kenz-i mahfi
Sorumlu
MUARAZA: Bir şeyden yan verip sapmak. Biri ile yarışmak, birbirine karşı gelmek, sözle karşılıklı mücadele, söz mücadelesi manalarına gelmektedir.
Muaraza-i bil-huruf: Söz, yazı veya fikir ile birisine karşı gelmek, sözlü mücadele.
Muaraza-i bis-süyûf: Kılınçla, kuvvetle, silahla mücadele etmek, silahla karşı koymak.
Kur’an-ı Kerim, nazil olduğu zamanlar Arabistan ahalisinde belagat ve fesahat had safhada idi, O zamanın insanlarında en mühim şey güzel söz ile kelamlarını süslemek idi.
Kur’ân’ın mûcize oluşunun en mühim tarafını fesâhat ve belâğati teşkil eder. Belâğat; muhtevâya, maksada, mevzûya ve muhâtaba göre, yâni hâlin gerektirdiği şekilde en uygun sözü söylemektir. Kur’ân’ı Kerîm, ele aldığı bütün hususlarda bunu en güzel bir tarzda gerçekleştirmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm, fesâhat bakımından da şâheserdir. Seçtiği kelimelerde, kurduğu cümlelerde ve bunların ifâde ettiği mânâlarda en ufak bir eksiklik bulmak mümkün değildir.
Çöl insanları arasında dil tekâmül ederek gelmiş, âdeta Peygamber Efendimiz’in (ASM) mûcizesine hazırlık yapılmıştır. İslâm öncesinde edebiyat fuarları yapılır, yüz civârında şâir bunlara iştirâk ederdi. İlk yediye girenler, birinci derece şâir olarak îlân edilir ve şiirleri Kâbe duvarına asılırdı. Fakat Kur’ân âyetleri inmeye başlayınca edebiyat fuarları sıfırlandı. Meşhur şâir İmriü’l-Kays’ın kız kardeşi şiirden çok iyi anlıyordu. O:
“(Nihâyet) «Ey yer, suyunu yut! Ve ey gök (suyunu) tut!» denildi. Su çekildi; iş bitirildi; (gemi de) Cûdî (Dağı’nın) üzerine yerleşti. Ve; «O zâlimler topluluğunun canı cehenneme!» denildi.”âyet-i celîlesini işitince:
“–Artık kimsenin bir diyeceği kalmadı. Kardeşimin şiiri dahî bundan sonra iftihar mevkiinde duramaz!..” diyerek gitti ve İmriü’l-Kays’ın en başta duran kasîdesini Kâbe’nin duvarından indirdi. Seviye olarak onun altında bulunan diğer şiirlere (Muallakât’a) hiçbir diyecek kalmadığından, onlar da birer birer indirildi.
Şâirlerin reisi olan meşhur Velîd bin Muğîre:
“Allah; adâleti, ihsânı ve muhtaç oldukları şeyleri yakınlara vermeyi emreder. Hayâsızlığı, çirkin işleri, zulüm ve haddi aşmayı yasaklar. Düşünüp tutasınız diye size öğüt verir.” (Nahl Suresi, 90) âyetini işittiğinde, Kur’ân’daki ilâhî esrârı idrâk edip hakîkati îtirâf etmek zorunda kalmış ve şöyle demiştir:
“Vallâhi, az önce Muhammed’den öyle bir kelâm dinledim ki, insan sözü desem değil, cin sözü desem değil! Öyle bir halâveti, öyle bir talâveti var ki sormayın! Öyle bir kelâm ki; üstü meyveli, altı verimli, bereketli! O muhakkak üstün gelir, ona üstün gelinemez.”
