Kıssalar...

pendüender

Well-known member
Allah´ın Takdirini Anlamanın Zorluğu​

Vehb b. Münebbih ten rivayet edilmiştir, diyor ki:

- İsrailoğullarının abidlerinden biri vardı ki, nehrin kenarındaki ibadethanesinde ibadet ederdi. Yakınında bir elbise tamir ve temizleyicisi vardı. Belinde para kemeri bulunan bir atlı gelip, kemerini ve elbisesini çıkarır. Nehirde elbisesini yıkar. Elbisesini giyer, fakat para kemerini orda unutup gider.

O gittikten sonra bir avcı gelip serpme ile balık avlamaya başlar. Para kemerini gören balıkçı onu alır, çekip gider. Sonra atlı gelir, para kemerini orda bulamaz. Elbise temizleyiciye:

Para kemerimi burada unuttum der. Adam:

Ben onu görmedim diye cevap verir.

Bu cevaba kızan atlı kılıcını çekip elbise temizleyiciyi öldürür.

Abid bu hali görünce, az kalsın fitneye kapılcaktı. Kendisini toplarlayan abid, Cenabı Hakk a şöyle niyazda bulunur:

Ey Yüce Allah ım! Para kemerini balıkçı alır, elbise temizleyici öldürür. Gece olup uyuduğu vakit, Allahü Teala abide rüyasında şöyle buyurur:

Ey abid ve salih kulum, fitneye kapılma Rabbinin ilmine müdahele etme. Şunu iyi bil ki, o atlı, balıkçının babasını öldürüp malını almıştı. Para kemeri onun babasının malındandır. Elbise temizleyicisine gelince, onun sevap sahifeleri dopdolu idi. Ancak o sahifelerde günah vardı. Atlının amel defteri günahlarla dolu idi. Sevap hanesinde tek bir sevaptan başka bir şey yoktu. O elbise temizleyicisini öldürdüğü vakit, onun amel defterindeki bir tek günah silindi, atlının amel defterindeki sevab da silindi. Senin Rabbin dilediğini yapar, istediği şekilde hükmeder.
 

pendüender

Well-known member
Allah´ın Koruması

Bilginlerin birinden rivayet edilmektedir.

Demiştir ki: "Komşumuzdan yemek için pişmiş kuzu eti satın almıştık. Fakirlerden biri de bize geldi. Onu da bizimle yemeğe davet ettik. Fakir, kuzu etinden bir lokma alıp ağzına koydu. Sonra yutmadan lokmayı atarak uzaklaştı ve bize

- "Bana öyle bir hal geldi ki, eti yemekten beni men etti" dedi.

Biz: "Sen yemeyince, biz de bu etten yemeyiz" dedik.

Fakir: "Ben bir fakirim, yemem. Size gelince nasıl isterseniz öyle yapınız" dedi.

Biz de fakirin yemediği etten yemedik. Ve:

- "Bunu pişireni cağırıp, etin aslını kendisine sorsak, belki de bize bir çirkin sebeb söyler" dedik.

Gerçekten, eti pişireni çağırdık ve kendisine, etin aslını sorduk. Daha bize sorumuzu bitirmeden etin, ölü hayvan eti olduğunu ve nefsine uyup, parası için sattığını söyledi bize. Bizde eti köpeklere yedirdik.

Bir müddet sonra o fakiri gördük. Kendisine, eti yemekten çekinmesinin sebebinin ne olduğunu ve kendisine nasıl bir hal geldiğini sorduk. Bize şöyle cevap verdi:

Allah a yemin ederim ki, senelerden beri hiç et yemek istemezdim. Bu pişmiş eti bana takdim ettiğiniz vakit, nefsim şiddetle et yemek arzuladı. Bundan dolayı ette bir illet olduğunu anladım ve yemeyi terk ettim."

 

pendüender

Well-known member
Vesilenin Tesirli Olmamasının Hikmeti
İki kör, Ümmü Cafer in yolunun üzerine otururlar. Ümmü Cafer keremi, cömertliği ile bilinen bir kadındı. Amalardan biri ile evli ve çoluk-çocuk sahibi, digeri ise bekar.

