Cenab-ı Hakkın sayısız yerlerde, sayısız işleri tek başına yapması..

Turab3

Well-known member
Sözler, Sayfa 557


Cenab-i Hakkın sayısız yerlerde,sayısız işleri tek başına yapması,nasıl anlaşılabilir?

ihtiyâriyesi içinde en zâhiri, ekl ve kelâm ve fikirdir; yani yemek, söylemek, düşünmektir. Şu yemek, söylemek, düşünmek ise gayet muntazam, acîb, hikmetli birer silsiledir. O silsilenin yüz cüz’ünden, insanın dest-i ihtiyârına verilen, ancak bir cüz’üdür. Meselâ, yemekten, bedenin tegaddî-i hüceyrâtından tut, tâ semerâtın teşekkülüne kadar olan silsile-i ef’âl içinde, insanın dest-i ihtiyârına verilen, yalnız ağızdaki dişlerin değirmenini tahrik edip onu çiğnemektir; ve söylemek silsilesinden yalnız mehâric-i huruf kalıplarına havayı sokup çıkarmaktır. Halbuki, ağzında birtek kelime, bir çekirdek gibi iken, bir ağaç hükmündedir. Hava içinde milyonlar aynı kelime gibi meyveler verir. Milyonlarla dinleyenlerin kulaklarına girer. Bu misâlî sümbüle, insandaki hayalin eli ancak yetişebilir; ihtiyârın kısacık eli, nasıl yetişir?
Mâdem esbâb içinde en eşrefi ve en ziyâde ihtiyâr sahibi olan insan, böyle hakiki icaddan eli bağlansa, sâir cemâdât ve behîmât ve anâsır ve tabiat, nasıl hakiki mutasarrıf olabilirler? Yalnız o esbâb, birer zarftır ve masnuât-ı Rabbâniyeye bir kılıftırlar ve hedâyâ-i Rahmâniyeye birer tablacıdırlar. Elbette bir padişahın hediyesinin kabı veya hediyeye sarılan mendil veyahut hediye eline verilip getiren nefer, o padişahın saltanatına şerik olamazlar; ve onları şerik tevehhüm eden, saçma bir hezeyan eder. Öyle de, esbâb-ı zâhiriye ve vesâit-i sûriyenin, Rubûbiyet-i İlâhiyeden hiçbir cihette hisseleri olamaz, hizmet-i ubûdiyetten başka nasipleri yoktur.
İkinci Maksad
Ehl-i şirkin vekili, meslek-i şirki, hiçbir cihette ispat edemediğinden ve onun ispatından meyus kaldığından, ehl-i tevhidin mesleğini, teşkîkàtıyla ve şüpheleriyle tahrip etmeye çalışmak istediğinden, şöyle ikinci bir suâl ediyor, diyor ki:
"Ey ehl-i tevhid! Siz diyorsunuz ki:
b752.gif
’Hàlık-ı âlem birdir, Ehaddir, Sameddir. Hem herşeyin Hàlıkı Odur. Ehadiyet-i Zâtiyesiyle beraber doğrudan doğruya herşeyin dizgini Onun elinde, herşeyin anahtarı kabzasında, herşeyin nâsiyesini tutuyor; bir iş bir işe mâni olmuyor. Bütün eşyada, bütün ahvâliyle bir anda tasarruf edebilir.’ Böyle acîb bir hakikate nasıl inanılabilir? Müşahhas birtek zât, nihayetsiz yerlerde, nihayetsiz işleri külfetsiz yapabilir mi?"
Elcevap: Şu suâle, gayet derin ve ince ve gayet yüksek ve geniş olan bir sırr-ı Ehadiyet ve Samediyetin beyânıyla cevap verilir. Fikr-i beşer ise, o sırra, ancak bir temsil dürbünüyle ve mesel rasatıyla bakabilir. Cenâb-ı Hakkın zât ve sıfâtında, misil ve misâli yok; fakat, mesel ve temsil ile bir derece şuûnâtına bakılabilir. İşte biz de, temsilât-ı maddiye ile o sırra işaret edeceğiz.

