Mustafa TÜRKMENOĞLU Ağabey

molla_zehra

Well-known member
"Ömrünü Risale-i Nur hizmetine adayan, ilk naşirlerden Mustafa Cahit TÜRKMENOĞLU ağabey Hakkın Rahmetine kavuştu.
Bir kaç aydır, geçirdiği beyin kanaması ve tıkanılklığı sebebiyle tedavi görmekte olan muhterem ağabeyimiz,11-07-2007 saat 01 sularında, Konya daki evinde vefat etmiştir.
Mustafa Türkmenoğlu ağabeyin cenaze namazı, 13-07-2007 Cuma günü, Konya Mevlana Türbesi yanındaki Selimiye Camiisinde Cuma namazını müteakip kılınıp oradan Konya Üçler Mezarlığına defnedilmiştir."

ALLAH MEKANINI CENNET EYLEYE.İNNA LİLLAHİ VE İNNA İLEYHİ RACİUN..
 

mSu

Member
MUSTAFA CAHİD TÜRKMENOĞLU KİMDİR?
(Son Şahitler, Necmeddin Şahiner)

1930 Aralık ayında doğdu. Kur'ân hakikatları olan Nur Risalelerine
hizmet ettiği için çok çileler çeken bir hakikat kahramanıdır.

(1957-1977) yılları arasında Risale-i Nurları okuduğu ve neşrinde
bulunduğu için; Erzurum, Ankara ve Salihli
hapishanelerinde, 'Medrese-i Yusufiye' mânâsında çileler çekmişti.

Avukat Bekir Berk'in ilk Nur davası olan Ankara Mahkemesinin
zabıtlarında şunları okumaktayız:

"Mustafa Cahid Türkmenoğlu. Babası Mehmed Ali, annesi Saadet,
(Aralık 1930) doğumlu. İstanbul-Kartal-Pendik 156'da kayıtlı. Ankara
Turgut Reis Mahallesi Çamlıca sokak 27/3'e mukim. Hukuk mezunu,
stajer hâkim."

Nur kervanının bu bahtiyar siması Mustafa Cahid Türkmenoğlu'nu 1975-
76'larda dinleyerek, sadece bir-iki sayfacık tesbit ettim. Mustafa
Türkmenoğlu Ağabeyimiz, Nur hizmetinin yolunda, belki de, Üstad
Bediüzzaman'ı on defa ziyaret edip görüşerek, ellerin öpüp dualarını
almıştır. Yazdığı Nur Risalelerine Bediüzzaman kendi el yazılariyle
Türkmenoğlu'na dualar yazmıştı. Ama din düşmanlarının Nur
Talebelerini çeşitli yalanlarla, çeşitli iftiralarla zindanlara
atmak için, tutup tutup, yakalayıp götürdüklerinde Üstadın davasının
yazılı defterleri muhafaza etmek mümkün olmamıştır.

Üstad Bediüzzaman'la ilk defa Gülhane Parkı-Beyazıt arasında
tıramvayda henüz hukuk talebesi olduğu gencecik günlerde görüşen
Türkmenoğlu bu ziyaretten beş yıl sonra 1957 senesinin son aylarında
Isparta'da Üstad Bediüzzaman'a gittiği zaman yarım saat kadar
görüşebilmişti.

Türkmenoğlu, Üstad Bediüzzaman'ı bir başka ziyaretindeki bir
hatırasını ise şöyle anlatıyordu:

"Birgün Yirmi Üçüncü Söz'deki temsilde bulunan tünel meselesini
okurken Üstad:

"Kardeşim, bu hayal değil, hakikattır' diye buyurdu. Ben de tam o
esnada içimden aynı meseleyi düşünüyordum. Benim düşündüğüm meseleye
ben sormadan cevap vermişti."

Üstad Bediüzzaman'ı son ziyaretlerinde, vefatından bir kaç ay evvel,
o zamanlar Ankara Tıp Fakültesinde okuyan kardeşi Macid
Türkmenoğlu'nun namaz kılmadığını üzülerek düşünüyor. Bu kalbî
düşünce ve üzüntüye karşı Bediüzzaman: 'Kardeşim merak etme! O
namazını kılacak!' diyerek bu manevî suale, maddî cevap veriyor. O
senenin yani 1960'ın Ramazan'ında Dr. Macid Türkmenoğlu namazlarını
hiç geçirmeden kılmaya başlıyordu.

Bu on beş-yirmi satırlık giriş yazısından sonra Mustafa Cahid
Türkmenoğlu Ağabeyimin bizzat kendisi kaleme alarak, göndermek
lütfunda bulunduğu yaşadığı hatıraları geliniz birlikte okuyalım:

"Gel, bu zatın elini öpelim"

"Müteaddit defa ısrar ile Üstad Bediüzzaman Hazretleri ve Risale-i
Nur ile ilgili olarak hatıralarımı yazmamı rica eden kıymetli
kardeşlerimin hatıraları için aşağıdaki satırları yazmak mecburiyeti
bende hâsıl oldu.

