Kelime Analizi 55: Muaraza

kenz-i mahfi

Sorumlu
MUARAZA: Bir şeyden yan verip sapmak. Biri ile yarışmak, birbirine karşı gelmek, sözle karşılıklı mücadele, söz mücadelesi manalarına gelmektedir.

Muaraza-i bil-huruf: Söz, yazı veya fikir ile birisine karşı gelmek, sözlü mücadele.
Muaraza-i bis-süyûf: Kılınçla, kuvvetle, silahla mücadele etmek, silahla karşı koymak.

Kur’an-ı Kerim, nazil olduğu zamanlar Arabistan ahalisinde belagat ve fesahat had safhada idi, O zamanın insanlarında en mühim şey güzel söz ile kelamlarını süslemek idi.

Kur’ân’ın mûcize oluşunun en mühim tarafını fesâhat ve belâğati teşkil eder. Belâğat; muhtevâya, maksada, mevzûya ve muhâtaba göre, yâni hâlin gerektirdiği şekilde en uygun sözü söylemektir. Kur’ân’ı Kerîm, ele aldığı bütün hususlarda bunu en güzel bir tarzda gerçekleştirmiştir.

Kur’ân-ı Kerîm, fesâhat bakımından da şâheserdir. Seçtiği kelimelerde, kurduğu cümlelerde ve bunların ifâde ettiği mânâlarda en ufak bir eksiklik bulmak mümkün değildir.

Çöl insanları arasında dil tekâmül ederek gelmiş, âdeta Peygamber Efendimiz’in (ASM) mûcizesine hazırlık yapılmıştır. İslâm öncesinde edebiyat fuarları yapılır, yüz civârında şâir bunlara iştirâk ederdi. İlk yediye girenler, birinci derece şâir olarak îlân edilir ve şiirleri Kâbe duvarına asılırdı. Fakat Kur’ân âyetleri inmeye başlayınca edebiyat fuarları sıfırlandı. Meşhur şâir İmriü’l-Kays’ın kız kardeşi şiirden çok iyi anlıyordu. O:
“(Nihâyet) «Ey yer, suyunu yut! Ve ey gök (suyunu) tut!» denildi. Su çekildi; iş bitirildi; (gemi de) Cûdî (Dağı’nın) üzerine yerleşti. Ve; «O zâlimler topluluğunun canı cehenneme!» denildi.”âyet-i celîlesini işitince:

“–Artık kimsenin bir diyeceği kalmadı. Kardeşimin şiiri dahî bundan sonra iftihar mevkiinde duramaz!..” diyerek gitti ve İmriü’l-Kays’ın en başta duran kasîdesini Kâbe’nin duvarından indirdi. Seviye olarak onun altında bulunan diğer şiirlere (Muallakât’a) hiçbir diyecek kalmadığından, onlar da birer birer indirildi.

Şâirlerin reisi olan meşhur Velîd bin Muğîre:
“Allah; adâleti, ihsânı ve muhtaç oldukları şeyleri yakınlara vermeyi emreder. Hayâsızlığı, çirkin işleri, zulüm ve haddi aşmayı yasaklar. Düşünüp tutasınız diye size öğüt verir.” (Nahl Suresi, 90) âyetini işittiğinde, Kur’ân’daki ilâhî esrârı idrâk edip hakîkati îtirâf etmek zorunda kalmış ve şöyle demiştir:

“Vallâhi, az önce Muhammed’den öyle bir kelâm dinledim ki, insan sözü desem değil, cin sözü desem değil! Öyle bir halâveti, öyle bir talâveti var ki sormayın! Öyle bir kelâm ki; üstü meyveli, altı verimli, bereketli! O muhakkak üstün gelir, ona üstün gelinemez.”

Yine Velîd bin Muğîre:
“Kureyş’in büyüğü ve efendisi olarak ben ve Sakîf’in efendisi Ebû Mes’ûd dururken Muhammed’e mi vahiy indirilecek?! Hâlbuki biz bu iki şehrin büyüğüyüz!” demiş, bunun üzerine Cenâb-ı Hak:

“«Bu Kur’ân iki şehirden birinin büyüğüne indirilmeli değil miydi?» dediler.” (ez-Zuhruf, 31) âyetini inzâl buyurmuştur. (İbn-i Hişâm, I, 385)

Yâni Velîd, Kur’ân’ın hak olduğunu vicdânen kabûl etti; lâkin nefsâniyeti ve iblis gibi kibri gâlip gelerek Allâh’ın irâdesine yanlışlık izâfe edecek kadar alçakça bir duruma düştü.

Cenâb-ı Hak bu gibilere ne güzel cevap verir:
“Rabbinin rahmetini onlar mı taksim ediyorlar?!.”(ez-Zuhruf, 32)
Belâğatin en yüksek derecesi Kur’ân’da mevcuttur. Bu bakımdan Kur’ân’ın hem Arapların hem de Arap olmayanların benzerini ortaya koyamayacakları bir i‘câz husûsiyeti vardır.

Bir insan, kendisine ne kadar kudret verilirse verilsin, belâğatin zirvesine çıkmaya güç yetiremez. İnsanın, belâğati hakkıyla gerçekleştirebilmesi için, Arapça’nın bütün lâfızlarını müterâdifleriyle, yâni aynı mânâya gelen diğer kelimeleriyle birlikte gözden geçirmesi ve onların içinden kastedilen mânâya ve hayal edilen sûrete en münâsip olanını seçmesi lâzımdır. Zîrâ söz; zihindeki mânâ, ona delâlet eden lâfız ve muhayyilede mânâ için oluşturulan sûretin hassas âhenk ve tenâsübü nisbetinde beliğ sayılır. İnsan ise bu kadar zor bir işi tam olarak yapamaz. Ancak kâbiliyeti nisbetinde bir kısmına muvaffak olabilir.

Bunun iki sebebi vardır:
1) Mânâlar, fikirler ve tasavvurlar insan nefsinin ve rûhunun derinliklerinden zuhûr eder. Lâfızlar ve tâbirler ise insana hâriçten gelir. Bu sebeple de lâfızlar sınırlı ve kısıtlıdır. Dolayısıyla üzerinde ittifak edilen husus şudur ki: Bir dil ne kadar geniş olursa olsun, mânâ ve duyguların çok cüz’î bir kısmını ifade edebilir. Meselâ “elem” ve “güzel” kelimelerini pek çok şuur, his ve mâna çeşidine karşılık olarak kullanmaktayız. Bu çeşitleri tefrik ederek her biri için en uygun lâfzı kullanamıyoruz. Bunun gibi kelimelerin ekserisi birbirinden farklı birçok mânâlar için kullanılmakta, aralarındaki müşterek nokta da sathî alâkalardan öteye geçmemektedir. Bir insan bu girift mânâları tam ifâde edebilmek için uğraştığında buna tâkatinin yetmeyeceğini anlar.