İhlâs Sûresi: 1-2.
Birinci temsil: Şöyle ki: On Altıncı Sözde ispat edildiği gibi, birtek zât-ı müşahhas, muhtelif aynalar vâsıtasıyla külliyet kesb eder; bir cüz’î-yi hakiki iken, şuûnât-ı kesîreye mâlik bir küllî hükmüne geçer. Evet, nasıl cismânî şeylere cam ve su gibi maddeler ayna olup, cismânî birtek şey o aynalarda bir külliyet kesb eder; öyle de, nurânî şeylere ve ruhâniyâta dahi, hava ve esîr ve âlem-i misâlin bâzı mevcudâtı aynalar hükmünde ve berk ve hayal süratinde birer vâsıta-i seyir ve seyahat sûretine geçerler ki, o nurânîler ve o ruhânîler, hayal süratiyle o merâyâ-i nazîfede ve o menâzil-i latîfede gezerler, bir anda binler yerlere girerler ve her aynada, nurânî oldukları ve akisleri onların aynı ve onların hâsiyetine mâlik oldukları için, cismâniyetin aksine olarak, her yerde bizzat bulunur gibi hükmederler. Kesif cismânîlerin akisleri ve misâlleri, o cismâniyetin aynıları olmadığı gibi, hâsiyetine dahi mâlik değil, ölü sayılırlar.
Meselâ, güneş müşahhas bir cüz’î olduğu halde, parlak eşya vâsıtasıyla bir küllî hükmüne geçer; zemin yüzündeki bütün parlak şeylere, hattâ herbir katre suya ve cam zerreciklerine birer aksini, bir misâlî güneşi, onların kabiliyetine göre verir. Güneşin hararet ve ziyâsı ve ziyâsındaki yedi rengi ve zâtının bir nevi misâli, herbir parlak cisimde bulunur. Farazâ güneşin ilmî şuuru bulunsa idi, her ayna onun bir nevi menzili ve tahtı ve iskemlesi hükmünde olup, herşeyle bizzat temas eder, her zîşuurla aynalar vâsıtasıyla, hattâ göz bebeğiyle, birer telefon hükmünde muhâbere edebilirdi; bir şey, bir şeye mâni olmazdı, bir muhâbere, bir muhâbereye sed çekmezdi; her yerde bulunmakla beraber, hiçbir yerde bulunmazdı.
Acaba, bir Zâtın binbir isminden yalnız Nur isminin maddî ve cüz’î ve câmid bir aynası hükmünde olan güneş, böyle teşahhusu ile beraber küllî yerlerde, küllî işlere mazhar olsa, o Zât-ı Zülcelâl, ehadiyet-i zâtiyesiyle beraber nihayetsiz işleri bir anda yapamaz mı?
İkinci temsil: Kâinat bir şecere hükmünde olduğu için, herbir şecere kâinatın hakàikına misâl olabilir. İşte, biz de şu odamızın önündeki muhteşem, muazzam çınar ağacını, kâinata bir misâl-i musağğar hükmünde tutup, kâinattaki cilve-i ehadiyeti onun ile göstereceğiz. Şöyle ki:
Şu ağacın, lâakal on bin meyvesi var. Herbir meyvesinin, lâakal yüzer kanatlı çekirdeği var. Bütün on bin meyve ve bir milyon çekirdek, bir anda, beraber bir san’at ve icada mazhardırlar. Halbuki, şu ağacın çekirdek-i aslîsinde ve kökünde ve gövdesinde, cüz’î ve müşahhas ve ukde-i hayatiye tâbir edilen bir cilve-i irâde-i İlâhiye ve bir nüve-i emr-i Rabbânî ile, şu ağacın kavânîn-i teşkiliyesinin merkeziyeti; her dalın başında, herbir meyvenin içinde, herbir çekirdeğin yanında bulunur ki, hiçbirinin bir şeyini noksan bırakmayarak, birbirine mâni olmayarak; onunla yapılır. Ve o birtek cilve-i irâde ve o kanun-u emrî; ziyâ, hararet, hava gibi dağılıp her yere gitmiyor. Çünkü, gittiği yerlerin ortalarındaki uzun mesafelerde ve muhtelif masnu’larda hiçbir iz bırakmıyor, hiçbir eseri görülmüyor. Eğer intişâr ile olsa idi, izi ve eseri görülecekti. Belki, bizzat tecezzî ve intişâr etmeden herbirisinin yanında bulunuyor. Ehadiyetine ve şahsiyetine o küllî işler, münâfi olmuyor. Hattâ