"Hatıraları yazarken nefsime değil bir pay çıkarmak, belki nefsim
hiç istemediği halde nasıl bu hizmette senelerce istihdam edildiğini
belirtmek içindir.

"1952 senesi Hukuk Fakültesi birinci sınıfındaydım. Konyalı Saffet
isminde bir arkadaşımla (Bu arkadaşı o tarihten otuz beş sene sonra
1988'lerde Konya'da Mustafa Demirci'nin dükkanında bana 'Sana Üstadı
tanıtan arkadaşını göstereceğim' diyerek Saffet'i dükkâna getirip
görmek mümkün oldu) şimdiki Gülhane parkında biraz ders çalışmış ve
fakülteye dönmek üzere tramvaya binmiştik.

"Hukuk Fakültesine yaklaşırken yanımdaki arkadaşım bana; 'Vatmanın
yanında ayakta duran zatı tanıyor musun?' diye sordu.

"Ben de, 'Hiç böyle birini görmedim ve tanımıyorum' dedim.

"Arkadaş bana, 'Gel bu zatın elini öpelim, bu zat büyük bir
evliyadır' dedi. O sırada tramvay Beyazıt meydanına gidiyordu.

"Arkadaşım Saffet yerinden kalktı, arkasından ben kalktım. Tramvayda
vatmanın yanında ayakta duran zatın elini öptük. O zat bize, 'Siz
nerede okuyorsunuz?' dedi.

"Üniversitenin büyük kapısını göstererek; 'Burada okuyoruz' dedik.

"Sonradan Bediüzzaman Said Nursi olduğunu öğrendiğim zat bize, 'Ben
Fatih'te kalıyorum, gelin görüşelim' dedi. Biz de 'Peki' diyerek
tramvaydan indik.

"Bir kandil günü ziyareti"

"Birkaç gün sonra mübarek bir kandil günü Saffet'le beraber oruçlu
olduğumuz halde bizi davet eden zatın ziyaretine gittik, biraz
araştırdıktan sonra oteli bulduk. Bediüzzaman üst katta kalıyordu.
Biz otele girdik, merdiven başında bir masa ve masanın etrafında,
sandalye üzerinde birkaç kişi oturuyordu. Ben arkadaşımla
merdivenden çıkacağımız sırada merdiven başında sandalyede oturanlar
bize, nereye ve kime gideceğimizi sordular. Biz de, 'Burada kalan
bir zat bize görüşelim diye davet etti. Onu görmeye geldik' dedik.

"Onlar bize, 'Hüviyetinizi verin, öyle çıkın' dediler.

"Biz hüviyetimizi vermeyi reddettik. 'Öyleyse yukarı çıkamazsınız'
dediler. O sırada askeri lisede okuduğu giysisinden belli bir
delikanlı birden yukarıya çıkmaya başladı. Ben merdiven
başındakilere, 'Bakın o genç hüviyetini vermeden çıktı, biz de
çıkacağız' dedim. Israrlı talebimiz karşısında 'Haydi siz de çıkın'
dediler. İkimiz o sırada bir kaç kişinin girip-çıktığı bir odaya
girdik. Odada bulunan iki genç bize sarılıp 'Hoşgeldiniz' dediler.
Odada bulunan gençlerle biraz sohbetten sonra geliş sebebimizi
söyleyerek bizleri evliya olarak bildiğimiz zatla görüşmelerini
istedik. Orada bulunan gençler, o gecenin kandil olması münasebeti
ile kimseye kabul edemeyeceklerini söylediler. Biz oradakilere 'Bizi
kendisi çağırdı, onun için geldik, Siz kendilerine sorun, şayet
kabul etmeyecek olursa gideriz' dedik. Onlar Bediüzzaman
Hazretlerine sordular.Yorgun olduğundan kabul edemeyeceğini
söylemiş. Bize söylediler. Biz de otelden ayrılıp okulumuza döndük.

"Ankara'da Atıf'la tanışmam"

"1952 Ekim ayında ben İstanbul Hukuk Fakültesinden kaydımı alıp
Ankara Hukuk Fakültesine naklimi yaptırdım ve fakültenin arkasında
bulunan Hukuk Yurduna yerleştim.