2) Her şeye rağmen, Kur’ân dili olan Arapça, lisanlar içinde mümtaz bir mevkîye sahiptir. Arapça, büyük bir kelime ve lâfız deryâsıdır. Bu kelimelerin büyük çoğunluğu da müterâdifler, yâni yaklaşık olarak aynı mânâya gelen farklı kelimelerdir. Bir edip ne kadar belâğat sahibi olursa olsun, zihninde ne kadar çok kelime bulunursa bulunsun, kelimelerin tamamını bütün müterâdifleriyle ve bütün açıklığı ile bilmesi mümkün değildir. Bu sebeple her zaman, içinden geçen mânâ ve hislere en yakın olan kelimeyi seçip kullanması neredeyse imkânsızdır. Ancak konuşmak ve yazmak istediğinde hızlı bir şekilde düşünür ve ilk aklına gelen kelimeyi alıp kullanır. Kullanması gereken kelime üzerinde biraz daha düşünse, mânâya daha uygun olan bir başkasını bulabilir. Ancak bunu sürekli bir şekilde devâm ettiremez. Bâzı yerlerde muvaffak olsa, çoğu yerde bunu başaramaz. Maksadını daha açık bir şekilde ifâde edecek kelime ve müterâdifler, her zaman için mevcut olmaya devâm eder.

Bâzen, hissedilen mânâyı ifâde edebilmek için, en uygun kelimeleri seçmek de kâfî gelmeyebilir. Kelimelerin dizilişi, cümlelerin teşekkülü, metnin siyak ve sibâkı da mânâ ve hislerin ifâde aracıdır. Kur’ân-ı Kerîm, müterâdifler arasında delâlet itibâriyle en uygun, tasvir açısından en mükemmel olan kelimeyi almaktadır. Dilin imkânları tükenip geride dil sınırlarının ötesinde bâzı mânâ ve tasavvurlar kaldığında, Kur’ânî kelimeler onları nazım, ses, vezin ve ölçü yoluyla ifâde yoluna gitmektedir. Bunlar da okuyucunun, kelimeleri birbirine kaynaştırmak sûretiyle tilâvet ettiği veya dinlediği esnâda hissettiği ve Kur’ân’ın bütünlüğü içinde mevcut olan mânâlardır.

Kur’ân’ın, en güzel kelimeleri seçerek onları en münâsip yerlerde muhteşem bir fesâhat ve belâğatle kullandığını gösteren şu misâl ne kadar ibretlidir:

Abese Sûresi’nde şöyle buyrulur:
فَاِذَا جَاۤءَتِ الصَّاۤخَّةُ ﴿33﴾ يَوْمَيَفِرُّ الْمَرْءُ مِنْ اَخ۪يهِ﴿43﴾ وَاُمِّه۪ وَاَب۪يهِ ﴿53﴾ وَصَاحِبَتِه۪ وَبَن۪يهِ ﴿63﴾ لِكُلِّ امْرِئٍ مِنْهُمْ يَوْمَئِذٍ شَاْنٌ يُغْن۪يهِ﴿73﴾
“Kulakları sağır eden o kıyâmet sayhası geldiği zaman! İşte o gün kişi kardeşinden, annesinden, babasından, hanımından ve evlâtlarından kaçar. O gün onlardan her birinin başından aşkın derdi ve tasası vardır.” (Abese, 33-37)

Meâric Sûresi’nde ise şöyle buyrulur:
يُبَصَّرُونَهُمْ يَوَدُّ الْمُجْرِمُ لَوْيَفْتَد۪ى مِنْعَذَابِ يَوْمِئِذٍ بِبَن۪يهِ ﴿11﴾
وَصَاحِبَتِه۪ وَاَخ۪يهِ ﴿21﴾ وَفَص۪يلَتِهِ الَّت۪ى تُئـْو۪يهِ﴿31﴾وَمَنْ فِى الْاَرْضِ جَم۪يعًا ثُمَّ يُنْج۪يهِ ﴿41﴾ كَلَّا اِنَّهَا لَظٰى﴿51﴾
“(Candan dost olanlar o gün) birbirlerine gösterilirler (fakat herkes kendi derdindedir.) Her mücrim o günkü azaptan kurtulmak için fidye olarak oğullarını, hanımını, kardeşini, kendisini barındıran sülâlesini, hattâ yeryüzündeki kimselerin tamamını verip de kurtulmak ister. Lâkin ne mümkün! O cehennem, alev alev yanan bir ateştir.” (el-Meâric, 11-15)

Abese Sûresi’ndeki âyetlerde evvelâ kardeş zikredilmiş, onu anne, baba, hanım ve çocuklar takip etmiştir. Meâric Sûresi’nde ise bunun aksine çocuklardan başlanmış, hanım, kardeş, kabîle ve yeryüzündeki diğer insanlar sayılmıştır. Bu tanzim rasgele olmayıp pek çok hikmete mebnîdir. Bunların bir kısmından şöylece bahsetmek mümkündür:

Abese Sûresi’nin âyetlerinde mevzu, “kaçma” üzerinedir. İnsan önce uzak olandan kaçar, en son kendisine yakın olan kimseden kaçar. Burada zikredilenler içinde insana en uzak olan kardeş, en yakın olan da zevce ve çocuklardır. Çocuklar, hanımdan da yakındır. Zîrâ bir insan hanımından ayrılabilir, lâkin çocuklarından hiçbir zaman ayrılamaz. Onları koruyup kollamak ister, üzerlerine titrer.

Âyette anne, babadan önce zikredilmiştir. Çünkü baba yardım etme, zararlardan koruma husûsunda, anneye göre daha güçlü ve kuvvetlidir. İnsan ise o anda korku ve kaçma hâlindedir ve kuvvetli kimselerin yardımına muhtaç durumdadır. Zevceden kaçış da babadan sonraya bırakılmıştır. Çünkü insanın kalbi ona daha çok bağlıdır. Hanımı bir kimsenin sır ortağı ve hayat arkadaşıdır. Abese Sûresi’nde siyak, tanıdıklardan ve yakınlardan kaçış ve kendi başına kalmak isteyiştir. Çünkü o gün herkes kendini kurtarma derdindedir ve en yakınlarına dahî bakma fırsatı yoktur. Hattâ onların hak iddiâ etmelerinden korkmaktadır.
Diğer bir incelik de, bu kaçış manzarasının, kaçmaya dâir mevzûlara sıkça temâs edilen Abese Sûresi’nde yer almasıdır.

Meâric Sûresi’ndeki görüntü ise tâkat getirilemeyecek bir azap sahnesidir. Mücrim, alevlenmiş ve kızışmış olan cehennem ateşine atılmak için getirilmiştir. Bu mücrim, bütün yolları deneyerek ve her şeyini fedâ ederek kurtulmak istemektedir. Bu da onu en yakını olan çocuklarından başlamaya ve biricik yavrusunu, cehennemin azgın alevleri içine atmaya sevk etmektedir. Durumun vahâmeti ve korkunçluğu îcâbı, burada kalbe en yakın olandan başlanmıştır.