denilebilir ki, o cilve-i irâde, o kanun-u emrî, o ukde-i hayatiye, herbirinin yanında bulunur, hiçbir yerde de bulunmaz. Güyâ şu muhteşem ağaçta meyveler, çekirdekler adedince o kanun-u emrînin birer gözü, birer kulağı var. Belki ağacın herbir cüz’ü, o kanun-u emrînin duygularının birer merkezi hükmündedir ki, uzun vâsıtaları, perde olup bir mâni teşkil etmek değil, belki telefon telleri gibi birer vesîle-i teshîl ve takrîb olur; en uzak, en yakın gibidir.
Mâdem, bilmüşâhede Zât-ı Ehad-i Samedin irâde gibi bir sıfatının birtek cilve-i cüz’îsi, bilmüşâhede milyon yerde, milyonlar işe vâsıtasız medâr olur; elbette Zât-ı Zülcelâlin tecellî-i kudret ve irâdesiyle, şecere-i hilkati bütün eczâ ve zerrâtıyla beraber tasarruf edebilmesine şuhud derecesinde yakîn etmek lâzım gelir.
On Altıncı Sözde ispat ve izah edildiği gibi deriz ki: Mâdem güneş gibi âciz ve musahhar mahlûklar ve ruhânî gibi madde ile mukayyed nîmnurânî masnu’lar ve şu çınar ağacının mânevî nuru, ruhu hükmünde olan ukde-i hayatiyesi ve merkez-i tasarrufu olan emrî kanunlar ve irâdî cilveler, nurâniyet sırrıyla, bir yerde iken ve birtek müşahhas cüz’î oldukları halde, pekçok yerlerde ve pekçok işlerde bilmüşâhede bulunabilirler ve madde ile mukayyed bir cüz’î oldukları halde, mutlak bir küllî hükmünü alırlar. Ve bir anda bir cüz-i ihtiyârî ile, pekçok muhtelif işleri bilmüşâhede kesb ederler; sen de görüyorsun ve inkâr edemezsin.
Acaba, maddeden mücerred ve muallâ, hem kaydın tahdidinden ve kesâfetin zulmetinden münezzeh ve müberrâ, hem şu umum envar ve şu bütün nurâniyet, onun envar-ı kudsiye-i Esmâiyesinin kesif bir gölgesi ve zılâli, hem umum vücud ve bütün hayat ve âlem-i ervâh ve âlem-i berzah ve âlem-i misâl, nîmşeffaf birer âyine-i cemâli, hem sıfâtı muhîta ve şuûnâtı külliye olan birtek Zât-ı Akdesin irâde-i külliye ve kudret-i mutlaka ve ilm-i muhît ile zâhir olan tecellî-i sıfâtı ve cilve-i ef’âli içindeki teveccüh-ü Ehadiyetinden hangi şey saklanabilir? Hangi iş Ona ağır gelebilir? Hangi yer Ondan gizlenebilir? Hangi ferd Ondan uzak kalabilir? Hangi şahıs külliyet kesb etmeden Ona yanaşabilir? Hiç, eşya Ondan gizlenebilir mi? Hiç, bir iş bir işe mâni olur mu? Hiç, bir yer Onun huzurundan hâlî kalır mı? İbn-i Abbas Radıyallâhü Anhın dediği gibi, "Herbir mevcuda bakar birer mânevî basarı ve işitir birer mânevî sem’i" bulunmaz mı? Silsile-i eşya Onun evâmir ve kanunlarının sür’atle cereyanlarına birer tel, birer damar hükmüne geçmez mi? Mevâni’ ve avâik Onun tasarrufuna vesâil ve vesâit olamaz mı? Esbâb ve vesâit sırf zâhirî bir perde olamaz mı? Hiçbir yerde bulunmadığı halde, her yerde bulunmaz mı? Hiç tahayyüz ve temekküne muhtaç olur mu? Hiç, uzaklık ve küçüklük ve tabakàt-ı vücudun perdeleri Onun kurbiyetine ve tasarrufuna ve şuhuduna mâni olabilir mi? Hem, hiç maddîlerin, mümkînlerin, kesiflerin, kesîrlerin, mukayyedlerin, mahdutların hâssaları ve maddenin ve imkânın ve kesâfetin ve kesretin ve takayyüdün ve mahdûdiyetin mahsus ve münhasır lâzımları olan tegayyür, tebeddül, tahayyüz ve tecezzî gibi emirler; maddeden mücerred ve Vâcibü’l-Vücud ve Nurü’l-Envar ve Vâhid-i Ehad ve kuyuddan münezzeh ve hududdan müberrâ ve kusurdan mukaddes ve noksandan muallâ bir Zât-ı Akdese lâhik olabilir mi? Acz hiç Ona yakışır mı? Kusur hiç Onun dâmen-i izzetine yanaşır mı?
İkinci Maksadın Hâtimesi
Bir zaman Ehadiyete dâir bir tefekkürde bulunduğum zaman, odamın yanındaki çınar ağacının meyvelerine baktım, Arabiyyü’l-ibâre bir silsile-i tefekkür kalbe geldi. Nasıl gelmiş ise, öyle Arabî olarak yazıp, sonra kısa bir meâlini söyleyeceğim. İşte:

b753.gif

b754.gif

b755.gif

b756.gif

b757.gif

b758.gif

b759.gif

b760.gif

b761.gif

b762.gif

b763.gif

b764.gif

Bu Arabî fıkranın mebdei şudur:
b765.gif

İşte bu Arabî tefekkürün kısa bir meâli şudur ki:
Bütün meyveler ve içindeki tohumcuklar, hikmet-i Rabbâniyenin birer mu’cizesi, san’at-ı İlâhiyenin birer hârikası, rahmet-i İlâhiyenin birer hediyesi, vahdet-i İlâhiyenin birer bürhan-ı maddîsi, âhirette eltâf-ı İlâhiyenin birer müjdecisi, kudretinin ihâtasına ve ilminin şümûlüne birer şâhid-i sâdık oldukları gibi; şunlar, âlem-i kesretin aktârında ve şu ağaç gibi tekessür etmiş bir nevi, âlemin etrafında, Vahdet aynalarıdırlar; enzârı kesretten Vahdete çeviriyorlar. Lisân-ı hal ile herbirisi der: "Dal budak salmış şu koca ağacın içinde dağılma, boğulma; bütün o ağaç bizdedir. Onun kesreti, vahdetimizde dahildir." Hattâ her meyvenin kalbi hükmünde olan herbir çekirdek dahi, Vahdetin birer maddî aynası oldukları gibi, zikr-i kalbî-i hafî ile, koca ağacın zikr-i cehrî sûretiyle çektiği ve okuduğu bütün esmâyı zikreder, okur.
Hem o meyveler, tohumlar, Vahdetin aynaları oldukları gibi, kaderin meşhud işârâtı ve kudretin mücessem rumuzâtıdır ki; kader onlar ile işaret eder ve kudret o kelimeler ile remzen der:
"Nasıl ki şu ağacın kesretli dal ve budakları birtek çekirdekten gelmiş ve şu ağacın san’atkârının icad ve tasvirde vahdetini gösteriyor. Sonra şu ağaç, dal ve budak salıp tekessür ve intişâr ettikten sonra, bütün hakikatini bir meyvede toplar, bütün mânâsını bir çekirdekte derc eder, onunla Hàlık-ı Zülcelâlinin halk ve tedbîrindeki hikmetini gösterir. Öyle de, şu şecere-i kâinat, bir menba-ı Vahdetten vücud alır, terbiye görür; ve o kâinatın meyvesi olan insan, şu kesret-i mevcudât içinde, Vahdeti gösterdiği gibi, kalbi dahi imân gözüyle kesret içinde sırr-ı Vahdeti görür." Hem, o meyveler ve tohumlar hikmet-i Rabbâniyenin telvihâtıdır. Hikmet, onlarla ehl-i şuura şöyle ifade ediyor ve diyor ki:
"Nasıl şu ağaca müteveccih küllî nazar, küllî tedbîr, külliyetiyle ve umumiyetiyle birtek meyveye bakar; çünkü o meyve, o ağaca bir misâl-i musağğardır. Hem o ağaçtan maksud, odur. Hem o küllî nazar ve umumi tedbîr, bir meyvenin içinde herbir çekirdeğe dahi nazar eder. Çünkü,


