KASTAMONU LÂHİKASI’NDAN NE ÖĞRENİLİR ?

KASTAMONU LÂHİKASI’NDAN NE ÖĞRENİLİR ?
Yaklaşık yarım yüzyıl önce değerini gün geçtikçe daha da fazla fark ettiğimiz bir büyük eseri ve bir büyük hayatı geride bırakarak vefat etmiş bulunan Bediüzzaman Said Nursî’nin eserleri, üç ana başlık altında toplanabilir:
(i) Onun ‘Eski Said’ dediği döneme ait eserler, (ii) ‘Yeni Said’ adını verdiği dönemde yazdığı Risale-i Nur’un ana omurgasını teşkil eden risaleler, (iii) Talebeleriyle mektuplaşmalarını ve mahkeme müdafaalarını bir araya getiren ‘lâhika’lar.
Said Nursî’nin hayatına ve Risale-i Nur’a dair sağlam, dengeli ve derinlikli bir kavrayış, her üç gruba ait eserleri kuşatan bir okuma ve çözümlemeyi gerektirir.
İkinci grupta yer alan risalelerin merkezî bir konum üstlendiği böyle bir okuma biçimi, okuyucuya çift yönlü bir derinlik kazandırır. Ana omurgayı teşkil eden ve ikinci grupta yer alan eserlerle beraber birinci gruba ait eserler de okunduğunda, muhatap, Bediüzzaman Said Nursî’nin hayatındaki ‘sabitler ve değişkenler’i, bir diğer ifadeyle ‘süreklilik ve değişim’ boyutunu beraberce kavrama imkânı bulur. Böyle bir okuma, Risale-i Nur’un ‘bir çırpıda’ yazılan bir eser olmadığını, uzun, zor ve çok tecrübeler yüklü bir hayattan süzülüp geldiğini kavramamızı sağladığı gibi, yine Risale-i Nur’un salt bir ‘entelektüel’ çabadan çok daha fazlasını hedeflediğini de kavramamızı sağlar. Bu ikili okuma, bir arka plan bilgisi sağlayan paralel okumalarla da beslendiği takdirde, Risale-i Nur’u İslâmî gelenek içinde ve onun parlak bir meyvesi olarak anlamayı mümkün kılma gibi bir işlev de görür.
Üçüncü grubu teşkil eden ‘lâhika’lar ise, ‘Eski Said’den ‘Yeni Said’e uzanan yolda Muhakemat-Münazarat-İşârâtü’l-İ’caz-Lemaat-Mesnevî-i Nuriye çizgisi üzerinde yürüyen Bediüzzaman’ın peşi sıra Risale-i Nur ile ortaya koyduğu ‘ontolojik inşa’yı nasıl ‘hayata aktardığı’nı, nasıl salt bir ‘ontolojik metin’ olmaktan çıkarıp ‘yaşanılır’ hale getirdiğini kavramamızı sağlar. Bediüzzaman, Risale-i Nur gibi bir şaheserin müellifidir; ama bir ‘müellif’ ve ‘mütefekkir’den daha fazlasıdır. Yazdığı esere denk düşen bir hayat yaşamış, sergilediği ‘söylem-eylem tutarlılığı’yla da davasındaki samimiyeti ortaya koymuş; dahası, yine bu şekilde, eserine muhatap olan insanlara ahir zaman şartlarında egemen güçlere karşı ‘eğilmek’ten de, ‘kırılmak’tan da azade bir istikamet çizgisini ortaya koymuştur. Lâhika mektupları, işte bu muazzam sonucun nasıl bir imanî kardeşlik ve uhrevî beraberlik içinde gerçekleştiğini; Risale-i Nur’un gerçekleştirdiği ‘yıkmadan ve yıkılmadan tecdid’in hangi ince ölçüler dâhilinde gerçekleştiğini, insan olmanın getirdiği artılar değerlendirilirken zaaf noktalarının nasıl tadil ve tesviye edildiğini bize gösterir. Bir bakıma, Risale-i Nur’un ana omurgasını teşkil eden ‘kök’ risaleler bize ‘iman dersi’ verirken, lâhikalar kök risalelerden alınan imanî şuuru kişisel ve cemaati/içtimaî hayata taşıma dersini verir.
Bu yönüyle de, Barla, Kastamonu ve Emirdağ lâhikalarını oluşturan o kısa kısa mektuplar, Risale-i Nur Külliyatı ve Risale-i Nur etrafında teşekkül eden iman hizmeti açısından kritik önemdedir.
Diğer taraftan da, ‘lâhikalar’ arasında da bir farklılık göze çarpar. Barla Lâhikası, Risale-i Nur’un ilk yazıldığı döneme aittir ve bir imanî tecdid hareketinin nasıl zeminde kök salmaya başladığını anlamamıza imkân sağlar. Kastamonu Lâhikası, büyük kısmı İkinci Dünya Savaşı şartlarında veya savaşın hemen öncesinde yazılmış mektuplar olarak, dünyevî şartların ağırlaştığı bir zeminde bir iman hizmetinin ‘dünyevîlik’ gailesini aşarak nasıl filizlendiğini gösterir. Emirdağ Lâhikası ise, bu hizmetin dallanıp çiçeğe durma vaktinde yaşadığı sınanmaları aşabilmek için gerekli ölçüleri mü’minlere gösterir.
Bu bakımdan, ‘lâhikalar’ın her üçü de birbirini tamamlayıcı niteliktedir ve her biri bütün içinde müstakil bir yere sahiptir. Buna karşılık, ‘sekülarizm’in, yani dünyevîliğin bir bakıma ‘modernite’nin diğer adı olduğu dikkate alınırsa, mü’minlerin dünyevîlik yönünden gelen sınanmalara her daim maruz kaldığı şu çağda Kastamonu Lâhikası, özel bir yer taşımaktadır.
 