Yine Velîd bin Muğîre:
“Kureyş’in büyüğü ve efendisi olarak ben ve Sakîf’in efendisi Ebû Mes’ûd dururken Muhammed’e mi vahiy indirilecek?! Hâlbuki biz bu iki şehrin büyüğüyüz!” demiş, bunun üzerine Cenâb-ı Hak:
“«Bu Kur’ân iki şehirden birinin büyüğüne indirilmeli değil miydi?» dediler.” (ez-Zuhruf, 31) âyetini inzâl buyurmuştur. (İbn-i Hişâm, I, 385)
Yâni Velîd, Kur’ân’ın hak olduğunu vicdânen kabûl etti; lâkin nefsâniyeti ve iblis gibi kibri gâlip gelerek Allâh’ın irâdesine yanlışlık izâfe edecek kadar alçakça bir duruma düştü.
Cenâb-ı Hak bu gibilere ne güzel cevap verir:
“Rabbinin rahmetini onlar mı taksim ediyorlar?!.”(ez-Zuhruf, 32)
Belâğatin en yüksek derecesi Kur’ân’da mevcuttur. Bu bakımdan Kur’ân’ın hem Arapların hem de Arap olmayanların benzerini ortaya koyamayacakları bir i‘câz husûsiyeti vardır.
Bir insan, kendisine ne kadar kudret verilirse verilsin, belâğatin zirvesine çıkmaya güç yetiremez. İnsanın, belâğati hakkıyla gerçekleştirebilmesi için, Arapça’nın bütün lâfızlarını müterâdifleriyle, yâni aynı mânâya gelen diğer kelimeleriyle birlikte gözden geçirmesi ve onların içinden kastedilen mânâya ve hayal edilen sûrete en münâsip olanını seçmesi lâzımdır. Zîrâ söz; zihindeki mânâ, ona delâlet eden lâfız ve muhayyilede mânâ için oluşturulan sûretin hassas âhenk ve tenâsübü nisbetinde beliğ sayılır. İnsan ise bu kadar zor bir işi tam olarak yapamaz. Ancak kâbiliyeti nisbetinde bir kısmına muvaffak olabilir.
Bunun iki sebebi vardır:
1) Mânâlar, fikirler ve tasavvurlar insan nefsinin ve rûhunun derinliklerinden zuhûr eder. Lâfızlar ve tâbirler ise insana hâriçten gelir. Bu sebeple de lâfızlar sınırlı ve kısıtlıdır. Dolayısıyla üzerinde ittifak edilen husus şudur ki: Bir dil ne kadar geniş olursa olsun, mânâ ve duyguların çok cüz’î bir kısmını ifade edebilir. Meselâ “elem” ve “güzel” kelimelerini pek çok şuur, his ve mâna çeşidine karşılık olarak kullanmaktayız. Bu çeşitleri tefrik ederek her biri için en uygun lâfzı kullanamıyoruz. Bunun gibi kelimelerin ekserisi birbirinden farklı birçok mânâlar için kullanılmakta, aralarındaki müşterek nokta da sathî alâkalardan öteye geçmemektedir. Bir insan bu girift mânâları tam ifâde edebilmek için uğraştığında buna tâkatinin yetmeyeceğini anlar.
2) Her şeye rağmen, Kur’ân dili olan Arapça, lisanlar içinde mümtaz bir mevkîye sahiptir. Arapça, büyük bir kelime ve lâfız deryâsıdır. Bu kelimelerin büyük çoğunluğu da müterâdifler, yâni yaklaşık olarak aynı mânâya gelen farklı kelimelerdir. Bir edip ne kadar belâğat sahibi olursa olsun, zihninde ne kadar çok kelime bulunursa bulunsun, kelimelerin tamamını bütün müterâdifleriyle ve bütün açıklığı ile bilmesi mümkün değildir. Bu sebeple her zaman, içinden geçen mânâ ve hislere en yakın olan kelimeyi seçip kullanması neredeyse imkânsızdır. Ancak konuşmak ve yazmak istediğinde hızlı bir şekilde düşünür ve ilk aklına gelen kelimeyi alıp kullanır. Kullanması gereken kelime üzerinde biraz daha düşünse, mânâya daha uygun olan bir başkasını bulabilir. Ancak bunu sürekli bir şekilde devâm ettiremez. Bâzı yerlerde muvaffak olsa, çoğu yerde bunu başaramaz. Maksadını daha açık bir şekilde ifâde edecek kelime ve müterâdifler, her zaman için mevcut olmaya devâm eder.
