Degmeden Dokunmak?..

Yaakarii

Member
Başlıgın aslı ''Mübaşeretsiz Tasarruf''.Çok çok güzel bir temsil ve çok çok güzel bir yazı. ;) Kardeşlerin çok işine yarar çok :)


“Cenâb-ı Hakk’ın mahlukatındaki tasarrufu, yalnız bir emir ve irade ile olur. Bizzât mübaşereti yoktur. Şemsin kâinatı tenvir ettiği gibi.” Mesnevî-i Nuriye

Güneşin maddesi yeryüzündeki eşya ile temasta değildir, ama onun maddeden bir derece uzak olan ışığı, eşya ile temas edebilmekte ve onları aydınlatmaktadır. Güneş, “tenvir” fiilini eşya ile temas etmeksizin icra ettiği gibi, cazibesiyle de bütün gezegenlerini yine dokunmaksızın çekip çevirir.
Bir ismi Nur ve bütün isimleri ve sıfatları nuranî olan Allah’ın, mahlukat âlemindeki her türlü icraatı ve ilâhî sıfatların eşyadaki bütün faaliyetleri elbette mübaşeretsizdir.

Dokunma denilince bir maddenin bir başka maddeye temas etmesi hatıra gelir.
Kitabı elimize alır, açar ve okumaya başlarız. Kitap da maddedir, el de. Ve burada bir mübaşeret söz konusudur. Kitabı okurken göz nurumuz satırlarda dolaşır, ama buna mübaşeret (dokunma) denmez. Aklımız da ondaki mânâlarla uğraşır, ama dokunmaksızın. Çünkü mânâ âlemi de, akıl da maddeden uzaktırlar.
Yer çekimi bizi yeryüzüne bağlar, fakat dokunarak değil. Mıknatıs da çiviyi dokunmadan çeker.

Dokunmadan iş görmenin en büyük örneğini insan ruhunda buluyoruz. Biz ruhumuzdaki kuvvet sıfatıyla eşyayı kaldırırız, ama eşyaya dokunan o sıfat değil, ellerimizdir.

Bir cümleyi ezberlediğimizde ondaki kelimeler hafızamızda kaydedilir, yine dokunmaksızın.

Meleklerin bizim amellerimizi yazmaları da dokunmaksızın ve temassızdır.

Okunma Sayısı : 464

Alaaddin Başar (Prof. Dr.)
 

Sergerdan

Well-known member
-alıntıdır-

"...her bir tohum ve çekirdekler, kâf nûn tezgâhından çıkan birer latîf sandukçadır." 26. Söz



Kaf, nun tezgahı: Cenab-ı hak kainatı yaratırken ve idare ederken insanlar gibi meşgul olmaz. Meşguliyet Allah için muhaldir. Cenab-ı hakkın kâinatla ve mahlûkatla münasebeti, alakası ve müessiriyeti; emir, irade ve ilmi beraber ihtiva eden “kün” emrine bakar.

“Kün” emri ise; Arapça “ol” demektir. Yani Allah bir şeyi murat ederse, o şeyin yokluktan varlığa çıkması için “kün” emri kâfidir. “Kün” ise; Arapça olup kaf ve nun harflerinden meydana gelir.

İşte üstadımız mahlûkatın yaratılışında ( dokunuşunda ) esas olan “kün” emrini nazara verirken, iki harf olan kaf ile nun’u mekik kabul ediyor.

Bu iki harften oluşan “kün” emrine de kaf, nun’dan müteşekkil tezgâh diyor. Bu tezgâhlarla mahlûkat dokunuyor.

Sorularla Risaleinur
 

Yaakarii

Member
-alıntı-

Allah’ın yaratmayı dilediği şeye, ‘ol!’ diye emretmesi ve onun da böylece varlık sahasına çıkması

Maddeden münezzeh olan Cenab-ı Hakk’ın, kâinattaki tasarrufları ve icraatları mübaşeretsizdir, yani temas etmeksizin, dokunmaksızın işler görülür. Mesela, bir ustanın evi yapması mübaşeret iledir. Bir komutanın bir emirle orduları harekete geçirmesi ile mübaşeretsizdir.

Büyük Müfessir Fahreddin-i Râzi Ol! emri hakkındaki değişik te’villeri sıralar ve en kuvvetli te’vil olarak şunu kaydeder:
“Cenâb-ı Hakk’ın “ol” demesinden maksat, eşyanın yaratılmasında İlâhî kudretin sür’atle nüfuz ettiğini göstermektir. Bir de bu, Hak Teâlânın eşyayı deneme-yanılma olmaksızın yarattığını gösterir.”

Bediüzzaman, “Eşya fena ve zevale (fâni olmaya ve yok olmaya) gitmiyor, daire-i kudretten daire-i ilme geçiyorlar” der. Yaratılmadan önce her şey Allah’ın ilim dairesinde mevcut idi. Bu şeylerden hangisinin yaratılmasını irade etmişse, onu ilim dairesinden kudret dairesine geçirmiş; yâni var etmiştir. İşte “ol” emri ilim dairesindeki bu eşyaya verilmektedir. Yâni Allah’ın onları yaratmayı irade etmesi ve onların da böylece varlık sahasına çıkışları sanki bir emirle olmaktadır.

O halde, kün (Ol!) emri bir temsildir. “İlim dairesinden kudret dairesine geç!” mânâsını ifade eder.