çekirdek umum ağacın mânâsını, fihristesini taşıyor. Demek, ağacın tedbîrini gören Zât, o tedbîr ile alâkadar bütün esmâsıyla, ağacın vücudundan maksud ve icadının gàyesi olan herbir semereye müteveccihtir. Hem şu koca ağaç, o küçük meyveler için bâzan budanır, kesilir, tecdid için bâzı cihetleri tahrip edilir; daha güzel, bâkî meyveler vermek için, aşılanır. Öyle de, şu şecere-i kâinatın semeresi olan beşer; kâinatın vücudundan ve icadından maksud odur ve icad-ı mevcudâtın gàyesi de odur. Ve o meyvenin çekirdeği olan insanın kalbi dahi, Sâni-i Kâinatın en münevver ve en câmi’ bir aynasıdır. İşte şu hikmettendir ki, şu küçücük insan, neşir ve haşir gibi muazzam inkılâblara medâr olmuş kâinatın tahrip ve tebdiline sebep olur. Onun muhâkemesi için dünya kapısı kapanıp, âhiret kapısı açılır."
Mâdem haşrin bahsi geldi. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın, haşrin ispatına dâir cezâlet-i beyânını ve kuvvet-i ifadesini gösteren bir nükte-i hakikatini beyân etmeye münâsebet geldi. Şöyle ki:
Şu tefekkür neticesi gösteriyor ki, beşerin muhâkemesi ve saadet-i ebediye kazanması için lüzum olsa bütün kâinat tahrip edilir ve tahrip ve tebdil edecek bir kudret görünüyor ve vardır. Fakat, haşrin merâtibi var. Bir kısmına imân farzdır, mârifeti lâzımdır; diğer kısmı, terakkiyât-ı ruhiye ve fikriyenin derecâtına göre görünür ve ilim ve mârifeti lâzım olur. Kur’ân-ı Hakîm, en basit ve kolay olan mertebeyi katî ve kuvvetli ispat için, en geniş ve en büyük bir daire-i haşri açacak bir kudreti gösteriyor.
İşte, umuma imân lâzım olan haşrin mertebesi şudur ki: "İnsanlar öldükten sonra, ruhları başka makamlara gider. Cesedleri çürüyor, fakat insanın cesedinden, bir çekirdek, bir tohum hükmünde olacak acbü’z-zeneb tâbir edilen küçük bir cüz’ü bâkî kalıp, Cenâb-ı Hak, onun üstünde cesed-i insanîyi haşirde halk eder, onun ruhunu ona gönderir." İşte bu mertebe o kadar kolaydır ki, her baharda milyonlarla misâli görülüyor.
İşte, bâzan şu mertebeyi ispat için âyât-ı Kur’âniye öyle bir daireyi gösteriyor ki, bütün zerrâtı haşr ve neşredecek bir kudretin tasarrufâtını gösterir; bâzan da bütün mahlûkatı fenâya gönderip, yeniden getirecek bir kudret ve hikmetin âsârını gösterir. Bâzı, yıldızları dağıtıp, semâvâtı parçalayabilir bir kudret ve hikmetin tasarrufâtını ve âsârını gösterir; bâzı, bütün zîhayatı öldürecek, yeniden, def’aten, bir sayha ile diriltecek bir kudret ve hikmetin tasarrufâtını ve tecelliyâtını gösterir. Bâzı, bütün rûy-i zeminle zîhayat olanları ayrı ayrı haşir ve neşredecek bir kudret ve hikmetin tecelliyâtını gösterir; bâzan, küre-i arzı bütün bütün dağıtacak, dağları uçuracak, düzeltip daha güzel bir sûrete çevirecek bir kudret ve hikmetin âsârını gösterir.
Demek, herkese imânı ve mârifeti farz olan haşirden başka, çok mertebe-i haşirleri dahi o kudret ve hikmetle yapabilir. Hikmet-i Rabbâniye iktizâ etmiş ise, elbette haşir ve neşr-i insanî ile beraber, umum onları dahi yapacak; veyahut bâzı mühimlerini yapar.