Bâzen, hissedilen mânâyı ifâde edebilmek için, en uygun kelimeleri seçmek de kâfî gelmeyebilir. Kelimelerin dizilişi, cümlelerin teşekkülü, metnin siyak ve sibâkı da mânâ ve hislerin ifâde aracıdır. Kur’ân-ı Kerîm, müterâdifler arasında delâlet itibâriyle en uygun, tasvir açısından en mükemmel olan kelimeyi almaktadır. Dilin imkânları tükenip geride dil sınırlarının ötesinde bâzı mânâ ve tasavvurlar kaldığında, Kur’ânî kelimeler onları nazım, ses, vezin ve ölçü yoluyla ifâde yoluna gitmektedir. Bunlar da okuyucunun, kelimeleri birbirine kaynaştırmak sûretiyle tilâvet ettiği veya dinlediği esnâda hissettiği ve Kur’ân’ın bütünlüğü içinde mevcut olan mânâlardır.
Kur’ân’ın, en güzel kelimeleri seçerek onları en münâsip yerlerde muhteşem bir fesâhat ve belâğatle kullandığını gösteren şu misâl ne kadar ibretlidir:
Abese Sûresi’nde şöyle buyrulur:
فَاِذَا جَاۤءَتِ الصَّاۤخَّةُ ﴿33﴾ يَوْمَيَفِرُّ الْمَرْءُ مِنْ اَخ۪يهِ﴿43﴾ وَاُمِّه۪ وَاَب۪يهِ ﴿53﴾ وَصَاحِبَتِه۪ وَبَن۪يهِ ﴿63﴾ لِكُلِّ امْرِئٍ مِنْهُمْ يَوْمَئِذٍ شَاْنٌ يُغْن۪يهِ﴿73﴾
“Kulakları sağır eden o kıyâmet sayhası geldiği zaman! İşte o gün kişi kardeşinden, annesinden, babasından, hanımından ve evlâtlarından kaçar. O gün onlardan her birinin başından aşkın derdi ve tasası vardır.” (Abese, 33-37)
Meâric Sûresi’nde ise şöyle buyrulur:
يُبَصَّرُونَهُمْ يَوَدُّ الْمُجْرِمُ لَوْيَفْتَد۪ى مِنْعَذَابِ يَوْمِئِذٍ بِبَن۪يهِ ﴿11﴾
وَصَاحِبَتِه۪ وَاَخ۪يهِ ﴿21﴾ وَفَص۪يلَتِهِ الَّت۪ى تُئـْو۪يهِ﴿31﴾وَمَنْ فِى الْاَرْضِ جَم۪يعًا ثُمَّ يُنْج۪يهِ ﴿41﴾ كَلَّا اِنَّهَا لَظٰى﴿51﴾
“(Candan dost olanlar o gün) birbirlerine gösterilirler (fakat herkes kendi derdindedir.) Her mücrim o günkü azaptan kurtulmak için fidye olarak oğullarını, hanımını, kardeşini, kendisini barındıran sülâlesini, hattâ yeryüzündeki kimselerin tamamını verip de kurtulmak ister. Lâkin ne mümkün! O cehennem, alev alev yanan bir ateştir.” (el-Meâric, 11-15)
Abese Sûresi’ndeki âyetlerde evvelâ kardeş zikredilmiş, onu anne, baba, hanım ve çocuklar takip etmiştir. Meâric Sûresi’nde ise bunun aksine çocuklardan başlanmış, hanım, kardeş, kabîle ve yeryüzündeki diğer insanlar sayılmıştır. Bu tanzim rasgele olmayıp pek çok hikmete mebnîdir. Bunların bir kısmından şöylece bahsetmek mümkündür:
Abese Sûresi’nin âyetlerinde mevzu, “kaçma” üzerinedir. İnsan önce uzak olandan kaçar, en son kendisine yakın olan kimseden kaçar. Burada zikredilenler içinde insana en uzak olan kardeş, en yakın olan da zevce ve çocuklardır. Çocuklar, hanımdan da yakındır. Zîrâ bir insan hanımından ayrılabilir, lâkin çocuklarından hiçbir zaman ayrılamaz. Onları koruyup kollamak ister, üzerlerine titrer.