"Yurda yerleştikten kısa bir müddet sonra namaza başladım. Yurttaki
mescitte namaz kılmaya gittiğimde rahmetli Atıf Ural ile tanıştım.
Fakültede de sınıf arkadaşım olan Atıf ile sık sık görüşmeye
başladım. Atıf'ın fakülte karşısında bulunan kaldığı yere gittiğimde
onu, ekseri Kur'ân yazısı çalışırken görürdüm. Yurttaki mescide
gittiğimde Atıf ile bir-iki arkadaştan Kur'ân tefsiri olan Risale-i
Nur eserlerini işittim. Kısa bir müddet sonra Risale-i Nur'un
mahiyetini öğrenmek için yeni yazı Gençlik Rehberi'ni istedim ve
aldım. Biraz okudum ve hiçbirşey anlamadım. Gençlik Rehberi'ni iade
ettim. Birkaç ay sonra aynı kitabı tekrar istedim ve okumaya
başladım. Bir şeyler anlamaya başladım. O sırada Atıf Ural,
Cebeci'nin yukarı taraflarında bir odalı kerpiç yapılı müstakil bir
eve taşındı. Ben hergün onun yanına gitmeye başladım. Risale-i
Nur'ları çok güzel okuyordu, artık Riseleleri anlamaya başlamıştım.

"Ankara'da ilk basılan kitaplar"

"1955 yılının ortalarında Atıf'la beraber Mamak'ta ev kiraladık, ve
beraber kalmaya başladık. Aynı zamanda evi dersane olarak
kullanıyorduk. Haftada bir gün ders yapıyorduk. O sıralarda Atıf'ın
ağabeyi bize bir teksir makinesi aldı. Bazı lahikaları teksir ettik.
Bu arada ilk defa dosya büyüklüğündeki kağıtlara teksirle Haşir
Risaleleri'ni bastık, akabinde teksir makinası ile Telviat-ı Tis'a
ve bazı mektupları bastık.

"Teksir makinesi ile baskı zor oluyordu. Bir gün Atıf'la bazı küçük
risaleleri matbaada basmaya karar verdik. O sırada Mamak'tan çıkıp
Ulucan'larda tek odalı bir ev kiraladık. Orada mabaada İhlas
Risalesi'ni bastık. Bastığımız İhlas Risalesi'nden bir kısmını
Isparta'ya gönderdik. Bir müddet sonra Hüsrev Ağabey'den bir mektup
aldık. Mektubun içinde bastığımız kitaptaki yanlışlıkları gösteren
yanlış-doğru cetveli ile bir de küçük kağıt vardı.

"Kâğıtta, kitaptaki yanlışların düzeltmeden kimseye verilmemesi
yazıyordu. Bunun üzerine Hüsreve Ağabeyin gönderdiği yanlış-doğru
cetvelini çoğaltıp kitap gönderdiğimiz yerlere yanlış-doğru cetveli
gönderdik ve içine bir pusula ilave edip 'Kitaptaki yanlışları
düzeltmeden kimseye vermeyiniz' diye yazdık.

"İhlâs'ı bastıktan sonra akabinde Uhuvvet, İktisat, Ramazan
Risaleleri'ni birleştirip matbaada bastık. Bu risalede yalnız iki
harf hatası çıktı. İhlâs Risalesi'nin fiyatı 40 kuruş; Uhuvvet,
iktisat ve Ramazan Risaleleri'nin fiyatı 100 kuruştu. Bu kitapları
bastıktan kısa bir süre sonra Isparta'dan bir mektup geldi. Büyük
Sözler kitabının Diyanetçe basılması için teşebbüse geçmemiz, şayet
onlar tarafından basılmazsa, bizim tarafımızdan basılması
isteniyordu. Diyanet maalesef Sözler'i basmadı. Bunun üzerine
Üstadın emri ile bizim basmamız istendi.

"Akabinde üç-dört adet bizzat Üstadın tashihinden geçmiş büyük
Sözler gönderildi. Elimizde bu büyüklükte bir eseri basacak para
yoktu, ama Üstad Hazretleri Sözler'i basmamızı emretmişti. O
sıralarda yanımıza Hava Binbaşılığından ayrılmış Hayri isminde
birisi geldi. Bu zat daktilo yazmayı iyi biliyordu. Eski yazıyı
bilen birisi okuyor, o da daktiloda yazıyordu. Sözler'in yazımı
bittikten sonra iş tashihe geldi. Eski yazıda satırbaşı, nokta,
virgül, ünlem ve soru işareti yoktu. Ben bu işaretleri doğru olarak
yerlerine koymak için imlâ kılavuzu aldım, onu iyice okudum.
Tashihin bir kısmını Atıf, bir kısmını da ben kendim okuyordum.
Ayrıca birbirimizin tashihlerini de kontrol ettik.

