Tasavvufcular

pendüender

Well-known member
NİYAZİ MISRÎ

Mehmet Niyazi, II. Osman devrinde, hicri 1027, miladi 1617 yılında Malatya’da doğmuştur. Babasının ( Ali Çelebi) bir Nakşibendi tarikatı mensubu olmasına rağmen, henüz 21 yaşında genç bir vaiz iken Halvetî Tarikatı şeyhi Malatyalı Hüseyin Efendi’ye intisab etmiş, kadiri bir mutasavvıftan istifade etmiş olan bu şair sufi nin kabiliyetlerini geliştirebilecek kişileri bulabildiği söylenebilir.
Diyarbakır ve Mardin de mantık ve kelam okudu, o zamanlar hocası yalnız Mısır’da bulunan "Miftah-ı Ulumil Gayb" (Gayb ilimleri anahtarı) ilmini öğrenmek üzere Mısır’a gidip Ezher Camii civarında kadiri bir şeyhe bey at etti.

Bir gün şeyhi ona “Zahir ilim talebinden tamamen vazgeçmedikçe tarikat ilmi sana açılmaz” dediğinde niyaz ile Allah’a istihare ettiğini, rüyasında Abdülkadir-i Geylani Hazretlerinin Niyazi'ye nasibinin bu şehirde olmadığını ve “Senin şeyhin bu şehirde değildir” diye Anadolu tarafını işaret ettiğini Mevaidu’l-İrfan (İrfan Sofraları) adlı eserinde anlatmaktadır.

Bunun üzerine şeyhinden ısrarla izin ister, rüyasını duyan şeyhi, kendisine hilafet vermeyi teklif eder ise de o gitmede ısrar eder ve izin alıp Mısır’dan ayrılır Anadolu yoluyla İstanbul'a gelir. Sokullu Mehmet Paşa Medresesi'nde bir hücrede irşada başlar (1646).

İstanbul'dan Bursa'ya gidip orada Veled-i Enbiya Camii kayyimi Ali Dede'nin evinde ve Ulu Cami yakınındaki medresede oturan Niyazi-i Mısri, yine bir rüya üzerine Uşak'a giderek Halvetiyyenin Elmalı'lı Yiğitbaşı Ahmet Efendi kolundan ve Ümmi Sinan Halifelerinden Şeyh Mehmed'e intisab eder. “Akıbet Şeyhim, göz bebeğim, kalbimin devası” olarak ifade ettiği Şeyh Ümmi Sinan Elmalı (k.s) ile Elmalı'ya giderek şeyhinin dergahında imamlık, hatiplik ve şeyhinin oğluna öğretmenlikte bulunur. Kırk yaşına ulaştığında Mısri Ümmi Sinan’dan hilafetini alarak irşada başlar. İşte onun mücadele hayatı bundan sonra başlar. Uşak, Çal, ve Kütahya’da bulunmuş; Bursa, Edirne’den sonra bir müddet İstanbul’a yerleşmiştir. Üsküdar’da Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri ile komşu olmuştur.

1669 tarihinde Bursa’ ya gelmiş, Bursa’da Ulu Camii civarında bir hücrede irşad, camide va’azlara devam etmiş; bir yandan da geçimini temin ve yoksullara yardım maksadıyla mum yapıp satmıştır. Abdal Çelebi adlı bir tüccar Niyazi'ye bir dergah yaptırır. Bursa’da Ulu Cami’nin kıble tarafında şu anda postanenin bulunduğu köşede, dergah 1080 (1669-1670) tarihinde merasimle açılmıştır. Bursa’da tekkesini kurduğu yıllar tekke – medrese tartışmalarının en yoğun olduğu yıllara rastlar; sesli zikir meclisleri yasaklanmıştır. Mısri bu karara uymamış ve açıkça mücadele etmiştir. Hacı Mustafa adlı birinin kızı ile evlenir. Bir kız çocuğu olur.
Sadrazam Köprülüzade Fazıl Ahmet Paşa'nın daveti üzerine Edirne'ye giden Niyazi, cifre dayanarak bazı sözler söylediğinden 1087 (1673)’ te Rodos'a sürülür. Dokuz ay sonra affedilerek Bursa'ya döner.
Dönüşte Bursa’da çalışmaya devam etmiş, 1677’de Rusya seferi için halkı cihada davet etmek amacıyla 300 kişilik bir derviş grubuyla Edirne’ye geçmiş, Selimiye Camii’ndeki bir hutbesinden dolayı bu kez Limni Adası’na sürgün edilmiştir. İki sene sonra affedilmesine rağmen dönmez ve Limni’ de Mısri dergahı kurar. On beş yıl sonra tekrar Bursa’ya gelir.

Padişah II.Ahmed’ in, şeyhe mahsus bir koçu araba, dervişler için de para gönderdiği bilinmekte olup, Niyazi'yi çok saydığı anlaşılmaktadır. Niyazi-i Mısri'nin padişaha, iş başında bulunan hainleri keramet ile birer birer haber vereceği şayiası, devlet adamları arasında telaş uyandırır. Sadrazam Bozok'lu Mustafa Paşa, Mısri Efendi'nin duasını almak isteyen ve sonra sefere çıkılmasını münasip gören II. Ahmed’i, bu zat geldiği takdirde büyük bir fitne zuhur edeceği yolundaki telkinleriyle fikrinden vazgeçirdi. Niyazi, 26 Şevval, 1104 (30 Haziran 1693) Salı günü Edirne'ye gelip va'zetmek üzere Selimiye Camiine indiği zaman, halk caminin etrafını almış, kalabalıktan içeriye girilemez olmuş idi. Bu durum karşısında Sadrazam, Niyazi-i Mısri'nin eğer derhal sürgün edilmezse büyük bir karışıklık çıkacağını padişaha telkin ederek, Niyazi-i Mısri'nin Limni'ye gönderilmesi hususunda bir ferman alır. Tekrar Limni’ye sürülür (1693). Orada, bir müddet sonra 20 Recep 1105 (16 Mart 1694)’te, 78 yaşında vefat eder.

