Menzil Dergahı,[genel]

Gavs-ul azam seyyid abdülhakim huseyni

GAVS-UL AZAM SEYYİD ABDÜLHAKİM HUSEYNİ



Gavsül, Azam (K.S.) (Hicri 1322) Zilhicce ayının onuna rastlayan Perşembe günü öğle ile ikindi arasında Bitlis'e bağlı Baykan ilçesinin Kermet Köyünde dünyayı şereflendirmiştir.



Baba dedeleri Bilvanisli olduğu için Gavsi Bilvanisi diye anılır. Gavs (K.S.) Siyanus Köyünde iken babası Seyyid Muhammed (K.S.) vefat etmiştir, terbiye ve yetişme işini dedesi Seyyid Maruf (K.S.) üzerine almıştır. Pırıl pırıl bir yüzü, ruhani bir siması ve çok değişik bir hali vardı. Abdurrahmani Tahi (K.S.)'nin halifesi Abdulkahhar Zoheydi (K.S.) bir gün Arınç Köyüne gelmiştir, çok küçük yaşta bulunan Seyyid Abdulhakim'i gördüğü zaman şöyle der:

-"Allah bağışlasın bu çocuk kimindir?" Bu ileride büyük bir zat olur. Ancak, bir kusurunu görmüyorum çok halimdir.

Muhammed Diyaeddin (K.S.) de bunun gelecekte büyük bir zat olacağını söylemiştir. Şöyleki; yirmi altı sene ilim tahsili ile uğraşmış, İslami ilimlerde devrin en büyük üstadlarından ders almış olup, en son ve en fazla tahsil hayatı Suriye'deki hocası Ahmed-ül Haznevi (K.S.) tarafından tamamlatılmıştır.

Hayatında iki defa evlenmiştir. İki evliliğinden 7 oğlu, 6 kız evladı olmuş sadece bir oğlu kendisi hayatta iken vefat etmiştir. Hayatının her anı meşakkat ve irşat vazifesi ile geçmiştir. Son zamanlarda büyük bir hastalığa müptela oldukları için ameliyat olması gerekiyordu ve ameliyattan üç gün sonra (Hicri 1392), (Miladi 1972) Haziran ayının ilk günü olan Perşembe günü saat beş civarında ahirete irtihal etmiştir.

Gavs (K.S.) gerek hastalığının ilk anlarında, gerekse ağırlaştığı zamanlarda dahi farz ve gece namazlarını ayakta eda ettiler.

Allah (C.C.) ondan razı olsun, Rahmet ve bereketi üzerine olsun, himmetlerini üzerimizden eksik eylemesin.

Şeyh Abd'ül Kahhar'ın (K.S.) torunu Şeyh Fudayl (K.S.) anlattı: Bir seferinde Şeyh Abd'ül-Hakim (K.S.) bize taziyeye gelmişti. Taziyeden sonra yola çıkmadan dedem Şeyh Abd'ül Kahhar (K.S.)'ın türbesini ziyaret ettik. Orada mürakebeye varıp, bir süre kaldı. Beraberindeki gelen yol arkadaşı ikide bir:

— Kurban geç oldu, gidelim, deyip duruyor. Gavs Hazretleri (K.S.) ise mürakebeye devam ediyordu. Yol arkadaşı, aynı sözleri bir kaç defa tekrarlayınca, içimden bunun Şeyh'e karşı hürmetsizlik olduğu ve Şeyh'in de ona ihtarda bulunabileceği fikri geçti. Bu fikirden kurtulmaya çalıştım, ama bir türlü bu düşünceden kendimi kurtaramadım. Bu sırada Gavs Hazretleri (K.S.) murakabeden başını kaldırarak bana dedi ki:

— Fuday! Deden Şeyh Abd'ül Kahhar (K.S.) bizim hakkımızda çok halimdir, diye buyurdu. Bundan Gavs Hazretlerinin (K.S.) kalbime vakıf olduğunu anladım.

On beş sene kadar Şeyhimin yanında kaldım. Hiç bir kötü halimin iyiye doğru değişmediğini farkedince, kendi Şeyhimi inkar etmemek şartıyla Gavs Hazretlerinin (K.S.) yanına gelip, kendisine intisab ettim. Aradan bir zaman geçtikten sonra, İl'de eski mürşidimle karşılaştım. Kendisini ziyaret ettim. Bana:

— Neden bizi bırakıp başka yere gittin? Bizden bir zarar mı gördün ki? Diye sordu:

— Kurban, doğrusu sizden zarar görmediğim gibi kâr da görmedim, dedim. Bu kez bana:

— Nasıl yani? Dedi.