Âyette anne, babadan önce zikredilmiştir. Çünkü baba yardım etme, zararlardan koruma husûsunda, anneye göre daha güçlü ve kuvvetlidir. İnsan ise o anda korku ve kaçma hâlindedir ve kuvvetli kimselerin yardımına muhtaç durumdadır. Zevceden kaçış da babadan sonraya bırakılmıştır. Çünkü insanın kalbi ona daha çok bağlıdır. Hanımı bir kimsenin sır ortağı ve hayat arkadaşıdır. Abese Sûresi’nde siyak, tanıdıklardan ve yakınlardan kaçış ve kendi başına kalmak isteyiştir. Çünkü o gün herkes kendini kurtarma derdindedir ve en yakınlarına dahî bakma fırsatı yoktur. Hattâ onların hak iddiâ etmelerinden korkmaktadır.
Diğer bir incelik de, bu kaçış manzarasının, kaçmaya dâir mevzûlara sıkça temâs edilen Abese Sûresi’nde yer almasıdır.
Meâric Sûresi’ndeki görüntü ise tâkat getirilemeyecek bir azap sahnesidir. Mücrim, alevlenmiş ve kızışmış olan cehennem ateşine atılmak için getirilmiştir. Bu mücrim, bütün yolları deneyerek ve her şeyini fedâ ederek kurtulmak istemektedir. Bu da onu en yakını olan çocuklarından başlamaya ve biricik yavrusunu, cehennemin azgın alevleri içine atmaya sevk etmektedir. Durumun vahâmeti ve korkunçluğu îcâbı, burada kalbe en yakın olandan başlanmıştır.
Şuna da dikkat etmek lâzımdır ki, burada söz konusu olan kimse, normal birisi değil, mücrimdir. Mücrim, kendi kurtuluşu için her şeyi yapmaya hazırdır. Hattâ menfaatine bir an evvel kavuşmak için en yakınını dahî ateşe atabilir. O, kendi işlediği cürüm sebebiyle insanların tamâmını fedâ eder ve onların cehennemde yanmasına hiç aldırmaz.
Bu manzaradan önce, on ve onbirinci âyetlerde konuyla alakalı olarak; “Birbirlerine gösterildikleri hâlde hiçbir candan dost, dostunun hâlini sormaz” buyrulurken sonrasında da insanın çok hırslı, sabırsız, başı derde düştüğünde sızlanıp duran bir yapıya sahip olduğu söylenir. Böylece siyak ve sibak uyumu gerçekleşmiş olur.
İnsanın kendisine en yakın olan kimseleri dahî fedâ etmesi de gösteriyor ki, o azap, bütün tasavvurların üstünde ve onun korkusu hayâlin ötesindedir. Bu sahnenin azaptan bahsederek başlayan bir sûreye konulması, işlenen konular arasında muazzam bir âhenk olduğunu göstermektedir. Bu durum, Kur’ân-ı Kerîm’in ilâhî üslûbundaki azamete delâlet eden yönlerden sadece biridir.
Bu ve benzeri misallerde açıkça görüldüğü üzere Kur’ân’da fesâhat sırrı hiçbir zaman bozulmamıştır. Onda, mûcizevî nazmının dışına çıkan bir kelime dahî yoktur. Sırf câmid isimlerin serdedildiği âyetleri okusanız, onlardaki nazmın dahî müthiş bir i‘câz ihtivâ ettiğini görürsünüz. Harflerinin yapısına ve cümledeki söyleniş husûsiyetine göre veya başka bir nükte sebebiyle yapılan takdim-tehirler insanı hayrette bırakır.