Değişik tarikatlara mensup kişilerden istifade etmiştir. Onun şiirlerine farklı tarikatlara bağlı kişiler şerh yapmışlardır.

Niyazi-i Mısri' den Seçmeler:
“ İlim ikiye ayrılır: Zahir ilim, batın ilim. Birincisi cehaleti giderir; ama kibir, kendini beğenme, kin ve hasedin yeşermesine sebep olur; ikincisi nefsin sıfatlarını giderir, af, eziyete tahammül, kötülük edene iyilik, herkesin iyiliğini istemek gibi sıfatların neşv ü nema bulmasına imkan verir. Birinci ilim, evin duvarına işlenen nakış gibidir. İkincisi bu duvarın karşısındaki duvara çekilen cila gibidir. Bu nakış orada daha canlı görünür.”

“Dünya ağacının meyvesi olan insan, yaratıkların özüdür. Bunun için gayelerin en yücesini araması gerekir. Bu da ilimdir. Zahir ilmi güzeldir, amellerin tohumudur. Ama bunun güzelliği Adem’in ilmi olan ilm-i esma ile olur ki bu da batın ilmidir. Batın ehli, zahir ilminin şerefini inkar etmemişlerdir. Nitekim Sırr-ı ve Sakati, müridi ve yeğeni Cünetd-i Bağdadi’ye şöyle dua etmiştir: ‘Allah seni Hadis’i bilen mutasavvıf eylesin!...’ ”

“Ey veli, iç dünya itibariyle Allah’a ulaşmaya çalışırken, dışınla da ondan ayrı olduğunu bilmelisin. İçinde cem tarafında, dışınla fark tarafında olmalısın. Vahdet ile kesretten, kesret ile vahdetten perdelenmemeli, kullukla marifet arasını bulmalısın ki tehlikelerden kurtulasın. Farkı olmayanın kulluğu, cem’i olmayanın marifeti olmaz.”

“Ey gönül gel gayrıdan geç aşka eyle iktida
Zümre-i ehl-i hakikât anı kılmış mukteda,
Cümle mevcudat u malumata aşk akdem dürür
Zira aşkın evveline bulmadılar ibtida.
Hem dahi cümle fena buldukta aşk bâki kalır,
Bu sebepten dediler kim aşka yoktur intiha.
Dilerim senden Hüda’ya eyle tevfikin refik,
Bir nefes gönlüm senin aşkından etme gel cüda.
Masivâ-yı aşkının sevdasını gönlümden al,
Aşkını eyle iki alemde bana âşinâ.
Aşk ile tamûda olmak cennetidir aşıkın,
Lîk cennette olursa tamûdur aşksız ana.
Ey Niyazi mürşid istersen bu yolda aşka uy,
Enbiya vü evliyaye aşk oluptur rehnüma.”

ESERLERİ

DİVAN:

“İlmihal-i tarikat “ olarak tanınan Mısri’nin divanı en çok tanınan ve sevilen eserlerden bir tanesidir. Bestelenmiş şiirleri tekkelerin ve zikir meclislerinin ayrılmaz parçası olmuş, Kadiriye’den, Uşşakiye’den, Nakşibendiye’den, pek çok tekke şairi de muhtelif manzumelerine şerh yapmışlardır.

MEVAİDU L-İRFAN
“İrfan Sofraları” anlamına gelip, 71 bölümden meydana gelen eser tasavvufi konularla ilgili tespitlerin yanı sıra bazı hatıraları ihtiva etmektedir.

KASİDE-İ BÜRDE TESBİ-İ
1075 Senesinde Bursa’da Resulullah’ın mübarek yüzünü rüyada görmek şerefine nail olduktan sonra on gün içinde yazıp bitirdiğini ifade ettiği beyitler...

MECMUA
Büyük bir bölümü elyazması olan bu kitap, Bursa Eski Eserler Kütüphanesi’nde bulunmuş, Cifr ve Hurufi kültürünün derin izlerini taşıdığı bazı müstehcen ifadeler ihtiva ettiği gibi istikbale matuf tesbitleri de barındırmakta olduğu okuyanlarca ifade edilmektedir.
TEVHİD RİSALESİ
RİSALE-İ HASENEYN

DEVRE-İ ARŞİYYE
FATİHA TEFSİRİ
ESMÂ-İ HÜSNÂ ŞERHİ
ESMÂ-İ HALVETİYYE
MEKTUBAT
 
Son düzenleme:

pendüender

Well-known member
İMAM GAZALİ

BÖLÜM - I

İslam düşünce tarihinin en seçkin simalarından biri olan İmam-ı Gazali,miladi 1058 tarihinde Tus şehrinde dünyaya geldi.'Hüccetül İslam' ve 'Zeynüddin' lakaplarıyla tanınır.