Şuna da dikkat etmek lâzımdır ki, burada söz konusu olan kimse, normal birisi değil, mücrimdir. Mücrim, kendi kurtuluşu için her şeyi yapmaya hazırdır. Hattâ menfaatine bir an evvel kavuşmak için en yakınını dahî ateşe atabilir. O, kendi işlediği cürüm sebebiyle insanların tamâmını fedâ eder ve onların cehennemde yanmasına hiç aldırmaz.
Bu manzaradan önce, on ve onbirinci âyetlerde konuyla alakalı olarak; “Birbirlerine gösterildikleri hâlde hiçbir candan dost, dostunun hâlini sormaz” buyrulurken sonrasında da insanın çok hırslı, sabırsız, başı derde düştüğünde sızlanıp duran bir yapıya sahip olduğu söylenir. Böylece siyak ve sibak uyumu gerçekleşmiş olur.

İnsanın kendisine en yakın olan kimseleri dahî fedâ etmesi de gösteriyor ki, o azap, bütün tasavvurların üstünde ve onun korkusu hayâlin ötesindedir. Bu sahnenin azaptan bahsederek başlayan bir sûreye konulması, işlenen konular arasında muazzam bir âhenk olduğunu göstermektedir. Bu durum, Kur’ân-ı Kerîm’in ilâhî üslûbundaki azamete delâlet eden yönlerden sadece biridir.

Bu ve benzeri misallerde açıkça görüldüğü üzere Kur’ân’da fesâhat sırrı hiçbir zaman bozulmamıştır. Onda, mûcizevî nazmının dışına çıkan bir kelime dahî yoktur. Sırf câmid isimlerin serdedildiği âyetleri okusanız, onlardaki nazmın dahî müthiş bir i‘câz ihtivâ ettiğini görürsünüz. Harflerinin yapısına ve cümledeki söyleniş husûsiyetine göre veya başka bir nükte sebebiyle yapılan takdim-tehirler insanı hayrette bırakır.
 

kenz-i mahfi

Sorumlu
Kur’an nazil olduğunda belagat ve fesahat şaheseri olan kasideler Kabe’nin duvarında duruyordu. Araplar, bu kasideler ile iftihar ediyorlar, çünkü edebiyatta bu kasidelerden daha güzel söz söylenmemiş kabul ediyorlardı. Kabe’nin duvarında 7 şairin 7 şiiri asılı idi. Bu şairlerden en meşhuru Lebin bin Rebia’dır.

Lebid bin Rebia: Kasideleri altın harflerle yazılıp Kabe duvarına asılan ünlü Arap şairlerindendir. Genç yaşta yazdığı ve okuduğu şiirleriyle meşhur olmuş ve belagatın çok üstün olduğu bir zamanda en büyük edipler seviyesine yükselme başarısını göstermiştir. Muallaka sahibi kişiler arasında Müslüman olan tek şairdir. Söylediği şiirleri özellikle kabilesi üzerinde çok büyük tesir bırakmış ve temayüllerinin değişmesine sebep olmuştur. Müslüman olmadan önce ve Müslüman olduktan sonra yazdığı şiirlerinde önemli farklılıklar dikkat çekmiştir. Muallaka’sı Kabe duvarında asılı dururken nazil olan ayeti duyan kızı; ayetin belagatı karşısında, babasının yazdığının kıymetinin kalmadığını söyleyerek, eseri Kabe duvarından indirmiştir. Künyesi Ebu Akil Lebid bin Rebia bin Malik bin Cafer el-Amiri el-Caferi şeklindedir.

Lebid’in hayatı hakkında fazla bilgi yoktur. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Ancak, Hire Hükümdarına gönderilen elçilik heyeti içinde bulunmasından hareketle 550-570 yılları arasında doğmuş olduğu tahmin edilmektedir. Beni Cafer kabilesine mensup olan Lebid’in babası Rebia bu kabilenin ileri gelenlerindendir. Rebia, cömertliği ile şöhret bulmuş ve fakirlerin babası anlamına gelen “Rebiu’l-muktirin” lakabıyla anılmıştır.

Lebid, genç yaşta kabilesi içinde şöhret buldu. Yazdığı şiirlerle dikkatleri üzerine topladı. Hire Hükümdarına gönderilen elçilik heyeti içinde bulunması, söylediği şiirlerin hükümdarın çok hoşuna gitmesi şöhretini arttırdı. Kabile mensupları üzerindeki etkisi de hissedilmeye başlandı. Arap toplumunda şiire ve şairlere çok büyük değer verilmesinden ötürü, bunların sarf ettiği sözler de toplumun eğilimleri üzerinde çok büyük etki bırakmaktaydı. Nitekim, söz konusu elçilik heyeti içinde bulunup Hire hükümdarını metheden ve ona muhalif olanı hicveden sözlerinden sonra, hükümdara olan bağlılık arttı. Kendi kabilesinin de Hire hükümdarına olan bağlılıkları yeniden güçlendi.

Lebid, şiirleri Kabe duvarına asılan Arapların en ünlü şairleri arasına girerek büyük bir şöhret elde etti. Şiirlerindeki belagatıyla kabilesine hizmet etmekle övündü. Şöhret bulduktan sonra da kabilesine sadık kaldı. Yaşadığı dönemde kendisi için “Arapların en büyük şairi” şeklindeki övgülere rağmen gurura kapılmadı. Kendisinden üstün olanların ismini zikrederek, üçüncü sırada kendine yer verdi. İmrü’l-Kays ve Tarafa’nın kendinden önde olduğunu ifade etme nezaketinde bulundu.

Muallaka şairleri içinde Müslüman olan tek şair Lebid’in, İslamiyet’i ne zaman kabul ettiği hakkında kesin bilgi yoktur. Kur’an-ı Kerim’in nazil olmasından sonra da Kabe duvarındaki şiirler asılı durmakta idi. Bu sırada Lebid henüz Müslüman değildi. Bir çok kaynakta aktarıldığı gibi, Risale-i Nur’da da Lebid ve kızının tavrı hakkındaki nakillere yer verilmektedir.

Kur’an-ı Kerim’in nazil olması ve ayetlerinin okunmaya başlanması, duyulması, belagat dahileri üzerinde çok büyük etki yaptı. Altınla yazılan ve Kabe’nin duvarlarına asılan meşhur ediplerin şiirleri, Kur’an’ın belagatı karşısında sönük kaldı. Bu gelişme karşısında harekete geçen kimselerden birisi meşhur Lebid’in kızı oldu. Allah’ın kelamı karşısında babasının sözlerinin ehemmiyetinin kalmadığı düşüncesiyle Kabe duvarına asılı olan babasının kasidesini indirdi. Sebep olarak da; “Âyâta karşı bunun kıymeti kalmadı” (Şualar, 1994, s. 124) demek suretiyle duygularını ifade etti.

Belagat ustası olan Lebid de Kur’an’ın belagatına hayran kaldı. O sırada müşrik olduğu halde hayranlığını gizlemedi. Ayetlerdeki ifadelerin belagatı en güzel şekilde gösterdiğini ifade etti. İlahi kelamın nüzulüne lakayt kalmayarak Müslüman oldu. Kur’an-ı Kerim’in ancak, bir Peygamber lisanından duyulabileceğini söyleyerek vahyi tasdik etti (İşaratü’l-İ’caz, 1994, s. 268) Bu tarihten sonra şairliğinde ve eserlerinde büyük farklılıklar görülmeye başlandı.