— Size gelip teveccühünüze girip eve dönerken mutlaka bir şey çalıyordum. Hatta yörükler bazen köyün yakınından geçerken onlardan birkaç koyun veya keçiyi çalardım. Yanınıza o kadar gelip gittiğim halde kendimi hiç bir kötü halden men edemedim. Gavs (K.S.) Hazretlerinin yanına gittiğim günden beri şükürler olsun, bütün kötü fiilleri terk ettim. Hatta eskiden çaldıklarımı sahiplerine verip helallaşıyorum, dedim.

Gavs (K.S.) ile beraber iken: Bir kör adam geldi. Gavs Hazretleri (K.S.) ellerini kör adamın gözlerine sürdü. Adamın gözleri hemen açıldı, görmeye başladı. Sonra evine gitti. Evde "Sen nasıl görebilirsin?" diye sorduklarında, adam, "Vallahi benimde gözüm görüyor, artık ben de sizin gibiyim" dedi. Daha sonra adam ve ailesi gelip, Gavs (K.S.) Hazretlerinden tövbe alıp tarikata intisab ettiler.

Gavs (K.S.)'ya intisab ettiğim zaman yörenin tanınmış bazı ileri gelenleri benim bu halimi taaccüb ile karşıladılar. Bana gayet sıkıntı veren bazı işler yaptılar. Ben bu hale dayanamaz oldum. Gavs (K.S.)'a durumu izah etmek için bir arkadaşımla Gadir'e gittik.

Yatsı namazı vakti yakındı, mübareği ziyaret ettim. Hemen sohbete başladı. Gavs-ı Hizani (K.S.) Seyyid Taha (K.S.)'ya intisab ettiği zaman, yörenin bazı ileri

Gelenleri ona sıkıntı vermeye başladılar. Gavs-ı Hizani (K.S.) ise bu hale dayanamayıp, durumu gidip Seyyid Taha (K.S.)'ya anlattı. O da buyurun: "Sabret iyi olur. İnşallah sen yerinde kal." Bir zaman sonra Gavs-ı Hizani (K.S.)'ye kızanlar, gelip Seyyid Taha (K.S.)'ya mürid oldular..

Gavs (K.S.)'ın bu sohbetinden sonra, arkadaşlarıma dedim ki:

— Durumu izah edeyim mi? Arkadaşım:

— Farketmez, o zaten cevabını verdi, dedi.

Ben dayanamadım. Gavs (K.S.)'a durumu anlattım. "Kurban artık dayanamıyorum..." dedim. Mübarek gülümseyerek "İyi olur inşallah" dedi.

Bir gün Gadir'e gidiyordum. Ana yol ile köy arasında bir dere vardı. Arabayla geçerken tam derenin ortasında kaldım. Ne yapacağımı şaşırdım. Sonra içime Gavs (K.S.) Hazretlerine teveccühen "Sen bilirsin artık" diye yardım talebinde bulundum. Biraz sonra kalabalık amele grubunu taşıyan bir kamyon geldi. Buralarda böyle bir kamyon geçmesi imkansızdı. İşçilerin çabası ile arabayı dereden çıkarttık.

Yine başka bir seferinde, Gavsımızı (K.S.) ziyarete giderken, Silvan ile Diyarbakır arasında arabamda bir arıza oldu. Çaresiz kaldım. Arabayı Gavs (K.S.) Hazretlerinden himmet isteyip orada bıraktım. Doğruca köye gidip Pazar gününe kadar orada kaldım. Niyetim, Pazartesi günü çarşı açılınca Silvan'a gitmek ve bir tamirci bulmaktı. Pazartesi günü köyden ayrıldım. Yolda bir kamyona rastladım ve kamyona bindim. Şoför şunları söyledi:

— Dün buralarda çok acayip şeyler gördüm. Gece yolun kenarında bir araba gördüm. Arabanın başında iri bir zat elinde asası ile nöbet tutuyordu. Öyle korktum ki, hemen oradan süratle uzaklaştım.

Gavs (K.S.)'yi ziyaret etmek için hazırlanırken, yöremizin tanınmış ulemasından biri olan bir vaiz efendi yanıma geldi. Dedim.

— Hocam! Haydi, gel beraber Gavs (K.S.)'a gidelim. Hoca dedi:

— Ben henüz kahvaltı yapmadım, müsait değilim. Kendisine dedim:

— Hocam Gavs (K.S.) bize, sizin istediğiniz gibi bir kahvaltı yaptırır.

Hoca ile beraber ziyarete gittik. Gavs (K.S.) Hazretlerini ziyaret ettikten sonra, bana dedi:

— Sofi, hocayı divana götür kahvaltı yapın, ben de birazdan geleceğim, dedi.

Ben de emir edileni yaptım.

Kahvaltı olarak bize bal ve ayran ikram edildi. Hoca sordu:

— Size her gelişimizde bal ikram edilir mi?