Gazali, Ehl-i Sünnete aykırı fırkalarla,bilhassa Mutezile ve Batınilerle mücadele etmiş yazdığı eserlerle onların bozuk fikirlerini çürütmüştür.Felsefe alanında da Aristo'ya ve onun devamı olan İbn-i Sina ile Farabi'ye çatmış,yanlış taraflarını apaçık ortaya çıkarmıştır.Gazali felsefe ve kelamdan başka tasavvuf alanında da büyük ilerlemeler kaydetmiştir.Gazali'ye göre sadece akıl insanı kurtuluş ve saadete götürmez.Gerçek bilginin kaynağı 'İlahi Nurdur.'


İmam-ı Gazali'nin Tasavvufa Girişi

İmam-ı Gazali'nin tasavvufta mürşidi, Silsile-i aliyyenin büyüklerinden olan Ebu Ali Farmedi'dir. Onun huzurunda kemale geldi. Zahir ilimlerinde eşsiz âlim olduğu gibi, tasavvuf ilimlerinde (evliyalık ilimlerinde) de mürşid (yol gösterici) oldu. Kısa bir müddet daha Nizamiye Üniversitesinde ders verdikten sonra doğduğu yer olan Tus’a döndü. Elli beş sene gibi kısa bir ömür süren imam-ı Gazali, ömrünün son yıllarını Tus’ta geçirdi. Burada evinin yakınına bir medrese ve bir de tekke yaptırdı. Günleri insanları irşâd etmekle geçti. Elli yaşını aştığı bu sıralarda El-Munkızu Aniddalâl, fıkhın kaynaklarına (Usul-i fıkha) dâir El-Mustesfâ ve selef-i salihine (Ehli Sünnet itikadına) tâbi olmayı anlatan İlcâmü’l-Avâm an İlm-il-Kelam adlı eserlerini yazdı.




İmam-ı Gazali, ömrü boyunca gece gündüz devamlı yazmış büyük bir İslam âlimidir. O kadar çok kitap yazdı ki, ömrüne bölününce, bir güne on sekiz sayfa düşmektedir. Eserlerinin sayısının 1000’e ulaştığı, Mevduât-ul-Ulum kitabında bildirilmektedir. Bunlardan 400’ünün isimleri Şeyh Ebu İshak Şirâzi’nin Hazâin kitabında yazılıdır.

Eserleri üstünde Avrupalılar geniş ve uzun süren incelemeler yapmışlardır. Bunlardan Maurice Bouyges adlı müsteşrik Essai de chronologie des oeuvres de al-Ghazali adlı eserinde İmam-ı Gazali’nin 404 kitabının ismini vermiştir. Meşhur müsteşrik Brockelmann da Geschichte Der Arabischen Litteratur adlı eserinde, eserlerinden 75 tanesinin listesini vermiştir. 1959’da dört Alman ordinaryüs profesörü, İmam-ı Gazali'nin kitaplarını okuyarak, İslam dinine aşık olmuşlar ve İmam’ın kitaplarını Almancaya çevirerek sonunda müslüman olmuşlardır.

İmam-ı Gazali'nin vefatından sonra İslam dünyasının maruz kaldığı Moğol felaketi esnasında yakıp yıkılan binlerce kütüphane içinde Gazali hazretlerinin sayısız eseri de yok edilmiştir. Bu sebepten bugüne kadar eserlerinin tam bir listesi ve tasnifi yapılamamış, ilim dünyası bu husustaki eksikliğini tamamlayamamıştır.



Devamı gelecek...
 
Son düzenleme:

pendüender

Well-known member
CÜNEYD-İ BAĞDADİ

BÖLÜM-I


Adı Cüneyd bin Muhammed, künyesi Ebu'l-Kasım nisbesi el-Bağdadi. Ailesi aslen Nihâvendli Babası ticaretle uğraşırdı. Cüneyd Bağdad'da doğdu ve orada yaşadı. Fıkıh, hadis ve tasavvuf ilimleriyle meşgul oldu. Tasavvufta ilk üstadı, dayısı Seriy es-Sakati'dir. Ebu Ubeyd'den hadis, Ebu Sevrden şafii fıkhı okudu. Haris el-Muhasibi Muhammed bin Ali Kassab ile görüştü. Maruf el-Kerhi ve Ebu Hafs Haddad'in sohbetlerinde bulundu. Tasavvuf ve tarikatlerde "Seyyidu't-Taife" unvanı ile anıldı. "Ser-halka" yani kolbaşı sayıldı. Sünni tasavvuf ekolünün en önemli simasıdır. 297/909 yılında Bağdad'da vefat etti.(Allah cc rahmeti üzerine olsun.)​


Cüneyd-i Bağdâdî yedi yaşında iken, mektepten gelince babasının ağladığını görüp, sebebini sordu: "Zekât olarak dayın Sırrî-yi Sekâtî'ye birkaç gümüş göndermiştim, almamış. Kıymetli ömrümü, Allah adamlarının, beğenip almadığı gümüşler için geçirmiş olduğuma ağlıyorum." dedi. Cüneyd-i Bağdâdî; "Babacığım, parayı ver ben götüreyim." deyip dayısının evine gitti. Kapıyı çaldı. Dayısı, kim olduğunu sorunca; "Ben Cüneyd'im dayıcığım. Kapıyı aç ve babamın zekâtı olan bu gümüşleri al!" dedi. Dayısı; "Almam!" deyince, Cüneyd-i Bağdâdî; "Adl edip babama emreden ve ihsân edip, seni serbest bırakan Allahü teâlâ için al!" dedi. Dayısı; "Allahü teâlâ babana ne emretti ve bana ne ihsân etti?" dedi. Cüneyd-i Bağdâdî; "Babamı zengin yapıp, zekât vermesini emretmekle adâlet eyledi. Seni de fakir yapıp, zekâtı kabûl etmek ve etmemek arasında serbest bırakmakla ihsân eyledi." dedi. Bu söz Sırrî-yi Sekatî'nin çok hoşuna gidip; "Oğlum! Gümüşleri kabûl etmeden önce seni kabûl ettim." dedi ve kapıyı açıp parayı aldı.