Bir suâl: Diyorsunuz ki: "Sen, Sözlerde kıyas-ı temsilî çok istimâl ediyorsun. Halbuki fenn-i mantıkça, kıyas-ı temsilî, yakîni ifade etmiyor. Mesâil-i yakîniyede bürhan-ı mantıkî lâzımdır. Kıyas-ı temsilî, usûl-ü fıkıh ulemâsınca zann-ı gàlip kâfi
olan metâlibde istimâl edilir. Hem de, sen, temsilâtı bâzı hikâyeler sûretinde zikrediyorsun. Hikâye hayalî olur, hakiki olmaz, vâkıa muhâlif olur?"
Elcevap: İlm-i mantıkça çendan "Kıyas-ı temsilî, yakîn-i katî ifade etmiyor" denilmiş; fakat kıyas-ı temsilînin bir nevi var ki, mantığın yakînî bürhanından çok kuvvetlidir ve mantığın birinci şeklinin birinci darbından daha yakînîdir. O kısım da şudur ki:
Bir temsil-i cüz’î vâsıtasıyla bir hakikat-i küllînin ucunu gösterip, hükmü o hakikate binâ ediyor; o hakikatin kanununu, bir hususi maddede gösteriyor. Tâ o hakikat-i uzmâ bilinsin ve cüz’î maddeler, ona ircâ edilsin. Meselâ "Güneş, nurâniyet vâsıtasıyla, birtek zât iken, her parlak şeyin yanında bulunuyor" temsiliyle bir kanun-u hakikat gösteriliyor ki; nur ve nurânî için kayıt olamaz, uzak ve yakın bir olur, az ve çok müsâvi olur, mekân onu zapt edemez.
Hem meselâ, "ağacın meyveleri, yaprakları, bir anda bir tarzda kolaylıkla ve mükemmel olarak birtek merkezde, bir kanun-u emrî ile teşkili ve tasviri" bir temsildir ki, muazzam bir hakikatin ve küllî bir kanunun ucunu gösterir; o hakikat ve o hakikatin kanununu gayet katî bir sûrette ispat eder ki, o koca kâinat dahi şu ağaç gibi o kanun-u hakikatin ve o sırr-ı ehadiyetin bir mazharıdır, bir meydân-ı cevelânıdır. İşte, bütün Sözlerdeki kıyâsât-ı temsiliyeler bu çeşittirler ki, bürhan-ı katî-yi mantıkîden daha kuvvetli, daha yakînîdirler.
İkinci suâle cevap: Mâlûmdur ki, fenn-i belâgatta bir lâfzın, bir kelâmın mânâ-i hakikisi, başka bir maksud mânâya sırf bir âlet-i mülâhaza olsa, ona lâfz-ı kinâî denilir. Ve kinâî tâbir edilen bir kelâmın mânâ-i aslîsi medâr-ı sıdk ve kizb değildir; belki kinâî mânâsıdır ki, medâr-ı sıdk ve kizb olur. Eğer o kinâî mânâ doğru ise, o kelâm sâdıktır; mânâ-i aslî kâzib dahi olsa, sıdkını bozmaz. Eğer mânâ-i kinâî doğru değilse, mânâ-i aslîsi doğru olsa, o kelâm kâzibdir. Meselâ, kinâî misâllerinden, "Filânün tavîlü’n-necad" denilir. Yani, "Kılıncının kayışı, bendi uzundur." Şu kelâm, o adamın kametinin uzunluğuna kinâyedir. Eğer o adam uzun ise, kılıncı ve kayışı ve bendi olmasa da, yine bu kelâm sâdıktır, doğrudur. Eğer o adamın boyu uzun olmazsa; çendan, uzun bir kılıncı ve uzun bir kayışı ve uzun bir bendi bulunsa, yine bu kelâm kâzibdir. Çünkü, mânâ-i aslîsi, maksud değil.
İşte, Onuncu Sözün ve Yirmi İkinci Sözün hikâyeleri gibi, sâir Sözlerin hikâyeleri, kinâiyât kısmındandırlar ki, begayet doğru ve gayet sâdık ve mutâbık-ı vâki’ olan hikâyelerin sonlarındaki hakikatler, o hikâyelerin mânâ-i kinâiyeleridir. Mânâ-i asliyeleri bir temsil-i dürbünîdir; nasıl olursa olsun, sıdkına ve hakkàniyetine zarar vermez. Hem o hikâyeler, birer temsildirler. Yalnız umuma tefhim için, lisân-ı hal lisân-ı kàl sûretinde ve şahs-ı mânevî, bir şahs-ı maddî şeklinde gösterilmiştir.
 

