet alanı değişmez, onun dışında her şey değişir. Neye göre değişir? İşte bilime, çağa, çağın değerlerine ve ihtiyaçlarına göre. Ve bunun adına da reform diyorlar. Yani o değişmez kısım ya hiç yok, ya çok azdır. Onun ötesinde, bunlara göre, bazen ibadetler de dahil olmak üzere—çünkü bu reform programlarını ileri sürenlerin bazen ibadet konusunda da farklı teklifler ileri sürdüklerini görüyoruz—haram-helal alanı, siyasal, sosyal, hukuki, ahlaki alan da dahil olmak üzere bilime ve çağın değerlerine göre yeni baştan dizayn edilmeli, düzenlenmelidir; bunun adına reform diyorlar.

Biliyorsunuz bunda Luther’in İncil merkezli olmak üzere Hıristiyanlık, daha doğrusu kilise öğretisine karşı yaptığı ıslahatı da baz ve örnek olarak alıyorlar tarihi ve temel örnek alıyorlar. Zaten o ıslahatın adı bildiğiniz gibi reformdur, onlara dayandırıyorlar.

Buna karşı dinin değişmezleri ve değişenleri vardır. Değişenler, Allah Teala böyle murad ettiği için değişir; bizim canımız istediği için değil. Biz Allah’ın muradını keşif için yola çıkanlarız diyenler için ise reform diye bir şey olmaz: Tecdit ve içtihat olur.

İslâm’daki değişim olgusu ele alınırken kaçınılmaz olarak bir kavrama muhatap oluyoruz: İçtihat. Hatta son zamanlarda kendisini bir şekilde buna layık gören insanlar, içtihat yapmaya kalkıyor. İslâmî bilginin farklı kaynaklardan farklı yorumlar şeklinde ortaya çıkması, tabii olarak toplumda bir zihin karışıklığına da neden oluyor. İslâm düşüncesindeki değişmeyi anlayabilmek için merkezi bir konuma sahip olan içtihat kavramı üzerinde duralım istiyorum. İçtihat nedir? İslam’ın ilk dönemlerinde böyle bir uygulama var mıydı? Sahabeler, Tabiin ve Müçtehit İmamlar döneminde nasıldı? Önce içtihat nedir, kimler yapabilir, buradan başlayabilir miyiz?

İçtihat kelimesi Türkçe’de de kullanılan bir kökten “cehd” kökünden geliyor. Cehd gayret göstermek, çaba sarf etmek manasına geliyor. İçtihat da buradan türetilmiş. Allah Tealanın muradını öğrenmek ve ona göre bir davranış belirlemek için Allah’ın muradının yazılı olduğu kaynaklara başvurup—ki, biz onlara şer’i deliller yani ayetler ve hadisler diyoruz—önümüze çıkan bir mesele, bir olay, bir ilişki, insan-insan, insan-eşya, iki topluluk, fert-devlet, devletler arasında ilh... ortaya sürülmüş bir olay, bir olgu, bir problemin çözümü konusunda takınmamız gereken tavır ve içinde bulunmamız gereken davranış ne olmalıdır sorusuna cevap aramanın adı içtihattır.

Demek ki, kaynaklara başvuruyoruz ve biraz önce ifade ettiğim gibi önümüze yeni çıkmış, daha önce çözümlenmemiş, çözümlenmişse de bugün uygulayamayacağımız bir çözüme kavuşturulmuş—başka bir üretim biçimi, başka bir yerleşim tarzı, başka bir içtimai, sosyal grup biçimi içerisinde yapılmış bir çözüm bize uymuyor, o da yine içtihatlık bir meseledirya da hiç üzerinde durulmamış bir konu içtihatlık bir meseledir.

Böyle bir meselenin çözümü için ehliyeti olan bir alimin kitaba, sünnete gitmesi ve hükmü oradan sarması, oradan çıkarmaya çalışması ve bunun için de olunca gayretini sarf etmesinin adına içtihat diyoruz.

Tabi bunu yapabilmek için takdir buyurursunuz ki—zaten o tanımlamanın içerisinde var bu—insan bir kere eşyayı, ilişkiyi bilecek. Yani

(1) çözülen mesele neyse o mesele hakkında bilgi sahibi olacak,
(2) vahiy kaynağına başvuracak. Vahiy kaynağı Kur’an-ı Kerim’dir, sünnettir. O halde Kur’an’ı bilecek. Kur’an’ı okumanın ve anlamanın yöntemini bilecek. Sonra yeteri kadar hadis bilecek. Sonra hadislerin rivayet itibariyle, dirayet itibariyle sağlam olanlarını olmayanlardan ayırt etmenin ilmini bilecek, yöntemini bilecek. Ondan sonra da hadisi anlamanın ilmini bilecek. İşte bunları bildiği takdirde bir alim, içtihat eder.

Dikkat ederseniz Türkçe yazılmış kanunlar var, anayasa var. Mesela Aile Kanunu var, Ticaret Kanunu var, Ceza Kanunu var. Senin dilinde yazılmış. Başına bir hukuk olayı geliyor, sen kendin Anayasayı, Ticaret Kanunlarını okuyup buna göre dilekçe bile yazamıyorsun, dava açamıyorsun. Dava açtın, gidip mahkemede kendi hakkını savunamıyorsun. Türkçe biliyorsun, bu kanun da Türkçe, hem de anlaşılsın diye yazılmış! Niye yapamıyorsun? Çünkü okuduğun kanun maddesi, bir maddedir, bütünün içerisinde bir maddedir. Mesela Aile Kanunu—atıyorum—beş yüz madde ise, onu içerisinde o bir maddedir. Şimdi o bütünün içerisinde o madde ile ilgili maddeler vardır, onu bilmen gerekir. Usul-i muhakematı bilmen gerekir. İspat kuralları vs. bilmen gerekir. Ondan sonra bu Aile Kanunu bir Anayasal çerçevenin içerisine yerleştirilmiştir. Bu halde Anayasayı bilmen gerekir. Sonra kanunu anlamak ve yorumlamak için usul geliştirilmiştir, onu bilmen gerekir.

Tıp kitapları, ecza kitapları var, Türkçe yazılmış. Buyur oku, doktorluk yap, yapamıyorsun! Zaten bunu da kimse tartışmıyor ve hiç kimse bunu yapmaya kalkışmıyor. Ama sıra dine gelince; adam bir meal eline geçiriyor, tamam bu Türkçe ama Allah bunu Türkçe yazmadı ki, bu meali sen-ben yazdık. Arapça bilen, Kur’an’ı anlamayı bilen biri yazdı. Ama yazan adamların hepsi ittifakla diyor ki, bu ayetten mesela iki, üç, beş mana çıkarılabilirdi. Ama ben meal yazıyorum, bunların hepsini de yazamam ki! Şimdi böyle bir beyan var mı? Var. İttifakla herkes de bunu söylemiş. Sen Arapça bilmiyorsun, Kur’an’ı Allah’ın indirdiği, yazdırdığı dili bilmiyorsun, o dilden anlamanın usulünü bilmiyorsun; bir meal almışsın eline—meal, Ahmed’in Mehmed’in yorumu demektir—o yorumu okuyorsun ve mesela herhangi bir ayeti okuyorsun üstelik ve o ayete dayalı hüküm çıkarıyorsun ve sorulduğunda da “ben içtihat ettim, efendim” diyorsun. Sana gülmeli!....

Hayreddin KARAMAN İle Söyleşi'den alıntıdır.
koprudergisi.com



 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri - İçtihad Risalesi

4. Yabancı gelenek ver göreneklerin istilalarına, bid'a lara ve dalaletin yapmış olduğu tahribatlara günümüzden veya yakın tarihten örnek vermek gerekirse neler söyleyebiliriz? Bunun sonuçlarında görülen zararlar nelerdir?


Avrupa’nın ahlaksız ve günahlara çeken adetleri, İslam toplumlarında derin yaralar açmıştır. Avrupa’nın zararlı adetlerini körü körüne taklit eden dalkavuk diktatörler, zorla ve baskı ile İslam adetlerini kaldırıp, yerine batının bozuk adetlerini getirmeye çalışmışlardır. Bu süreçte İslam toplumları hem eza ve cefa çekmişler hem de zamanla dinden soğutulmuşlardır. Bunlar devlet eli ile planlı olarak tatbik edilmiştir.

Halbuki bizim, batının bu bozuk yönünü değil, ilim ve teknik yönünü almamız iktiza ederdi. Maalesef Avrupa’nın çürük esaslarını, maddeci ve dinsiz fikirlerini, bize uygun olmayan adetlerini nakletmişiz.

Ezanın Türkçe okunması, şapka kanunu, Kuran harflerinin yerine Latin harflerinin okutulması, din eğitimin yasaklanıp onun yerine dans ve tiyatro gibi şeylerin getirilmesi, faizin kapları olan bankaların açılması, moda ve magazin adı altında israf ve fuhşun teşvik edilmesi, buna benzer bir çok bidat ve yabancı adetler İslam toplumlarının bozulmasına ve dinden uzaklaşmasına sebep olmuşlardır.


Selam ve dua ile...
Sorularla Risale-i Nur Editör





BİD’ATLAR


Fıkhî terim olarak bid’a, dinin aslında olmadığı hâlde, din namına sonradan çıkmış olan adetlerdir. Bazı ulema, bid’anın tarifini “Peygamberimiz (asm) den sonra ortaya çıkan her şey” diye tarif eder. Diğer bir kısım ulema ise, “Peygamberimiz (asm)den sonra ortaya çıkmış, dinle alakalı mes’elelerde ilave veya eksiltmeyi netice veren, dinin aslına zarar veren amellerdir” demişler. Bu kısım ortaya çıkışların dine zarar verenlerine “bid’a-yı seyyie”, dine zarar vermeyen adet ve gelenek nev’inden olanlarına ise “bid’a-yı hasene" namını vermişlerdir.

Nitekim Bediüzaman Hazretleri de: “Ahkâm-ı ubudiyette (ibadetlerin hükümlerinde) yeni icadlar bid’attır. Bid’atlar ise, اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ (Bu gün, sizin dininizi kemale erdirdim. Maide:3) sırrına münafi (zıt) olduğu için, merduttur (reddedilmiştir).

Fakat, tarikatte evrad ve ezkâr ve meşrebler nev’inden olsa ve asılları kitap ve sünnetten ahzedilmek (alınmak) şartıyla, ayrı ayrı tarzda, ayrı ayrı surette olmakla beraber, mukarrer olan (yerleşmiş) usul ve esasat-ı sünnet-i seniyyeye muhalefet ve tağyir etmemek (değiştirmemek) şartıyla, bid’a değillerdir. Lâkin bir kısım ehl-i ilim, bunlardan bir kısmını bid’aya dahil edip, fakat bid’a-i hasene namını vermiş.”
Diyerek bu konuya açıklık getirmiştir.

sünnetiseniyye.com




3. İçtihadın gerekliliği hakkında genel görüş nedir?


Müslüman ulema arasında içtihadın gerekliliği hususunda neredeyse tam bir ittifak vardır. Bazıları her şart altında içtihad kapısının açık bulunduğunu/bulunması gerektiğini savunurken (Şah Veliyyullah Dehlevi gibi),2 diğer bir kısım ulema daha katı bir tutum sergiler. İkinci grubun en meşhur ve sert savunucularından İbn-i Hazm bile içtihadın gereksizliğini savunmamakta, sadece bu gayreti; Kur’an, sünnet ve icma ile sınırlamaktadır.3


2. Baljon, J. M. S, “Şah Veliyyullah Dehlevi’nin Şeriat Anlayışı”, çev. Abdullah Kahraman, İslamiyat, C.I, S.4, 1998, s.156
3. İbn Hazm, Usul-i Din, çev. İbrahim Aydın, (İstanbul: İnsan Yayınları, 1991), s. 83

Tarık Ş. NİŞANCI
koprudergisi.com



 

Sergerdan

Well-known member
Cevap: Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri - İçtihad Risalesi

Yakın tarihten bir örnek Türkçe ezan ve ibadet meselesi..