— Hayır efendim, bize ayran ve ekmek ikram edilir. Siz geldiğiniz için bal ikram edildi. O an hoca efendi dedi:

— Bu şeyh hakiki mürşittir. Çünki, ben kendime âdet edinmiştim. Her sabah kahvaltısında aç karnına bal yerdim. Yolda şu düşünceyi kurmuştum. Bu zat hakikaten büyük bir veli, bir Gavs ise benim balımı bana ikram eder. Düşündüğümü ikram ettiği için bu zat hakikaten büyük bir velidir, büyük bir zattır.

Biraz sonra Gavs Hazretleri (K.S.) divana gelip hoca ile beraber sohbete başladılar. Gavs (K.S.) sordu:

—Hocam Allah (C.C.) neden dut ağacını büyük meyvesini küçük yaratmıştır?

Hoca: -Allah (C.C.)'ın kudretindendir efendim.

Gavs (K.S.) Hz.leri:- Ben de biliyorum. Allah (C.C.) kadirdir, kudret sahibidir. Neden dut ağacı büyük olsun meyvesi küçük olsun?

Hoca: -Allah (C.C.) kadirdir öyle yaratmıştır.

Gavs (K.S.): -Peki Allah (C.C.) öyle yarattı. Bir kişi iri meyveli bir dutu bu ağaca aşı yapsa yine aynı küçük meyve mi verir?

Hoca: - Hayır efendim, büyük meyve verir.

Gavs (K.S.) -Peki hoca hani Allah (C.C.) ile kul arasında kimse giremezdi, bu kişi aşı ile meyvenin cinsini değiştirdi. Allah (C.C.) her şeye kadirdir, dileseydi öyle yaratırdı. Böyle bir vesileyi niçin gerekli kıldı? Hoca, Gavs'ın (K.S.) eline sarıldı: -Efendim beni affedin, ben yıllardır, Allah (C.C.) ile kul arasına kimse giremez. Kur'an sünnet ve müçtehit imamların içtihatları varken, mürşide ne lüzum var derdim. Aklımın aştığı bu belalara tövbe ediyorum. Ben sizin yolunuza intısap edeceğim dedi. Nitekim Hoca intisab etti.

Hasılı;

Son devirde Suriye'de yetişen evliyadan Şeyh Ahmed-el Haznevi Hz. 'lerinin halifelerinden olup, İsmi Abdulhakim'dir. Kendisi Seyyiddir, Hz. Hüseyin'in soyundan geldiği için Hüseyni nisbesiyle meşhur olmuştur. Gavs-ı Bilvanisi lakabıyla da bilinir. 1902 (H. 1320) senesinde Siirt'in Baykan ilçesine bağlı Kermat köyünde doğdu. 1972 (H. 1392) senesinde Ankara'da vefat etti. Adıyaman'ın Kâhta ilçesine bağlı Menzil köyünde defnedildi.

Doğumundan kısa bir müddet sonra babasının imamlık yapmak ve medresede talebe okutmak için davet edildiği komşu Siyanis köyüne taşındılar. Babası vazifesinin altıncı ayında vefat edince, onu dedesi yanına aldı. Dedesi onu okutmak için âlim ve tasavvuf ehli Muhammed Diyauddin Nurşini (k.s.) Hz 'lerinin ders halkasına ve sohbetlerine gönderdi. Bu sırada sekiz yaşında bulunan Abdulhakim-il Hüseyni ondört yaşına kadar bu zattan ilim öğrendi ve feyz aldı. Hocası Nurşin'e taşınınca tahsiline başka medreselerde devam etti. Aynı zamanda hocasıyla manevi bağını devam ettirdi. Daha ilmini tamamlayıp icazet almadan medrese ve tekkeler kapatılınca Siyanis'e döndü. Komşu Taruni köyüne imamlık yapıp, talebe okutmak üzere davet edildi. Burada pek çok talebe yetiştirdi. Bu sırada hocası Muhammed Diyauddin Nurşini Hz. vefat etti. Abdulhakim Efendi (k.s.) hem ilmini tamamlamak, hem de tasavvufta ilerlemek için Muhammed Diyauddin Nurşini'nin (k.s.) talebelerinden Şeyh Selim'e talebe olmak istedi. Ancak rüyasında hocası ona çok sevdiği halifesi Şeyh Ahmed-el Haznevi'ye (k.s.) bağlanmasını bildirdi. Rüyasında Muhammed Diyauddin Nurşini (k.s.), Şeyh Ahmed-el Haznevi'ye (k.s.) hitaben:

''Şeyh Ahmed! Bu seyyid Abdulhakim'in babasının bizde emeği çoktur. Onun için sen ona gözün gibi bakacaksın! '' diye emanet etti. Bu işaret üzerine Abdülhakim-il Hüseyni (k.s.), Suriye'nin Hazne köyünde bulunan Şeyh Ahmed-el Haznevi (k.s.)'ye giderek talebe oldu. Şeyh Ahmed-el Haznevi (k.s.) daha ilk günden itibaren ona ''Molla Abdulhakim'' diye hitap ederek onun ilim ve irfanını takdir ettiğini gösterdi.
Abdulhakim Hüseyni Hz., Ahmed-el Haznevi Hz.'nin sohbetlerinde bulundu. Daha sonra tekrar memleketine döndü. Fakat 14 sene müddetle gidip gelerek ilmi ve tasavvuftaki derecesini artırdı. Hocasından, 34 yaşındayken medresede talebelere ilim öğretmek üzere, 36 yaşındayken de insanlara İslamiyetin emir ve yasaklarını anlatmak suretiyle kurtuluşa kavuşmalarına vesile olmak için icazet aldı. Memleketine dönerek köyünde ve çevresindeki diğer kasabalarda İslam dininin emir ve yasaklarını anlatmaya başladı. Bütün ilim ve irfanını talebe yetiştirmeye ve müslümanların Allah-u Teala'nın rızasını kazanmalarına vesile olmaya hasretti. İlk üç senede fazla netice alamadı. Ancak hocası Ahmed-el Haznevi (k.s.)'nin vefatından sonra onun sohbetlerine büyük bir rağbet oldu. Akın akın gelen insanlar onun ilim ve feyzinden istifade etmeye çalıştılar. Ona olan bu büyük rağbet civar kasabalardaki bazı şeyhlerin gıbtasına, bazılarının da kıskanmasına sebep oldu. Çünkü onlara bağlı bazı kimseler de gelip Abdulhakim Efendi (k.s.)'nin sohbetine katılıyorlardı. Bu şeyhlerden birisi ona gönderdiği mektupta;
''İnsan düşünür ve kabul eder ki, yan yana koyun otlatan iki çobandan birinin bir kaç koyunu diğerinin sürüsüne kaçıp karışırsa onları iade etmek lazımdır. O halde sende bizim sürüden ayrılanları iade etmelisin'' diyordu.

Bu mektubu okuyan Abdulhakim-il Hüseyni Hz. tebessüm ederek;

''Biz cedd-i pakimizin (peygamber efendimizin) ümmetine hizmeti gaye edinmişiz ve bunun için çabalıyoruz. Baş olmak ve çok taraftar toplamak gayretinde değiliz. Ceddimiz bize ilim miras bırakmıştır. Bu ilme kim sahipse varis odur. Biz inşallah miras gerçek varislerinin eline geçer diye dua ediyoruz'' buyurdu.
O hep aynı yerde kalmayıp, ikametgâhını devamlı değiştirirdi. Taruni ve Bilvanis köylerinden sonra Bitlis'in Narlıdere nahiyesine, oradan da Siirt'in Kozlu kasabasına bağlı Gadiri köyüne yerleşti.
Bir sohbet esnasında dinleyenlerden birisi;
''Bir kimse Kur'an-ı Kerimi, hadisi şerifleri, fıkıh ilmini biliyor, selefi salihinin, ilk devir islam âlimlerinin kitaplarını okuyorsa manevi bir yol göstericiye ne gerek vardır? '' diye sordu.

Cevabında buyurdu ki;

Dediğin doğrudur. Fakat bir eczacı türlü türlü otları ve çiçekleri bilir. Hangisinden ne gibi şerbet çıkarılacağını, hangi hastalığa faydalı olacağını da bilir. Hatta çoğu zaman doktorlara da onu gösterir, onun tahlil ve araştırmasına göre teşhis ettikleri hastalığa onun ilaçlarını tavsiye ederler. Fakat eczacı bir hastanın hastalığını teşhis etmekten acizdir. Doktorun reçetesi olmadan bir hastaya ilaç verse, hele ilacın üzerinde reçetesiz satılmaz diye bir kayıt olursa, eczacı o ilacı verdikten sonra hasta o ilaçla ölürse eczacı cezalandırılır. Elbette böyle satış yapan cezayı hak eder. Bununla beraber hastalıkları teşhis ve tedavi eden doktor da kendi filmini çekmekten acizdir. Belki filmini çekebilir, ama iki omuzun arasında bir çıban varsa onu tedavi etmekten acizdir. Âlimleri de buna kıyas ediniz. Hâlbuki insan ahiret yolunda evvela avamdır yani halktandır. Nasıl kendini tedavi edebilir. Kalp hastalıklarının tedavisi maddi hastalıkların tedavisinden daha zordur. Acaba nazari olarak tıp ilmini tahsil edene, senin oğlun dahi olsa beyin ve kalp ameliyatında sen kendini teslim edebilir misin? Fakat tecrübe görmüş ve birçok başarıları görülmüş bir doktora kendini tereddütsüz teslim edebilirsin değil mi? Bu kadar vaizler, nasihatlarıyla az kimseleri yola getirirler fakat manevi rehber olan hocalar öyle değildir. Pek çok günahkâr ve fasık olanların sohbetleri sebebiyle günahlarından vazgeçmişlerdir. Bu hal apaçık meydandadır. Diyebiliriz ki zamanımızda yol göstericiler az olduğu için gençlerimizin isyanı fazla olmuştur. Bugün vaaz ve nasihat eden kimseler çoktur ama hakiki saadet yolunu gösteren rehberler azdır.''