Eclairs

Active member
Kardes cok duzensiz aktarilmis yazi, okunulmasi cok zor, biraz renklendirip, satir aralarini genisletebilir misiniz ?
okunmasi daha rahat olacaktir , tesekkurler
 

Turab3

Well-known member
tamam kardeş emrin başım üzerine:) siteye bir didaktör lazım evet haklısın kardeş kusura bakmayasın okurken en bu eserleri paylaşmak istedim biraz hata varsa affola inşallah...

Allah razı olsun...
 

Eclairs

Active member
tamam kardeş emrin başım üzerine:) siteye bir didaktör lazım evet haklısın kardeş kusura bakmayasın okurken en bu eserleri paylaşmak istedim biraz hata varsa affola inşallah...

Allah razı olsun...

Estagfurulah guzel kardesim, emir degil sadece rica ederim.

Yazilan eserler mukemmeldir, lakin yazilar çok iç içe girdiginden okunaksiz bi sekilde,
göz yorucu, bunu ifade etmeye çalistim.
kirdiysam özur dilerim.
 

Turab3

Well-known member
valla ben gözlük kullanıyorum artık ne yapalım:)maksat faydali ilimse boşver işin içinden çıkmaya çalışma:)gir içine komple...sen de o yazıda bi virgül ol ben de nokta olayım.

estağfurullah kırılmadım:)daha dikkatli aktarayım sağol sen de...
 
Üst