Şeâir-i İslâmiyeyi tağyire teşebbüs edenlerin senetleri ve hüccetleri, yine her fena şeylerde olduğu gibi, ecnebîleri körü körüne taklitçilik yüzünden geliyor. Diyorlar ki: "Londra'da ihtidâ edenler ve ecnebîlerden imana gelenler, memleketlerinde ezan ve kamet gibi çok şeyleri kendi lisanlarına tercüme ediyorlar, yapıyorlar. Âlem-i İslâm onlara karşı sükût ediyor, itiraz etmiyor. Demek bir cevaz-ı şer'î var ki sükût ediliyor." (29.mektup)

Devamında neden olamıyacağı,yukarıdaki manilere bulaşmış olduklarını gösterir bir şekilde 29.mektubun ilk sayfalarında anlatılıyor.
 

makes

Well-known member
Cevap: Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri - İçtihad Risalesi

Bediüzaman Hazretleri de: “Ahkâm-ı ubudiyette (ibadetlerin hükümlerinde) yeni icadlar bid’attır. Bid’atlar ise, اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ (Bu gün, sizin dininizi kemale erdirdim. Maide:3) sırrına münafi (zıt) olduğu için, merduttur (reddedilmiştir).
Allah cc razı olsun..emeğinize sağlık
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri - İçtihad Risalesi

İKİNCİSİ
Dinin zarûriyâtı ki, içtihad onlara giremez. Çünkü, katî ve muayyendirler. Hem, o zarûriyât kût ve gıdâ hükmündedirler. Şu zamanda terke uğruyorlar ve tezelzüldedirler. Ve bütün himmet ve gayreti, onların ikâmesine ve ihyâsına sarf etmek lâzım gelirken, İslâmiyetin nazariyât kısmında ve selefin içtihadât-ı sâfiyâne ve hâlisânesiyle bütün zamanların hâcâtına dar gelmeyen efkârları olduğu halde, onları bırakıp heveskârâne yeni içtihatlar yapmak, bid'akârâne bir hıyânettir.





5. Dinin zaruriyatı ne demektir?


6. İslamiyet’in üzerinde durduğu doksan elmas sütünu on altın direğin himayesine vermek ve onlarla mezcedip tabi kılmak caiz olur mu?[FONT=&quot]
[/FONT]



 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri - İçtihad Risalesi


5. Dinin zaruriyatı ne demektir?
[FONT=&quot] [/FONT]



Kur’an hidayet rehberidir. (Bakara,1–2) Ancak Müslümanlar dinde lakayt ve dinin emirlerini uygulamada tembel oldukları da su götürmeyen bir gerçektir. Bu ihmal ve lakaytlığın sebepler üzerinde duran Bediüzzaman “Sünûhat” ta şu gerçekler üzerinde durmaktadır.


Erkan-ı İslamiye” ve “Zaruriyat-ı Diniye” denilen Kur’an ve onun tefsiri mahiyetinde olan Hadis dinin yüzde doksanını teşkil etmektedir. Üzerinde ulemanın ihtilaf ettiği, içtihata açık ve yoruma müsait olan kısmı ise yüzde on nispetindedir. Önem ve sevap noktasında ihtilafa ve yoruma müsait olan hükümler ile zaruriyat denilen temel meseleler arasında çok büyük bir fark vardır. İçtihada ait mesele altın değerinde ise, diğeri elmas direktir.


Din içtihada ait meselelerin üzerinde değil, erkan ve zaruriyat üzerinde durmaktadır. Zaruriyat ihmal edilirse din ortadan kalkar, ancak içtihada ait meselelerin ihmali ile din ihmal edilmiş olmaz.
6. İslamiyet’in üzerinde durduğu doksan elmas sütünu on altın direğin himayesine vermek ve onlarla mezcedip tabi kılmak caiz olur mu?



Toplumu ve çoğu avam olan müslümanları ulemanın delillerinden ziyade dinin kaynağındaki kutsiyet imtisale sevk eder. Halk delile değil emir ve yasağa bakar. Emreden ve yasaklayanın Allah ve peygamber olması onu emrin ifasına götürür. Kaynağın kutsiyeti önemlidir.



“Müçtehitlerin kitaplar cam gibi olup Kur’anı göstermelidir. Yoksa Kur’ana vekil ve gölge olmamalıdır.” Bir adam İmam-ı Azam’ın içtihadına baktığı zaman İmam-ı Azam ne diyor diye değil, “Allah’ın emri nedir?”, “Peygamberin sünneti nedir?” diye bakmalıdır.


Çünkü imam-ı Azam bir filozof değildir. Kendi aklının eseri olan görüşü yoktur. Kur’anı ve Sünneti çok iyi bilen bir alim olarak Allah’ın emrini ve peygamberin sünnetini öğretmektedir. Kur’anın ve sünnetin içtihada ve yoruma açık olan hükümlerini değişen şart ve zamanlarda vech-i tatbikini ve Allah’ın istediği ve razı olacağı şekilde nasıl uygulanacağını göstermektedir. Amaç Allah’ın emrini yerine getirmek ve peygamberin sünnetini uygulamaktır.

Eğer zaruriyat-ı diniye doğrudan Kur’andan gösterilseydi müminler doğrudan doğruya kutsi bir kaynağa yönelir. Vicdanı ikaz eden, zihni imtisale teşvik eden kutsiyet olurdu. Böylece kalp hassaslaşır ve inancından kaynaklanan bir şevk ile dinin hükümlerini uygulamada kör ve sağır olmazdı.



Dinin temel kaynaklarına inmek yerine, müçtehitlerin kitapları dinin temel kaynakları olarak ele alındığı, içtihadi meselelere çok fazla değer verildiği ve zauriyat-ı diniye ihmal edildiği için dinin emirlerine bağlılık da gevşemiştir. Bunu telafi etmenin en kısa yolunu da bize gösteren Bediüzzaman özetle şöyle der:


“Halkın nazarını zaruriyat-ı diniye denilen imanî meselelere çevirmek ve bunu da doğrudan Risale-i Nur eserlerinde olduğu gibi Kur’andan istemek, teferruata ait meseleleri müçtehitlerin kitaplarına havale etmektir. Bunu da İmam-ı Azamın “Fıkh-ı Ekberi” ve İmam-ı Malik’in “Muvatta” nam eserleri gibi Kur’anı anlamaya vesile kılmaktır.”

Din adamlarımız bunu başardıkları zaman Kur’an da layık olduğu yüce makama ulaşır. Sadece okunması ile sevap kazandıran bir mübarek kitap olmaktan çıkar. Müslümanlar da dinin emirlerini kutsi bir şevk ile, Allah’ın emri ve peygamberin sünneti olarak ifa ederler.





M. Ali KAYA

fikirbahcesi.org
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri - İçtihad Risalesi

ÜÇÜNCÜSÜ
Nasıl ki, çarşıda mevsimlere göre birer metâ mergub oluyor, vakit bevakit birer mal revaç buluyor. Öyle de, âlem meşherinde, içtimâiyât-ı insaniye ve medeniyet-i beşeriye çarşısında her asırda, birer metâ, mergub olup revaç buluyor, sûk'unda, yani çarşısında teşhir ediliyor; rağbetler ona celp oluyor, nazarlar ona teveccüh ediyor, fikirler ona müncezib oluyor. Meselâ, şu zamanda siyâset metâı ve hayat-ı dünyeviyenin temini ve felsefenin revaçları gibi.


Ve Selef-i Sâlihîn asrında ve o zaman çarşısında en mergub metâ, Hâlık-ı Semâvât ve Arzın marziyâtlarını ve bizden arzularını, kelâmından istinbât etmek ve nur-u nübüvvet ve Kur'ân ile, kapatılmayacak derecede açılan âhiret âlemindeki saadet-i ebediyeyi kazandırmak vesâilini elde etmek idi.


İşte, o zamanda zihinler, kalpler, ruhlar, bütün kuvvetleriyle Yerler ve Gökler Rabbinin marziyâtını anlamaya müteveccih olduğundan, içtimâiyât-ı beşeriyenin sohbetleri, muhâvereleri, vukuâtları, ahvâlleri ona bakıyordu. Ona göre cereyan ettiğinden, her kimin güzelce bir istidadı bulunsa, onun kalbi ve fıtratı, şuursuz olarak her şeyden bir ders-i mârifet alır. O zamanda cereyan eden ahvâl ve vukuât ve muhâverâttan taallüm ediyordu. Güyâ her bir şey ona bir muallim hükmüne geçip, onun fıtrat ve istidadına, içtihada bir istidad ihzârını telkin ediyordu. Hattâ o derece şu fıtrî ders tenvir ediyordu ki, yakın idi ki, kisbsiz içtihada kabiliyeti ola; ateşsiz nurlana.


İşte, şu tarzda fıtrî bir ders alan bir müstaid, içtihada çalışmaya başladığı vakit, kibrit hükmüne geçen istidadı, nurun alâ nur sırrına mazhar olur; çabuk ve az zamanda müçtehid olurdu.


Ammâ şu zamanda, medeniyet-i Avrupa'nın tahakkümüyle, felsefe-i tabiiyenin tasallutuyla, şerâit-i hayat-ı dünyeviyenin ağırlaşmasıyla, efkâr ve kulûb dağılmış, himmet ve inâyet inkısam etmiştir; zihinler mâneviyâta karşı yabânîleşmiştir. İşte bunun içindir ki, şu zamanda birisi, dört yaşında Kur'ân'ı hıfzedip âlimlerle mübâhese eden Süfyân ibni Uyeyne olan bir müçtehidin zekâsında bulunsa, Süfyân'ın içtihadı kazandığı zamana nispeten on defa daha fazla zamana muhtaçtır. Süfyân on senede içtihadı tahsil etmiş ise, şu adam yüz seneye muhtaçtır ki tahsil edebilsin. Çünkü, Süfyân'ın ibtidâ-i tahsil-i fıtrîsi sinn-i temyiz zamanından başlar, yavaş yavaş istidadı müheyyâ olur, nurlanır; her şeyden ders alır, kibrit hükmüne geçer.

Ammâ onun nazîri, şu zamanda-çünkü, zihni felsefede boğulmuş, aklı siyâsete dalmış, kalbi hayat-ı dünyeviyede sersem olmuş, istidadı içtihaddan uzaklaşmış-elbette fünûn-u hâzırada tevaggulu derecesinde, istidadı içtihad-ı şer'î kabiliyetinden uzaklaşmış ve ulûm-u arzıyede tefennünü derecesinde, içtihadın kabulünden geri kalmıştır. Onun için, "Ben de onun gibi zekîyim, niçin ona yetişemiyorum?" diyemez ve demeye hakkı yoktur ve yetişemez.



7. Geçmiş asırlarda rağbet gören metalar ve bunun yanında o zaman müçtehidlerinin yaptığı içtihadlar nelerdir?

8. Üstad içtihad yapmış mıdır, yapmışsa hangi meselelerde yapmıştır?

9. a. Selef-i Salihin asrında her şeyin onlara bir muallim hükmüne geçmesi nasıl oluyor?


b. Sahabe zamanındaki sosyal çevrenin yetenekler üzerindeki etkisi ne yönden daha fazlaydi?

c. Peygamber sohbetinin etkisi bu konuda olmuş mudur?


10.
a. Sufyan İbni Uyeyne 4 yaşında Kurani hıfz etmistir, alimlerle mubahasa etmistir. Bu zamanın insanı bu yaşlarda siyasete başlamıyor, neden bu zamanın insanı Sufyan'ın zamanına yetisemiyor?

b. Burada bahsedilen siyaset( siyaset ortamı) nedir?

c. Yetiştiği çevrenin insan üzerinde etkisi var mıdır?

d. Günümüz insanı içinde bulundugu toplum tarafından cezalandırılmış denilebilir mi?

11. Günümüzde 10 defa daha fazla zamana ihtiyaç duymanın hikmeti nedir, mükafatı aynı mıdır?




 

Sergerdan

Well-known member
Cevap: Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri - İçtihad Risalesi


8. Üstad içtihad yapmış mıdır, yapmışsa hangi meselelerde yapmıştır?

Çok ender de olsa talebeleri üstad hazretlerine fıkhi meseler sorarlardı.Bunlardan birinde üstad hazretleri şöyle cevap veriyor:

Aziz kardeşim, fıkhü'l-ekber olan esâsât-ı imaniyeyle meşgul olduğumuz için, nakle ve ehl-i içtihadın medârikine ve meâhizine bakan dekaik-i mesâil-i fer'iyeye zihnim şimdilik ciddî müteveccih olamıyor. Zaten yanımda da kitaplar olmadığı gibi, vaktim de yoktur ki müracaat edeyim.