Abdulhakim el Hüseyni (k.s.) Hz., bir sohbeti sırasında tövbe ile ilgili olarak şöyle buyurdu: Tövbeyi geciktirmemelidir. Tövbenin zamanı, ruh gargarayı geçmeyinceye kadardır. Gargarayı geçince kafirin imanı kabul olmadığı gibi Mü'min'in tövbesi de makbul değildir. ''Muhakkak Allah-u Teala kulun tövbesini ruh gargaraya gelmeden önce kabul eder'' hadisi şeriftir. Nihayet can boğazına çıkınca ne kâfirin imanı, ne de müminin tövbesi kabul değildir.

Abdulhakim Hüseyni Hz., Menzil'de bulunduğu sırada hastalanmadan önce şimdiki türbesinin yerini etrafına taşlar dizerek işaretledi ve vefat ettiği zaman buraya defnedilmesini vasiyet etti. Ömrü boyunca insanların imanlarını kurtarabilmeleri için gayret etti. Bir sohbetinde; ''Evliya yetiştirme mektepleri olan tarikatlar, artık iman kurtarma mektepleri haline geldi. Eskiden insanlar yıllarca gezer kendilerine şeyh ararlardı. Şimdi ise şeyhler kapı kapı dolaşıp müslümanları imanlarının kurtulması için çağırıyor ve topluyorlar. Şah-ı Hazne (Ahmed-el Haznevi (k.s.)) Ümmet-i Muhammedin imanını kurtarmaya çalıştı. Yoksa bu zamanda tarikat meselesi diye bir şey olmuyor. Şimdi bir oyalamadır yapıyoruz. Maksat iman kurtarmaktır. Tam hidayet Mehdi Aleyhirrahme zamanında olacaktır'' buyurdu.

Ömrünün son zamanlarında sohbetine gelen insanlara buyurdu ki; ''İnsan fakir olmalıdır. Rabbülalemin hep fakirlerledir. Fakirleri sever. Fakirlikten maksat nefs ve benlikten uzak olmaktır. Dünya malından dolayı fakirlik değildir. İnsanın nefs ve benliğini yenmesi lazımdır. Nefsini gören kendinde büyüklük eden kimseyi Allah-u Teala sevmez. Şeytanın küfre girmesinin sebebi nefsini, kendini büyük görmesi değil miydi? İnsanın ayağı nefsin göğsünde bulunmalıdır ki, baş kaldırmaya gücü yetmesin. Nefsin düşmanlığı çok büyüktür. Firavun, Şeddat, Karun gibilerin felaketlerine nefisleri sebep oldu. Çünkü büyüklük taslayan nefisleri, büyük iddialara kalkıştılar. Kendileri boş bir dava güttüklerini, ilah olmadıklarını ve Allah-u Teala'dan uzak olduklarını bildikleri halde nefislerinin ilahlık davalarına boyun eğdiler. Çünkü nefisleri o kadar çok büyümüş ve kendilerine hâkim olmuştu.

İnsan hep iyilerle bulunmalı, iyilerle arkadaşlık yapmalıdır. İyilerle bulunmanın menfaatı ebediyyete kadar devam eder. İşte Ashab-ı Kehf'in köpeği, köpek olması münasebetiyle haram ve necistir. Islakken dokunduğu yerin temizlenmesi için yedi defa yıkamak gerekir (Şafii mezhebine göre). Fakat iyilerle kaldığı için Allah-u Teala onu beraber kaldığı iyilerin hürmetine cennetlik yaptı. Haram ve necis olduğu halde cennetlik oldu ve cennette iyilerle beraber bulunacaktır. Hâlbuki Nuh (a.s.)'ın oğlu Ulu'l Azm bir peygamberin oğlu olduğu halde, kâfirlerle arkadaşlık yapıp onlarla beraber bulunduğu için imanını kaybetti. Allah-u Teala onu kâfirler topluluğundan yazdı. Peygamber oğlu olduğu halde kâfirlerle arkadaşlık yapmasından dolayı son nefeste küfür üzerine imansız gitti. Öte yandan necis olan bir köpek ise cennetlik oldu. Çünkü iyilerle beraberdi, onlardan ayrılmadı. Peygamber Efendimiz (
sav.gif
) buyurdu ki; İnsan her kimi seviyor ise kıyamette de onunla beraber haşrolacak, kiminle arkadaş ise haşirde de onunla arkadaş olacaktır''.