Cüneyd-i Bağdâdî dayısına talebe olduktan bir süre sonra onunla berâber hacca gitti. Mescid-i Harâmda dört yüz kadar büyük zât, şükür hakkında konuşuyorlardı. Her zât şükrü târif ve îzâh ettiler. Netîcede dört yüz ayrı îzâh meydana geldi ise de, hepsi de bu târif ve îzâhları yetersiz buldu. Hazret-i Sırrî-yi Sekatî, orada bulunan Cüneyd-i Bağdâdî'ye; "Mâdem ki buradasın, bu hususta bir de sen bir şeyler söyle." dedi. Cüneyd-i Bağdâdî; "Şükür, Allahü teâlânın ihsân ettiği nîmet ile O'na isyân etmemek, O'na isyân için, ihsân ettiği nîmeti sermâye olarak kullanmamaktır." buyurdu. Orada bulunanların hepsi bu cevâba çok sevinip; "Seni tebrik ederiz. Maksadı en güzel şekilde ifâde ettin. Bu, ancak bu şekilde târif edilebilirdi." dediler. Sırrî-yi Sekatî; "Yavrum, öyle anlıyorum ki senin lisanın doğru ve kuvvetli olacak. Böyle güzel söyleyebilmek hâli sana nereden geliyor?" deyince, Cüneyd-i Bağdâdî; "Sizin sohbetlerinizde bulunmakla efendim." dedi.


KUR'ÂN VE SÜNNET ÇİZGİSİ

O, "Biz tasavvufu laf ile elde etmedik, açlık ve dünyayı terk etmek ve hoşa giden şeyleri kesinlikle bırakmak suretiyle elde ettik" derdi.

Onun tasavvuf anlayışı Kur'ân ve sünnet çizgisinde idi. Bu yüzden bu yolda Kur'ân ezberlemeyen ve hadis yazmayan Kitap ve sünnetten habersiz kimselere tabi olunamayacağını söyler, "Allah Rasûlü'nün yolunu izleyenlerden başkaları için, Allah'a giden bütün yollar kapalıdır" derdi.

Cüneyd'e göre akıllı kimse, organlarında Mevlâsı'nın ayıplayacağı bir fiil zuhûr etmeyendi.

Derdi ki: Hak'tan başka bir şey seni esir ettiği sürece gerçek bir kul olamazsın.

İstikamet ve ibadette devamlılığı esas alırdı. "Nasıl bir dalgıç, inci çıkarmak için denize dalsa ve incilere tam yaklaşmışken geri dönse kaybettiği kazancından çok olursa, bir kul da bin yıl Allah'a yönelse de bir an O'ndan dönse kaybettiği kazancından çok olur" derdi.

O, ihlâsı Allah ile kul arasında bir sır olarak tanımlardı. Melek onu bilmezdi ki sevap yazsın. Şeytan ona muttali olamazdı ki onu bozsun. Nefsin hevası ona aşina olamazdı ki onu eğsin.

TASAVVUF HAKKINDA

Ona göre tasavvuf:

Allah'ın Zatından başka hiçbir şeye ilgi duymadan, yalnız Onunla olmaktı. Sulhu olmayan bir cenkti. Allah Teâlâ bir mürid için hayır murad ederse, onu gerçek sûfîler kervanına katar, sahte sofulardan korurdu.

Tasavvuf sekiz peygamberin, sekiz ayrı özelliğini cem'etmekti.

1. İbrahim (a.s.)'in sehâvetini,

2. İsmail (a.s.)'in rıza ve teslimiyetini,

3. Eyyûb (a.s.)'ın sabrını,

4. Zekeriyâ Peygamberin üç gün süreyle işaretle konuşmasını,

5. Yahya Peygamberin garipliğini,

6. Musa (a.s.)'ın sûf (yünlü) giymesini,

7. İsa (a.s.)'ın yolculuğunu,

8. Muhammed (a.s.)'in fakirlik ve zühd sıfatını.

Dünya ile ahiretin aynı kalede birleşemeyeceğini söyler, kalbin ahirete kap olabilmesi için dünyalıklardan temizlenmesi lazımdır, derdi.

"Marifet çalışmakla mı elde edilir, yoksa kendiliğinden mi gelir?" diye soranlara şu karşılığı verirdi:

Eşyanın özüne iki şeyle varılır. Biri hisler yani duygular diğeri deliller. Böyle görülen şeyler hisle, görülmeyenler delillerle anlaşılır. Allah Teâlâ'yı göremediğimize göre onu tanımak delil ve araştırma ile olur. Çünkü gaybı ancak delillerle bilinir.​



Devamı Gelecek...
 

pendüender

Well-known member
İMAM GAZALİ

BÖLÜM II

ve Felsefe....

EL-MÜNKIZÜ MiN-EDDALÂL
iLCÂMÜL AVÂM AL iLMiL-KELÂM' dan..