Hem ulemâ-yı İslâm o kadar tetkikat-ı sâibe yapmışlar ki, füruata dair tetkikat-ı amîkaya ihtiyaçları kalmamış. Eğer hakikî ihtiyaç hissetseydim, böyle füruata dair müçtehidînin derin me'hazlarına gidip bazı beyanatta bulunacaktım. Belki de, daha o nevi hakaike meşguliyet zamanları gelmemiş. Her neyse.
(Barla Lahikası)

Genel kaide,kanaat bu olmakla beraber Hulusi abinin diş kaplamasına dair sordugu bir soruya cevabı belki içtihad nevinden sayılabilir.

Hulûsi Beyin sualine cevaptır.

(Dişlerin kaplanması hakkındaki suale cevap)

1932 tarihli sualinize şimdilik etrafıyla cevap veremiyorum. Fakat bu meseleyle münasebettar bir-iki mesele-i şeriatı icmalen yazıyorum. Şöyle ki:
Abdest vaktinde ağzı yıkamak farz değil, sünnettir. Fakat gusül hengâmında ağzını yıkamak farzdır. Az birşey de yıkanmadık kalsa olmaz, zarardır. Onun için dişleri kaplama lehinde ulemâlar fetva vermeye cesaret edemiyorlar.

İmam-ı Âzam ile İmam-ı Muhammed (radıyallahü anhümâ) gümüş ve altından dişlerin yapılmasına fetvaları, sabit kaplama hakkında olmamak gerektir. Halbuki bu diş meselesi umûmü'l-belvâ suretinde o derece intişarı var ki, ref'i kabil değil. Ümmeti bu belvâ-yı azîmeden kurtarmak çaresini düşündüm; birden kalbime bu nokta geldi. Haddim ve hakkım değil ki, ehl-i içtihadın vazifesine karışayım. Fakat bu umûmü'l-belvâ zaruretine karşı, fetvalara taraftar olmadığım halde diyorum ki:

Eğer mütedeyyin bir hekîm-i hâzıkın gösterdiği ihtiyaca binaen kaplama sureti olsa, altındaki diş ağzın zahirîsinden çıkar, bâtın hükmüne geçer. Gusülde yıkanmaması, guslü iptal etmez. Çünkü üstündeki kaplama yıkanıyor, onun yerine geçiyor. Evet, cerihaların üstündeki sargıların zarar için kaldırılmadığından ceriha yerine yıkanması, şer'an o yaranın gasli yerine geçtiği gibi, böyle ihtiyaca binaen sabit kaplamanın yıkanması dahi dişin yıkanması yerine geçer, guslü iptal etmez.
(Barla Lahikası)


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Cevap: Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri - İçtihad Risalesi


8. Üstad içtihad yapmış mıdır, yapmışsa hangi meselelerde yapmıştır?



BEDIÜZZAMAN'DAN FIKHÎ TESBITLER

Risâle-i Nur'da fikhî meseleler

Kur'ân'in asrimiza bakan yönünü, Risâle-i Nur Külliyati adi altinda izah ve tefsir eden Bediüzzaman Said Nursî, yüz otuz risâleye ulasan adi geçen külliyatin muhtelif yerlerinde degisik fikhî konulara temas etmis, bu konuda sorulan sorulara cevap vermistir. Asagiya aldigimiz soru ve cevaplar, belli bir sira takip edilmeden külliyatin degisik yerlerinden seçilmistir.

Helâl ve haram olan sesler

Suâl: Hangi sesler helâldir?
Cevap: Seriatta bazi savtlar helâl, bazilari da haram kilinmistir. Evet ulvî hüzünleri, Rabbanî asklari îras eden (hatirlatan) sesler helâldir. Yetîmâne hüzünleri, nefsanî seheviyâti (nefsî arzulari) tahrik eden sesler haramdir. Seriatin tayin etmedigi kisim ise, senin ruhuna, vicdanina yaptigi te'sire göre hüküm alir.

(Isârâtü'l-I'câz, s. 72.)

Küfrün bölümleri

Suâl: Küfür, cehildir. Halbuki kâfirler, Hazret-i Muhammed'i (asm) evlâtlari kadar taniyorlardi.
Cevap: Küfür iki kisimdir. Bir kismi, bilmedigi için inkâr eder; ikincisi, bildigi halde inkâr eder. Bu da, birkaç sûbedir. Birincisi, bilir, lâkin kabul etmez. Ikincisi, yakîni (bilgisi) var, lâkin itikadi yoktur. Üçüncüsü, tasdiki var, lâkin vicdanî iz'âni (vicdanen özümsemesi) yoktur.

(Isârâtü'l-I'câz, s. 6

Seytanin kalbinde marifet var midir?


Suâl: Seytanin kalbinde marifet var midir?
Cevap: Yoktur. Çünkü, san'at-i fitriyesi (yaratilisi) iktizasinca, kalbi daima idlâl (dalâlete sevk) ile telkin için, fikri, daima küfrü tasavvur etmekle mesgul oldugundan, kalbinde veya fikrinde bos bir yer, mârifet için kalmiyor.

(Isârâtü'l-I'câz, s. 68.)

Küfre hadsiz bir ceza.


Suâl: Kisa bir zamandaki küfre mukabil, hadsiz bir zaman Cehennemde hapis nasil adalet olur?

Cevap: Sene üç yüz altmis bes gün hesabi ile bir dakikada katl (adam öldürmek), yedi milyon sekiz yüz seksen dört bin dakika hapis iktizasi kanun-u adalet iken; bir dakika küfür, bin katl hükmünde oldugundan, yirmi sene ömrünü küfürle geçiren ve küfür ile ölen bir adam, kanun-u adaletle elli yedi trilyon iki yüz bir milyar iki yüz milyon sene beserin kanun-u adaletiyle hapse müstehak olur. Elbette 'Orada ebedî olarak kalacaklardir' (Nisâ Sûresi, 4:169) adalet-i Ilâhî ile veçh-i muvafakati bundan anlasiliyor.

Birbirinden gayet uzak iki adedin sirr-i münasebeti sudur ki:
Katl ve küfür, tahrip ve tecavüz oldugu için, gayre tesirat yapar. Bir dakikada katl, lâakal, zâhirî âdete göre, on bes sene maktulün hayatini selb eder, onun yerine hapse girer. Bir dakika küfür, bin bir esmâ-i Ilâhîyi inkâr ve nukuslarini tezyif ve kâinatin hukukuna tecavüz ve kemâlâtini inkâr ve hadsiz delâil-i vahdâniyeti (Cenâb-i Hakkin birlik delillerini) tekzip ve sehadetlerini reddetmek oldugundan, kâfiri, bin seneden ziyade esfel-i sâfilîne (en asagi mertebeye) atar, 'Içinde ebedi kalmak üzere'de (Beyyine Sûresi: hapseder.

(Lem'alar, s. 275)

Lâtif bir nükte


Avukat Hulusi Bitlisi Aktürk, 1948 Afyon Mahkemesi Temyiz Lâyihasinda söyle anlatir:

'(Bediüzzaman) Tahir Pasa'nin yaninda bulundugu yillarda bir gün, bir ilim meclisinde Tahir Pasa, Maliki mezhebine ilismek kasdi ile kendisine: 'Kelp (köpek), hinzir (domuz) gibi necis (pis) mi, degil mi?' diye sordu. Molla Said de: 'Maliki mezhebinde kelp tahirdir (temizdir). Fakat Tahir kelp degildir' diye cevap verir.

'Bu hadise bize meshur hiciv sairi Nef'î'yi hatirlatir:
'Bana Tahir Efendi kelp demis
Iltifati bu sözde zahirdir.
Maliki mezhebim zirâ
Itikadimca kelp tahirdir.
'Bediüzzaman, 'Tahir kelp degildir' demekle, hem Tahir Pasa'yi Nef'î'nin hicvinden kurtardi, hem de edebî bir sanat yapti.'

(Bilinmeyen Yönleriyle Bediüzzaman Said Nursî, s. 79)

Giybet nedir?

Giybet, ehl-i adâvet ve hased ve inadin en çok istimal ettikleri alçak bir silâhtir.

Izzet-i nefis sahibi, bu pis silâha tenezzül edip istimal etmez. Nasil meshur bir zat demis: 'Düsmanima giybet ile ceza vermekten nefsimi yüksek tutuyorum ve tenezzül etmiyorum. Çünkü giybet zayif ve zelil ve asagilarin silâhidir.'

Giybet odur ki, giybet edilen adam hazir olsa idi ve isitse idi kerahat edip darilacakti. Eger dogru dese, zaten giybettir. Eger yalan dese; hem giybet, hem iftiradir. Iki katli çirkin bir günahtir.

(Mektubat. s. 267)

Giybetin caiz oldugu yerler


1- Sekvâ sûretinde bir vazifedar adama der, tâ yardim edip o münkeri, o kabahati ondan izâle etsin ve hakkini ondan alsin.

2- Bir adam onunla tesrik-i mesâî etmek ister. Seninle mesveret eder. Sen de maslahat için, garazsiz olarak, mesveretin hakkini edâ etmek için desen: 'Onun ile tesrik-i mesâî etme. Çünkü zarar göreceksin.'

3- Maksadi tahkir ve teshir degil, belki maksadi tarif ve tanittirmak için dese: 'O topal ve serseri adam filan yere gitti.'

4- O giybet edilen adam fasik-i mütecahirdir. Yani fenaliktan sikilmiyor, belki isledigi seyyiâtla iftihar ediyor; zulmü ile telezzüz ediyor, sikilmayarak asikâre bir surette isliyor. Iste bu mahsus maddelerde garazsiz ve sirf hak ve maslahat için, giybet caiz olabilir. Yoksa giybet, nasil ates odunu yer bitirir, giybet dahi a'mal-i sâlihâyi yer bitirir.

(Mektubat, s. 267-26

Cünüp iken saç ve tirnaklarin kesilmesinin hükmü

Zahire nazaran (görünüse göre) hasirde eczâ-i asliye (insan vücudunu olusturan asil unsurlar) ile ecza-i zâide (asil unsurlara sonradan eklenen unsurlar) birlikte iade edilir. Evet, cünüp iken tirnaklarin, saçlarin kesilmesi mekruh ve bedenden ayrilan her bir cüz'ün bir yere gömülmesi sünnet oldugu ona isarettir.

(Isârâtü'l-I'câz, s. 59)

Çocuklarda ibadet yasi

Ser'an yedi yasina gelen bir çocuga namaz gibi farzlara peder ve valideleri onlari alistirmak için, tesvikkârâne emretmek ve on yasina girse, siddetle namaz kildirmak ve alistirmak Seriatta var.

(Emirdag Lâhikasi, 306)

Keyifli hevesat (eglence) gerekli mi?

Beser, hakikate muhtaç oldugu gibi, bazi keyifli hevesata (mesrû eglence-lere) da ihtiyaci var. Fakat bu keyifli hevesat, beste birisi olmali. Yoksa havanin sirr-i hikmetine (yaratilis hikmetine) münafi (aykiri) olur. Hem beserin tembelligine ve sefahetine ve lüzumlu vazifelerinin noksan birakilmasina sebebiyet verip besere büyük bir nimet iken, büyük bir nikmet (ceza) olur, besere lâzim olan sa'ye sevki kirar.

(Emirdag Lâhikasi, s. 307)

Kâfir ve mürtedin sahitligi caiz midir?


Mürtedin (Islâm'dan dönenin) vicdani tamam bozuldugundan, hayat-i içtimâiyeye (sosyal hayata) zehir olur. Ondandir ki, ilm-i usûlde, 'Mürtedin hakk-i hayati yoktur. Kâfir eger zimmî (Islâm ülkesinde vergi vererek yasayan gayr-i Müslim) olsa veya müsalâha etse (antlasma yapsa) hakk-i hayati var' diye usul-u Seriatin bir düsturudur. Hem mezheb-i Hanefiyede, ehl-i zimmeden olan bir kâfirin sehadeti makbuldür; fakat fasik (günahkâr Müslüman) merdüdü's-sehadettir (sehadeti reddedilmistir). Çünkü haindir.

(Lem'alar, s. 174)

Hulûsi Beyin sualine cevaptır.

Dişlerin kaplanması hakkındaki suale cevap


1932 tarihli sualinize şimdilik etrafıyla cevap veremiyorum. Fakat bu meseleyle münasebettar bir-iki mesele-i şeriatı icmalen yazıyorum. Şöyle ki:

Abdest vaktinde ağzı yıkamak farz değil, sünnettir. Fakat gusül hengâmında ağzını yıkamak farzdır. Az birşey de yıkanmadık kalsa olmaz, zarardır. Onun için dişleri kaplama lehinde ulemâlar fetva vermeye cesaret edemiyorlar.