Çoluk - çocuk sahibi olan kör, şöyle dua eder:

- "Ey Allah ım! Bana çok geniş olan fazlı kereminden rızıklar ihsan et." Bekar olan ise, şöyle dua eder:

- "Ey Allah ım! Ümmü Cafer in fazlından bana rızık ver."

Ümmü Cafer, rızkı Allah tan isteyene her gün iki dirhem gönderir. Kendi fazl u kereminden rızık isteyene ise, iki pide, bir de içine on dinar koymuş olduğu pişmiş tavuk verir. Bunu istemeyen kör, diğerine:

- "Bu iki pide ve tavuğu al, bana iki dirhemi ver" der.

Diğeri de buna razı olur. İki dirhemi verir. İki pide ve pişmiş tavuğu alır.

Bu hal böylece bir ay devam eder. Bir ay geçtikten sonra Ümmü Cafer bekar köre adam gönderip:

- "Bizim ihsanımız onu zenginleştirmedi mi " diye haber ister. Kör şöyle cevap verir:

- "Ona ne verdin diye sorun. Gelip Ümmü Cafer e sorarlar:

- "Üç yüz dinar verdim" diye cevap verir. Kör:

- "Hayır, Allah a yemin ederim ki, bana o her gün iki pide ile bir tavuk gönderirdi. Ben onları arkadaşıma iki dirheme satardım" der. Ümmü Cafer:

- "Adam doğru söylüyor. Çünkü öteki Allah tan istedi. Allah da onu ummadığı yerden zengin etti. Bu ise rızkı bizim fazlımızdan istedi. Allahü Teala insanların fakir ve zengin olmasının Allah tan olduğunu bilmeleri için bunu rızıktan mahrum etti. Allahü Teala nın takdir buyurduğu her şey mutlaka olur."

 

pendüender

Well-known member
Gece Namazı
Cüneyd-i Bağdadi

Mübarek vefat edeceği gün çok korkulu ve üzgündürler. Yüzleri kül gibi olmuş rengi uçmuştur. Talebeleri bu halden çok ürkerler. Hatta içlerinden biri:

- ´Aman efendim´ der, ´Biz sizin şefaatiniz ile kurtulmayı ümid ediyoruz. Eğer siz bu kadar sıkıntı çekerseniz bizim halimiz nice olur

- Ey dostlarım yetmiş yıllık ibadetimi kıldan ince bir ipe astılar. Kâh o yana, kâh bu yana sallanıyor ve ben bu esintinin kabul yeli mi , red rüzgârı mı olduğunu bilemiyorum.

Naaşını yıkayan talebesi su ulaştırmak için mübarek gözlerini aralamaya çalışır. Melekler dile gelir,

- ´Kendini yorma´ derler, ´Cüneydin gözü Allah´ın zikri ile kapanmıştır ve onun didarını görmeden açılmaz.´

Talebelerinden biri onu rüyasında görür. Merakla sorar:

- Efendim, Allah-ü teâlâ size nasıl muamele etti

- İlim ve marifet dolu sözlerimin hiçbir faydası olmadı. Sadece gece kıldığım namazlar imdadıma yetişti.
 

pendüender

Well-known member
Hz.Ali´nin (r.a.) Yorumu
Ashabtan (Peygamberimizin arkadaşları) Abdullah oğlu Cabir bir rüyasında, büyük ineklerin küçük inekleri sağdığını, hastaların sağları ziyaret ettiğini, kuru bir çay kenarında yemyeşil bahçeler bulunduğunu, minberde (camilerde imamın hutbe okuduğu yer) koca koca putlar durduğunu gördü. Bu, sıradan bir rüyaya benzemiyordu. Bunun önemli bir mesajı olmalıydı.

Bu rüyayı yoracak kişi olarak ilk defa Hz. Ali aklına geldi. Hz. Peygamberin "İlim beldesinin kapısı" diye nitelediği Hz. Ali ancak güvenilir bir açıklama getirebilirdi. Bu düşüncelerle rüyasını yordurmak üzere Hz. Ali´ye müracaat etti.

Rüyasını tane tane anlattı ve ne anlama geldiğini yormasını rica etti.

Hz. Ali "Yanlış yorumdan Allah korusun" diyerek söze başladı ve şöyle devam etti.