Muaraza-i bil-huruf: Söz, yazı veya fikir ile birisine karşı gelmek, sözlü mücadele.
Muaraza-i bis-süyûf: Kılınçla, kuvvetle, silahla mücadele etmek, silahla karşı koymak.
Kur’an-ı Kerim, nazil olduğu zamanlar Arabistan ahalisinde belagat ve fesahat had safhada idi, O zamanın insanlarında en mühim şey güzel söz ile kelamlarını süslemek idi.
Kur’ân’ın mûcize oluşunun en mühim tarafını fesâhat ve belâğati teşkil eder. Belâğat; muhtevâya, maksada, mevzûya ve muhâtaba göre, yâni hâlin gerektirdiği şekilde en uygun sözü söylemektir. Kur’ân’ı Kerîm, ele aldığı bütün hususlarda bunu en güzel bir tarzda gerçekleştirmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm, fesâhat bakımından da şâheserdir. Seçtiği kelimelerde, kurduğu cümlelerde ve bunların ifâde ettiği mânâlarda en ufak bir eksiklik bulmak mümkün değildir.
Çöl insanları arasında dil tekâmül ederek gelmiş, âdeta Peygamber Efendimiz’in (ASM) mûcizesine hazırlık yapılmıştır. İslâm öncesinde edebiyat fuarları yapılır, yüz civârında şâir bunlara iştirâk ederdi. İlk yediye girenler, birinci derece şâir olarak îlân edilir ve şiirleri Kâbe duvarına asılırdı. Fakat Kur’ân âyetleri inmeye başlayınca edebiyat fuarları sıfırlandı. Meşhur şâir İmriü’l-Kays’ın kız kardeşi şiirden çok iyi anlıyordu. O:
“(Nihâyet) «Ey yer, suyunu yut! Ve ey gök (suyunu) tut!» denildi. Su çekildi; iş bitirildi; (gemi de) Cûdî (Dağı’nın) üzerine yerleşti. Ve; «O zâlimler topluluğunun canı cehenneme!» denildi.”âyet-i celîlesini işitince:
“–Artık kimsenin bir diyeceği kalmadı. Kardeşimin şiiri dahî bundan sonra iftihar mevkiinde duramaz!..” diyerek gitti ve İmriü’l-Kays’ın en başta duran kasîdesini Kâbe’nin duvarından indirdi. Seviye olarak onun altında bulunan diğer şiirlere (Muallakât’a) hiçbir diyecek kalmadığından, onlar da birer birer indirildi.
Şâirlerin reisi olan meşhur Velîd bin Muğîre:
“Allah; adâleti, ihsânı ve muhtaç oldukları şeyleri yakınlara vermeyi emreder. Hayâsızlığı, çirkin işleri, zulüm ve haddi aşmayı yasaklar. Düşünüp tutasınız diye size öğüt verir.” (Nahl Suresi, 90) âyetini işittiğinde, Kur’ân’daki ilâhî esrârı idrâk edip hakîkati îtirâf etmek zorunda kalmış ve şöyle demiştir:
“Vallâhi, az önce Muhammed’den öyle bir kelâm dinledim ki, insan sözü desem değil, cin sözü desem değil! Öyle bir halâveti, öyle bir talâveti var ki sormayın! Öyle bir kelâm ki; üstü meyveli, altı verimli, bereketli! O muhakkak üstün gelir, ona üstün gelinemez.”
Yine Velîd bin Muğîre:
“Kureyş’in büyüğü ve efendisi olarak ben ve Sakîf’in efendisi Ebû Mes’ûd dururken Muhammed’e mi vahiy indirilecek?! Hâlbuki biz bu iki şehrin büyüğüyüz!” demiş, bunun üzerine Cenâb-ı Hak:
“«Bu Kur’ân iki şehirden birinin büyüğüne indirilmeli değil miydi?» dediler.” (ez-Zuhruf, 31) âyetini inzâl buyurmuştur. (İbn-i Hişâm, I, 385)
Yâni Velîd, Kur’ân’ın hak olduğunu vicdânen kabûl etti; lâkin nefsâniyeti ve iblis gibi kibri gâlip gelerek Allâh’ın irâdesine yanlışlık izâfe edecek kadar alçakça bir duruma düştü.