"İş matbaada basmaya geldi. Elde para yok denecek kadar azdı. Bunun
üzerine bazı yerlere mektup yazarak para istedik. Fakat umduğumuz
kimselerden yardım gelmediği gibi 'Çoluk-çocuğa para verilmez' diye
de bir takım laflar işittik. Hiç ummadığımız kimseler bize bir
miktar para gönderdi. Bilhassa bu hususta iki kişiyi rahmetle anmayı
bir borç bilirim: Biri Vanlı Hamid Kuralkan, diğeri İnebolulu Nafiz
Çelebi. Bu arada evlerinden üç-beş lirasını bize verdiler. Elimize
12-13 forma basacak kadar para geçmişti.

"O sıralarda Isparta'dan devamlı haber gönderiliyor, Sözler'in bir
an evvel basılması isteniyordu. Bunun üzerine Sözler mecmuasını 24.
Söze kadar Ayyıldız, 24. Sözden kitabın sonuna kadar da Ankara'nın
en iyi matbaası olan Doğuş matbaasına basmak üzere tashih ettiğimiz
yeni yazı Sözler'i verdik. Sözler'i basım için matbaaya verdiğimizde
Isparta'dan Üstadın emri ile Tahiri Ağabey ile Ceylan kardeş;
İstanbul'dan Mehmed Emin Birinci, Ankara'ya bize yardım için
geldiler. Sözler mecmuasının basımı devam ederken Said Özdemir
kardeş de Risale-i Nur hizmetine fiilen girdi ve Ankara'da basılan
bütün Risalelerde emeği geçti. Sözler'in basımı 5-6 ay gibi bir
zamanda tamamlandı ve tahminin fevkinde ve hemen hemen o
kalınlıktaki bir kitapta bulunması normal olan matbaa hatalarının en
asgarisi ile tab'ı tamamlandı. Şunu hemen belirteyim ki, basım için
lâzım olan kağıt ve matbaa parası nasıl bulundu, nasıl verildi? Hâlâ
hayret içindeyim.

"Sözler mecmuası basıldıktan sonra Tahiri Ağabey ile Ceylan kardeş
Isparta'ya döndüler.

"Üstadı ziyaretim"

"Sözler mecmuasının basımı bittikten sonra Üstadı Isparta'da ziyaret
ettim, kabul ettiler. Bir saate yakın benimle konuştu. Odada Zübeyir
Ağabey de vardı. Ben gayet rahat bir şekilde bağdaş kurarak Üstad'ın
karşısına oturdum. Üstad, benim bu oturma tarzıma hiç bakmayarak
gayet ehemmiyetli bir ders verdi. (Sonraki senelerde Zübeyir Ağabey
ile Ankara'da beraber aynı evde kaldığımızda onun da belirttiği
gibi "Üstad sana tam dersini verdi' derdi.)

"Üstad Hazretleri o dersinde bana, 'Kardeşim, bu zamanda azami
ihlâs, azami fedakârlık ve azami sadakat ve azami dikkat lâzımdır'
dedi ve fedakârlıkla ilgili konuştu.

"Zübeyir Ağabey ile Ankara'da 27 isimli dershanede 1,5-2 yıl beraber
kaldığımızda ara sıra bana "Üstad herkese fedakârlık dersi vermez,
dikkat et' derdi.

"Üstadı Isparta'da ilk ziyaretimde odanın kapısından içeri girip
elini öpeceğim sırada bana 'Ben seni tanıyorum' dedi. Bana göre
Üstad Hazretleri beni İstanbul'da tramvayda ilk gördüğü zamanı
hatırladı.

"Sözler Mecmuasının akabinde yine Üstadın emri ile Lem'alar ve
Mektûbat mecmuasını bastık. Ben, Lem'alar ve Mektûbat basılırken 3-4
defa, Tarihçe basılırken ve bittikten sonra 2-3 defa cem'an 7-8 defa
Üstadın ziyaretine gittim Büyük Risale-i Nurlar basılırken bu arada
bir yandan da Küçük Risaleleri basıyorduk. Küçük Sözler, Zühretü'n-
Nur, Uhuvvet, Ramazan ve Hanımlar Rehberi gibi.

"Ne hürriyeti?"

"Büyük risalelerden biri basılırken bir ara Ankara'da bazı
arkadaşlar vazife sebebi ile, bazı arkadaşlar da yaz tatili sebebi
ile memlekete gitmişlerdi. Ben matbaada yalnız kalmıştım. Gerçi ara
sıra talebelerden yardıma gelenler olurdu, ama pek durmuyorlardı.
Ben de bir ara basım işini bırakıp Ankara'dan ayrılmak istediğim
halde sanki gaybi bir kuvvet beni istediğim yere göndermiyordu.
Doğuş Matbaasında bize tahsis edilen odada çalışırken bazen kendi
kendime bağırarak 'Ben istediğim yere gidemiyorum, ben hürriyetime
sahip değil miyim?' diyordum.