İmam-ı Âzam ile İmam-ı Muhammed (radıyallahü anhümâ) gümüş ve altından dişlerin yapılmasına fetvaları, sabit kaplama hakkında olmamak gerektir. Halbuki bu diş meselesi umûmü'l-belvâ suretinde o derece intişarı var ki, ref'i kabil değil. Ümmeti bu belvâ-yı azîmeden kurtarmak çaresini düşündüm; birden kalbime bu nokta geldi. Haddim ve hakkım değil ki, ehl-i içtihadın vazifesine karışayım. Fakat bu umûmü'l-belvâ zaruretine karşı, fetvalara taraftar olmadığım halde diyorum ki:

Eğer mütedeyyin bir hekîm-i hâzıkın gösterdiği ihtiyaca binaen kaplama sureti olsa, altındaki diş ağzın zahirîsinden çıkar, bâtın hükmüne geçer. Gusülde yıkanmaması, guslü iptal etmez. Çünkü üstündeki kaplama yıkanıyor, onun yerine geçiyor. Evet, cerihaların üstündeki sargıların zarar için kaldırılmadığından ceriha yerine yıkanması, şer'an o yaranın gasli yerine geçtiği gibi, böyle ihtiyaca binaen sabit kaplamanın yıkanması dahi dişin yıkanması yerine geçer, guslü iptal etmez. 3 Madem ihtiyaca binaen bu ruhsat oluyor. Elbette yalnız süs için, ihtiyaçsız dişleri kaplamak veya doldurmak bu ruhsattan istifade edemez. Çünkü, hattâ zaruret derecesine geldikten sonra, böyle umûmü'l-belvâda, eğer bilerek, su-i ihtiyarıyla olsa, o zaruret ibâhaya sebebiyet vermez. Eğer bilmeyerek olmuşsa, zaruret için elbette cevaz var.

Said Nursî

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Ali köyünde Risale-i Nur şakirtlerinden Ali Efendi, münafıklar hakkında bir âyet-i kerimeyi soruyor. Şimdi zamanım izaha müsait olmadığı için, kısaca bir iki cümle beyan ediyorum.

"Münafık öldükten sonra namazı kılınmaz" meâlindeki âyet, o zamandaki ihbar-ı İlâhî ile bilinen kat'î münafıklar demektir. Yoksa zan ile, şüphe ile münafık deyip namaz kılmamak olmaz. Madem Lâ ilâhe illâllah der, ehl-i kıbledir. Sarih küfür söylemese veyahut tevbe etse, namazı kılınabilir. O Aliköyde Alevîler çok olduğunu ve bir kısmı Râfizîliğe kadar gidebilmesi nazarıyla, onların en fenası da, münafık hakikatine dahil olmamak lâzım gelir. Çünkü münafık itikatsızdır, kalbsizdir ve vicdansızdır, Peygamber (a.s.m.) aleyhindedir. (Şimdiki bazı zındıklar gibi.) Alevî ve Şiîlerin müfritleri ise, değil Peygamber (a.s.m.) aleyhinde, belki Âl-i Beytin muhabbetinden, ifratkârane muhabbet besliyorlar. Münafıkların tefritlerine mukabil, bunlar ifrat ediyorlar. Hadd-i şeriattan çıktıkları vakit, münafık değil, ehl-i bid'a oluyorlar, fâsık oluyorlar; zındıkaya girmiyorlar. Hazret-i Ali (radıyallahu anh), yirmi sene hürmet ettiği ve onlara Şeyhülislâm mertebesinde onların hükmünü kabul ettiği, Ebu Bekir, Ömer, Osman'a (radıyallahu anhüm) ilişmeseler, Hazret-i Ali (radıyallahu anh) o üç halifeye hürmet ettiği gibi, onlar da hürmet etseler, farz namazını kılsalar, yeter.

Bayram hakkında


Madem dünyanın gafletkârâne gülmeleri, böyle ağlanacak acı hallerin perdesidir ve muvakkat ve zevâle mâruzdur.
Elbette biçare insanların ebedperest kalbini ve aşk-ı bekaya meftun olan ruhunu güldürecek,
sevindirecek,
meşru dairesinde ve
müteşekkirâne,
huzurkârâne,
gafletsiz,
mâsumâne eğlencelerdir
ve sevap cihetiyle bâki kalan sevinçlerdir.
Bunun içindir ki, bayramlarda gaflet istilâ edip gayr-ı meşru daireye sapmamak için, rivayetlerde, zikrullaha ve şükre çok azîm tergibat vardır. Tâ ki, bayramlarda o sevinç ve sürur nimetlerini şükre çevirip, o nimeti idame ve ziyadeleştirsin. Çünkü şükür nimeti ziyadeleştirir, gaflet ise kaçırır.
dahada vardır. aklıma gelenler bunlar.

Üçüncüsü: kaidesi, yani, "Zaruret haramı helâl derecesine getirir."
İşte, şu kaide ise, küllî değil.
Zaruret, eğer haram yoluyla olmamışsa, haramı helâl etmeye sebebiyet verir.
Yoksa, su-i ihtiyarıyla, gayr-ı meşru sebeplerle zaruret olmuşsa, haramı helâl edemez, ruhsatlı ahkâmlara medar olamaz, özür teşkil edemez.

Meselâ, bir adam, su-i ihtiyarıyla, haram bir tarzda kendini sarhoş etse, tasarrufâtı, ulema-i şeriatçe aleyhinde câridir, mazur sayılmaz.
Tatlik etse, talâkı vaki olur. Bir cinayet etse, ceza görür.
Fakat su-i ihtiyarıyla olmazsa talâk vaki olmaz, ceza da görmez.
Hem meselâ, bir içki müptelâsı, zaruret derecesinde müptelâ olsa da diyemez ki, "Zarurettir, bana helâldir."

Yirmi Yedinci Söz

İKİNCİ SUALİNİZ:
Sahabe-i Kiram Hazeratına radıyallahu anh denildiğine binaen, başkalara da bu mânâda söylemek muvafık mıdır?



Elcevap: Evet, denilir.
Çünkü Resul-i Ekremin bir şiârı olan aleyhissalâtü vesselâm kelâmı gibi radıyallahu anh terkibi Sahabeye mahsus bir şiar değil.
Belki Sahabe gibi, veraset-i nübüvvet denilen velâyet-i kübrâda bulunan ve makam-ı rızaya yetişen
Eimme-i Erbaa, Şah-ı Geylânî, İmam-ı Rabbânî, İmam-ı Gazalî gibi zatlara denilmeli.
Fakat örf-ü ulemada Sahabeye radıyallahu anh,
Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîne rahimehullah,
onlardan sonrakilere gaferahullah ve
evliyaya kuddise sirruhu denilir.

YİRMİ ÜÇÜNCÜ MEKTUP

1- Sizin zabitleriniz, müşfik pederlerinizdir. Kur'ân ve hadis ve hikmet ve tecrübe ile sabittir ki, haklı âmire itaat farzdır.


Zira zabitler ûlülemirdirler. Vatan ve millet menfaatinde, hususan nizam-ı askerîde ûlülemre itaat farzdır. Şeriat-ı Muhammedînin (aleyhissalâtü vesselâm) muhafazası da itaat iledir.

Hutbe-i Şâmiye'nin birinci zeylinin zeylinden son parçadır Said Nursî r.a
...........................
2-Şeriatla, Kur'ân ile, hadis ile, hikmet ile, tecrübe ile sabittir ki; sağlam, dindar, hakperest ulü'l-emre itaat farzdır. Sizin ulü'l-emriniz, üstadınız, zabitlerinizdir. Nasıl ki, mâhir mühendis, hâzık tabip bir cihette günahkâr olsalar, tıp ve hendeselerine zarar vermez. Kezâlik, münevverü'l-efkâr ve fenn-i harbe âşinâ, mektepli, hamiyetli, mü'min zabitlerinizin bir cüz'î nâmeşru hareketi için itaatinize halel vermekle Osmanlılara, İslâmlara zulmetmeyiniz.

Divan-ı Harb-i Örfî

3-Madem ben de bu vatanın bir evlâdıyım, bu vatanın saadetine hizmet etmek benim için farzdır.Emirdağ Lâhikası (1)

-FATİHAYI OKUMAK-

İşte bunun gibi, ahkâm-ı İlâhiye, mezheplere hikmet-i İlâhiyenin sevkiyle ittibâ edenlere göre

değişir.

Hem hak olarak değişir ve herbirisi de hak olur, maslahat olur.
Meselâ, hikmet-i İlâhiyenin tensibiyle İmam-ı Şâfiîye ittibâ eden, ekseriyet itibarıyla Hanefîlere

nisbeten köylülüğe ve bedevîliğe daha yakın olup, cemaati birtek vücut hükmüne getiren hayat-ı

içtimaiyede nâkıs olduğundan, herbiri bizzat dergâh-ı Kàdıu'l-Hâcâtta kendi derdini söylemek ve

hususî matlubunu istemek için, imam arkasında Fâtihayı birer birer okuyorlar. Hem ayn-ı hak ve

mahz-ı hikmettir.

İmam-ı Âzama ittibâ edenler, ekseriyet-i mutlaka itibarıyla, İslâmî hükûmetlerin ekserîsi o

mezhebi iltizam etmesiyle, medeniyete, şehirliliğe daha yakın ve hayat-ı içtimaiyeye müstaid

olduğundan, bir cemaat bir şahıs hükmüne girip, birtek adam umum namına söyler; umum, kalben onu

tasdik ve rapt-ı kalb edip, onun sözü umumun sözü hükmüne geçtiğinden, Hanefî mezhebine göre imam

arkasında Fâtiha okunmaz. Okunmaması ayn-ı hak ve mahz-ı hikmettir.
RİSALAE-İ NURDAN

Müziğin dindeki yeri


“Ve keza," ve ala sem-i-him" kelimesiyle, küfür sebebiyle kulağa ait pek büyük bir nimeti kaybettiklerine işaret edilmiştir. Hattâ kulaktaki zar, nur-u iman ile ışıklandığı zaman, kâinattan gelen manevî nidaları işitir. Lisan-ı hal ile yapılan zikirleri, tesbihatları fehmeder. Hattâ o nur-u iman sayesinde, rüzgârların terennümatını, bulutların na'ralarını, denizlerin dalgalarının nağamatını ve hakeza yağmur, kuş ve saire gibi her nev'den Rabbanî kelâmları ve ulvî tesbihatı işitir. Sanki kâinat, İlahî bir musikî dairesidir. Türlü türlü avazlarla, çeşit çeşit terennümatla kalblere hüzünleri ve Rabbanî aşkları intıba' ettirmekle kalbleri, ruhları nuranî âlemlere götürür, pek garib misalî levhaları göstermekle, o ruhları ve kalbleri lezzetlere, zevklere garkeder.

Fakat o kulak, küfür ile tıkandığı zaman, o leziz, manevî yüksek savtlardan mahrum kalır. Ve o lezzetleri îras eden avazlar, matem seslerine inkılab eder. Kalbde, o ulvî hüzünler yerine, ahbabın fıkdanıyla ebedî yetimlikler, mâlikin ademiyle nihayetsiz vahşetler ve sonsuz gurbetler hasıl olur.

Bu sırra binaendir ki, şeriatça bazı savtlar helâl, bazıları da haram kılınmıştır. Evet ulvî hüzünleri, Rabbanî aşkları îras eden sesler, helâldir. Yetimane hüzünleri, nefsanî şehevatı tahrik eden sesler, haramdır. Şeriatın tayin etmediği kısım ise, senin ruhuna, vicdanına yaptığı tesire göre hüküm alır.”(İşarat-ül İ'caz-Mhiyet-i Küfür)

At ve gemi gibi bir merkûba binildiği zaman kıraati sünnet olan

Her türlü kusurdan münezzehtir o Allah ki, bunu bizim hizmetimize verdi. Yoksa bizim buna gücümüz yetmezdi." Zuhruf Sûresi, 43:13.

âyetini okudum.

-HIRSIZLARIN ÇALDIĞI MALLARIN HÜKMÜ-


İkinci maden:
Hem bu bağdan çıkan mahsulâttan kim yese-hayvan olsun, insan olsun, inek olsun, sinek olsun, müşteri olsun,
hırsız olsun-sana bir sadaka hükmüne geçer. Fakat o şartla ki, sen Rezzâk-ı Hakikî namına ve izni dairesinde tasarruf etsen ve Onun malını Onun mahlûkatına veren bir tevziat memuru nazarıyla kendine baksan...
_________________________________________________b iraz ilmidir.Ama günlük lazım olduğu için yazıyorum.sizin zekanıza güveniyorum.