- "Büyük ineklerin küçük inekleri sağması, yetki ve mevkilerini halkı soymak için kullanan görevlileri (amir ve memurları); hastaların sağları ziyaret etmesi, yoksulların hallerini arzetmek için zenginlerin peşinde koşmasını; kuru çay kenarında bulunan yemyeşil bahçeler, uzaktan veya dışardan bakıldığında çok büyük sanılan ve öyle ünlenmiş ama aslında içleri kupkuru çölden ibaret olan ilim adamlarını; minberde duran koca koca putlar ise, layık olmadığı halde ilmin, dinin ve devletin yüce makamlarına yükselmiş kimseleri ifade eder."
 

pendüender

Well-known member
Can Boğaza Gelmeden
Bir terzi Allah dostlarından birine sorar:

- Peygamberimizin, "Allahü teâlâ, günahkâr kulunun tövbesini, canı gargaraya gelmeden kabul eder" hadis-i şerifi hakkında ne buyurursunuz

Cevap vermeden o kimseye sorar mubarek zat.

- Mesleğin nedir

- Terziyim, elbise dikerim.

- Terzilikte en kolay şey nedir

- Makası tutup, kumaş kesmektir.

- Kaç senedir, bu işi yaparsın

- Otuz senedir.

- Canın gargaraya geldiği zaman kumaş kesebilir misin

- Hayır, kesemem!

- Bir müddet zahmet çekip, öğrendiğin ve otuz sene kolaylıkla yaptığın bir işi, o zaman yapamazsan, ömründe hiç yapmadığın tövbeyi o zaman nasıl yapabilirsin Bugün gücün yerinde iken tövbe et! O zaman belki yapamazsın, buyurdu.
 

pendüender

Well-known member
İsmi İyilerin Arasına Yazıldı
Hasan-ı Basrî (k.s.) hazretlerinin talebelerinden Habîb-i Acemî (k.s.) hazretleri, önceleri çok zengin birisi idi. Tefecilik yapar, faizle para verirdi. Bir gün evinde, tam yemek yiyeceği sırada kapıya bir dilenci geldi ve ´Allah rızâsı için bir sadaka´ dedi. Habîb, onun yüzüne kapıyı kapattı, o fakiri mahzun bir halde geri çevirdi. Sofraya döndüğünde kabın içindeki yemeğin kana döndüğünü gördü! Bu hâdise karşısında dehşete düştü! Kendisini bir korku sardı! Yerinde duramaz hâle geldi!..

Bir cuma günü, Hasan-ı Basrî hazretlerinin evinin yolunu tuttu. Yolda giderken, oyun oynayan çocuklar, Habîb-i Acemî´yi görünce, aralarında;

"Kaçın, kaçın! Tefeci Habîb geliyor! Ayağından kalkan toz, bize de gelir ve biz de onun gibi bedbaht oluruz, diyerek kaçıştılar.

Çocukların bu sözleri, ona çok ağır geldi.

Hasan-ı Basrî hazretlerinin meclisine varıp elini öptü. Huzurunda tevbekâr oldu. O da Habîb´i talebeliğe kabul etti.

Oradan ayrılıp evine dönerken, kendisine borcu olanlar onu görünce, alacaklarını talep eder korkusu ile kaçışmak istediler. Habîb-i Acemî bu vaziyeti anlayınca,

´ Kaçmayın, bugün asıl benim sizden kaçmam lâzım, dedi. Ve kimden ne alacağı varsa, hepsini bağışladığını îlan etti.

Çocukların yanından geçerken, çocuklar bu sefer birbirlerine,

´ Kaçın, kaçın! Tevbekâr Habîb geliyor. Üzerine bizden toz bulaşmasın. Bulaşırsa, bizler Allâh´a âsî olmuş oluruz... diyerek kaçıştılar. Habîb, bu sözleri duyunca çok duygulandı. Yüreği sızlayarak, ´Yâ Rabbbî! Sana sonsuz hamd ü senâlar olsun ki, bir tevbemle ismimi kötüler arasından çıkarıp iyiler arasına kaydeyledin´ diyerek Allâh´a iltica etti.
 

pendüender

Well-known member
Nefsime Gurur Gelir Gibi Oldu

Halife Hz. Ömer bir gün kırbasını (su tulumu, su kabı) sırtına yüklenmiş, Medine´nin en kalabalık sokaklarında dolaşıyordu. Babasının sırtında kırba ile dolaştığı oğlu Abdullah´ın da gözüne ilişti ve kendisine yetişip sordu:

- Baba sen ne yapıyorsun, koskoca halife sırtında kırba taşır mı, taşıtacak kimse mi bulamadın

- Oğlum, bunu taşıtacak adam bulamadığım için veya başka bir mecburiyet dolayısıyla taşıyor değilim. Nefsime gurur gelir gibi oldu, kendimi beğenir gibi oldum, sırf onu küçültmek için bu yola başvurdum.
 

pendüender

Well-known member
Büyük mütefekkir ve Allâh dostu Mevlânâ Hazretleri, Nemrud’un şahsında insanoğlunun fıtratındaki menfî vasıflarından biri olan nankörlüğü, temsilî bir hikâye ile şöyle anlatmaktadır:

“Hak Teâlâ Azrâîl’e:

“-Ey üstün melek!” diye buyurdu. “Sen; bu kederli, dertli insanlardan canlarını alırken en çok kime acırsın?”

Azrâîl:

“-Canlarını aldığım insanların hepsine acırım! Fakat, Allâh’ın emrini ihmâl etmekten çok korkarım! Hattâ, canını almak istediğim gence o kadar acırım da; «Keşke Allâh, onun ye*rine beni kurban etseydi!» dediğim bile olur.

Bir gün bir gemi, coşup köpüren, kuduran dalgalar arasında bocalarken emir aldım, gemiyi paramparça ettim. Allâh’ım! O gün Sen bana:

“-Gemidekilerin hepsinin canlarını al!” diye buyurdun. “Yalnız, yolcular arasında bulunan bir kadınla bir çocuğun canlarını alma; onları bırak!” dedin!

Her ikisi de, bir tahta parçasının üstünde âciz bir hâlde kalmışlardı. Azgın ve kızgın dalgalar, o tahtayı sürüp götürmede idi.

Derken:

“-Anasının da canını al!” diye emrettin. “«Kün: Ol!» emrine uy da, çocuğu yapayalnız bırak!” buyurdun.

Çocuğu anasından ayırdım; ama Allâh’ım, Sen de bilirsin ki, bu bana pek acı geldi!

Vazîfe gereği ben, çok acı yasların feryatları, âhları içinde kalmışımdır!
Fakat, o çocuğun acısı, o çocuğun kalbimi yakışı hiç aklımdan çıkmadı!”

Cenâb-ı Hak buyurdu ki:

“-Ben, o çocuğa lutufta bulundum da, dalgaya, onu ağaçlık bir yere götürüp bırakmasını emrettim! Reyhanlarla, güllerle, tatlı ve yenmesine doyulmaz meyve ağaçları ile dolu bir bahçede... Berrak, tatlı sular fışkıran kaynaklarla dolu, ağaçlıklı bir yerde o ço*cuğu yüzlerce nazla, nîmetle besledim! Orada, o bahçede yüzbinlerce güzel sesli kuşlar ötüşmede idi. Ona güllerden döşek yaptım; onu fitnelerin, musîbetlerin tesirinden korudum! Güneşe; «Harâretinle onu yakma, incitme!» dedim. Rüzgâra da; «Onun üstünden eserken yavaş es; onu hırpalama!» diye tenbih ettim! Buluta; «Onun üstüne yağmur yağdırma; onu ıslatma!»; şimşeğe de; «Birdenbire çakarak onun gözünü alma, kamaştırma!» emrini verdim! «Ey kış; o bahçeye uğrama, bu çayırı çimeni sakın soldurma! Ey yaz; sen de, bu bahçeye el atıp orayı kasıp kavurma!» dedim! Ölümden kurtulan çocuğun ulaştığı bahçe, âriflerin bağı gibi, kasırgadan, öldürücü sam rüzgarlarından emîn idi.
Onu pek çok ihsân ve ikrâmlarımla besleyip büyüttüm. Sonra bir periye; ona konuşma ve adâletle hükmetmeyi öğretmesini emrettim! Böylece, o anasız kalan çocuğa, yüzlerce inâyette bulundum! Vâsıtasız olarak, Benim iyiliklerimi görsün, bilsin diye, ona yüzlerce lutuflarda, ihsânlarda bulundum! Benim lutuflarımı görsün de, sebepler yüzünden zihni karışmasın, çekişmelere düşmesin, her yardımı yalnız Ben’den beklesin.”