Lebid, Müslüman olmadan önce yazdığı şiirlerinde; içki alemlerini, av sırasında avcının önünde ceylanların ve yaban eşeklerinin kaçışlarını, köpeklerle mücadelelerini tasvir etti. Hayvanlar alemini tasvirinde büyük maharet sahibi olduğunu gösterdi. Kendi kabilesinin hayat tarzına, çiftçilik işleri dahil olmak üzere, yurdunun hatıralarına yer verdi. Yolculuklarını tasvir etti.

Kabe’ye asılan Muallaka’sının ilk bölümünde eski konaklama yerlerinin tasvirine yer verirken, aşk temasını ikinci planda tuttu. Av sahnelerini ve işret alemini, kabile büyüklerine övgü, kendi cömertliği ile övünme gibi temalara yer vererek işledi. Bu eseri hakkında bir çok çalışma yapıldığı gibi İngilizce, Almanca, Fransızca, İspanyolca, Urduca, Farsça ve Türkçe tercümesi de yapıldı.

Lebid, Müslüman olduktan sonra ise, şiirlerinde içki ve av sahnelerine yer vermedi. Bundan sonra daha çok İslami motiflere yer verdi. “İyi biliniz ki, Allah’tan başka her şey batıldır, her nimet de şüphesiz zevale mahkumdur” beyti Peygamber Efendimizin (asm) övgüsüne, hiçbir şairin ağzından, bunlardan daha doğru ifadelerin çıkmadığı mealindeki iltifata mazhar oldu. Şairin, her nimet de şüphesiz zevale mahkumdur, şeklindeki ifadeleri, dünyevi nimetlerin zeval bulmasına karşılık, asıllarının ahirette verileceği şeklinde şerh ve izah edilmiştir.

Lebid’in, 631 yılında Müslüman olduğu tahmin edilmektedir. Bu tarihten sonra Küfe’ye yerleşti ve
şehrin kurucuları arasında yer aldı. Oğulları da kendisiyle birlikte buraya yerleştiler. Uzun bir ömür yaşayan meşhur şair, yaşadığı uzun yılları şiirlerine de aksettirdi. 660 veya 661 yılında Küfe’de vefat etti. Beni Cafer bin Kilab adı verilen sahraya defnedildi.
 

kenz-i mahfi

Sorumlu
Kur’an ile muaraza hakkındaki ayetler Bakara Suresi’nin 23. ve 24.ayetleridir. Bakara Suresi, hicretten sonra inen ilk suredir. Aynı zamanda Kur’an’ın son inen ayeti de bu surededir.
Kur'an-ı Azimüşşan sürekli ve damarlarına dokunduracak şekilde inkarcılardan benzerini vücuda getirmelerini istemiş ve meydan okumuştur. Risale-i Nur'da bu meydan okumayla ilgili olarak geniş açıklamalar yer almaktadır: "Şu Kur'ân'ın, Muhammedü'l-Emin gibi bir ümmîden nazîrini yapınız ve gösteriniz. Haydi, bunu yapamıyorsunuz; o zat ümmî olmasın, gayet âlim ve kâtip olsun. Haydi, bunu da getiremiyorsunuz; bir tek zât olmasın. Bütün âlimleriniz, beliğleriniz toplansın, birbirine yardım etsin. Hattâ güvendiğiniz âliheleriniz size yardım etsin. Haydi, bununla da yapamayacaksınız. Eskiden yazılmış beliğ eserlerden de istifade edip, hattâ gelecekleri de yardıma çağırıp Kur'ân'ın nazîrini gösteriniz, yapınız. Haydi, bunu da yapamıyorsunuz. Kur'ân'ın mecmuuna olmasın da, yalnız on sûresinin nazîrini getiriniz. Haydi, on sûresine mukabil, hakikî, doğru olarak bir nazîre getiremiyorsunuz. Haydi, hikâyelerden, asılsız kıssalardan terkip ediniz, yalnız nazmına ve belâgatine nazîre olsun getiriniz..." (Mektubat)
İşte bu meydan okumalara karşı ortaya çıkan en meşhur kişi Müseylime'dir. Bu makamda Müseylime-i Kezzab hakkında biraz bilgi verelim:
MÜSEYLİME-İ KEZZAB (İbn-i Habib el Hanefi)
Asıl adı İbn Habib el-Hanefi (öl. 12/633 m.) olan Müseylime’ye, “müslümancık” anlamına gelen bu adı daha Rasulullah’ın hayatında müslümanlar vermiştir. Demek ki onu tekfir etmek ya da müslüman saymak dışında, el-Hanefi’nin durumu belirginleşinceye kadar ara bir form olarak kullandılar. “Müseylime” adını, Hz. Peygamber’in, o ve onun gibi peygamberlik iddiasıyla çıkan Esved Ansi hakkında şöyle buyurduğu rivayet edilir: “Rüyamda, dünyanın hazineleri bana getirildi. Avcuma iki altın bilezik kondu. Onları gözümde büyüttüm (bir rivayette “beni tedirgin etti”) “Onlara üfle” diye vahyolundu. Üfledim, gittiler. Bunu, iki yalancının çıkacağına yordum.”Haberin ravisi Abdullah b. Abbas dedi ki: “Onlardan biri Firuz’un Yemen’de öldürdüğü (Esved) el-Ansi, diğeri Müseylime’dir. (Buhari, Ta’bir, 95.38, 6/2579). Esved el-Ansi’nin oğlu Umeyr Buhari’nin ravileri arasında yer aldığına göre, babası oğlunu dahi kendisine inandıramamış olsa gerektir. (Sahih, 3/1069) Hz. Peygamber, Müseylime ile Medine’de karşılaştığında, ona “Sen rüyamda gördüğüm kişisin” diyecektir. (Megazi, 67.66)

Yemâme halkından olan Müsylime Benî Hanif temsilcileriyle görüşerek Müslüman olduğunu ifade etmişti. Yemâme’ye dönünce irtidat etti, dininden döndü ve ilmine, hitabetine ve şairliğine güvenerek peygamberlik iddiasında bulundu. Kahinlik ve sihir gücünü de kullanarak bir takım gaybî haberler yaymağa başladığı gibi göz boyama ile yaptıklarını da “mucize” olduğunu iddia ediyordu. Bu nedenle Benî Hanif ve Yemâme halkından pek çoklarını aldatarak etrafına topladı.

“Rahman” isminde bir meleğin kendisine vahiy getirdiğini iddia eden Müseylime Kur’ân-ı Kerime nazire/benzer olacak şekilde sözler söylemeye başladı. Kuru bir taklitçilikten öte bir anlamı olmayan sözlerle cahil insanların katında değerli görünürken, ehl-i ilim ve ehl-i hakikat karşısında maskara ve gülünç duruma düşüyordu.