DÖRDÜNCÜ VECİH

Amelin en iyi suretini taharrîden neş'et eden bir vesvesedir ki, takvâ zannıyla teşeddüt ettikçe, hal ona şiddetlenir. Hattâ bir dereceye varır ki, o adam amelin daha evlâsını ararken harama düşer. Bazan bir sünnetin araması, bir vâcibi terk ettiriyor. "Acaba amelim sahih oldu mu?" der, iade eder. Bu hal devam eder, gayet ye'se düşer. Şeytan şu halinden istifade eder, onu yaralar. Şu yaranın iki merhemi var.

BİRİNCİ MERHEM: Bu gibi vesvese, ehl-i i'tizâle lâyıktır. Çünkü onlar derler: "Medar-ı teklif olan ef'al ve eşya, kendi zâtında, âhiret itibarıyla ya hüsnü var, sonra o hüsne binaen emredilmiş; veya kubhu var, sonra ona binaen nehyedilmiş. Demek eşyada, âhiret ve hakikat nokta-i nazarında olan hüsün ve kubh zâtîdir; emir ve nehy-i İlâhî ona tâbidir." Bu mezhebe göre, insan her işlediği amelde şöyle bir vesvese gelir: "Acaba amelim nefsülemirdeki güzel surette yapılmış mıdır?"

Amma mezheb-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat derler ki: "Cenâb-ı Hak bir şeye emreder, sonra hasen olur. Nehyeder, sonra kabih olur." Demek emirle güzellik, nehiyle çirkinlik tahakkuk eder. Hüsün ve kubh, mükellefin ıttılaına bakar ve ona göre takarrur eder. Şu hüsün ve kubh ise, surî ve dünyaya bakan yüzünde değil, belki âhirete bakan yüzdedir. Meselâ sen namaz kıldın veya abdest aldın. Halbuki namazını ve abdestini fesada verecek bir sebep, nefsülemirde varmış; lâkin sen ona hiç muttali olmadın. Senin namazın ve abdestin hem sahihtir, hem hasendir. Mutezile der: "Hakikatte kabih ve fâsittir. Lâkin senden kabul edilir. Çünkü cehlin var, bilmedin; ve özrün var." Öyleyse, Ehl-i Sünnet mezhebine göre zahir-i şeriate muvafık olarak işlediğin ameline "Acaba sahih olmuş mu?" deyip vesvese etme. Fakat "Kabul olmuş mu?" de, gururlanma, ucbe girme.

21.SÖZ İKİNCİ MAKAM

Aziz, sıddık, hâlis, muhlis kardeşlerim ve hizmet-i Kur'âniyede ciddî, hakikî arkadaşlarım,

Riyaya dair Üç Nokta yazılacak.

Birincisi: Farz ve vaciplerde ve şeâir-i İslâmiyede ve sünnet-i seniyenin ittibâında ve haramların terkinde riya giremez; izharı, riya olamaz-meğer, gayet za'f-ı imanla beraber, fıtraten riyakâr ola.

Belki, şeâir-i İslâmiyeye temas eden ibadetlerin izharları, ihfâsından çok derece daha sevaplı olduğunu, Hüccetü'l-İslâm İmam-ı Gazâlî (r.a.) gibi zatlar beyan ediyorlar.

Sâir nevafilin ihfası çok sevaplı olduğu halde, şeaire temas eden, hususan böyle bid'alar zamanında ittibâ-ı sünnetin şerafetini gösteren ve böyle büyük kebâir içinde, haramların terkinde takvâyı izhar etmek, değil riya, belki ihfâsından pek çok derece daha sevaplı ve hâlistir.

İkinci nokta: Riyaya insanları sevk eden esbabın,Birincisi: Za'f-ı imandır.

Allah'ı düşünmeyen, esbaba perestiş eder, halklara hodfuruşlukla riyakârâne vaziyet alır.

Risale-i Nur şakirtleri, Risale-i Nur'dan aldıkları kuvvetli iman-ı tahkikî dersiyle esbaba ve nâsa ubudiyet noktasında bir kıymet, bir ehemmiyet vermiyor ki, ubudiyetlerinde onlara gösterişle riya etsinler.

İkinci sebep: Hırs ve tamah, za'f-ı fakr noktasında teveccüh-ü nâsı celbine medar riyâkârâne vaziyet almaya sevk ediyor.

Risale-i Nur'un şakirtleri, iktisat ve kanaat ve tevekkül ve kısmetine rıza gibi, Risale-i Nur'un dersinden aldıkları izzet-i imaniye, inşaallah onları riyadan ve dünya menfaatleri için hodfuruşluktan men eder.

Üçüncü sebep: Hırs-ı şöhret, hubb-u cah, makam sahibi olmak, emsaline tefevvuk etmek gibi hisler ve insanlara iyi görünmek, tasannukârâne (haddinden fazla kendine ehemmiyet verdirmek) ve tekellüfkârâne (lâyık olmadığı yüksek makamlarda görünmek) tarzını takınmakla riya eder.

Risale-i Nur şakirtleri, ene'yi, nahnü'ye tebdil ettikleri, yani enaniyeti bırakıp, Risale-i Nur dairesinin şahs-ı mânevisinin hesabına çalışması, ben yerine biz demeleri;

ve ehl-i tarikatın fenâ fi'ş-şeyh, fenâ fi'r-resul ve nefs-i emmareyi öldürmek gibi riyadan kurtaran vasıtaların bu zamanda birisi de fenâ fi'l-ihvan,

yani şahsiyetini kardeşlerinin şahs-ı maneviyesi içinde eritip öyle davrandığı için, inşaallah, ehl-i hakikatin riyadan kurtulmaları gibi, bu sırla onlar da kurtulurlar.

Üçüncü nokta: Vazife-i diniye itibarıyla nâsa hüsn-ü kabul ettirmek, o makamın iktiza ettiği yüksek tavırlar ve vaziyetler, hodfuruşluk ve riya sayılmaz ve sayılmamalı-meğer o adam, o vazifeyi, kendi enaniyetine tâbi edip istimal ede.

Evet, bir imam, imamet vazifesinde tesbihatları izhar eder, ismâ eder; hiçbir cihette riya olamaz.
Fakat vazife haricinde o tesbihatları âşikâre halklara işittirmeye riya girebildiği için, gizlisi daha sevaplıdır.

Risale-i Nur'un hakikî şakirtleri, neşriyat-ı diniyelerinde ve ittibâ-ı sünnetteki ibadetlerinde ve içtinab-ı kebâirdeki takvâlarında, Kur'ân hesabına vazifedar sayılırlar.İnşaallah riya olmaz.

Meğer ki, Risale-i Nur'a, başka bir maksad-ı dünyeviye için girmiş ola. Daha yazılacaktı, fakat bir tevakkuf hali kesti.

Saidnursi r.a kastamonu lahikası 116.mektup

SAKAL-I ŞERİF HAKKIDADIR


Hâtime

Bugün Refet Beyin bir mektubunu aldım. Lihye-i Şerife hakkındaki suali münasebetiyle diyorum ki:

Hadisçe sabittir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Lihye-i Saadetinden düşen saçların taneleri mahduttur. Otuz kırk tane veya elli altmış tane gibi az bir miktarda iken, binler yerde Lihye-i Saadetin saçları bulunması, beni bir zaman çok düşündürdü. O vakit hatırıma gelmiş ki, Lihye-i Saadet, yalnız Lihye-i Şerifin saçlarından ibaret değil. Belki re’s-i mübarekinin tıraş oldukça hiçbir şeyini kaybetmeyen Sahabeler, 2 o nurlu ve mübarek ve daimî yaşayacak saçları muhafaza etmişler. Onlar, binlerdir; şimdiki mevcuda müsâvi gelebilirler.

Yine o vakit hatırıma geldi ki: Acaba her camide bulunan, sened-i sahih ile bu saç Hazret-i Risaletin saçı olduğu sabit midir ki, ona karşı ziyaret makbul olabilsin?

Birden hatıra geldi ki, o saçların ziyareti vesiledir. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma karşı salâvat getirmeye sebep ve bir hürmet ve muhabbete medardır. 1 Vesilelik ciheti o şeyin zâtına bakmaz, vesilelik cihetine bakar. Onun için, eğer bir saç hakikî olarak Lihye-i Saadetten olmazsa, madem zâhir hale göre öyle telâkki edilmiş ve o vesilelik vazifesini yapıyor ve hürmete ve teveccühe ve salâvata vesile oluyor; kat’î senetle o saçın zâtını teşhis ve tayin lâzım değildir. Yalnız, aksine kat’î delil olmasın, yeter. Çünkü telâkkiyât-ı âmme ve kabul-ü ümmet, bir nevi hüccet hükmüne geçer.

Bazı ehl-i takvâ, böyle işlerde, ya takvâ veya ihtiyat veya azîmet noktasında ilişseler de, hususî ilişirler. Bid’a da deseler, bid’a-i hasene nev’inde dahildir. Çünkü vesile-i salâvattır.

Refet Bey mektubunda diyor: “Bu mesele ihvanlar beyninde medar-ı münakaşa olmuş.” Kardeşlerime tavsiye ediyorum ki, inşikaka ve iftiraka sebebiyet veren münakaşa etmesinler. Yalnız müdavele-i efkâr suretinde, nizâsız mübahaseye alışsınlar.

Onaltıncı Lema Efdaliyet Meselesi

Rabian: Sorduğun suallere dair yanımda kitap bulunmadığı için, Hanefî ulemâsının kavillerini ve ehâdîsin rivayetlerini şimdilik bilmiyorum. Fakat bence, böyle efdaliyet meselesinde, kabul-i âmmeyi ihsâs eden âdet-i cemaat medar-ı tercihtir. Âdet-i İslâmiye nasıl gelmiş, o daha efdaldir.

Birinci sualiniz: Eğer Kur’ân okunurken, namazın, tesbihatın tetimmesi ise, kıbleye karşı duranlar, vaziyetlerini bozmamak evlâdır. Yalnız müezzinin önündeki adam arkasını çevirsin, yahut çekilsin. Eğer Kur’ân müstakil olarak okunursa, okuyana karşı teveccüh etmek evlâdır. Hem cihât-ı sitte ile mukayyed olmayan ruh kulağıyla dinleyen adam kıbleye karşı teveccüh etse; ve cismanî kulağıyla dinleyen adam, okuyana karşı teveccüh etse, evlâdır.

İkinci sualiniz: Cemaatin iştiyakına ve okuyanın niyetine göre efdaliyet tahavvül eder. (HAŞİYE)

Üçüncü sualiniz: Üç İhlâs, bir Fatiha, muhtasar bir hatim hükmünde olduğundan ona vakit tahdit edilmez. Her vakitte gayet müstahsendir.

Dördüncü sualiniz:

اَللّٰهُمَّ اَنْتَ السَّلاَمُ وَمِنْكَ السَّلاَمُ تَبَارَكْتَ يَا ذَا الْجَلاَلِ وَاْلاِكْرَامِ
5

kelâmını değil yalnız müezzin, her bir musallî her bir namazın selâmından sonra söylemesi Şâfiîce sünnettir. Hanefîce dahi, müezzin için her namazda sünnet olması gerektir.

Umum ihvanlara selâm ve bayramlarınızı tebrik ediyorum.


(HAŞİYE) : HAŞİYE İkinci sual: Sabah ve akşam namazlarından sonra Sûre-i Haşr’in sonunda هُوَ اللهُ الَّذِى’den başlamak sünnet iken لاَيَسْتَوِى ’den başlanması, efdaliyeti terk olur mu?

5 : “Allah’ım selâm Sensin; selâmet de ancak Sendendir. Mübâreksin, ey Celâl ve İkrâm Sahibi!” Müslim, Mesâcid: 135, 136; Ebû Dâvud, Vitr: 25, 27; Tirmizî, Salât: 108; Nesâî, Sehv: 81, 82; İbn-i Mâce, İkâme: 32; Dârimî, Salât: 88; Müsned: 5:275, 280, 6:62, 184, 235.