"Bir müddet sonra matbaa işlerinde yardım etmek üzere

birkaç arkadaş geldi. Ben de onların gelişlerinden istifade ederek
Üstadı ziyârete gittim. Isparta'da Üstadın bulunduğu eve geldim.
Kapıyı çaldım. Arkadaşlara açtı. Benim geldiğimi Üstada
söylediler, 'Gelsin' demiş. O sırada Üstad Hazretleri odada
yalnızdı, ben oda kapısından içeri girip elini öpmek için yanına
giderken Üstad birden yüksek sesle, 'Ne hürriyeti?' diye bağırdı,
şaşırmıştım. O anda matbaada odada bağırdığım sözler aklıma geldi.
Mahcup bir halde elini öperek önüne oturdum. Üstad bana önemli bir
ders verdi ve 'Kardeşim, öyle kimseler gelmişler ki, Kur'ân'ın bir
tek hakikatı için kendilerin feda etmişler. Bize ne oluyor ki şimdi
Kur'ân'ın tamamına taaruz var. Biz kendimizi niye feda etmeyelim?'
dedi. Kur'ân'a ve imana hizmet etmenin bu zamanda çok ehemmiyetli
olduğunu söyleyerek çok güzel bir ders verdi.

"Ben Üstadın odasından çıkıp arkadaşların odasına girdim. Karnım
acıkmıştı. Arkadaşlar az bir şey yemek ile, iki dilim ekmek ve bir
parçada üzüm getirdiler. Ben bunları görünce içimden, 'Bunlarla
nasıl doyarım?' diye düşündüm. Fakat yemeğe başlayınca doydum ve
zorla bitirdim. Oradan Ankara'ya döndüm.

"Ankara davasının başlangıcı"

"Mektûbat mecmuası tamamlanınca cilt için Mehmed Emin Birinci ile
İstanbul'a götürecektik. O sırada Nazilli'de Risale-i Nur
Talebelerinin ders okurken bulundukları yer basılıyor, arkadaşlar
karakola götürülüyor. Ertesi gün gazeteler büyük manşetler
atarak 'Nazilli'de Nur ayini yapanlar yakalandı' diye yazdılar. Bu
yazıların akabinde Isparta'dan bir mektup geldi, mektupta Nurculuğun
tarikat olmadığını, zamanın imanı kurtarmak zamanı olduğu ve Üstadın
mücadelesinden bahsediyordu. Mektubun içinde ayrıca bir pusula
vardı. Pusulada bu mektubun çoğaltılıp münasip yerlere vermemiz ve
bir kısımını da Isparta'ya göndermemiz isteniyordu. O sırada biz
devamlı matbaada bulunduğumuzdan gönderilen mektubu matbaada hemen
çoğalttık, bir kısmını Cemaleddin Ağabey ile Isparta'ya gönderdik.
Bastığımız mektup bir büyük dosya kağıdı kadar yer tuttu. Mektubun
altında bulunan isimleri de yazdığımızda üç isim yukarıda, iki isim
aşağıda idi. Bir ismin altı boş kalmıştı, ben de simetrik olsun diye
iki ismin yanına rahmetli Rüştü Ağabeyin (Rüştü Çakın) ismini
yazdım. Cemaleddin Ağabey bastığımız mektubun bir miktarını
Isparta'ya götürdü. Önce doğrudan Rüştü Ağabeyin yanına gitmiş,
mektubun altındaki ismini ona göstermiş. Rüştü Ağabey mektubun
altında kendi ismini görünce hoşuna gitmiş ve gülmüş.

"Ben ve Mehmed Emin Birinci Mektûbat'ın basımını bitirdiğimiz gün,
bir kamyona yükleyip İstanbul'a götürdük. Ankara'daki neşriyat
sebebi ile dört senedir Pendik'e annemlere gitmek nasip olmamıştı.
İstanbul'a kitapları Kirazlı Mescit Sokağındaki dershaneye bırakıp
hemen o gün Pendik'e gittim. Bir gece evimde yatmıştım ki, sabah
erkenden kapı çalındı. Kapıyı açtığımda M. Emin Birinci ile 2-3 genç
yanında vardı. M. Emin bana 'Giyin gideceğiz' dedi. Ne olduğunu
anlamadım. Giyinip evden çıktım. Meğer M. Emin'in yanındaki gençler
sivil polis imiş. Bizi İstanbul'daki siyasi şubeye götürdüler.
Ertesi günü mahkemeye çıkardılar ve tutuklandık. Meğer Isparta'dan
gönderilen ve M. Emin ile beraber bastığımız mektubu Atıf Ural'ın
kardeşi Ahmet Ural mektup okunsun ve Risale-i Nurun mahiyeti
anlaşılsın diye bazı dairelerin kapılarından içeriye atmış. Bunu
ihbar etmişler ve Cemaleddin Ağabey ve Ahmet'i yakalamışlar.
Mektupların altındaki isimlerden dolayı da Isparta'daki arkadaşları
yakalayıp Ankara'ya getirmişler. Ankara'daki sulh mahkemesi
hepimizin hakkında tutuklama kararı vermiş. İstanbul'daki mahkeme de
Ankara'nın verdiği tutuklama kararını vicahiye çevirdi. M. Emin ile
beni bir gün Birinci Şubede tuttular. Ertesi günü akşam treni ile
sivil polisler nezaretinde Ankara'ya getirdiler.