“İşte şimdi filozofların ilimlerinin hikayesini dinle: Onları birkaç sınıf, ilimlerini de birkaç kısım hâlinde gördüm. Onlara, çokluklarına ve eskileri ile yenileri arasında doğruya yakınlık ve uzaklık farkına rağmen, küfür ve ilhâd damgasını vurmak lazımdır. Filozoflar fırkalarının çokluğuna ve çeşitliliğine rağmen, Dehriyyun, Tabiiyyun ve İlahiyyun olmak üzere üç kısma ayrılırlar. Dehriyyun sınıfı eski filozoflardan bir zümredir. Yaratıcının varlığını inkâr ederler, bunlar zındıktır. Tabiiyyun; bunlar da ahiretin mevcudiyetini kabul etmediler. Cenneti Cehennemi, kıyameti ve hesabı inkâr ettiler. Bunlar da zındıktır. Üçüncü sınıf olan İlahiyyun, daha sonra gelen filozoflardır. Bunlar ilk iki sınıfı red etmişlerse de kendilerini bid’at ve küfürden kurtaramamışlardır.” Üçüncü kısımdan olan bu filozoflar, kendilerinden önce gelenlerin yanlışlarını açık seçik göstermek ve bir yaratıcının olduğunu söylemekle beraber Peygamberlere inanmadıkları için küfürde kalmışlardır. Çünkü küfürden kurtulmak için Peygamberlere ve onların bildirdiklerine inanmak da şarttır.

İmam-ı Gazali resmi mezhep olan sunniliğin iktidar tarafından verilmiş biçimine teokratik gerekçeler üretmek, iktidara muhalif felsefecilerin görüşlerini çürütmek ve böylece "itikada felsefe karıştırılmaz" şeklindeki resmi bahane ile muhaliflerin sesini kısabilmek için yaptığı bu çalışması neticesinde kendisine de filozof ünvanını layık görenler olmuştur. Gazali'nin şiddetle karşı durduğu muhalif düsturlar, aklı temel almışlardır. Onlara göre, Allah'ın kullarına bahşettiği en büyük nimet akıldır ve bu nimetten yararlanmayan bir kul en büyük günahkardır. Akıl yürütmek faaliyeti ise felsefeyi beraberinde getirir. Gazali yandaşları ise aklı neredeyse tümden reddetmiş, iktidarın vazgeçilmez dayanağı olan hakim islam anlayışının, kendisine yönelecek muhalefeti ve sorgulamayı engellemek maksadı ile "düşünmeyen kul" yaratma hedefine uygun hareket etmişler ve buna uygun olarak müslümanlığı kendi anlayışlarına indirgemişlerdir.

İmam-ı Gazali, bu çalışmalarından sonra, yerine kardeşi Ahmed Gazali’yi vekil bırakarak Nizamiye Üniversitesindeki görevine ara verdi ve Bağdat’tan ayrıldı. Çeşitli ilmi çalışmalar ve seyahatler yaptı. Şam’da kaldığı iki yıl İhyâu-Ulumiddin’i yazdı. Daha sonra Kudüs’e gitti. Burada Bâtıni denilen fırkaya karşı Mufassıl’ul-Hilâf, Cevâb-ul-Mesâil ve Allahü teâlânın Esmâ-i Hüsnâ denilen isimlerini anlatan El- Maksad ül-Esmâ adlı eserini yazdı. Kudüs’te bir müddet kaldıktan sonra hacca gitti. Haccını müteakiben Bağdat’a döndü. Nizamiye Üniversitesinde, Şam’da yazdığı İhyâ’sını kalabalık bir talebe kitlesine ders olarak okuttu. Bu seferki tedris hayatı uzun sürmedi. Doğduğu yer olan Tus’a gitti. Burada yine Bâtınilere karşı Ed-Dercülmerkum kitabı ile El-Kıstâs-ul-Müstakim, Faysal-ut-Tefrika, Kimyâ-ı Seâdet, Nasihât ül-Müluk ve Et- Tibr-ul-Mesbuk adlı eserlerini yazdı. On sene kadar süren bu hizmetlerinden sonra Selçuklu veziri Fahr-ül-Mülk’ün emri üzerine bir müddet daha Nizamiye Üniversitesinde ders verdi. Tasavvufu anlatan Mişkât-ül-Envâr adlı eserini de bu sırada yazdı..

TUHAFETÜ'L FELASİF' den...

Yunan Felsefesini Arapçaya Tercüme ve Nakleden Kişiler:
Diğer taraftan Yunan felsefesi; Ya'kûb Kindî (ö. 258 H.\ Ebu'n Nasr Fârâbî (ö.
329 H.) ve Şeyh Ebu Alî Sina (ö. 428 H.) gibi cezbeli, heyecanl avukatlar ele
geçirdi. Bizzat Yunan'da bile bunlar gibisini bulmak zordu. Onlar Aristo'yu,
kusursuzlukta, kutsallıkta, ilim ve hikmette öyle bir mertebeye ulaştırdılar ki,
belki de bu makam ve rütbe Yunan ilahiyatında ilk başlangıca (varlığı şart
olana) dahi verilmemiştir. Müslümanların payına Yunan bilgi hazinesinden daha
çok Aristo'nun eser ve fikirlerinin düşmesi bir şanssızlıktı. Bu fikirler;
peygamberlerin getirdiği talimatlardan, dinin ruhundan, özünden çok farkl ,
onunla çok az ilgiliydi.
Sonra ikinci şanssızlık da Arap filozoflarından hiçbiri bu fikirlerin as l
kaynağını, onların yazıldığı dili bilmiyordu. Bütün bilgileri tercümelere
dayan›yordu ve bu tercümelerden bizzat o filozoflar n ne demek istediğini
anlamakta hatâlara düştüler. Sonra onlar üzerinde Aristo'nun öyle bir etkisi ve
büyüsü vardı ki, onlar onun fikirlerinin tenkidini yapmayı gereksiz görmüşler,
aklın düşünmesi sonucu bulduğu fikirlerini bile is-batlanmış gerçeklerin kitapla
anlat lması şekline sokmuşlardır.
İhvân-ı Safa Topluluğu ve Risaleleri:
Hicrî dördüncü yüzyılın sonunda Yunan felsefesi bütün İslâm âlemini
etkilemeye başlamıştı. Her zeki ve meraklı genç Yunan felsefesine hayranlıkla,
sayg›yla bak yordu.
Dördüncü yüzy›l n ortasında Bağdat'ta, İhvân-› Safa ad nda Masonik tarzda gizli
bir cemiyet kuruldu. Bu cemiyette Yunan felsefesi Ölçü, k stas kabul edilerek
dinî konular ve akideler (inançlar) üzerinde konuşmalar yap›l yor, kendilerine
göre sorunlar çözümleniyordu.