Âhiret kardeşiniz

Said Nursî


Bediüzzamandan Fıkhi Tespitler
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri - İçtihad Risalesi

9. a. Selef-i Salihin asrında her şeyin onlara bir muallim hükmüne geçmesi nasıl oluyor?

b. Sahabe zamanındaki sosyal çevrenin yetenekler üzerindeki etkisi ne yönden daha fazlaydi?

c. Peygamber sohbetinin etkisi bu konuda olmuş mudur?


10.a. Sufyan İbni Uyeyne 4 yaşında Kurani hıfz etmistir, alimlerle mubahasa etmistir. Bu zamanın insanı bu yaşlarda siyasete başlamıyor, neden bu zamanın insanı Sufyan'ın zamanına yetisemiyor?

b. Burada bahsedilen siyaset( siyaset ortamı) nedir?

c. Yetiştiği çevrenin insan üzerinde etkisi var mıdır?

d. Günümüz insanı içinde bulundugu toplum tarafından cezalandırılmış denilebilir mi?

11. Günümüzde 10 defa daha fazla zamana ihtiyaç duymanın hikmeti nedir, mükafatı aynı mıdır?


Bir kimsenin, mutlak müctehid seviyesine ulaşmasına zaman imkan vermemektedir.



Daha önce dediğimiz gibi; hakikatin mahiyeti bir olmakla beraber, efradın zımnında tahakkuk ve tecelli tarzı farklı farklıdır. Mesela, ilkokulda da matematik okunur, ama oradan mühendis çıkmaz. Çiçekte sümbül verir, ama ağaç gibi değil. Bir damla da güneşi gösterir, ama deniz gibi gösteremez. Sinek te uçar, ama kartal gibi değil…

Bu asır, dini ilimlerin tahsilinde, Asr-ı Saadete kıyasla ilkokul gibidir.Evet, bu asırda da dini ilimler tahsil edilir, ama o asırdaki müctehidler gibi alimler bu asırda çıkmaz. İlkokulda matematik okunmasına rağmen, mühendisin çıkmadığı gibi...


Yine bu asır, Asr-ı Saadete kıyasla bir çiçektir. Dini ilimler sahasında sünbül verir, ama Asr-ı Saadet ağacı gibi olamaz.Çünkü o asır, nur-u Muhammed s.a.v. toprağından bizzat besleniyordu.

Hem bu asır, Asr-ı Saadet denizine kıyasla bir damladır. Bir damla, denize kıyasla güneşi ne kadar gösterebilirse, bu asır da, o asra kıyasla o kadar ilim güneşine ayna olabilir. Bu asrın alimleri, başta dört mezhep imamı olarak o asrın alimlerine kıyasla, sineğin kartala mukayesesi gibidir. Evet, bunlar da uçar, ama o asrın kartalları gibi değil…

Bediüzzaman hazretleri, bu hakikatin sebebini uzunca beyan etmiştir. Bizler, bu beyanı naklediyoruz:


Nasıl ki, çarşıda mevsimlere göre, birer meta (eşya ve mal) mergub (rağbet edilen) oluyor. Vakit be-vakit (zaman zaman) birer mal revaç buluyor. Öyle de, âlem meşherinde (sergisinde), içtimaiyat-ı insaniye (sosyal hayat) ve medeniyet-i beşeriye çarşısında, her asırda birer meta (eşya) mergub (rağbet edilen) olup revaç buluyor. Sûkunda, yani çarşısında teşhir ediliyor, rağbetler ona celboluyor, nazarlar (bakışlar) ona teveccüh ediyor, fikirler ona müncezib (cezbedilmiş) oluyor. Meselâ: Şu zamanda siyaset metaı ve hayat-ı dünyeviyenin (dünya hayatının) temini ve felsefenin revaçları gibi... Ve selef-i sâlihîn (asr-ı saadet ve sonraki iki asır alimleri) asrında ve o zaman çarşısında en mergub (rağbet edilen) meta, Hâlık-ı Semâvat ve Arz'ın (Göğün ve yerin yaratıcısı olan Allah’ın) marziyatlarını (razı olduğu şeyleri) ve bizden arzularını, kelâmından (Kuran’dan) istinbat etmek (çıkarmak) ve nur-u nübüvvet (peygamberlik nuru) ve Kur'an ile, kapatılmayacak derecede açılan ahiret âlemindeki saadet-i ebediyeyi (ebedi saadeti) kazandırmak vesâilini (vesilelerini) elde etmek idi.


İşte o zamanda zihinler, kalpler, ruhlar, bütün kuvvetleriyle, yerler ve gökler Rabbinin marziyatını (razı olduğu şeyleri) anlamağa müteveccih olduğundan, içtimaiyat-ı beşeriyenin (sosyal hayatın) sohbetleri, muhavereleri (konuşmaları), vukuatları, ahvalleri (halleri) ona bakıyordu. Ona göre cereyan ettiğinden, her kimin güzelce bir istidadı (kabiliyeti) bulunsa, onun kalbi ve fıtratı, şuursuz olarak her şeyden bir ders-i marifet alır. O zamanda cereyan eden ahval (haller) ve vukuat ve muhaverattan (konuşmalardan) taallüm ediyordu (ilim öğreniyordu). Güya her bir şey, ona bir muallim hükmüne geçip, onun fıtrat ve istidadına, içtihada bir istidat (kabiliyet) ihzarını (hazırlığını) telkin ediyordu. Hatta o derece şu fıtrî ders tenvir ediyordu (nurlanıyordu) ki; yakın idi ki, kesbsiz (çalışmadan) içtihada kabiliyeti ola, ateşsiz nurlana... İşte şu tarzda fıtrî bir ders alan bir müstaid (kabiliyeti olan), içtihada çalışmağa başladığı vakit, kibrit hükmüne geçen istidadı (kabiliyeti), "nûrun alâ nur" (nur üstüne nur) sırrına mazhar olur; çabuk ve az zamanda müctehid olurdu.

Amma şu zamanda, medeniyet-i Avrupa'nın tahakkümüyle, felsefe-i tâbiiyenin (pozitivist felsefesinin) tasallutuyla (musallat olmasıyla), şerait-i hayat-ı dünyeviyenin (dünya hayatı şartlarının) ağırlaşmasıyla, efkâr (fikirler) ve kulûb (kalpler) dağılmış, himmet ve inayet inkısam etmiştir (bölünmüştür). Zihinler maneviyata karşı yabanileşmiştir. İşte bunun içindir ki, şu zamanda birisi, dört yaşında Kur'an'ı hıfzedip, âlimlerle mübahase eden (tartışan) Süfyan İbn-i Uyeyne olan bir müçtehidin zekâsında bulunsa, Süfyan'ın içtihadı kazandığı zamana nisbeten, on defa daha fazla zamana muhtaçtır. Süfyan, on senede içtihadı tahsil etmiş (müctehidlik makamına ulaşmış) ise, şu adam yüz seneye muhtaçtır ki tahsil edebilsin. Çünkü Süfyan'ın ibtida-i tahsil-i fıtrîsi (tabi olan ilk tahsili) sinn-i temyiz (beş altı yaşlarında) zamanından başlar. Yavaş yavaş istidadı (kabiliyeti) müheyya olur (ictihada hazır olur), nurlanır, her şeyden ders alır, kibrit hükmüne geçer. Amma onun nazîri (zeka cihetiyle, ona bu asırda benzeyen kişi), şu zamanda -çünkü zihni felsefede boğulmuş, aklı siyasete dalmış, kalbi hayat-ı dünyeviyede (dünya hayatında) sersem olmuş, istidadı (yeteneği) içtihaddan uzaklaşmış- elbette fünun-u hâzırada (günümüzün müsbet ilimleriyye) tevaggulü (uğraşması) derecesinde istidadı (yeteneği) içtihad-ı şer'î (Kurandan ve sünnetten hüküm çıkarma) kabiliyetinden uzaklaşmış ve ulûm-u arziyede (dünyevi ilimlerde) tefennünü (mahareti) derecesinde, içtihadın kabulünden geri kalmıştır. Onun için, "Ben de onun gibi zekiyim, niçin ona yetişemiyorum?" diyemez ve demeye hakkı yoktur ve yetişemez.

Üstad hazretlerinin bu beyanını, lisanına yabancı olanlar için kısaca şöyle izah edebiliriz:


Asr-ı Saadet ve sonraki asır ile, bu asır arasında çok büyük farklar vardır. Bu farklar sebebiyle, bu asırda yaşayan birisi, İ. Azam kadar zeki de olsa, İ. Azam’ın ictihaddaki yeteneğine ulaşması mümkün değildir. Hatta İ. Azam, on senede müctehid makamına çıkmışsa, bu kişinin aynı makama çıkması için 100 seneye ihtiyacı vardır.

Bu asır ile o asrı karşılaştırdığımızda, bunun sebebi anlaşılacaktır. Bu asrın özelliği ve revaç bulan metaı şunlardır:


1. Siyaset


2. Başta rızık olmak üzere dünya hayatının temini


3. Felsefi akımların revaç bulması


4. Tabiatperestlik gibi inkâr fikirleri…


Asr-ı Saadette ise şunlar revaçtaydı ve bütün dikkatler bu noktalardaydı:

1. Allah-u Teâlâ nelerden razıdır?


2. Bizden arzuları nelerdir?


3. Bize karşı emir ve buyrukları nedir?


4. Kendimizi O’na nasıl sevdiririz?


5. Ebedi saadeti kazandıracak vesileler nelerdir?


6. Falan ayetin manası nasıldır ve bundaki murad-ı ilahi nedir?


7. Peygamberimiz (sav) falan hadisiyle ne demek istemiş ve neyi murad etmiştir?


8. Kuran ve hadisleri anlamada aşırı bir gayret ve ciddi bir himmet…


İşte o asır çarşısında, bu mallar revaçta olduğu için, bütün sohbetler ve konuşmalar bu noktalarda olurdu. Bu sebeple, ictihad yapmaya yeteneği olan birisi, her şeyden ve her konuşmadan, tabi bir ders alırdı. Her şey ona bir muallim hükmüne geçerdi. Adeta onun kabiliyeti kibrit gibi olur, bir çakmakla yanardı.



Ama bu asır, değil kabiliyeti yakacak özellikte olması, kabiliyetleri köreltecek özellikleri içinde barındırmaktadır. Bu asrın insanının aklı siyasete dalmış, zihni felsefede boğulmuş, kalbi dünya hayatıyla sersem olmuş ve ictihad kabiliyetinden uzaklaşmıştır. Bu sebeple, “Ben de onun gibi zekiyim, niçin ona yetişemiyorum?” diyemez ve demeye de hakkı yoktur ve yetişemez.


Mesela, muhtemelen İ. Azam hazretleri daha bebekken, bulunduğu odada devamlı Kuran okunur ve odanın bir köşesinde ayet ve hadislerin manasıyla ilgili sohbetler yapılırdı. Bu asırda dünyaya gelmiş, İ.Azam kadar zeki olan birisinin başında ise Kuran’a bedel, ninni okunmakta, odasının bir köşesinde siyaset sohbetleri, diğer köşesinde rızık telaşı ve dünya hayatının temini sohbetleri ve bir diğer köşesinde de felsefi konular konuşulmaktadır. İşte İ.Azam ile, bu asırdaki İ. Azam zekasındaki kişi, böyle iki farklı mecliste büyümekte, birisi her vakit Kurana müteallik meseleleri işitirken, diğeri dünyevi ve siyasi konuşmalara şahitlik yapmaktadır.



Bu sebeple de birisinin ictihad etme yeteneği gelişirken ve on senede müctehidlik makamına ulaşırken, diğerinin ictihad yeteneği körleşmekte ve yüz senede bile müctehidlik makamına ulaşamamaktadır. Bunun sebebi, İ.Azam’a herkes ve her şey bir muallim olurken, bu asırdaki emsaline herkes ve her şey bir muallim değil, ictihad kabiliyetini körelten bir sebep olmuştur. O asrın bereketiyle İ. Azam ve emsallerinde ictihad yapmak fıtrî bir hal alırken, bu asırdaki emsallerinde bu fıtrîlik kaybolmuştur. Bu meseleyi şu misalle anlayabiliriz:


Yüzmek, balık için fıtrî bir iştir. Bir balık doğar doğmaz yüzmeye başlar. Yüzmek, insan için ise fıtrî bir iş değildir. İnsan yüzmeyi çabalamak ile öğrenir ve çalıştıkça ilerler. Ama ne kadar da iyi yüzse, bir balık ile yüzme yarışına giremez. Çünkü yüzme, balığın fıtrî bir amelidir. Aynen bunun gibi, ictihadı bir denize benzetirsek, selef-i salihin alimleri, o denizin balığı hükmündedir ve fıtrî bir şekilde o denizde yüzerler, yani ictihad yaparlar. Bu asrın insanı ise, ictihad denizinde bir balık değil, bir insandır. Ne kadar da ilim tahsil etse ve alim olsa, ictihad denizindeki balık hükmündeki selef-i salihin müctehidleriyle yarışamaz ve onlara yetişemez. Belki bu kişi, bu asırdaki diğer insanlardan daha iyi yüzebilir, yani daha çok şey anlar ve daha iyi yorumlar; fakat insanın yüzme konusunda balıkla yarışamayacağı gibi -çünkü yüzmek, balığın fıtrî bir fiilidir- o da, ictihad konusunda, İ. Azam ve emsalleriyle yarışamaz.