"Ankara'daki 1. Şubeye bizi teslim ettiler. 1. Şubedeki polisler ve
bizi doğru hapishaneye götürdüler. İlk defa hapse girdiğim için
şaşırmıştım. Hapishaneye girerken gardiyanlar bizi sıkı bir aramadan
geçirdiler. Sonra da koğuşlara gönderdiler. Koğuşlara geldiğimizde
Isparta'dan getirilen arkadaşlar ile Cemaleddin Ağabey ve Ahmet'i
gördük. Hepimiz birbirimize sarıldık. İçimizdeki üzüntü ve sıkıntı
diye birşey kalmamıştı. Aramızda en yaşlı rahmetli Rüştü Ağabey idi.
O da biraz üzüntülü duruyordu. Yanına yaklaşıp, 'Ağabey üzülme, bu
da geçer' dedim. Bana "Türkmenoğlu geçer, geçer, ama delip geçer'
dedi. O zaman yaptığım hatayı anlamıştım, ama iş işten geçmişti.
Hepimiz ağır cezaya verildik. 45 gün sonra ilk duruşmaya çıktık.
Mahkeme reisi hepimizi tek tek sorguya çekti. Sıra Rüştü Ağabeyin
sorgusuna gelmişti. Rüştü Ağabey ayağa kalkıp 'Sayın Hâkimler,
mektubun zirinde (altında) bir Rüştü ismi var. Mektuptan hiç haberim
yok' dedi. Ben kalktım Reise, Rüştü ismini mektubun altına ben
yazdım. Rüştü ismi mektubun altında yoktu. Sorgumuz bittikten sonra
heyet müzakereye çekildi ve ilk celsede Cemaleddin Ağabey, Ahmet, M.
Emin ve Rüştü Ağabey tahliye ettiler. M. Emin'in tahliyesi beni
şaşırttı. Çünkü mektubu beraber basmıştık. Meğer M. Emin kardeşin
memleketinde işi varmış, gitmesi lazımmış. Hapishaneden çıkar çıkmaz
memleketine gitti.

"Bu davanın en önemli hadiselerinden biri de, ağabeyimiz Bekir
Berk'in ilk defa Risale-i Nur davasına girmesi ve Allah'ın inayeti
ile bu hakikatları (Risale-i Nur hakikatlarını) benimseyip
fisebilillâh Nur'un avukatlığını uzun müddet can siperane yapmasıdır.

"Mahkeme davayı 22 gün sonraya atmıştı. 2. Celsede hepimiz tahliye
olduk.

"Bu resim benim değil"

"Tahliye olur olmaz Tarihçe-i Hayat'ın basılması istendi. Bu arada
ben Üstadı ziyaret ettim. Fakülteyi de bitirmiştim. İçimde makam ve
mevki sahibi olma arzusu belirmişti. Üstad ziyaretim sırasında
bana, 'Kardeşim sana mebusluk, valilik, Diyanet İşleri Başkanlığı
verilse bunları mı kabul edersin? Hem de serbest hareket edeceksin,
yalnız cüz'i şeylerde onlara ittiba edeceksin. Kabul etmediğin
taktirde hem seni hem de kardeşlerini hapse atacaklar. Bunu mu kabul
edersin' dedi.

"Ben hiç ses çıkarmadım. Üstad, 'Ben ikincisini tercih ederim' dedi.

"Tarihçe-i Hayat basılırken (Bütün başladığımız kitaplarda olduğu
gibi, tüm formaları Üstada gönderiyorduk.) ben bastığımız
Tarihçe'nin 1-2 formasını alıp Üstada gittim. Üstad getirdiğim
formaları verdim.

"Üstad Hazretleri Sofya ateşmiliterliği tarafından verilen
pasaporttaki resmine baktı, (Resim pala bıyıklı Üstada benzemeyen
birisinindi) resmi göstererek 'Bu ben değilim' dedi. Yanlış fotoğraf
bastığımızı anlamıştım. Ankara'ya döner dönmez yanlış resmi havi
formadaki iki yaprağı yırtıp Üstadın resmi olan kalpaklı fotoğrafı
havi yapraklara bastık.