Bu cemiyetin bülteninde şu sözler yer alıyordu: "İslâm şeriatı cehalet ve
dalâletlerin karışması ile kirlenmiştir. Onu felsefe ile yıkayıp temizlemekten
başka çâre yoktur. Çünkü felsefe itikadı bilgileri, hikmet ve ictihad faydalar›n
ihtiva eder. Şimdi sadece Yunan felsefesinin İslâm şeriatı ile kaynaşmasıyla istenilen
gelişme elde edilebilir."
Onlar arkadaşlarına; bilgisinde yetişmiş, yaşında ilerlemiş kişilerle uğraşarak
vakit kaybetmemelerini, onların yerine gençlerle uğraşmalarını ve onları, fikir
ve düşünceleri ile etkilemelerini özellikle tavsiye ediyorlardı. Çünkü yaşlı
insanlarda bilgilerinde olgunluk ve donukluk meydana gelir, bu ise yeni bir şeyi
kabul etmeye engeldir. Yeni bir şeyi kabul etme yeteneğine ancak gençler
sahiptir.
Onlar bu konulara bakışlarını, kendi felsefelerine Öncülük eden ve İhvân- Safa
Risaleleri ad ile edebiyat ve tarihte meşhur olan ve tabîiyyat, matematik,
ilahiyat ve aklî konular içine alan 52 risale içinde yayınladılar. Mutezile
mezhebinden olanlarla, onlarla ayn zevki taşıyan insanlar bu risaleleri elden ele
taşıyorlar
ve kendi toplantılarında okuyorlardı . Nereye giderlerse yanlarında
taşıyorlardı. O derecede ki, bir asır içinde bu risaleler İspanya'ya (Endülüs'e)
kadar ulaştı.
Devam Edecek...
 

pendüender

Well-known member
CÜNEYD-İ BAĞDADİ

BÖLÜM-II

Kesitler...​

Cüneyd-i Bağdâdî (r.a.) şöyle anlatıyor: "Hocam Sırrî-yi Sekatî, bana bir meclis kurup, insanlara i-lim öğretmemi, nasîhat etmemi söylerdi. Fakat ben, kendimi bu işe lâyık bulmayıp, nefsimi kötülerdim. Bir Cum'a gecesi Peygamber efendimizi rü'yâda gördüm. Bana "Ey Cüneyd! İnsanlara nasîhat et. Zîrâ senin sözün halkın kainlerinin rahatlık ve ferahlık bulmasına sebebtir. Allahü teâlâ senin sözünü, insanların kurtuluşa ermesi için sebep kılmıştır" buyurdu. Uyandım, sabahleyin erkenden hocamın yanına vardım. Ben hiç bir şey söylemeden, "Peygamber efendimiz tarafından vazifelendirilmedikçe, insanlara ilim öğretmekten çekindin" dedi. Ertesi gün bir meclis kurup, insanlara Resûlullahın yolunu anlatmaya başladım."

Hz. Cüneyd'in meclis kurup insanlara ilim öğretmekte olduğu, kısa zamanda her tarafa, yayıldı. Herkes bu sohbetlere gelip istifâde etmeye haşladı. Birgün bir genç, Cüneyd'in (r.a.) sohbet ettiği meclise gelip, Cüneyd'e (r.a.) şöyle dedi: "Ey üstâd! Hz. Peygamber buyuruyor ki, "Mü'minin firâsetinden korkunuz. Çünkü o, Allahü teâlânın nuru ile bakar." Bunun ma'nâsı nedir?" Cüneyd-i Bağdâdî (r.a.) bir müddet sustu. Sonra başını kaldırıp, "Müslüman ol. Müslüman olmak zamanın geldi" buyurdu. Meğer o genç hıristiyan imiş. Hemen zünnârını Kesip orada müslüman oldu. İmâm-ı Yâfiî buyuruyor ki: "İnsanlar, bu hâdisede, Cüneyd-i Bağdâdî'nin (r.a.) bir kerâmeti var zanneder. Halbuki, bu hâdisede onun iki kerâmeti vardır. Birisi, o gencin, hıristiyan olduğunu bilmesi, diğeri de, gencin, müslüman olma vaktinin gekçtiğini bilmesidir." Cüneyd-i Bağdâdî'ye "İhlâsı kimden öğrendiniz?" diye sordular. O da cevâbında, buyurdu ki, "Mekke-i mükerremede, bulunuyordum. Bir berber gördüm. Ona, "Allah rızâsı için benim saçlarımı düzeltebilir misin?" dedim. Berber "Elbette" dedi. O sırada, mevki sahibi birini tıraş etmekte idi. Hemen tıraşını bırakıp, "Efendi, kalk. Bir kimse Allah için bir şey istedi mi, bütün işler durur, derhal ona bakılır" dedi. Sonra berber koltuğuna beni oturtup tıraş etti. Sonra da bana bir miktar altın verip, ihtiyâçların için lâzım olur, onlara harcarsın" dedi. Ben bu hâle çok hayret edip, elime geçecek ilk parayı kendisine hediye etmeye niyet ettim. Az bir zaman sonra bana Basra'dan bir kese altın gönderdiler. Hemen götürüp o keseyi, ona verince sebebini sordu. Ben de niyetimi açıkladım. Bunun üzerine bana "Sen, Allah rızâsı için beni tıraş et" dedin. Ben de o niyetle seni tıraş ettim. Şimdi bunları alırsam, niyetimde bir değişme olmasından korkuyorum" dedi.​