Ya da, ictihadı havaya benzetirsek, İ.Azam ve emsalleri, bu havanın kuşudur. Bir kuş için uçmak nasıl fıtri bir amel ise, bu zatlar için de ictihad yapmak, kuşun uçması gibi fıtri bir ameldir. Bu asrın insanı ise kuşa değil, Hazerfan Çelebi’ye benzer. Evet o da kanat takarak uçar, ama kuşlar gibi uçamaz. Eğer, “Ben de kuşum” dese, kendine kargaları bile güldürür.


ilmedavet.com

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri - İçtihad Risalesi

DÖRDÜNCÜSÜ
Nasıl ki bir cisimde, neşv ü nemâ için, tevessü' meyli bulunur. O meyl-i tevessü' ise-çünkü dahildendir-vücud ve cisim için bir tekemmüldür. Fakat, eğer hariçte tevsî için bir meyil ise, o vücudun cildini yırtmaktır, tahrip etmektir; tevsî değildir. Öyle de, İslâmiyetin dairesine selef-i sâlihîn gibi takvâ-i kâmile kapısıyla ve zarûriyât-ı diniyenin imtisâli tarîkıyla dahil olanlarda meylü't-tevessü' ve irâde-i içtihad bulunsa; o kemâldir ve tekemmüldür. Yoksa, zarûriyâtı terk eden ve hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye tercih eden ve felsefe-i maddiye ile âlûde olanlardan olan o meylü't-tevsî ve irâde-i içtihad, vücud-u İslâmiyeyi tahrip ve boynundaki şer'î zincirini çıkarmaya vesîledir.





12. Bu paragrafın izahı...
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri - İçtihad Risalesi

DÖRDÜNCÜSÜ
Nasıl ki bir cisimde, neşv ü nemâ için, tevessü' meyli bulunur. O meyl-i tevessü' ise-çünkü dahildendir-vücud ve cisim için bir tekemmüldür. Fakat, eğer hariçte tevsî için bir meyil ise, o vücudun cildini yırtmaktır, tahrip etmektir; tevsî değildir. Öyle de, İslâmiyetin dairesine selef-i sâlihîn gibi takvâ-i kâmile kapısıyla ve zarûriyât-ı diniyenin imtisâli tarîkıyla dahil olanlarda meylü't-tevessü' ve irâde-i içtihad bulunsa; o kemâldir ve tekemmüldür. Yoksa, zarûriyâtı terk eden ve hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye tercih eden ve felsefe-i maddiye ile âlûde olanlardan olan o meylü't-tevsî ve irâde-i içtihad, vücud-u İslâmiyeyi tahrip ve boynundaki şer'î zincirini çıkarmaya vesîledir.



12. Bu paragrafın izahı...


1. Maddi medeniyetin çöküşü dönemlerinde değişim dıştan zorlandığı için yapılacak “içtihat” din ameli bir hayata yansıması ihtimali düşüktür. Çeşitli gerilimlerle sürüklenen bir ruha hiçbir içtihat yetmeyecektir. Merak, eylem ve fiilin beraberinde getirdiği genişlemenin ortaya koyduğu problemleri aşmak için yapılacak içtihadın anlamı başka, tam tersi—artık hangi nedenden kaynaklanmışsa—maddi ve manevi yılgınlığın bütün unsurlarıyla kök saldığı şartlarda yapılacak içtihadın anlamı çok daha başkadır.



İleri sürülen argüman bireysel plana aktarıldığında şunları söylemek mümkündür:



Dinin zaruri olan kısmına imtisalde bir lakaydlığın olduğu, dünya hayatını ahiret hayatına tercih edildiği zamanlarda içtihad gayretinin kökü içte değil—ki zamanımızda durum bundan farklı değildir—dıştadır.



Kast edilen mana, şu atıfla daha da billurlaşmış olacaktır: “Nasıl ki, bir cisimde, neşv ü nemâ için tevessü’ meyli bulunur. O meyl-i tevessü’ ise—çünkü dahildendir—vücud ve cisim için bir tekemmüldür. Fakat, eğer hariçte tevsî için bir meyil ise, o vücudun cildini yırtmaktır, tahrip etmektir; tevsî değildir.” 27. Söz



Bir kavmin (mesela bir Müslüman toplumun) kendisini değiştirmeden; herhangi bir dönemde (mesela hasseten, 12. yüzyılda ya da 19. asırda) kendisiyle ilgili olarak yapılacak içtihadın ne anlamı olabilir(di)? Hatta böyle dönemlerde içtihada (yorum) ne kadar gerek vardır?



12. yüzyıldan sonra İslam’da içtihat kapısı kapatıldığı için Müslümanların bir türlü kendisine gelemedikleri harcıalem bir fikir olarak her türlü mahfilde tekrar edilir durur. Böyle bir yargı en iyi halde ancak kısmen doğrudur. Başka ne olabilirdi ki; yapılacak bir bina (ihtiyacı) yok iken—niçin olmadığı ayrı bir konu—yeni bir bina planı niçin yapılmadı, yeni bir mühendis niçin çıkmadı diye sızlanmak ne ölçüde doğrudur?



Olmayanın; varolsa bile, kabul edilmeyenin üzerinde niçin akıl yorulmadı diye enikonu hayıflanmak gerçeği incitecek kadar üstünkörülüğe dayalı bir yanlış algılama biçimidir. Bu bakımdan, o dönemlerle ilgili, sureta doğru ama gerçekte tashihe muhtaç yargılarının başında içtihat kapısının kapatılması meselesi gelir.


Hayat, hareket, inşa ve açılım oldukça ya da felaketler son haddine vardıkça, ancak o vakit yorum, psikolojik ve sosyolojik bir kaçınılmazlık haline gelir.12. yüzyıldan sonra genel anlamda içtihat yoksa bu ikisi olmadığı içindir.



Söz konusu devirler itibarıyla, az-çok siyasi istikrarın sağlanmış olması; içe dönmenin, kapanmanın yollarını açmış; siyasi, kültürel dinamizm yitirildiği için de içtihadın genişletici, yön verici, potansiyeli açığa çıkmamıştır...



Tarık Ş. NİŞANCI
Koprudergisi.com




2. Nazarî olarak içtihad faaliyetinin, yerine göre tekemmüle, yerine göre tahribe karşılık geldiğini söyleyen Bediüzzaman, günümüzde işin amelî boyutu ile ilgili ciddi çekince ve mânialar dile getiriyor. Geçen yazıda bunlara bir nebze değinmiştik. Yalan konusundaki tavrının, muvakkat fetvayı daha da esneterek genişletmek şeklinde değil de, mevcut su-î istimâlden ötürü daraltmak biçiminde teşekkül ettiğini biliyoruz. Nâdiren içtihad yapan biridir Bediüzzaman ve bu azlardan az tasarruflar da, ‘kitabına uydurmayı’ değil, ‘kitaba uymayı’ tahkim eden türdendir.



Onun zihninde, haricî etkilerin tetiklemesi ile gerçekleşen ve özü tahrif eden bir içtihad çabasının hiçbir ilmî kıymeti yoktur. Bünyenin içinden gelen bir taleple, mesela nevzuhur bir mesele hakkında murâd-ı İlâhî’nin ne olduğunu tesbit adına içtihad edilmesine ise elbette itirazı yoktur.

Murat TURKER
Karakalem.net

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri - İçtihad Risalesi

BEŞİNCİSİ
Üç nokta-i nazar, şu zamanın içtihadâtını, arzıye yapar, semâvîlikten çıkarıyor. Halbuki, şeriat semâviyedir; ve içtihadât-ı şer'iye dahi onun ahkâm-ı mestûresini izhâr ettiğinden, semâviyedirler.



Birincisi:

Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise, tercihe sebeptir, icâba, icada medâr değildir. İllet ise, vücuduna medârdır. Meselâ, seferde namaz kasredilir, iki rekât kılınır. Şu ruhsat-ı şer'iyenin illeti seferdir, hikmeti ise meşakkattir. Sefer bulunsa, meşakkat hiç olmasa da namaz kasredilir. Çünkü, illet var. Fakat, sefer bulunmasa, yüz meşakkat bulunsa, namazın kasredilmesine illet olamaz.



İşte şu hakikatin aksine olarak, şu zamanın nazarı ise, maslahat ve hikmeti illet yerine ikâme edip, ona göre hükmediyor. Elbette böyle içtihad arzıyedir, semâvî değildir.


İkincisi:

Şu zamanın nazarı evvelâ ve bizzat saadet-i dünyeviyeye bakıyor ve ahkâmları ona tevcih ediyor. Halbuki, şeriatın nazarı ise evvelâ ve bizzat saadet-i uhreviyeye bakar, ikinci derecede-âhirete vesîle olmak dolayısıyla-dünyanın saadetine nazar eder. Demek, şu zamanın nazarı ruh-u şeriattan yabânîdir. Öyle ise, şeriat nâmına içtihad edemez.



Üçüncüsü:

b610.gif
kaidesi, yani, "Zarûret haramı helâl derecesine getirir." İşte şu kaide ise, küllî değil. Zarûret, eğer haram yoluyla olmamış ise haramı helâl etmeye sebebiyet verir. Yoksa, sû-i ihtiyârıyla, gayr-i meşrû sebeplerle zarûret olmuş ise, haramı helâl edemez, ruhsatlı ahkâmlara medâr olamaz, özür teşkil edemez. Meselâ, bir adam sû-i ihtiyârıyla, haram bir tarzda kendini sarhoş etse, tasarrufâtı ulemâ-i şeriatça aleyhinde câridir, mâzur sayılmaz. Tatlîk etse, talâkı vâki' olur. Bir cinâyet etse, ceza görür. Fakat, sû-i ihtiyârıyla olmazsa, talâk vâki' olmaz, ceza da görmez. Hem meselâ, bir içki mübtelâsı, zarûret derecesinde mübtelâ olsa da diyemez ki, "Zarurettir, bana helâldir."



İşte, şu zamanda zarûret derecesine geçen ve insanları mübtelâ eden bir beliyye-i âmme sûretine giren çok umûrlar vardır ki, sû-i ihtiyârdan, gayr-i meşrû meyillerden ve haram muâmelelerden tevellüd ettiklerinden, ruhsatlı ahkâmlara medâr olup, haramı helâl etmeye medâr olamazlar. Halbuki, şu zamanın ehl-i içtihadı, o zarûrâtı ahkâm-ı şer'iyeye medâr yaptıklarından, içtihadları arzıyedir, hevesîdir, felsefîdir; semâvî olamaz, şer'î değil. Halbuki, semâvât ve arzın Hâlıkının ahkâm-ı İlâhiyesinde tasarruf ve ibâdının ibâdâtına müdâhale ve o Hâlıkın izn-i mânevîsi olmazsa, o tasarruf, o müdâhale merduddur.



Meselâ, bâzı gâfiller, hutbe gibi bâzı şeâir-i İslâmiyeyi Arabîden çıkarıp her milletin lisâniyle söylemeyi iki sebep için istihsan ediyorlar.



Birincisi: "Tâ siyâset-i hâzıra avâm-ı Müslimîne de o sûretle tefhim edilsin." Halbuki, siyâset-i hâzıra, o kadar çok yalan ve hile ve şeytânât, içine girmiş ki, vesvese-i şeyâtîn hükmüne geçmiştir. Halbuki, minber, vahy-i İlâhînin tebliğ makamı olduğundan, o vesvese-i siyâsiyenin hakkı yoktur ki o makam-ı âlîye çıkabilsin.