Müseylime, Hz. Peygamber’in peygamberliği de dahil hiçbir iman esasını inkâr etmiyordu. O, Hz. Peygamber’in dinde birtakım ‘reformlar’ yapıyordu. Kendi toplumuna şarabı ve zinayı helal kılıyordu. (Taberi, tarih, 2/281-282) Oruçta hatırı sayılır bir indirime giderek, orucu bir gün ve geceye indirmişti. Mescidlerinde ibadet ediliyor, taraftarları ibadetlerinde kendisine geldiğini iddia ettiği seçili sözleri okuyorlardı. Bunlardan ilginç örnekler kaynaklarda yer almıştır. Hz. Ebubekir, Hanife oğullarına baş eğdirdiğinde, onlardan “Müseylime’nin Kur’an’ından” bazı şeyler okumalarını istedi. Onlar okudular:

“Fil / Öyle ya/ sen filin ne olduğunu nereden bileceksin / onun uzun bir hortumu var!”
Şu örnek daha ilginç: “Siz ey iki kurbağanın kızı kurbağalar / Suyunuz temizlendi / Suyu kirletemezsin / içeni engelleyemezsin / Başın suda, kuyruğun çamurda / Toprağın yarısı bizim yarısı Kureyş’in / ama Kureyş saldırgan bir toplum.”

İşte bir örnek daha: “Ekini ekenlere / ürünü biçenlere / daneyi savuranlara / un öğütenlere / ekmek pişirenlere / tirit yapanlara / donmuşunu da erimişini de silip süpürenlere yemin olsun / Yüncü bedevilere ve sizden önceki medenilere üstün kılındınız / Arkadaşınızı koruyun / Yardım dileyeni barındırın / İsteyenin işini görün.” (İbn Kesir, el-Bidaye, 6/331)
Temim kabilesinden Secah isimli bir kadın da kendisine vahiy geldiğini iddia ediyordu. Müseylime’ye rakip çıkmıştı. Müseylime, rakip istemediği için Secah’a buluşma teklif etti. Taberi, bu buluşmanın ayrıntılarını nakleder. Müseylime, Secah’ı onun için kurdurttuğu görkemli bir çadırda ağırladı. Onu peygamberlik iddiasından vazgeçirmek için şu vaadi yaptı: “Sen bu işten vazgeçersen, Allah sana Kureyş’in payına düşen yarıyı verir.” İlginç olanı, birbirlerine gelen “vahyi” öğrenmek istemeleriydi. Müseylime Secah’a “Sana ne vahyediliyor?” diye sordu. Kadın, “Kadınlar önce başlar mı? Sen söyle bakalım sana ne vahyolduğunu?” dedi. Müseylime şu cevabı verdi: “Baksana Rabbine / hamile kadına ne yaptı / Vahşice vuruşların peşinden yılan gibi akan canlı bir varlık çıkardı.” Secah “Ee, daha ne olmuş?” dedi. Dedi ki: “Bana şöyle vahyolundu: Allah kadınları öbek öbek yarattı / Erkekleri onlara eş yaptı / Onlara bir şey geçiririz / Dilediğimiz zaman da çekip çıkarırız / Bizim için yavru imal ederler.” Secah dedi ki: “Senin peygamber olduğunu şehadet ederim!” Müseylime: “Benimle evlenir misin? Böylece, senin ve benim kavmim sayesinde Arapları yemiş olurum!” dedi.” Taberi bu hikâyenin sonunda Müseylime’nin ‘ümmetine’ şu talimatı verdiğini nakleder: “Allah’ın elçisi İbn Habib -Müseylime-, size Muhammed’in getirdiklerinden ikisini yükledi: Yatsı namazı ve sabah namazı.” (Taberi, tarih, 2/270-271)

İlginçtir ki, Museylime Hazret-i Muhammed'e mektup gönderip ona peygamberlikte ortaklık teklifi yapmıştı:
Allah'ın Resulü Müseylime'den, yine Allah'ın Resulü Muhammed'e:
Sana selam olsun. Ben, seninle birlikte peygamberlik vazifesine ortağım. Yeryüzünün yarısı bize, yarısı da Kureyş kabilesine aittir. Ancak Kureyş haddini aşan bir kavimdir.
Bu mektuba Muhammed'in yanıtı sert oldu:

Allah'ın elçisi Muhammed'den yalancıların en yalancısı (Kezzab) Museylime'ye:
Allah'ın selamı dosdoğru yol üzerinde bulunanlara olsun! Hemen ilave edeyim ki yeryüzü Allah'a aittir. Onu kulları arasında dilediğine verir; bütün işlerin sonunda kurtuluş, Allah'tan hakkıyla korkup çekinenlerindir.

İddiasından vazgeçmeyen Müseylime için peygamberimiz (sav) Necid halkına haber göndererek “Müseylime kezzaptır, yalancıdır. Onun hakkından gelin!” ferman etti. Bu nedenle Müseylime’nin adı “Müseylime-i Kezzab” oldu. Müseylime ifsadına devam etti. Ancak peygamberimiz’in (sav) vefatından sonra Hz. Ebubekir (ra) Halid b. Velid (ra) komutasında bir ordu göndererek Müseylime ile savaştı, ordusunu dağıttı ve Hz. Hamza’yı şehit eden Vahşi b. Harb, Hz. Hamza’yı şehit ettiği aynı mızrağı ile Müseylime’yi öldürdü ve Hz. Hamza’yı öldürmesine mukabil olmasını diledi.

Müseylime, İslam’ın doğduğu yıllarda yaşadı. Peygamber Efendimiz (ASM) doğduğu zaman Müseylime yaklaşık 80 yaşlarında idi. Peygamber olduğunu öne sürdü, Allah’ın kendisini Muhammed ile ortak kıldığını iddia etti, İslam devletine savaş açtı, yenildi ve öldürüldü.
Müseylime, Arabistan’ın en büyük kabilelerinden, Yemame’de mukim Beni Hanife’dendi. Müseylime’nin hayatının dönümü Yemame’den Medine’ye İslam peygamberini ziyaret eden heyette yer almasıyla başladı. Medine’de Hazret-i Muhammed ile görüşerek İslam’ı seçen heyet, görevini tamamlamış olarak Yemame’ye geri döndü. Heyettekiler Beni Hanife kabilesini İslam’ı seçmeleri yönünde ikna etmeye başardılar.

Müseylime, Medine ziyaretinden bir kaç ay sonra kendisinin de bir peygamber olduğunu ilan etti. Müseylime başarılı, etkileyici bir hatipti. Aynı zamanda fevkalade bir ilüzyonistti; daha önce kimsenin görmediği numaraları başarıyla yapıyordu. Bu yeteneklerini kullanarak kısa süre içinde İslam’a yeni geçmiş kabilesi içinde önemli bir taraftar kitlesi edindi.

Müseylime’nin zaman içinde kabilesi içinde nüfuzu arttı. kendine güveni nüfuzundan daha da hızlı arttı. herhalde kendisini denk olarak görmeye başladı ki, Muhammed’e bir mektup yazdı. mektup “Allah’ın elçisi Müseylime’den Allah’ın elçisi Muhammed’e” diye başlıyordu. mektubun devamında Müseylime peygamberliğinden bahsediyor, İslam peygamberine dünyayı aralarında paylaşmayı öneriyordu! Muhammed’in cevabı olumsuz ve çok sert oldu; yanıt şöyle başlıyordu: “Allah’ın resulü Muhammed’den Büyük Yalancı Müseylime’ye”bu olayların akabinde, doğal olarak, Müslümanlar ve Müseylime arasında ilişkiler sıcak olmadı. ancak Müseylime geri adım atmadı; bu dönemde müslümanların Arabistan'daki kabilelerin isyanlarıyla uğraşmaları da çekinmezliğini arttırıyordu.