Cüneyd-i Bağdâdî talebeleri ile otururlarken bir kimse geldi ve Cüneyd'in önüne beş yüz dirhem bırakıp, "Bu parayı ihtiyâcı olanlara dağıtırsınız" dedi. Hz. Cüneyd "Bundan başka paran var mı?" dedi. O kimse "Evet, bunlardan başka çok param var" dedi. Cüneyd (r.a.) "Peki sâhib olduğun paralardan başka daha çok paran olsun ister misin?" dedi. O kimse "Evet isterim" deyince Cüneyd-i Bağdâdî (r.a.): "Sen şu bıraktığın beş yüz dirhemi geri al. Çünkü, o paralara bizden çok senin ihtiyâcın var. Zîrâ biz, paramız olsun istemiyoruz" buyurdu.​

Bir zaman Cüneyd-i Bağdâdî'nin gözlerinde ağrı meydana geldi. Tabib çağırdılar, gelen tabib, hıristiyan idi. Muayene edip, "Gözlerinize su değdirmiyeceksiniz" dedi. Hz. Cüneyd, "Su değdirmesem nasıl abdest alırım?" deyince, tabib, "Gözleriniz size lâzım ise su değdirmiyeceksiniz" dedi. Cüneyd (r.a.) abdest alıp namaz kıldı ve namazdan sonra bir miktar uyudu. Uyandığında gözlerinde hiç ağrı kalmamıştı. O anda bir ses duydu ki, "Yâ Cüneyd! Sen bizim için gözlerini fedâ ettiğin için, biz de senden o ağrıyı giderdik" diyordu. Bir zaman sonra hıristiyan tabib tekrar geldi. Baktı ki, gözler tamamen iyi olmuş. Hayret edip, "Nasıl yaptın da iyi oldu?" dedi. Cüneyd (r.a.) olanları anlatınca, Hz. Cüneyd'in elini öpüp îmân etti ve "Esas ağrıyan göz sizinki değil benim gözlerim imiş" dedi.
Sâlihlerden bir zât rü'yâsında Peygamber efendimizi gördü. Hz. Cuneyd de yanlarında bulunuyordu. Bu sırada biri gelip, Peygamber efendimize bir suâl sordu. Peygamber efendimiz "Bunun cevâbını Cüneyd'den iste. O cevab versin" buyurdular. Cüneyd (r.a.) "Yâ Resûlallah! Sizin mübârek huzurunuzda ben nasıl konuşabilirim" deyince, Peygamberimiz aleyhisselâm Diğer peygamberlerden her biri ümmetlerinin tamamı için ne kadar öğünüyorlarsa, ben de, Cüneyd ile o kadar öğünürüm" buyurdular.​

Zengin bir kimse vardı. Cüneyd-i Bağdâdî'nin huzuruna gelip tövbe etti ve talebeliğe kabulünü istedi. Malını da fakîrlere dağıttı. Bin altını kaldı. Cüneyd (r.a.) "Bu bin altını da Dicle nehrine at" buyurdu. O kimse, Dicle kenarına gidip altınları birer birer nehre attı. Geri döndüğünde Cüneyd (r.a.) kendisine heybetle bakıp "Niçin hepsini birden atmadın da birer birer sayarak attın? Demek hâlâ, gönlünde onlara muhabbet var" buyurdu ve bir müddet kendisini sohbetlere kabul etmedi. Sonunda o kimse buna da tövbe edip, nihayet talebeliğe kabul edildi.
Büyüklerden bir zât, Hz. Cüneyd'in yanına gelmişti. Şeytanın, onun yanından hızla kaçmakta olduğunu gördü. O kimse Cüneyd-i Bağdâdî'nin yanına yaklaşınca, yüz hâllerinden, onun çok öfkelenmiş olduğunu anlayıp, sordu: "Ey Cüneyd! Biz biliyoruz ki, insan öfkelenince şeytan ona yaklaşır. Fakat görüyorum ki bu kadar fazla öfkelenmiş olduğunuz halde, şeytan sizden kaçıyor. Bunun hikmeti nedir?" Hz. Cüneyd cevâbında, "Sen bilmez misin ki, biz kendi nefsimiz için kızmayız. Başkaları, nefsleri için kızarlar. Bunun için de şeytan kendilerine musallat olur. Bizim kızmamız, hep Allah için olduğundan, şeytan bizden, kızdığımız zaman kaçtığı gibi başka hiç bir zaman kaçmaz" buyurdu.​
 

pendüender

Well-known member
İMAM GAZALİ

BÖLÜM- III


"Belaya şükretmek lazımdır. Çünkü küfür ve günahlardan başka bela yoktur ki, içinde senin bilmediğin bir iyilik olmasın! Allah, senin iyiliğini senden iyi bilir."