hasret

Well-known member
Diğer taraft an da, ‘lâhikalar’ arasında da bir farklılık göze çarpar. Barla Lâhikası, Risale-i Nur’un ilk yazıldığı döneme aittir ve bir imanî tecdid hareke tinin nasıl zemind e kök salmay a başladığını anlama mıza imkân sağlar. Kastam onu Lâhikası, büyük kısmı İkinci Dünya Savaşı şartlarında veya savaşın hemen öncesinde yazılmış mektup lar olarak, dünyevî şartların ağırlaştığı bir zemind e bir iman hizmet inin ‘dünyevîlik’ gailes ini aşarak nasıl filizl endiğini gösterir. Emirdağ Lâhikası ise, bu hizmet in dallanıp çiçeğe durma vaktin de yaşadığı sınanmaları aşabilmek için gerekl i ölçüleri mü’minler e gösterir.
Bu bakımdan, ‘lâhikalar’ın her üçü de birbir ini tamaml ayıcı niteli ktedir ve her biri bütün içinde müstakil bir yere sahipt ir. Buna karşılık, ‘sekülarizm’in, yani dünyevîliğin bir bakıma ‘modern ite’nin diğer adı olduğu dikkat e alınırsa, mü’minler in dünyevîlik yönünden gelen sınanmalara her daim maruz kaldığı şu çağda Kastam onu Lâhikası, özel bir yer taşımaktadır.

Bu kısmı ilk defa duyuyorum,Allah razı olsun.
 

infinity

New member
KASTAMONU SÖZ KONUSU OLDUĞUNDA MEHMET FEYZİ EFENDİ İLE ÇAYCI EMİN ABİLERİN HASBİİ HİZMETLERİNDEN BAHSEDİLMEMESİ ZANNEDİYORUM MAKALENİN UZUN OLMASINDAN KAÇINILDIĞI İÇİN OLMUŞ YOKSA ÜSTADIN KASTAMONUDAKİ HAYATINDA BU İKİ KAHRAMANDAN BAHSETMEMEK KASTAMONUYU EKSİK BIRAKIR KANAATİNDEYİM
 
Üst