Müseylime, Peygamber'in ölümünden sonra kendisini yanlıştan dönmeye davet eden Hazret-i Ebu Bekir’in elçisini öldürtmek suretiyle halifeliğe savaş ilan etti. kendisi için en büyük talihsizlik tarihin en önemli komutanlarından Halid bin Velid’in komuta ettiği bir orduya karşı savaşmasıdır. savaş sonunda Müseylime ölmüş, kuvvetleri yenilmiştir. Hazret-i Peygamberin amcasını katleden, sonradan müslümanlığı seçen Vahşi ibn Harb tarafından Hazret-i Muhammed’in amcası Hamza’yı öldürdüğü kargının ta kendisiyle öldürülmüştür. Ancak Arabistan’ın en güçlü kabilelerinden birisiyle yapılan bu savaş halifelik için de bir kan kaybıyla sonuçlanmıştır: hayattayken Peygamberin çevresinde bulunmuş ve Kuran’ı hatmetmişlerden o denli çok kişi şehit düşmüştür ki, Hazret-i Ömer, Hazret-i Ebu Bekir’e o güne kadar sadece insanların ezberlerinde saklanan Kur’an’ın yazılı hale getirilmesini önermiştir.
"Eğer muâraza mümkün olsaydı, alâküllihâl katî teşebbüs edilecekti. Çünkü, izzet ve nâmus meselesi, can ve mal tehlikesi vardı. Eğer teşebbüs edilseydi, alâküllihâl katî taraftar pekçok bulunacaktı. Çünkü, hakka muârız ve muannid dâimâ kesretli idi. Eğer taraftar bulsaydı, alâküllihâl iştihar bulacaktı. Çünkü, küçük bir mücâdele, beşerin nazar-ı istiğrâbını celb edip destanlarda iştihar eder. Şöyle acîb bir mücâdele ve vukuât ise gizli kalamaz. İslâmiyet aleyhinde tâ en çirkin ve en şenî şeylere kadar nakledilir, meşhur olur. Halbuki muârazaya dâir Müseylime-i Kezzâb'ın bir iki fıkrasından başka nakledilmemiş. O Müseylime'de, çendan belâgat varmış; fakat hadsiz bir hüsn-ü cemâle mâlik olan beyân-ı Kur'ân'a nisbet edildiği için onun sözleri hezeyan sûretinde tarihlere geçmiştir. İşte Kur'ân'ın belâgatındaki i'câz, katiyen iki kere iki dört eder gibi mevcuddur ki, iş böyle oluyor."
Müseylime olayında öne çıkan önemli hususlardan iki tanesi doğruluk ve yalan arasındaki farktır. Birincisi sahibini en ulvi makamlara yükseltip meleklerden de ala bir yüceliğe ulaştırırken, ikincisi ise sahibini hayvandan da aşağı bir dereceye düşürmektedir. İşte Müseylime'yi en aşağı seviyelere düşüren yalan olduğu gibi, Peygamber Efendimizi de ala-yı illiyine çıkaran sıdk ve doğruluktur. Saadet asrının en önemli özelliklerinden birisi de yalan ve doğru arasında büyük bir mesafe ve birbirlerinden çok uzak bulunmalarıdır. Doğruluğun aşığı olan sahabeler de İslam'a dört elle sarılırken, en az onun kadar da yalandan uzak durmaya itina göstermişlerdir.
Bediüzzaman, yalancılığıyla ünlenen Müseylime'nin durumu ile ilgili bilgi aktardıktan sonra, yalan ve doğruluk arasındaki mesafenin giderek azaldığına işaret etmektedir; "o zamandan sonra, git gide ve gele gele sıdk ve kizb ortasındaki mesafe azala azala, omuz omuza geldi; bir dükkânda ikisi beraber satılmaya başladığı gibi, ahlâk-ı içtimâiye bozuldu. Propaganda-i siyâset, yalana fazla revaç verdi. Yalanın müthiş çirkinliği gizlenip, doğruluğun parlak güzelliği görünmemeye başladı..."(Sözler, s. 452)
Bediüzzaman, günümüzün bir hastalığı haline gelen yalan (kizb) konusunda önemli hususları dile getirmektedir; "kizbin şiddet-i kubh ve çirkinliğine işarettir. Bu işaret dahi, kizbin ne kadar tesirli bir zehir olduğuna bir şahid-i sadıktır. Zira kizb, küfrün esasıdır. Kizb, nifakın birinci alametidir. Kizb, kudret-i İlahiyeye bir iftiradır. Kizb, hikmet-i Rabbaniyeye zıttır. Ahlak-ı aliyeyi tahrip eden, kizbdir. alem-i İslamı zehirlendiren, ancak kizbdir. alem-i beşerin ahvalini fesada veren, kizbdir. Nev-i beşeri kemalattan geri bırakan, kizbdir. Müseylime-i Kezzab ile emsalini alemde rezil ve rüsvay eden, kizbdir. İşte bu sebeplerden dolayıdır ki, bütün cinayetler içinde tel'ine, tehdide tahsis edilen, kizbdir." (İşaratü'l-İ'caz)
Yalan ve dolanları, sihirbazlığı ve diğer bazı sebeplerle etrafında önemli bir güç oluşturan Müseylime, Müslümanlar için büyük bir tehdit oluşturmaya başladı. Dinden dönenleri de etrafına toplayan Müseylime'nin üzerine, Halid bin Velid komutasında bir ordu gönderildi. İki taraf arasında çok şiddetli bir savaş oldu. Müseylime'nin taraftarları dağıtılıp bir kısmı öldürülürken, çok sayıda Müslüman da şehit oldu. Bunların arasında çok sayıda sahabe ve tabiin vardı. Diğer taraftan Müseylime de Vahşi (RA) tarafından bulunarak öldürüldü (633). Böylece büyük bir tehlike bertaraf edilmiş oldu.
 

kenz-i mahfi

Sorumlu
Risale-i Nur Külliyatı’nda “muaraza” ve “mislini getirme” konusundaki bahisler şunlardır:
Sözler’de geçen bahisler
“Benî Âdem'in en dâhî ediblerini, en hârika hatiplerini, en mütebahhir ulemâsını muârazaya dâvet edip bin üç yüz senedir meydan okuyor. Onların damarlarına şiddetle dokunuyor. Muârazaya dâvet ettiği halde, kibir ve gururlarından başı semâvâta vuran o dâhîler, ona muâraza için ağız açamayıp, kemâl-i zilletle boyun eğdiler.” “Hattâ onların içinde "Muallâkât-ı Seb'a" nâmiyle yedi edibin yedi kasîdesini altınla Kâbe'nin duvarına yazmışlar, onunla iftihar ediyorlardı.”

“Der: "Ya muâraza ediniz, yahut can ve malınız helâkettedir."