"Bir sözü söyleyeceğin zaman düşün!" Eğer o sözü söylemediğin zaman mesul olacaksan söyle. Yoksa sus!"

"Allahu Teala'nın her yaptığımızı her düşündüğümüzü bildiğini unutmamalıyız. İnsanlar birbirinin dışını görür. Allahu Teala ise, hem dışını hem içini görür. Bunu bilen bir kimsenin işleri ve düşünceleri edepli olur."

"Ey nefsim, 'sonra tevbe ederim ve iyi şeyler yaparım', diyorsan, ölüm daha önce gelebilir, pişman olup kalırsın. Yarın tevbe etmeyi bugün tevbe etmekten kolay sanıyorsan, aldanıyorsun."

"Atalarının dindarlığı ile kurtulacağını zannedenler; babalarının yemesiyle kendi karınlarının doyacağını, onların içmesiyle susuzluklarının gideceğini, onların okumasıyla bilgili olacağını sananlara benzerler."

ŞÂZELÎ HAZRETLERİ, GAZALÎ'YE AİD RÜ'YASINI ANLATIYOR

"Mescid-i Aksâ'da namaz kıldıktan sonra tefekküre dalmıştım. Uykuya dalar gibi olduğum bir sırada rüya gibi bir hâl ârız oldu. Gördüm ki, mescidin dışında büyük bir cemaat toplanmış, orta yerde üzerinde nurani bir zâtın bulunduğu bir kürsü, etrafında yerlere oturmuş diğer nuranî zâtlar...
Merak edip sordum: "Bu zât kimdir, bu cemaat ne için toplanmışlar buraya?"
Cevap verdiler: "Bu kürsüde oturan Zât. Ahirzaman Nebîsi Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm, etrafında yerlerde oturanlar da Mûsâ, İsâ, İbrahim ve Nûh aleyhimüsselâmlar... Diğerleri de Allah indinde makbul diğer mâneviyat büyükleri Hallâc-ı Mansur'u affetmesi için toplanmışlar. Resûlüllah'dan af diliyorlar."
Tam o sırada Mûsâ (as) bulunduğu yerden kalkıp kürsü üzerindeki Âhirzaman Nebisine yaklaşarak şöyle bir sual sordu:
"Yâ Resûlüllah, siz, ümmetimin âlimleri. İsrâiloğullarının peygamberleri gibidirler, buyurmuşsunuz, doğru mu?"
"Evet, doğrudur. Ümmetimden öyle âlimler gelecek ki, Benî İsrâil'in peygamberlerinin irşad ettiği insan kadar insan irşad edecektir."
"Yâ Resûlüllah, böyle bir âlim gösterebilir misiniz?"
"İşte bak İmam-ı Gazali'ye, çok insan irşad eden âlimlerden biridir. Yazdığı eserleriyle çok kimselerin dini hayat yaşamasına sebeb olmuştur."
Bu defa Mûsâ (a.s.), Gazaliye dönerek bir sual sordu. Gazalî Hazretleri, bu tek suale tam on tane cevap verdi. Mûsâ Aleyhisselâm: "Cevap, suale mutabık düşmedi, ben bir sual sordum, sen on tane cevap verdin, sözü uzattın" dedi.
Gazali buna şu cevabı verdi:
"İnsan hürmet duyduğu zatlarla konuşmayı uzatmak için sözü uzatır. Nitekim size de Allahü Azimüşşân "Elindeki nedir yâ Mûsâ?" diye sorduğunda, siz de: "Âsamdır" demekle kalmamış, sözü uzatarak, "Ona dayanırım, otlattığım koyunları sürerim, daha birçok işler yaparım" diyerek sözü uzatmıştınız. Şayet uzun cevap yerinde olmasa, önce siz uzun cevap vermeyecektiniz. Sizin bu cevabınızı Kur'ân-ı Kerîm'den Tâhâ sûresinde okudum..."
Bunun üzerine Mûsâ Aleyhisselâm tebessüm ederek yerine oturdu..."
Meşhur tarikat büyüğü Şâzelî Hazretleri, bundan sonrasını da şöyle anlatır:
"Ben, diğer peygamberlerin yerde. Âhirzaman Nebisi'nin de kürsü üzerinde oturuşunu düşününce, Onun, diğerlerinden üstünlüğünün bir işareti de budur diye düşünmeye başladım.
Gerçi peygamberler, peygamber olarak birbirlerinden farklı olmazlar. Zira; hepsini de Rabbimiz seçmiş, İlâhi iradesiyle tercih buyurmuştur. Ancak Peygamberlik bakımındân eşit oldukları halde, gördükleri hizmetin umumîliği bakımından farklı olabilirler. Nitekim Âhirzaman Nebisi, diğerleri gibi muayyen millet ve mıntıkaya değil, bütün dünyaya gönderilmiştir. Bu bakımdan, diğerlerinden fazilet bakımından üstün olabilirler.
Böyle düşünürken biri yanımdan bana dürter gibi oldu. Gözlerimi açtığımda kimsenin bulunmadığını, ancak Mescid-i Aksâ'nın müezzininin kandilleri yakmakta olduğunu gördüm. Kandil yakma hizmetinde görünen bu zât, bana şöyle dedi:
"Hiç merak etme. Diğer peygamberlerin hepsi de Onun nûrundan yaratıldı."
Bu sözden sonra kaybolan o müezzini çok aradım, fakat bir daha göremedim."

 
Son düzenleme:
Üst