Cenâb-ı Hak bu gibilere ne güzel cevap verir:
“Rabbinin rahmetini onlar mı taksim ediyorlar?!.”(ez-Zuhruf, 32)
Belâğatin en yüksek derecesi Kur’ân’da mevcuttur. Bu bakımdan Kur’ân’ın hem Arapların hem de Arap olmayanların benzerini ortaya koyamayacakları bir i‘câz husûsiyeti vardır.
Bir insan, kendisine ne kadar kudret verilirse verilsin, belâğatin zirvesine çıkmaya güç yetiremez. İnsanın, belâğati hakkıyla gerçekleştirebilmesi için, Arapça’nın bütün lâfızlarını müterâdifleriyle, yâni aynı mânâya gelen diğer kelimeleriyle birlikte gözden geçirmesi ve onların içinden kastedilen mânâya ve hayal edilen sûrete en münâsip olanını seçmesi lâzımdır. Zîrâ söz; zihindeki mânâ, ona delâlet eden lâfız ve muhayyilede mânâ için oluşturulan sûretin hassas âhenk ve tenâsübü nisbetinde beliğ sayılır. İnsan ise bu kadar zor bir işi tam olarak yapamaz. Ancak kâbiliyeti nisbetinde bir kısmına muvaffak olabilir.
Bunun iki sebebi vardır:
1) Mânâlar, fikirler ve tasavvurlar insan nefsinin ve rûhunun derinliklerinden zuhûr eder. Lâfızlar ve tâbirler ise insana hâriçten gelir. Bu sebeple de lâfızlar sınırlı ve kısıtlıdır. Dolayısıyla üzerinde ittifak edilen husus şudur ki: Bir dil ne kadar geniş olursa olsun, mânâ ve duyguların çok cüz’î bir kısmını ifade edebilir. Meselâ “elem” ve “güzel” kelimelerini pek çok şuur, his ve mâna çeşidine karşılık olarak kullanmaktayız. Bu çeşitleri tefrik ederek her biri için en uygun lâfzı kullanamıyoruz. Bunun gibi kelimelerin ekserisi birbirinden farklı birçok mânâlar için kullanılmakta, aralarındaki müşterek nokta da sathî alâkalardan öteye geçmemektedir. Bir insan bu girift mânâları tam ifâde edebilmek için uğraştığında buna tâkatinin yetmeyeceğini anlar.
2) Her şeye rağmen, Kur’ân dili olan Arapça, lisanlar içinde mümtaz bir mevkîye sahiptir. Arapça, büyük bir kelime ve lâfız deryâsıdır. Bu kelimelerin büyük çoğunluğu da müterâdifler, yâni yaklaşık olarak aynı mânâya gelen farklı kelimelerdir. Bir edip ne kadar belâğat sahibi olursa olsun, zihninde ne kadar çok kelime bulunursa bulunsun, kelimelerin tamamını bütün müterâdifleriyle ve bütün açıklığı ile bilmesi mümkün değildir. Bu sebeple her zaman, içinden geçen mânâ ve hislere en yakın olan kelimeyi seçip kullanması neredeyse imkânsızdır. Ancak konuşmak ve yazmak istediğinde hızlı bir şekilde düşünür ve ilk aklına gelen kelimeyi alıp kullanır. Kullanması gereken kelime üzerinde biraz daha düşünse, mânâya daha uygun olan bir başkasını bulabilir. Ancak bunu sürekli bir şekilde devâm ettiremez. Bâzı yerlerde muvaffak olsa, çoğu yerde bunu başaramaz. Maksadını daha açık bir şekilde ifâde edecek kelime ve müterâdifler, her zaman için mevcut olmaya devâm eder.