“İşte, eğer muâraza mümkün olsaydı, acaba hiç mümkün mü idi ki, bir iki satırla muâraza edip dâvâsını iptal etmek gibi rahat bir çare varken, en tehlikeli, en müşkülâtlı muharebe tarîkı ihtiyar edilsin.”

“…birkaç hurufâtla muâraza edebilseydi, Kur'ân dâvâsından vazgeçerdi. Onlar da maddî ve mânevî helâketten kurtulurlardı.”

“Demek, muâraza-i bilhuruf mümkün değildi, muhâldi; onun için muharebe-i bissüyûfa mecbur oldular.”

“ Âlim olsun, âmî olsun, her kim ona ve onlara baksa kat'iyen diyecek ki, "Kur'ân, bunlara benzemez. Hiçbirisi onu tanzîr edemez."
Eğer muâraza mümkün olsaydı, alâküllihâl katî teşebbüs edilecekti. Çünkü, izzet ve nâmus meselesi, can ve mal tehlikesi vardı. Eğer teşebbüs edilseydi, alâküllihâl katî taraftar pekçok bulunacaktı. Çünkü, hakka muârız ve muannid dâimâ kesretli idi. Eğer taraftar bulsaydı, alâküllihâl iştihar bulacaktı. Çünkü, küçük bir mücâdele, beşerin nazar-ı istiğrâbını celb edip destanlarda iştihar eder. Şöyle acîb bir mücâdele ve vukuât ise gizli kalamaz. İslâmiyet aleyhinde tâ en çirkin ve en şenî şeylere kadar nakledilir, meşhur olur. Halbuki muârazaya dâir Müseylime-i Kezzâbın bir iki fıkrasından başka nakledilmemiş. O Müseylime'de, çendan belâgat varmış; fakat hadsiz bir hüsn-ü cemâle mâlik olan beyân-ı Kur'ân'a nisbet edildiği için onun sözleri hezeyan sûretinde tarihlere geçmiştir. İşte Kur'ân'ın belâgatındaki i'câz, katiyen iki kere iki dört eder gibi mevcuddur ki, iş böyle oluyor.”

“Şimdi, biri çıksa, Kur'ân'ın getirdiği hakâikten bir kısmına kendi hevesince çocukça bir intizam verse, Kur'ân'ın bâzı âyâtına muâraza için nisbet etse, "Kur'ân'a yakın bir kelâm söyledim" dese, öyle ahmakâne bir sözdür ki;”
“Hem, ilm-i belâgatın dâhîlerinden Abdulkâhir-i Cürcânî ve Sekkâkî ve Zemahşerî gibi binlerle dâhî imamlar ve mütefennin edibler icmâ ve ittifakla karar vermişler ki, "Kur'ân'ın belâgatı, tâkat-ı beşerin fevkındedir; yetişilmez."

Hem, o zamandan beri mütemâdiyen meydan-ı muârazaya dâvet edip, mağrur ve enâniyetli ediblerin ve beliğlerin damarlarına dokundurup, gururlarını kıracak bir tarzda der: "Ya birtek sûrenin mislini getiriniz, veyahut dünyada ve âhirette helâket ve zilleti kabul ediniz" diye îlân ettiği halde, o asrın muannid beliğleri birtek sûrenin mislini getirmekle kısa bir yol olan muârazayı bırakıp, uzun olan, can ve mallarını tehlikeye atan muharebe yolunu ihtiyâr etmeleri ispat eder ki, o kısa yolda gitmek mümkün değildir.”

“ve bütün cin ve ins toplansa onun mislini getirememesi…”

“Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın elbette mislini getirmek mümkün değildir ve derece-i i'câzına yetişilmez.”
 

kenz-i mahfi

Sorumlu
İşarat-ül İ’caz’daki bahisler
“Bu harflerin takti' ile tadadı, san'atın madde ve me'hazini muhataba göstermekle muarazaya talip olanlara karşı meydan okuyarak, "İşte, i'caz-ı san'atı, şu gördüğünüz harflerin nazım ve nakışlarından yaptım. Buyurunuz meydana!" diye, onların tahkirane tebkitlerine (tekdirlerine) işarettir.”

“Arapların medar-ı iftiharları ve timsal-i belagatleri olan ve bilhassa Kabe duvarında teşhir edilmek üzere altın suyu ile yazılmış "Muallakat-ı Seb'a" ünvanıyla anılan en meşhur ediplerin en beliğ ve en fasih eserlerini iftihar listesinden sildirtti.”

“Maahaza, Hazret-i Muhammed (a.s.m.) Kur'an'la muarazaya ve Kur'an'a bir nazire yapılmasına onları şiddetle davet etmekten geri durmuyordu, damarlarına dokunduruyordu, techil ve terzil ediyordu.”

“Demek bu meselenin uhdesinden gelemediklerinden, yani Kur'an'ın bir benzerini yapmaktan aciz kaldıklarından sükuta mecbur olmuşlardır. İşte onların bu ıztırari sükutları aczlerini meydana çıkardı. Ve bunların aczlerinden de, i'caz-ı Kur'an'ın güneşi tulu etmiştir.”

“Kur'an-ı Kerim, sanki onlara istihzaen diyor ki: "Muhammed Aleyhissalatü Vesselam, bütün insanlara nübüvvetini tasdik ettirmek için Allah'ından yardım istedi. Allah'ı da, Kur'an'ına sikke-i i'cazı basarak pek çok insanlara tasdik ettirdi. Sizin alihelerinizden bir faydanız varsa, siz de onları çağırınız, size yardım etsinler."

“Sanki Kur'an-ı Kerim diyor ki: "Sizler, fesahatin ümerası ve herkesten ziyade fesahate muhtaç olduğunuz halde, muarazaya kadir olamadınız. Beşer de Kur'an'ın muarazasına kadir olamaz."

“Muarazanın yapılmamasından, Kur'an'ın i'cazı lazımgelir.”

“Kezalik, bir surenin muarazasından aciz kalan adamın, bütün Kur'an'ı tecrübeye hakkı yoktur. Çünkü Katip birdir.”

“"Bizim şahitlerimiz yoktur. Eğer muarazaya girişsek, bizi destekleyecek kimse yoktur" diye gösterdikleri o bahaneyi de def etmek için, "Şühedanıza da müsaade edilmiştir. Onları da çağırın, size yardım etsinler."

“Evet, Kur'an ile muaraza ve mübarezeye çıkan insanların kuvveti Cenab-ı Hak tarafından körleştirilerek, muarazayı yapabilecek kabiliyetten sukut ettirilmiştir.”

“Yalnız Kur'an'ın mislini getirmekle mesele bitmiş olmuyor. Ancak ümmi bir şahıstan getirilmesi lazımdır ve muarazanın tamamiyetine şarttır.”
“muarazanın tamamiyeti, yalnız bir surenin mislini getirmekle olmuyor. Ancak Kur'an'ın tamamına misil olacak bir mecmudan, bir kitaptan alınan bir surenin mislini getirmek şart olduğuna işarettir.”

“"Eğer sadık olsaydınız, yapacaktınız. Lakin yapamadınız; öyleyse sadık değilsiniz."