Ömrünün sonunda bir yıl kadar kaldığı Adıyaman'ın Kâhta ilçesine bağlı Menzil köyünde hastalanan Abdulhakim-il Hüseyni (k.s.). tedavi için Diyarbakır'a götürüldü. Oradan da Ankara'ya nakledildi. Burada iken bazı siyaset adamları ve parlementerler kendisini ziyaret ederek duasını istediler. Onlara hitaben; ''Halis niyetle din-i mübine, İslam dinine her kim hizmet etmek isterse Allah-u Teala O'nu muvaffak kılsın... '' diye dua etti.

Ankara'da yapılan ameliyattan sonra durumu düzelmedi. 25 Mayıs 1972 (H.1392) tarihinde Ankara'da vefat etti. Cenazesi Menzil köyüne götürülerek talebeleri tarafından, daha önce işaretlemiş olduğu yerde defnedildi. Kabri sevenleri tarafından ziyaret edilmektedir

http://irsadforum.net/forum/seyyid-muhammed-rasid-erol-(kuddise-sirruhu)-ve-menzil-genel/gavs-ul-azam-seyyid-abdulhakim-huseyni-(ksa)/
 
Gavsi sani (ks) mürşid nazari hakkindaki sözleri

GAVSİ SANİ (KS) MÜRŞID NAZARI HAKKINDAKİ SÖZLERİ

--“Sâdât-ı Kiram’ın nazarı da kalbi olgunlaştırır. Allah dostlarının nazar ilahî bir nurdur. Bu nur kalbin ilacı olur.”

--“Bu sadatlar Allah’ın dostudur, bu sadatların nazarı dağları yerinden kaldırır. Sizin bir dostunuz olsa ondan bir şey isteseniz yapmaz mı. Onlar ne isterse Allah verir. İsteklerini geri çevirmez.”

--“Nakşîbendi Tarikatı hakiki bir tarikattır. Bundan istifade edip gayeye ulaşmak da ancak tarikata uymayan şeylerden kaçınmak, tarikatın yolundan gitmek ve Allah’a ulaşmayı hedef edinmekle mümkündür. Bu da ancak manevi kuvvetle, sâdâtın himmeti, ve nazarlarıyla olur.”

--“Dinin temeli abdest ve namazdır.Nasıl kı temel olmadan ustune bina inşa edilemez, abdest ve namaz duzgun olmadan üstüne hiç bir sey konulamaz; bunun için siz abdest ve namazınıza dikkat edin.Niyetiniz Allah için olsun,SAADATLARIN NAZARI BÜYÜKTÜR,BİR DAĞI YERİNDEN OYNATIR.

--“Gavs-ı Sânî Hz.leri, kamil mürşidlerin nazarının etkisini şu misalle anlatmıştır:

“Sâdât-ı Kiram’ın nazarı kaplumbağa nazarı gibidir. Kaplumbağa yumurtasını yapar, biraz geri çekilir, yumurtaya bir müddet nazar eder. Sonra onu kuma veya toprağa gömüp gider. Onun bu bakışı yumurtayı olgunlaştırmaya yeter ve belli bir müddet sonra yavru meydana gelir. Sâdât-ı Kiram’ın nazarı da kalbi olgunlaştırır. Allah dostlarının nazar ilahî bir nurdur. Bu nur kalbin ilacı olur. Allahu Teala kudsî bir hadiste dostlarına verdiği bu nur hakkında şöyle buyurmuştur:

“Ben kulumu sevdim mi onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. O benimle görür, benimle işitir, benimle tutar, benimle yürür. Benden herhangi birşey isterse onu verir, bana sığınırsa muhakkak onu himâye ederimİşte, Sâdât-ı Kiram bu yüce devlete ermiştir. Allahu Teala onlara bu yetkiyi vermiştir.”

Gavs-i Sani Hz.lerinin dilinden MÜRŞİD NAZARI
 
Gavsi sani tarikat hakkindaki sözleri

GAVSİ SANİ TARİKAT HAKKINDAKİ SÖZLERİ


--“Bu tarikat-ı aliye Kur’anın özüdür, Kur’anı Kerimin hikmeti, takvasıdır. Bu tarikat-ı aliye çok değerlidir, çok hassastır, naziktir. Bu tarikatı aliye bembeyazdır, en ufak bir leke olursa hemen gösterir, leke değmemesi için çok dikkatli olmak lazım. Bu ebedi olarak insanın hayatını kurtarır”


--Nakşibendi Tarikatının gayesi Allahın rızasıdır. Bu tarikatı aliyenin gayesi emri bil maruf nehyi Anil münkerdir. Yani Allahın emirlerini yerine getirip, yasaklarından uzaklaşmaktır. Bunu kalbine Nakş etmektir. Bunu yapmakta bir ibadettir. Allahu teala kur’anda buyururki

—(Ey ademoğlu şeytana Tapmayın o sizin düşmanınızdır. Bana ibadet edin doğru yol budur)-(yasin—60-61) işte bu ibadet Tarikatın gayesidir. Gaye Allahın emirlerini yerine getirmek yasaklarından uzak durmaktır. Böyle Davranmak ameli salihtir. Ameli Salih ise Allahın rızasıdır. Tarikatta bunun üzerinde durmaktır.