Kün emriyle ilgili âyet-i kerimelerden iki misal:
“Allah, göklerin ve yerin mübdii’dir(onları önceden hiçbir örneği bulunmaksızın yaratandır) Bir şeyin olmasını isteyince ona sadece ol der, o da oluverir. ”(Bakara Sûresi,117)

Burada ol emri, kudretin hemen faaliyete geçmesi mânâsına gelir. Bu emrin tevilini İslâm âlimlerimiz böyle yapmışlardır. Tıpkı, “Her şeyin melekûtu O’nun elindedir.” âyetindeki el tabirini, kudret olarak tefsir ettikleri gibi, bu ol emrini de yine kudret ve irade olarak tefsir etmişlerdir. Ve bundan murat, “Allah’ın dilediği şeyin hiçbir engel olmaksızın hemen meydana gelmesidir.” demişlerdir.

Diğer bir âyet-i kerime:
“Doğrusu Allah indinde İsa’nın meseli, Âdem meseli gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra ‘ol’ dedi, o da oluverdi.” (Âl-i İmran Sûresi, 59)

Önce topraktan yaratılan Âdem babamıza daha sonra ol emrinin verilmesi “ruhun üflenişine” işarettir ve ruhun emir âleminden olduğunu gösterir. Önceden bedenin yaratılışı gibi bir madde ve müddete ihtiyaç kalmadığını ifade eder.
Bahsimize konu olan bu âyet-i kerime akla ayri bir ufuk açmaktadır. Önce topraktan Hz.Âdem yaratılıyor ve sonra ona ol emri veriliyor. Bu emirle Hz. Âdem’in topraktan inşa edilen cesedi ruha, hayata kavuşuyor. Zaten var olan bir nesneye yeniden ol emri verilmesi, onun yeni bir şekle girmesi demektir. Nitekim bu emir, “Canlı bir mahluk kesil.” şeklinde tefsir edilmiştir.

Buna göre, hidrojen ve oksijen bir ol emriyle su olmuşlardır. Aldığımız gıdalar bir süre sonra insan hücresi olurlar, yine ol emriyle.

Misaller çoğaltılabilir.
 

Sergerdan

Well-known member
kh20156ttdv0.jpg



Hem, bir şeyin kuvvet ve zaafça merâtibi, o şeyin içine zıddının müdâhalesidir. Meselâ, hararetin derecâtı, soğuğun müdâhalesidir; güzelliğin merâtibi, çirkinliğin müdâhalesidir; ziyânın tabakâtı, karanlığın müdâhalesidir. Fakat, birşey zâtî olsa, ârızî olmazsa, onun zıddı ona müdâhale edemez. Çünkü, cem'-i zıddeyn lâzım gelir. Bu ise, muhâldir. Demek asıl, zâtî olan bir şeyde merâtib yoktur. Mâdem, Kadîr-i Mutlakın kudreti zâtîdir, mümkinât gibi ârızî değildir ve kemâl-i mutlaktadır. Onun zıddı olan acz ise, muhâldir ki, tedâhül etsin. Demek, bir baharı halk etmek, Zât-ı Zülcelâline bir çiçek kadar ehvendir. Eğer esbâba isnad edilse, bir çiçek, bir bahar kadar ağır olur. Hem, bütün insanları ihyâ edip haşretmek, bir nefsin ihyâsı gibi kolaydır.
 

Yaakarii

Member
Kudret-i Ezeliye, Zât-ı Akdes-i İlâhiyenin lâzıme-i zarûriye-i zâtiyesidir. Yani, bizzarûre zâtın lâzımesidir; hiçbir cihet-i infikâki olamaz. Öyle ise, kudretin zıddı olan acz, o kudreti istilzam eden zâta bilbedâhe ârız olamaz; çünkü, o halde cem-i zıddeyn lâzım gelir. Mâdem acz, zâta ârız olamaz; bilbedâhe, o zâtın lâzımı olan kudrete tahallül edemez. Mâdem acz, kudretin içine giremez; bilbedâhe, o kudret-i zâtiyede merâtib olamaz. Çünkü, herşeyin vücud merâtibi, o şeyin zıdlarının tedâhülü iledir. Meselâ, hararetteki merâtib, burûdetin tahallülü iledir; hüsündeki derecât, kubhun tedâhülü iledir ve hâkezâ kıyas et.

Fakat, mümkinâtta hakiki ve tabiî lüzûm-u zâtî olmadığından, mümkinâtta zıdlar birbirine girebilmiş; mertebeler tevellüd ederek, ihtilâfât ile tegayyürât-ı âlem neş'et etmiştir. Mâdem ki kudret-i ezeliyede merâtib olamaz; öyle ise, makdûrât dahi, bizzarûre kudrete nisbeti bir olur; en büyük en küçüğe müsâvi ve zerreler yıldızlara emsâl olur. Bütün haşr-i beşer Bir tek nefsin ihyâsı gibi, bir baharın icadı Bir tek çiçeğin sun'u gibi o kudrete kolay gelir. Eğer esbâba isnad edilse, o vakit Bir tek çiçek bir bahar kadar ağır olur.


Elhâsıl: O kudret hem basîttir, hem nâmütenâhîdir, hem zâtîdir. Mahall-i taallûk-u kudret ise, hem vâsıtasız, hem lekesiz, hem isyansızdır. Öyle ise, o kudretin dairesinde, büyük küçüğe karşı tekebbürü yok; cemaat ferde karşı rüçhânı olamaz; küll, cüz'e nispeten, kudrete karşı fazla nazlanamaz.

Üçüncü Mesele ki, kudretin nisbeti, kanunîdir. Yani, çoğa-aza, büyüğe-küçüğe bir bakar
 
Üst