Ancak o sayısız lutuflara, ihsanlara nâil olan, bunlara karşılık şükür borcu bulunan çocuk, bir anda Nemrud kesildi, Halil İbrâhîm’i yakmaya kal*kıştı! Öyle bir Nemrud ki; bilgisizliğinden, körlüğünden ötürü, Cenab-ı Hakk’ın lutuflarını, ihsanlarını ayağının altına almıştı! Böylece, kendisine yapılan iyilikleri inkâr etti; gurura kapıldı, yol vu*rucu oldu. İşi azıttı da, Allâhlık dâvâsına kalkıştı! Üç akbaba ile sonsuz göklere yükseldi, benimle savaşa girişti.

Hazret-i İbrâhîm’i bulup öldürmek arzusuyla, yüzbinlerce suçsuz çocuğu öldürttü. Çünkü, müneccim yılın tâlihine bakmış:

“-Bu sene, seninle savaşacak bir çocuk doğacak! Aklını başına al da, sana düşman olacak çocuğu ortadan kaldır!” de*mişti.

Bu kötü nasihate uyan Nemrud, o sene kim doğuyorsa, acımadan onları öldürtüyordu.” (Mesnevî, c: 6, beyt: 4797-4853)

* * *

Mevlânâ Hazretleri’nin yukarıdaki hikâyesinde de zikrettiği üzere geminin batmasından başlayarak binbir türlü bâdireden Allâh’ın yardımıyla kurtulan bu çocuk, büyüyüp eline güç-kuvvet geçtiğinde, fânî makam ve mevkiine güvenerek kibirlendi. Tanrılık iddiâsında bulundu. Fakat gördüğü bir rüya üzerine, rahatı kaçtı ve Hazret-i İbrâhîm’in doğmasına mânî olmaya çalıştı. Bu bahâneyle yüzbinlerce mâsum çocuğu katletti. O, nefsinin esiri hâline geldiğinden, nâil olduğu nîmetlerin gerçek sahibini unuttu. Yeryüzünde kibir, isyan ve nankörlük dolu bir hayatla ömrünü ziyan etti.

İbret alanlar için insanlık târihi, îman ve ahlâk yolundan çıkan bu gibi azgınlara tatbîk olunan ilâhî azâb, gazab ve intikam tecellîleriyle doludur. Nûh, Âd ve Semûd kavimlerinin kibirli ve zâlim insanları; peygamberlerle mücâdele eden, kendisinin tanrı olduğunu iddiâ eden ve sonunda bir avuç suda helâk olan Firavun; bir sineğin mağlûb ettiği Nemrûd; yaşayışları hayvanlardan daha aşağı olan ahlâksız Lût kavmi ve birçok benzerleri nankörlük, zulüm, rezâlet ve isyanlarına bürünerek dünyadan gelip geçtiler.

Onların arkasından semâlar ağlamadı. Gözler yaşarmadı. Gönüller sızlamadı. Bilâkis mazlûmların âhları ve bedduâları ile onlar, târihin çöplüğünde yok olup gittiler. Saltanat sürdükleri yerleri, şimdi baykuşlar ve köpekler şenlendiriyor.

Bu bakımdan müsbet veya menfî hâtıralar meşheri olan geçmiş nesiller ve tarih, arkalarından gelen yeni nesillere bir vaaz ve irşâd vesîlesidirler. Üstümüzdeki semâ, Allâh’sızlara ızdırap ve felâketler döken eski semâdır. Tepemizdeki güneş, Firavun, Hâmân ve Nemrûd gibi nice zâlimlerin köşk ve saraylarını da aydınlatan, sonra da harâbeleri üzerine doğan aynı güneştir. Hâdiseleri kalb gözü ile seyredebilenler için zamanlar ve mekânlar, hep ilâhî azamet tecellîleri ve ibret akışları ile doludur.

* * *

Mesnevî’deki bu ibretli hikâye, hepimiz üzerimizdeki ilâhî nimetleri tefekkür etmeye dâvet etmektedir.
 
Üst