İstikbâl yalnız ve yalnız İslâmiyet’in olacak

Eyvàh!

Well-known member
Bir gün yanımıza Almanya’da yüksek tahsil yapan Fransız bir genç geldi. Sohbet esnâsında aramızda şöyle bir konusma geçti.

Dedi ki: Akıl ve bilim dinden hep uzak tutulmalı, yoksa akıl ve bilim kişiyi îmandan çıkarır. Çünkü akıl hep soru üretir, bilim her şeye şüpheyle yaklaşmayı gerektirir. Soru ve şüphe de insanı îmandan çıkarır.

Biz de ona cevâben dedik ki: Sizin dininizde, sizin inanç tarzınızda olabilir ama böyle bir anlayış bizde yoktur. Bizler kendi dinimiz olan İslâmiyet’te, kalbimizle inandığımız şeyleri aynı zamanda aklımızla da anlayabiliyoruz.



Dedi ki: Meselâ semâvî dinler ilk insan olan Âdem (as)‘ın topraktan yaratıldığını söyler. Halbuki topraktan bir insan yaratılmasının aklen îzâhi imkansızdır, topraktan nasıl insan olabilir?

Dedik, sen Âdem (as)‘ı bırak, bugün sen ve ben de topraktan yaratılıyoruz. Topraktan, yediğimiz gıdâlar, meselâ meyveler sebzeler yaratılıyor, o gıdâları da biz yiyoruz, bizim vücûdumuz, etimiz kemiğimiz teşekkül ediyor. Neticede bizim vücûdumuz da topraktan yaratılmış oluyor.

Hattâ yediğimiz gıdâların hangi memleketin topraklarında yetiştiğini dikkate alırsak, görüyoruz ki dünyanın dört bir tarafındaki topraklar gıdâ sûretinde bizim vücûdumuza giriyor, bedenimizi teşkil ediyor.

Sonra ölüyoruz, mezarda çürüyüp toprak oluyoruz. Peki, vücûdumuzun zerrelerini yedi kıtanın toprağından toplayarak yaratan Allah, iki metrelik topraktan toparlayıp yeniden diriltemez mi? Her sene ölü topraktan sayısız bitkileri, sebzeleri, meyveleri yaratıyor. O sebzeler pişirilip iyice öldükten sonra, vücûdumuzda yeniden et ve kemik olarak diriltiliyor.

Velhâsıl, ölü topraktan aşamalı olarak diri insan yaratılıyor. Sâdece Âdem (as)‘ı değil, bütün insanları böylece topraktan yaratan Allah, elbette onları yarın mahşerde aynı şekilde, belki daha da kolay bir tarzda diriltir.

Bunlar çok ilginç, dedi

Peki Îsâ (as) nasıl babasız yaratıldı diye sordu.

_________________________________________________Biz de, Âdem (as)‘ı hem anasız hem babasız yaratan Allah, her sene sayısız yaprakları babasız yarattığı gibi, dedik. Yani meyvelerde üreme kanunu geçerlidir, onların yaratılışında dişi ve erkek unsurlar bulunur ama yaprakların yaratılmasında bu kanun geçerli değildir. Yaprakların annesi agaç sayılır ama o yaprakların babası yoktur.

Bu çok hârika dedi.

Peki bilim her şeye şüphe ile yaklaşmayı tavsiye eder, hatta bir felsefecinin, şüphe ettiğimden bile şüphe ederim, tarzında ifâde ettiği şüpheci görüş hakkında ne dersiniz dedi.

Biz de dedik ki, bir şeyin lehinde ve aleyhinde açık bir delil bulunmadığı takdirde şüphe edilebilir ama bazı şeyler var ki onda hiç süphe edilmez. Meselâ, iki kere ikinin dört ettiğinde şüphe etmek gibi. Süphe, araştırma esnâsında fikir jimnastiği tarzında olsa faydalı olabilir ama, mevcud sağlam delillere rağmen, o delilleri yok sayma tarzında olsa, bu bir bilimsel yaklaşım değil, bilakis bilimin kendisini yok saymaktır.

Meselâ sen hiç kâtibi olmayan bir kitap gördün mü, dedik. Hayır, dedi.

Sen hiç ustası olmayan binâ gördün mü, dedik. Hayır, dedi.

Peki, gördüğün milyonlarca kitabın her birisinin muhakkak bir kâtibi var, velev görmesen de aklen o kitabın bir yazarı olduğunda hiç de tereddüt etmezsin. Hem gördüğün binlerce binânın kesinlikle bir ustası olduğunu bilirsin.

Evet, her şeyin bir ustası, bir yapanı olduğunun sayısız misâlleri, delilleri var. Ama herhangi bir şeyin kendi kendine olduğunun koca dünyada bir tek misâli, bir tek delili yoktur. Hâl böyleyken, sen kalkıp bütün bu delilleri yok sayıp onlara gözünü kapayarak, hâlâ bir yaratıcının varlığında şüphe edip, gördüğümüz bunca varlık belki kendi kendine de olabilir desen, gayet büyük bir ahmaklık etmiş olmaz mısın dedik.

Çok haklısınız dedi.

Hem o genç, kendileri bizim peygamberimizi kabûl etmediklerinden, bizim de Îsâ (as)‘ı kabûl etmediğimizi zannediyormuş. Biz de peygamberlerin hiçbirini ayırt etmeden tamamına inandığımızı, Îsâ (as)‘ın Kur‘ân‘da peygamber olarak mu‘cizeleriyle bahsedildiğini, Meryem Vâlidemizin ahvâline dâir mes’eleleri Kur‘ân-i Kerîm‘in Muhtasar Mealinden okuyup birçok misâller vererek îzâh ettik.

Vakit epey ilerlemişti.

Sonunda: Sizlerle bulunmaktan çok memnun oldum, çok ilginç bir konuşmaydı, gerçekten çok etkilendim. Ama lütfen hemen müslüman oldu tarzında adımdan bahsetmeyiniz, diye ricâ ederek ayrıldı.

Bizler de Bedîüzzaman Hazretlerinin: ”Biz Kur‘ân sâkirdleri olan Müslümanlar bürhâna tâbi‘ oluyoruz. Akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-i îmâniyeye giriyoruz. Baska dinlerin bazı efradları gibi ruhbanları taklid için bürhânı bırakmıyoruz” (Hutbe-i Şamiye, Mektubat, 404) sözünü hatırlayıp Müslüman olduğumuza bir defa daha hamdettik.

Akıl ve bilime kapılarını kapatan bir dînin, her bir mes’elesini onlarca belki yüzlerce aklî ve ilmî delillerle isbat eden bir din karşısında varlığını devam ettiremeyeceğini bir kez daha görmüş olduk.

Evet, aynen Hazreti Üstadın dediği gibi:

”İstikbâl yalnız ve yalnız İslâmiyet’in olacak ve hâkim, hakaik-i Kur‘âniye ve îmâniye olacak... Onun için akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbâlde, elbette bürhân-ı aklîye istinâd eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur‘ân hükmedecek!”
 
Üst