"Tarihçe-i Hayat'ta basılan resimi bilmeyerek Said Özdemir kardeş
bana vermişti. Ben de iki resim de Üstada ait diye o yanlış resmi
koymuşum. Basılan Tarihçe'nin adedi 5000 idi. Her forma basılınca
bütün formaları matbaadan alırdık. Sebebi de formalar kitap haline
gelince emniyet kitapları elimizden almasın diye. Bastığımız
Tarihçe'nin 20-30 formasındaki resimleri her nasılsa
değiştirememişiz. 20-30 Tarihçe Üstada ait olmayan resimleri havi
olarak piyasa çıkmış.

"Tarihçe-i Hayat'ın basımı Üstad Hazretlerini çok memnun
etmişti. 'Bu eserin yirmi Risale kadar ehemmiyeti var' derdi.
Tarihçe'de Üstadın boy resimlerini havi fotoğraflar da vardı. Üstad
bu konuda bize hiçbir şey söylemedi. Yalnız onun hakkı olan
kitaplardaki resimlere kurşun kalemle boyunlarında bir çizgi çekmiş.
Bunu ben sonradan Üstadın hizmetkârlarından öğrendim.

"Birgün Üstad Hazretlerini Emirdağ'daki ziyaretimde (o zamanki
ziyaretimde bir gün Üstad Hazretlerinin misafiri olarak evinde
kalmıştım) mevzuun nasıl açıldığını hatırlamıyorum. 'Kardeşim,
istesem Menderes'i buraya getiririm, ama ihlâsıma zarar gelir!'
demişti.

"Yine bir seferinde Üstadı Emirdağ'da ziyâret etmiştim. Üstad bana
kitapların basım ve cildi için 2500 lira para verdi. 'Bu parayı
hizmete ebeveynin verdi' dedi. O gün Üstadı Emirdağ'da ziyaret
ettikten sonra Ankara'ya dönmek için O gün Eskişehir'e geldim.
Eskişehir'de yedek subaylığını Ankara'da yaparken sık sık yanımıza
gelen Erhan Arbatlı'ya uğradım. Erhan bana, 'Bu gece burada kal,
yarın gidersin' dedi. Ben de o gece Eskişehir'de kaldım. Sabah
namazından sonra Üstad'ın Eskişehir'e geldiğini öğrendik. Erhan'la
beraber Eskişehir'deki odun pazarında bulunan Abdülvahit Ağabeyin
evine giden Üstadı ziyarete gittik. Kapıyı çaldık, açtılar. Üstada
talebelerinden biri, 'Türkmenoğlu ziyârete geldi' dedi. Üstad
tanımadığını beyan etti. Şaşırmıştım. Oda kapısı açıktı, yavaşça
içeri girdim. Üstadın elini öpmek için

yanına yaklaştım ve elini öpmek için eğildiğimde, enseme bir tokat
indi. Üzülmüştüm, olduğum yerde yere çöktüm. Üstad üzüldüğümü
hissetti. Hatamı anladım. Ankara'ya bir gün gitmemekle hizmeti
aksatmış, dolayısı ile Risalelerin çıkmasının gecikmesine sebep
olmuştum. Üstad Hazretleri Risalelerin bir an önce çıkmasını
herşeyden ehemmiyetli görüyordu.

"Ankara'daki matbaa işi ekseriyetle üzerimde idi. M. Emin Birinci
hapisten sonra Ankara'ya dönmemişti. Rahmetli Atıf Ural da bazı
sebeplerden dolayı hizmetini iyice azaltmıştı.

"Benim de Ankara'ya bir gün geç dönmem hizmetin aksamasına neden
olabilirdi. Ondan dolayı Üstadın tokadına maruz kalmıştım. Üstad çok
üzüldüğümü görünce benim gönlümü aldı.

"Benim dört Mustafam var' diye bana taltifli sözler söyledi.

"Üzüntüm zail olmuştu. Konuşma biter bitmez, 'Hemen Ankara'ya dön'
dedi.

"Büyük risalelerin hepsi Üstad hayatta iken basıldı"

"Ben Üstadın yanından çıktıktan sonra Ankara'ya döndüm. Ankara'da
küçük bir matbaada Kastamonu Lahikasını bastık. Doğuş Matbaasında
İşârâtü'l-İcaz'ı basmaya başladık. Said Özdemir, vaizliğe geçtiği
için tüm para işleri ile beraber matbaa işlerinde de bize yardım
etmeye başladı. İşârâtü'l-İcaz'ın basımı bitince sene de 1959
olmuştu...