Bâzen, hissedilen mânâyı ifâde edebilmek için, en uygun kelimeleri seçmek de kâfî gelmeyebilir. Kelimelerin dizilişi, cümlelerin teşekkülü, metnin siyak ve sibâkı da mânâ ve hislerin ifâde aracıdır. Kur’ân-ı Kerîm, müterâdifler arasında delâlet itibâriyle en uygun, tasvir açısından en mükemmel olan kelimeyi almaktadır. Dilin imkânları tükenip geride dil sınırlarının ötesinde bâzı mânâ ve tasavvurlar kaldığında, Kur’ânî kelimeler onları nazım, ses, vezin ve ölçü yoluyla ifâde yoluna gitmektedir. Bunlar da okuyucunun, kelimeleri birbirine kaynaştırmak sûretiyle tilâvet ettiği veya dinlediği esnâda hissettiği ve Kur’ân’ın bütünlüğü içinde mevcut olan mânâlardır.
Kur’ân’ın, en güzel kelimeleri seçerek onları en münâsip yerlerde muhteşem bir fesâhat ve belâğatle kullandığını gösteren şu misâl ne kadar ibretlidir:
Abese Sûresi’nde şöyle buyrulur:
فَاِذَا جَاۤءَتِ الصَّاۤخَّةُ ﴿33﴾ يَوْمَيَفِرُّ الْمَرْءُ مِنْ اَخ۪يهِ﴿43﴾ وَاُمِّه۪ وَاَب۪يهِ ﴿53﴾ وَصَاحِبَتِه۪ وَبَن۪يهِ ﴿63﴾ لِكُلِّ امْرِئٍ مِنْهُمْ يَوْمَئِذٍ شَاْنٌ يُغْن۪يهِ﴿73﴾
“Kulakları sağır eden o kıyâmet sayhası geldiği zaman! İşte o gün kişi kardeşinden, annesinden, babasından, hanımından ve evlâtlarından kaçar. O gün onlardan her birinin başından aşkın derdi ve tasası vardır.” (Abese, 33-37)
Meâric Sûresi’nde ise şöyle buyrulur:
يُبَصَّرُونَهُمْ يَوَدُّ الْمُجْرِمُ لَوْيَفْتَد۪ى مِنْعَذَابِ يَوْمِئِذٍ بِبَن۪يهِ ﴿11﴾
وَصَاحِبَتِه۪ وَاَخ۪يهِ ﴿21﴾ وَفَص۪يلَتِهِ الَّت۪ى تُئـْو۪يهِ﴿31﴾وَمَنْ فِى الْاَرْضِ جَم۪يعًا ثُمَّ يُنْج۪يهِ ﴿41﴾ كَلَّا اِنَّهَا لَظٰى﴿51﴾
“(Candan dost olanlar o gün) birbirlerine gösterilirler (fakat herkes kendi derdindedir.) Her mücrim o günkü azaptan kurtulmak için fidye olarak oğullarını, hanımını, kardeşini, kendisini barındıran sülâlesini, hattâ yeryüzündeki kimselerin tamamını verip de kurtulmak ister. Lâkin ne mümkün! O cehennem, alev alev yanan bir ateştir.” (el-Meâric, 11-15)
Abese Sûresi’ndeki âyetlerde evvelâ kardeş zikredilmiş, onu anne, baba, hanım ve çocuklar takip etmiştir. Meâric Sûresi’nde ise bunun aksine çocuklardan başlanmış, hanım, kardeş, kabîle ve yeryüzündeki diğer insanlar sayılmıştır. Bu tanzim rasgele olmayıp pek çok hikmete mebnîdir. Bunların bir kısmından şöylece bahsetmek mümkündür:
Abese Sûresi’nin âyetlerinde mevzu, “kaçma” üzerinedir. İnsan önce uzak olandan kaçar, en son kendisine yakın olan kimseden kaçar. Burada zikredilenler içinde insana en uzak olan kardeş, en yakın olan da zevce ve çocuklardır. Çocuklar, hanımdan da yakındır. Zîrâ bir insan hanımından ayrılabilir, lâkin çocuklarından hiçbir zaman ayrılamaz. Onları koruyup kollamak ister, üzerlerine titrer.