“muarazaya yapılan davet, sükut ile cevaplandırıldı. Böyle cihanşümul bir inkılabı söndürmek için yapılan davet üzerine mübareze meydanına gitmeyip sükut etmek, elbette eser-i aczdir. Kur'an-ı Kerimin bu ispatlarına karşı kafirler habt olup ağızlarını açamadıkları gibi, nabızları bile felce uğradı.”
 

kenz-i mahfi

Sorumlu
Şualar’da geçen bahisler
“Hem o zamandan beri, mütemadiyen meydan-ı muarazaya davet edip, mağrur ve enaniyetli ediplerin ve belîğlerin damarlarına dokundurup, gururlarını kıracak bir tarzda der: "Ya birtek sûrenin mislini getiriniz, veyahut dünyada ve âhirette helâket ve zilleti kabul ediniz" diye ilân ettiği halde, o asrın muannid beliğleri birtek sûrenin mislini getirmekle kısa bir yol olan muarazayı bırakıp, uzun olan, can ve mallarını tehlikeye atan muharebe yolunu ihtiyar etmeleri ispat eder ki, o kısa yolda gitmek mümkün değildir.”

“Hem edebiyatça en ileri bulunan Arap edipleri (İslâmiyete girmeyenler) şimdiye kadar muarazaya pek çok muhtaç oldukları halde, Kur'ân'ın i'câzından yedi büyük veçhi varken, yalnız birtek veçhi olan belâgatinin, tek bir sûrenin mislini getirmekten istinkâfları; ve şimdiye kadar gelen ve muaraza ile şöhret kazanmak isteyen meşhur belîğlerin ve dâhi âlimlerin, onun hiçbir veçh-i i'câzına karşı çıkamamaları ve âcizâne sükût etmeleri, Kur'ân mucize ve tâkat-i beşerin fevkinde olduğuna bir imzadır.

“hiç kimse, hatta bir suresinin mislini getirmeye cesaret etmeyen…”
 

kenz-i mahfi

Sorumlu
Mektubat’ta geçen bahisler
“Düşmanlarda bir hiss-i tenkit ve muaraza, yani Kur'ân üslûbuna mukabele etmekle dâvâ-yı i'câzı kırmak hissi.”

“İşte bu dört tabaka, Kur'ân'a karşı kemâl-i hayret ve hürmetle onun önüne diz çökerek şakirt oldular. Hiçbirisi hiçbir vakit birtek sûreyle muarazaya kalkışamadılar.”

“Eğer muaraza mümkün olsaydı, herhalde teşebbüs edilecekti. Çünkü muarazaya ihtiyaç şedit idi. Zira dinleri, malları, canları, iyalleri tehlikeye düşüyor; muaraza edilseydi kurtulurlardı. Eğer muaraza mümkün olsaydı, herhalde muaraza edecektiler. Eğer muaraza edilseydi, muaraza taraftarları kâfirler, münafıklar çok, hem pek çok olduğundan, herhalde muarazaya taraftar çıkıp iltizam ederek herkese neşredeceklerdi. (Nasıl ki, İslâmiyetin aleyhinde her şeyi neşretmişler.) Eğer neşretseydiler ve muaraza olsaydı, herhalde tarihlere, kitaplara şâşaalı bir surette geçecekti. İşte, meydanda bütün tarihler, kitaplar; hiçbirisinde, Müseylime-i Kezzâbın birkaç fıkrasından başka yoktur. Halbuki, Kur'ân-ı Hakîm, yirmi üç sene mütemadiyen damarlara dokunduracak ve inadı tahrik edecek bir tarzda meydan okudu.”

“meşhur Câhız'ın dediği gibi, "Muaraza-i bilhuruf mümkün olmadı, muharebe-i bissüyufa mecbur oldular."

“"Kur'ân'ın bir sûresine değil, birtek âyetine, hattâ birtek cümlesine, hattâ birtek kelimesine muaraza edilmez ve edilmemiş."
 

kenz-i mahfi

Sorumlu
“Muaraza” kelimesi’nin Risale-i Nur’da kullanılış gayesine baktığımızda: Kur’an ile muaraza konusunda;
İşarat-ül İ’caz, Asa-yı Musa ve Sözlerdeki bütün “muaraza” kelimeleri Kur’an ile muaraza için kullanılmıştır. Bu kitaplarda geçen “muaraza” kelimelerinin yekunu 54’tür.
Mektubat’ta geçen 23 muaraza kelimesinin 21’i Kur’an ile muaraza için kullanılmıştır. Burada 2 muaraza kelimesi Risale-i Nur’a muarazada kullanılmıştır.
Lem’alar’da geçen 3 muaraza kelimesinin 2’si Kur’an ile muaraza için kullanılmıştır.
Şualar’da geçen 6 muaraza kelimesinin 4’ü Kur’an ile muaraza için kullanılmıştır.
Barla Lahikası’nda geçen 4 muaraza kelimesi başka maksatlar için kullanılmıştır.
Kastamonu Lahikası’nda geçen 3 muaraza kelimesi, Risale-i Nur ve Talebelerine muarazada kullanılmıştır.
Emirdağ Lahikası’nda geçen 7 muaraza kelimesi başka maksatlar için kullanılmıştır.
Tarihçe-i Hayatı’nda geçen 13 muaraza kelimesinin 4’ü Kur’an ile muaraza için, geriye kalanlar başka maksatlar için kullanılmıştır.
Mesnevi-i Nuriye’de geçen 1 muaraza kelimesi, ahkam-ı İlahiyeye karşı muaraza için kullanılmıştır.
Sikke-i Tasdik-i Gaybi’deki 1 muaraza kelimesi Bediüzzaman’ın 14 yaşında alimler ile giriştiği muarazalar için kullanılmıştır.

Bu tahlillerin neticesi gösteriyor ki Risale-i Nur’da geçen 138 muaraza kelimesinin 108 adedi Kur’an ile muaraza için kullanılmıştır. Geriye kalanların bir kısmı, Risale-i Nur ve talebeleri için, bir kısmı İslam’a ve hakaik-ı İlahiyeye karşı muaraza için kullanılmıştır.

Bu rakam gösteriyor ki Risale-i Nur’da geçen “muaraza” kelimesinin yaklaşık olarak % 80’i Kur’an ile muaraza için kullanılmıştır. Bir kısmı da Risale-i Nur ile muaraza için kullanılmıştır.

Kur’an ile muarazanın vakti geçmiştir ve bundan sonra da muaraza edilemeyecektir fakat onun hakiki bir tefsiri olan Risale-i Nur ile mübareze edilmektedir. Kur’an ile mübareze etmek isteyenler olduğu gibi bu zamanımızda Risale-i Nur ile muaraza hissini taşıyanların mevcut olduğunu üstad Bediüzzaman Said Nursi beyan etmiştir.

Risale-i Nur’a muaraza olur mu? şeklindeki soruya muhakkak ferasetiyle gülmekte olan kardeşlerimi görür gibiyim.

Evet Risale-i Nur ile muaraza şu zamanda yapılmaktadır. Risalelerin bir benzerini getirmek ve mislini getirmek suretiyle “sadeleştirme” adı altında bir maskaralık bu zamanda mevcuttur.
 
Üst