"Okul biteli iki sene geçmişti, askere gitmem icap ediyordu. Gerçi
askerlik için beni arayan soran olmamıştı. Bütün büyük kitaplar yeni
yazı ile basılmıştı. Risale-i Nur eserlerinin arka arkaya basımı ve
piyasaya çıkışı, Üstadı çok memnun etmişti. Kendisini ziyarete
gelenlere 'Risale-i Nur'un bayramını yaşıyoruz' diye memnuniyetini
izhar ediyordu. Eserleri yeni yazı ile basıldıktan sonra üniversite
talebeleri arasında eserleri okuyanların adedi gün geçtikçe
artıyordu.

"Risale-i Nur'lar artık her tarafa yayılmıştı. Bizden sonra
gelenlerin bu eserlerin basımını daha iyi devam ettirecekleri huzuru
içinde son defa Üstadı ziyârette gittim. Üstada işe girmek
istediğimi söyledim. Bana 'Seni muallime bırakırım' dedi. Fakat
askerlik işi ve bazı Risale-i Nur hizmetleri nedeni ile Üstadımın
müsaade ettiği muallimlik görevine gidemedim. 1959 ortalarına doğru
askere gittim. Bu şekilde Üstadımın sağlığındaki neşriyat hizmetini
kapamış oldum."

Mustafa Türkmenoğlu Ağabeyimiz Nur manzumesini isimsiz ihlâs
kahramanlarından bir mübarek şahsiyettir. 1977'de bize anlattığı o
bergüzâr hatıralırının sonunu böyle bağlamıştı:

"Biz onun davasına gönül verdik. Bu dâva İlâhî mukaddes bir dâvâdır.
Kur'âna ve imana hizmet verme yolunda çok sıkıntılar çektik. Helâl
olsun. Onun dersine lâyık olabilmişsek, benim için en büyük
mutluluktur?"

Bu muhterem şahsiyet hukuk fakültesini bitirdikten sonra; hakim,
avukat ve savcı olacakken, sırf Kur'an hakikatları, Risale-i Nurları
okuduğu için, sevgili vatanımızın zindanlarında dolaştırıp durmuştur.

Üstad Bediüzzaman'ın o güzelim ifadeleriyle "Yusufiye Medreselerinde
yatarken, bir defasında yani 1967'lerde, kendisi gibi yine fazilet
âbidelerinden Saidler, Mustafalar, Şerafeddinler, Anbarlılar, ve
Vahdi Karaçorlularla birlikte Mersin zindanlarında aylarca
yatmışlardı.

Çok şakacı, nükteci ve fıkracı olan Vahdi Karaçorlu, sıkıntılı
hapishane günlerinde Mustafa Türkmenoğlu Ağabeye bir şaka yapmıştı.
Bu bergüzâr hatıraların sonunda, Türkmenoğlu Ağabeyimin şefkatine
sığınarak, hapishane şakasını, burada zikretmek istiyorum.

Mersin Medrese-i Yusufiyesinde şair ruhlu Vahdi Karaçorlu Ağabeyim
bir yazarak, bir ziyaretçiye verip, bunu dışarıdan Mustafa
Türkmenoğlu'na postalamıştı. Hapishanede yazıp, tekrar dışarıdan
hapishaneye postayla gönderdiği bir mektup bir şiir şeklindeydi. O
zamanlar henüz bekar olan Mustafa Türkmenoğlu'na, Vahdeddin
Karaçorlu, 'Nâsih' yani nasihatçı kardeşiniz imzasıyla kaleme aldığı
bu şakalı şiirde şairimiz Karaçorlu Ağabey bu manzumesinde şunları
ifade ediyordu:

Kendine Bir Yuva Yap

Selâm aziz kardaşım

Hem nurlu gönüldaşım

Bir hayli geçti yaşın

Kendine bir yuva yap

Kuşlara bak! güllere

Konarak yapmış yuva

Senin ise şu ömrün

Geçmiş bâd-i hevâ

Yüksek tahsilli gençsin

Bu günler nasıl geçsin

Gönlün bir hatun seçsin

Sen de kalkıp yuva yap.

Kon bir çiçek dalına

Pek bakma elvanına

Lâzım olur yarına

Kendine bir yuva yap

Hep kalınmaz ki; bekâr

Yalnızlıkta yoktur kâr

Gençliğin olmasın hâr

Güzelce bir yuva yap

Geçip gitmekte günler

Geride kaldı dünler

İnsan başını dinler

Orada, bir yuva yap.

Yavrularla şenlenir

Gönüller neşelenir

Hem de başın dinlenir

Rahatlarsin yuva yap.
 
Üst