Âyette anne, babadan önce zikredilmiştir. Çünkü baba yardım etme, zararlardan koruma husûsunda, anneye göre daha güçlü ve kuvvetlidir. İnsan ise o anda korku ve kaçma hâlindedir ve kuvvetli kimselerin yardımına muhtaç durumdadır. Zevceden kaçış da babadan sonraya bırakılmıştır. Çünkü insanın kalbi ona daha çok bağlıdır. Hanımı bir kimsenin sır ortağı ve hayat arkadaşıdır. Abese Sûresi’nde siyak, tanıdıklardan ve yakınlardan kaçış ve kendi başına kalmak isteyiştir. Çünkü o gün herkes kendini kurtarma derdindedir ve en yakınlarına dahî bakma fırsatı yoktur. Hattâ onların hak iddiâ etmelerinden korkmaktadır.
Diğer bir incelik de, bu kaçış manzarasının, kaçmaya dâir mevzûlara sıkça temâs edilen Abese Sûresi’nde yer almasıdır.
Meâric Sûresi’ndeki görüntü ise tâkat getirilemeyecek bir azap sahnesidir. Mücrim, alevlenmiş ve kızışmış olan cehennem ateşine atılmak için getirilmiştir. Bu mücrim, bütün yolları deneyerek ve her şeyini fedâ ederek kurtulmak istemektedir. Bu da onu en yakını olan çocuklarından başlamaya ve biricik yavrusunu, cehennemin azgın alevleri içine atmaya sevk etmektedir. Durumun vahâmeti ve korkunçluğu îcâbı, burada kalbe en yakın olandan başlanmıştır.
Şuna da dikkat etmek lâzımdır ki, burada söz konusu olan kimse, normal birisi değil, mücrimdir. Mücrim, kendi kurtuluşu için her şeyi yapmaya hazırdır. Hattâ menfaatine bir an evvel kavuşmak için en yakınını dahî ateşe atabilir. O, kendi işlediği cürüm sebebiyle insanların tamâmını fedâ eder ve onların cehennemde yanmasına hiç aldırmaz.
Bu manzaradan önce, on ve onbirinci âyetlerde konuyla alakalı olarak; “Birbirlerine gösterildikleri hâlde hiçbir candan dost, dostunun hâlini sormaz” buyrulurken sonrasında da insanın çok hırslı, sabırsız, başı derde düştüğünde sızlanıp duran bir yapıya sahip olduğu söylenir. Böylece siyak ve sibak uyumu gerçekleşmiş olur.
İnsanın kendisine en yakın olan kimseleri dahî fedâ etmesi de gösteriyor ki, o azap, bütün tasavvurların üstünde ve onun korkusu hayâlin ötesindedir. Bu sahnenin azaptan bahsederek başlayan bir sûreye konulması, işlenen konular arasında muazzam bir âhenk olduğunu göstermektedir. Bu durum, Kur’ân-ı Kerîm’in ilâhî üslûbundaki azamete delâlet eden yönlerden sadece biridir.
Bu ve benzeri misallerde açıkça görüldüğü üzere Kur’ân’da fesâhat sırrı hiçbir zaman bozulmamıştır. Onda, mûcizevî nazmının dışına çıkan bir kelime dahî yoktur. Sırf câmid isimlerin serdedildiği âyetleri okusanız, onlardaki nazmın dahî müthiş bir i‘câz ihtivâ ettiğini görürsünüz. Harflerinin yapısına ve cümledeki söyleniş husûsiyetine göre veya başka bir nükte sebebiyle yapılan takdim-tehirler insanı hayrette bırakır.