Bu tarıkatı aliyenin amacı Allahu tealanın rızasını almak ve onun emirlerini yerine getirmektir.


--“ Bu tarikatı Nakşibendiyenin gayesi cihattır en büyük cihad nefis ve şeytan üzerinedir ilk önce İnsan kendi nefsine dikkat etmesi gerekir. Nakşibendilerin amelleri zikirlerinin gayesi kalb
Hidayetidir


--“Tarikat şeriatın özüdür. Tarikat takvadır. Bu ikisi birbirinden ayrılmaz, ikisini birbirinden ayıran, şeriat ayrı şeydir, tarikat ayrı bir şeydir diyen zındıktır


--“Bu tarikatı aliye tarikatı Nakşibendi kıyamete kadar devam edecektir.


--“ Bu tarikatı aliyenin niyetide, işide aynıdır.


--“Tarikat bozulmaz insan bozulur.


--“Bu yol sıratı müstakimdir. Bu tarikatta ebubekiri sıddıkin yoludur. Sadakat yoludur sıdık olmak lazım.


--“Şeriat kök tarikat gövde amel ise meyvedir bu üçü şarttır. Kök olmasa gövde ayakta duramaz gövde olmasa meyvelerde olmaz. Yalnız kök ve gövde ama meyve olmazsa olmaz. Meyvesiz ağaç ise odun olur kesilir yakılır. Tarikat ve şeriat bir bütündür. Ayrı şeyler değildir. Her kim şeriatı ve tarikatı ayırmaya kalkarsa zındık olur.Tarikat nurdur ışıktır aynen taksinin farı gibi taksinin her şeyi tamam olsa fakat farı ışığı olmasa sağlıklı gidemez,kısa zamanda tepe takla gider.”


--“ Resulullah(s.a.v) buyurmuştur ki “ Kıyamete kadar hak üzere bulunan bir cemaat olacak”. O da bu tariki aliyedir. Çünkü diğerlerine bakıyoruz (isim vermiyoruz) kimi dünyalık için, kimi koltuk için çalisiyor. Allah rızası için çalismiyor yada şeriata dikkat etmiyorlar, edebe adaba uymuyorlar. Gavs hazretleri de “Bu tariki aliye, tariki Nakşi kıyamete kadar devam edecek” demiş. Gavsın bu sözü ve Efendimiz (s.a.v) hadisine bakıyoruz, bu yoldan başka tariki müstakim kalmamış. İnşaallah kıyamete kadar devam eder. Bizde bu kanaatteyiz.


--“Bütün cehalet cahillikten doğuyor. İnsan kök yani Şeriat, gövde tarikatı olsa meyvesi, yani virdi yoksa yine olmuyor. Vird nurdur, ışıktır. Şeriat, Tarikat ve amel bunlardan bir tanesi noksan olsa, Sadatlar kabul etmiyor. Şeriat, Tarikat, Vird Allahu Teala'nın levhasıdır. Resulullah Efendimiz (sav) in levhasıdır. Ebubekir Sıddık (ra) ve Sadatı Kiramın levhasıdır. Süt gibi, kar gibi bembeyaz nurdur. Zerrei miskal leke kabul etmez”

--“ Nakşîbendi Tarikatı hakiki bir tarikattır. Bundan istifade edip gayeye ulaşmak da ancak tarikata uymayan şeylerden kaçınmak, tarikatın yolundan gitmek ve Allah’a ulaşmayı hedef edinmekle mümkündür. Bu da ancak manevi kuvvetle, sâdâtın himmeti, ve nazarlarıyla olur. Amelinin kuvvetiyle hedefe kimse ulaşamaz. Daha henüz tarikata girmeden bile insanda değişmeler olmaya başlar. Allah muhabbeti hasıl olur. Rabbü’l-Âlemin Hazretleri’nin sevgisi kalplere dolmaya başlar. Kalpler dünyadan koparak, Allah’a, Allah yoluna yönelir. Fakat ne zaman ki tarikata girilirse bu haller o zaman daha da pekişir, kuvvetlenir. Bütün bu değişmeler sohbet kuvvetiyle, zahiri kuvvetle değil, ancak ve ancak manevi kuvvetle, sâdâtın himmeti ve Nakşîbendi Tarikatı’nın bereketiyle meydana gelir”.