İkinci sebep: "Hutbe, bâzı suver-i Kur'âniyenin nasihatları anlaşılmak içindir." Evet, eğer millet-i İslâm, İslâmiyetin zarûriyâtı ve müsellemâtı ve mâlûm olan ahkâmını ekseriyet itibâriyle imtisâl edip yerine getirseydi, o vakit nazariyât-ı şer'iye ve mesâil-i dakîka ve nasâyih-i hafiyeyi anlamak için, bildiği lisân ile hutbe okunması ve suver-i Kur'âniyenin - eğer mümkün olsaydı - tercümesi Haşiye belki müstahsen olurdu.



Fakat, namaz, zekât, orucun vücûbu ve katl, zinâ ve şarabın haramiyeti gibi mâlûm olan ahkâm-ı kat'iye-i İslâmiye mühmel kalıyor. Avâm-ı nâs, onların vücûbunu ve haramiyetini ders almaya muhtaç değiller. Belki teşvik ve ihtar ile o ahkâm-ı kudsiyeyi hatırlatıp, İslâmiyet damarını ve İmân hissini tahrik etmekle imtisâllerine teşvik ve tezkire ve ihtara muhtaçtırlar. Halbuki, bir âmî ne kadar câhil dahi olsa, Kur'ân'dan ve hutbe-i Arabiyeden şu meâl-i icmâliyeyi anlar ki:



"Herkese ve bana mâlûm olan imânın rükünlerini ve İslâmiyetin umdelerini hatip ve hâfız ihtar ediyor ve ders veriyor, okuyor" der; kalbinde onlara karşı bir iştiyak hâsıl olur. Acaba kâinatta hangi tâbirât var ki, Arş-ı âzamdan gelen Kur'ân-ı Hakîmin i'câzkârâne, müfehhimâne ihtarlarına, tezkirlerine, teşviklerine mukabil gelebilsin?



Haşiye: İ'câza dâir Yirmi Beşinci Söz, Kur'ân'ın hakiki tercümesi mümkün olmadığını göstermiştir.






13. a. İçtihadda hakim olması gereken bakış açısı dünya mı, ahiret mi?


b. Arzi ve semavi içtihad nedir?


c. Bu zamanın içtihadı arzi mi, semavi midir? Neden?




14. Üstadın şu ifadelerini biraz açabilir misiniz? “Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise, tercihe sebeptir; icaba, icada medar değildir. İllet ise, vücuduna medardır. Meselâ seferde namaz kasredilir, iki rekât kılınır....




15. İşte, şu zamanda zarûret derecesine geçen ve insanları mübtelâ eden bir beliyye-i âmme sûretine giren çok umûrlar vardır ki, sû-i ihtiyârdan, gayr-i meşrû meyillerden ve haram muâmelelerden tevellüd ettiklerinden, ruhsatlı ahkâmlara medâr olup, haramı helâl etmeye medâr olamazlar. Bu kısmı izah edebilir misiniz?




 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri - İçtihad Risalesi

13. a. İçtihadda hakim olması gereken bakış açısı dünya mı, ahiret mi?


b. Arzi ve semavi içtihad nedir?


c. Bu zamanın içtihadı arzi mi, semavi midir? Neden?


1. İçtihad edene müçtehid denir. İçtihad kapısı kapanmamıştır. Fakat içtihad bir ehliyet işidir. Ehliyeti olmayan içtihad yapamaz.Ehliyetli olan da yeni meselelerde sırf Allah`ın rızasını bulmak ve insanların ahiret endişesine yardımcı olmak gayreti ile içtihad yapabilir. Yoksa daha çok dünyevileşmek, gafleti daha çok artırmak veya teşvik etmek, dünya hayatını daha çok kolaylaştırmak ve insanların her bahanesini zaruret saymak için içtihad yapılmaz.

Yani sebep dünyevi değil, uhrevi; arzi değil, semavi olmalı; gaye `Dünyada daha rahat nasıl yaşarım?` değil, `Allah`ın rızasını daha iyi nasıl kazanırım?` endişesi olmalı. Yoksa yapılan şey içtihad değil, zihinleri yormak, akılları bulandırmak, insanları batıla yönlendirmek ve istikameti yanlışa çevirmek olur.

İçtihadın geçerli olması için iki şart vardır:

1- İçtihadı ehliyetli kimselerin yapması.

2- İçtihadın, ihtiyaç duyulan bir meselede yapılmış olması.


Eğer ehliyetli olmayan birisi içtihad yaparsa veya içtihadın caiz olmadığı bir meselede içtihad yapılırsa böyle içtihad geçerli olmaz. Yapan mazur sayılmaz, hata yaparsa mes`ul olur. Mesela:

Namazın beş vakit olduğu ile ilgili Kur`an-ı Kerim ve sünnette yeterli derecede deliller varken ve bu konuda selef alimleri, yani müçtehid imamlar en güvenilir şekilde içtihad yapmışlar ve meseleyi sağlam ve sahih biçimde tesbit etmişlerken, bu konuda yeni bir içtihada ihtiyaç yokken, kalkıp namazın üç vakit olduğunu söylemek veya ilgili şartları görmezden gelip, her yerde ve her şekilde üç vakit kılınabileceğini ileri sürmek içtihad yapmak değil, cerbeze yapmaktır. Mesela:

Kurban bayramında hangi hayvanlardan, hangi şartlarla, kimlerin, nasıl ve hangi niyetle kurban keseceği kitap ve sünnette belirli iken ve konuyu selef alimleri yeterli derecede etüd etmişler ve konu hakkında sıhhatli biçimde içtihad yapmışlarken ve bu içtihadlar tüm Müslümanlarca bin yıldan beri itirazsızca ve tereddütsüzce uygulana gelmiş ve bir uygulama birliği sağlanmışken;
kurban bayramına yakın günlerde kalkıp, aslında fakirlere para verilmesinin kurban yerine geçeceğini; ülke borç batağında iken kurban kesmenin bir kişisel borç olmadığını; tavuktan, hindiden, horozdan ve ceylandan da kurban kesilebileceğini, hacda kurban kesmenin gerekli olmadığını…vs. ileri sürmek ve selef alimlerince tamamen tartışılmış ve karara bağlanmış meselelerde yeniden fikir ibraz etmek, yeniden ve hem de bol keseden delilsiz biçimde atmak içtihad şöyle dursun, fitneden başka bir şey değildir.

Aynı şekilde ehliyetsiz ağızlar ve ilimsiz kafalar tarafından ezanın Türkçe okunabileceğinin ileri sürülmesi, namazın açık saçık kılınabileceğinin iddia edilmesi, namazı kişisel/günübirlik dua ile karıştırıp namazda ana dilin yeterli olduğunun iddia edilmesi, başörtüsünün kadınlara farz olmadığının ileri sürülmesi içtihad değil, ancak dalalet olabilir, fikir sapıklığı olabilir, haddini bilmezlik olabilir....

.....Hikmetle illeti karıştıracak, dünya saadetini ahiret saadetinin önüne koyacak ve haram yoluyla gelen zorunlulukları zaruret sayacak derecede içtihat usulünü bilmeyen kimselerin yaptıkları içtihatlar dünyevi olur, vahiy nezdinde makbuliyet şartlarını taşımaz ve netice olarak dinen geçerli olmaz...


Süleyman KÖSMENE
Yeniasya


2. Şeriat semavidir. Onun örtülü hükümlerini ortaya çıkaran içtihadın da semavi olması gerekir. Semavilikten kasd, yapılan içtihadın içine, Allah rızasını aramaktan başka her hangi bir dünyevi kaygının karışmamış olmasıdır. Günümüz içtihadları Ona göre üç noktadan semavi değil, arzi özellikler göstermektedir. Bunları Bediüzzaman'ın eserinden tafsili bir iktibasla ele alalım:

a- Bir hükmün illeti ayrıdır, hikmeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat tercihe sebeptir, icaba (vacip kılınmaya ) hükmün vücuduna sebep değildir. İllet ise hükmün vücuduna sebeptir.

Hüküm, ameli, fer'i ve şer'i bir konuda, Şariin, (Şeriat koyucunun) mükelleflerin fiillerine ilişkin hitabından ibarettir. Şariin hitabından maksat, Allah tarafından fiillere verilen haram, helal, farz, vacip gibi değerlerdir. Haram, bir işin kesin olarak yapılmamasını; farz da kesin olarak yapılmasını gerektirir. Namaz, zekat, oruç, hacc farz bir hükme konudur. Yetim malı, domuz eti, sarhoşluk veren meşrubat ise haramın konusudur. Bunlara teklifi hükümler denir. Vacip, mendup, mekruh ve mübah teklifi hükmün kısımlarındandır.

Bir işin yapılması ya da yapılmamasını her hangi bir şarta bağlayan hükümlere de vaz'i hüküm denir. Orucun Ramazan hilalinin görülmesine bağlanması gibi. Namaz kılmakta abdestin, nikahın geçerli olmasında şahidin, miras için varisin hayatta olması gerekmesi, namaz için kıbleye dönülmesinin şart olması gibi hükümler de buna girer.

Hikmet,—Şari' tarafından—bir hükmün verilmesinde gözle görülür bir menfaatin sağlanması veya zararın defedilmesidir. Şari' emir veya nehyederken bunları kasdetmiş olmalıdır. Hikmet hükmün verilmesinde asıl sebep değildir.
İllet ise, açık ve belirli bir vasıftır, her zaman olmasa da, çoğu hallerde hikmet bu vasıfta gerçekleşir...

...İllet, açık ve bir şeyi ispat etmek için elverişli olmalıdır. Nesebin sübutu için illet, karı-kocalık bağının bulunması veya ikrardır. Küçüklük mal üzerinde diğerinin velayet hakkının illetidir. Bunlar zahir vasıftır. İlletin bir diğer vasfı da belirliliktir. Sarhoş etme hamr'ın (içki) haram kılınışının illetidir. Çünkü hamr, normal olarak sarhoş edici olup onun bu vasfı değişmez...

...Konuyla ilgili bir başka misal: Yolculukta namazın kısa tutulmasının illeti seferdir. Hikmeti ise meşakkattir. Meşakkat ve sıkıntı olmasa da namaz kısa tutulur. Çünkü Şari' hükümleri hikmetlere değil, hikmetleri de gerçekleştirecek olan illetlere bağlamıştır. (6) Günümüz insanı hükümlere hikmet ve illetin yerlerini değiştirmek suretiyle bakıyor. Bu da, içtihadın semavilik vasfını kaybetmesine sebeptir.

b- Günümüzde insanlar dünya saadetini birinci hedef olarak kabul etmiştir. Hükümleri de ona yöneltiyor. Şeriatın nazarı ise, evvela ve bizzat uhrevi hayata bakar. Dünya saadetine, ahiretin vesilesi olması yönüyle ve ikinci derecede önem verir. Demek ki şu zamanın bakışı şeriatın ruhuna yabanidir. Öyle ise şeriat namına içtihad edemez.

c- Bediüzzaman'a göre 'yanlış zaruret anlayışı' da içtihadları arzileştiren bir durumdur. "Zaruret haramı helal derecesine getirir" prensibi umumi değildir. Zaruret, eğer haram yolu ile olmamışsa, haramı helal etmeye sebeptir. Su-i ihtiyarla, gayr-i meşru' sebeplerle zaruret olmuşsa, haramı helal etmez; ruhsatlı hükümlere vesile ve özür teşkil edemez.

Mesela, içkiyle sarhoş olan adamın yaptığı işler aleyhine cereyan eder. Sarhoşken karısını boşasa, geçerlidir; bir çeke imza atsa, parayı öder; birisini öldürse, ceza görür. İçkiye müptela olan bu adam, "içki içmeyince düşünemiyorum, zaruret var içmem lazım" diyemez.

Yanlış zaruret ve ruhsat anlayışı, "dünyevi saadeti hayatın gayesi yapan" Batı medeniyetinin, ruhlarımıza sinmesi sonucudur. Yani, ahiret ve imanı elmas olarak bilen birçok Müslüman, adi birer şişe hükmündeki dünyevi işleri dine tercih etmektedir. Halbuki, küçük bir ihtiyaç ve nefsani dünyevi bir heves, tamah, hafif bir korku, haramı helal haline getiremez. Bu tür saiklerin sevkettiği ruhsat anlayışı ahmakçasına bir cehalet ve hasarettir. Sahibini tokata müstehak eder. (7)


6. Ebu Zehra, age., s. 204-206.
7. Nursi, Sözler, 27. Söz; Emirdağ Lahikası-II, s. 456.



risaleinurenstitusu.org
 
Üst