İnsan hakiki olarak tarikata girdikten, hakiki olarak tövbe edip pişman olduktan sonra, derhal dünya muhabbetinin kesildiğini, eski tamah, buğz ve düşmanlık hallerinin kalmadığını, eski fiil ve hareketlerinin terk edildiğini görür, anlar. Bütün arkadaşlarının değiştiğini fark eder. Tövbe edip tarikata giren o kimsenin huyu değişir; halim olur, sabır ehli olur, kendisinden hakiki muhabbet zuhuru gelir. Allah’a kulluk, tâât tatlı olmaya başlar. İşte bütün bu değişmeler ancak manevi kuvvetle olabilir, zahiri kuvvetle değil. Çok güzel vaaz ve nasihat edip sohbette bulunan çok kimseler vardır ki, topluluklara hitap ederler. Herkes onları dinler. Fakat hiçbir te’sir icra edemezler. Cemaat dağıldıktan sonra sanki hiç o vaaz ve nasihatı dinlememişler gibi cemaatle değişme olmaz. Eğer zahiri kuvvetle irşad işi olsaydı, cemaatin çok değişmesi icap ederdi. İşte bunlar gösteriyor ki, Nakşîbendi’lerdeki değişmeler, düzelmeler bir manevi tasarrufun neticesidir. Zahiri tasarrufla değildir.


Gavs (K.S.A) buyurdu. Gavs-i Hizanî’den bahs ederek, “Onun sohbetleri yok denecek kadar azdı, çok ender sohbet ederdi. Fakat manevi tasarrufun çoklugundan cemaatinin hemen hepsi Allah aşkı, cezbe ve muhabbet içinde bulunurlardı. Zahiri tasarrufla olsaydı bunların olmaması icap ederdi. Demek ki manevi tasarrufla olmaktadır.”

İnsanın Allah’a, bu Nakşîbendi Tarikatı’nı nasip ettiği için, insanı vasıta kıldığı için çok hamd ve şükür etmesi lâzım gelir. İnsan gerçekleri ancak bu Tarikata girdikten sonra görebiliyor. Nakşîbendi Tarikatı’nda olanlar, özellikle tarikatta olmayanlara baktığı zaman, onların bu helâldir, şu helâl değil, diye tefrik etmeden önlerine ne gelirse, hoşlarına ne giderse, almakta ve yapmakta olduklarını görüp şeriat ve tarikattan, onların emirlerinden haberlerinin hiç olmadığını müşahede ediyor. Fakat insan tarikata girdikten sonra bunlardan uzaklaştığını görüp hissettiği için Allah’a çok şükür ve hamd etmesi lâzımdır. Çünkü Cenab-ı Hak bu tarikatı âliyi kendisine nasip edip kurtuluşuna sebep kılmıştır.

İnsanın tarikatın kıymetini bilip verilen vazifelere devam etmesi, atalet göstermemesi lâzımdır ki Allah-u Teâla vermiş olduğu nimetleri geri almasın. Rabbü’l-Âlemin verdiği nimetin kıymetini bilmeyenlerin elinden alır. Nasıl ki Allah-u Teâla bir yerden insana rızkını verdi mi, ona riayet edip o işe sarılması lâzımdır ki işini kaybetmesin, Rabbü’l-Âlemin onun rızkını kesmesin. İşte Allah yolu da aynen böyledir. İnsan bir yerden bir menfaat görürse ona devam etmesi lâzımdır ki Allah-u Teâla elinden almasın. Buna göre kişi Müslümanlığını ziyadeleştirmesi, günahlardan kendini daha çok muhafaza etmesi, Allah emrine karşi gelmekten kendini daha koruması, Allah’ın vermiş olduğu nimetleri unutmaması, amellerinde gevşeklik yapmayıp bilâkis onu günden güne ziyadeleştirmesi icap eder.

--“BU TARİK-İ NAKŞIBENDİ TARİK-İ MÜSTAKİMDİR. SADIK BİR YOLDUR. SONRA EN SADIK YOLDUR. EBU BEKİR-İ SIDDIK YOLUDUR.O SIDKI İLE GİDİYOR. O SIDK İLE SADIK OLMAK ŞARTTIR SADIK OLALIM Kİ;
BİZ MENFAAT BULALIM. PEYGAMBER(SAV)ÜMMETI DE MENFAAT BULSUN. ALLAHU TEALA BU TARİKATI MÜSTAKİMİ BİZE NASİP ETSİN, BU TARİKATI MÜSTAKİMİ DEVAM ETTİRSİN. KİYAMETE KADARBİZİPEYGAMBER (SAV) NİN ŞEFAATİNDEN AYIRMASIN. BU SAADATI NAKŞIBENDİNİN GÖLGESİNDEN AYIRMASIN. BU
PEYGAMBERBU PEYGAMBER (SAV)’İN YOLUNDAN DA AYIRMASIN. SAADATI NAKŞIBENDİNİ YOLUNDAN TARİKATI MÜSTAKIMDEN AYIRMASIN.

Gavs-i Sani Hz.lerinin dilinden TARİKAT
 
Üst