İkinci Kısım - Sayfa 165
nüzûlü zamanında uyku gibi bir vaziyet-i nâimanede bulunması ve sâir kelâmları ona yetişememesi ve bir derece benzememesi ve ümmiyetiyle beraber gitmiş ve gelecek hakikî hâdisât-ı kevniyeyi gaybiyâne, Kur’ân ile tereddütsüz ve itminan ile beyan etmesi ve çok dikkatli gözlerin nazarı altında, hiçbir hile, hiçbir yanlış vaziyeti görülmeyen o tercümanın bütün kuvvetiyle, Kur’ân’ın herbir hükmüne iman edip tasdik etmesi ve hiçbir şey onu sarsmaması; Kur’ân semâvî, hakkaniyetli ve kendi Hâlık-ı Rahîminin mübarek kelâmı olduğunu imza ediyor.
Hem nev-i insanın humsu, belki kısm-ı âzamı, göz önünde o Kur’ân’a müncezibâne ve dindarâne irtibatı ve hakikatperestâne ve müştakane kulak vermesi ve çok emarelerin ve vakıaların ve keşfiyatın şehadetiyle, cin ve melek ve ruhanîlerin dahitilâveti vaktinde pervane gibi hakperestâne etrafında toplanması, Kur’ân’ın kâinatça makbuliyetine ve en yüksek bir makamda bulunduğuna bir imzadır.
Hem, nev-i beşerin umum tabakaları, en gabî ve âmiden tut, tâ en zeki ve âlime kadar herbirisi Kur’ân’ın dersinden tam hisse almaları ve en derin hakikatleri fehmetmeleri ve yüzlerle fen ve ulûm-u İslâmiyenin ve bilhassa Şeriat-ı Kübrânın büyük müçtehidleri ve usulüddin ve ilm-i kelâmın dâhi muhakkikleri gibi her taife, kendi ilimlerine ait bütün hâcâtını ve cevaplarını Kur’ân’dan istihraç etmeleri, Kur’ân menba-ı hak ve maden-i hakikat olduğuna bir imzadır.
Hem edebiyatça en ileri bulunan Arap edipleri (İslâmiyete girmeyenler) şimdiye kadar muarazaya pek çok muhtaç oldukları halde, Kur’ân’ın i’câzından yedi büyükvechi varken, yalnız birtek vechi olan belâğatinin, tek bir sûrenin mislini getirmektenistinkâfları; ve şimdiye kadar gelen ve muaraza ile şöhret kazanmak isteyen meşhurbelîğlerin ve dâhi âlimlerin, onun hiçbir vech-i i’câzına
nüzûlü zamanında uyku gibi bir vaziyet-i nâimanede bulunması ve sâir kelâmları ona yetişememesi ve bir derece benzememesi ve ümmiyetiyle beraber gitmiş ve gelecek hakikî hâdisât-ı kevniyeyi gaybiyâne, Kur’ân ile tereddütsüz ve itminan ile beyan etmesi ve çok dikkatli gözlerin nazarı altında, hiçbir hile, hiçbir yanlış vaziyeti görülmeyen o tercümanın bütün kuvvetiyle, Kur’ân’ın herbir hükmüne iman edip tasdik etmesi ve hiçbir şey onu sarsmaması; Kur’ân semâvî, hakkaniyetli ve kendi Hâlık-ı Rahîminin mübarek kelâmı olduğunu imza ediyor.
Hem nev-i insanın humsu, belki kısm-ı âzamı, göz önünde o Kur’ân’a müncezibâne ve dindarâne irtibatı ve hakikatperestâne ve müştakane kulak vermesi ve çok emarelerin ve vakıaların ve keşfiyatın şehadetiyle, cin ve melek ve ruhanîlerin dahitilâveti vaktinde pervane gibi hakperestâne etrafında toplanması, Kur’ân’ın kâinatça makbuliyetine ve en yüksek bir makamda bulunduğuna bir imzadır.
Hem, nev-i beşerin umum tabakaları, en gabî ve âmiden tut, tâ en zeki ve âlime kadar herbirisi Kur’ân’ın dersinden tam hisse almaları ve en derin hakikatleri fehmetmeleri ve yüzlerle fen ve ulûm-u İslâmiyenin ve bilhassa Şeriat-ı Kübrânın büyük müçtehidleri ve usulüddin ve ilm-i kelâmın dâhi muhakkikleri gibi her taife, kendi ilimlerine ait bütün hâcâtını ve cevaplarını Kur’ân’dan istihraç etmeleri, Kur’ân menba-ı hak ve maden-i hakikat olduğuna bir imzadır.
Hem edebiyatça en ileri bulunan Arap edipleri (İslâmiyete girmeyenler) şimdiye kadar muarazaya pek çok muhtaç oldukları halde, Kur’ân’ın i’câzından yedi büyükvechi varken, yalnız birtek vechi olan belâğatinin, tek bir sûrenin mislini getirmektenistinkâfları; ve şimdiye kadar gelen ve muaraza ile şöhret kazanmak isteyen meşhurbelîğlerin ve dâhi âlimlerin, onun hiçbir vech-i i’câzına
Hâlık-ı Rahîm: herbir varlığa rahmet ve tecellisi olan ve herşeyi yaratan Allah | beliğ: belâğat ilminin inceliklerini bilen, maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen |
belâğat: sözün düzgün, kusursuz, halin ve makamın icabına göre yerinde söylenmesi | beyan etmek: açıklamak |
bilhassa: özellikle | dindarâne: dindarca |
dâhi: son derece zeki, dehâ ve hikmet sahibi | emare: belirti, işaret |
fehmetmek: anlamak | gabî: anlayışı kıt, zekâsı az |
gaybiyâne: gaybı görür, görünmeyeni bilir bir şekilde | hakikatperestâne: hakkı ve hakikatı severek |
hakikî: gerçek, doğru | hakkaniyet: hak oluş, doğruluk |
hakperestâne: hakkı üstün tutarak | hums: beşte bir |
hâcât: ihtiyaçlar | hâdisat-ı kevniye: kâinat ve yaratılışla ilgili olaylar |
ilm-i kelâm: kelâm ilmi; iman hakikatlerini ispat eden ve açıklayan bilim dalı | irtibat: bağ, ilişki |
istihraç etmek: çıkarmak | istinkâf: aciz kalmak, çekinmek |
itminan: inanma, tatmin olma | i’câz: mu’cize oluş |
kelâm: ifade, söz | keşfiyat: keşifler, mânevî âlemlerde bazı olayları ve hakikatleri görme |
kâinat: evren, bütün yaratılmışlar | kısm-ı âzam: büyük kısım |
maden-i hakikat: gerçeğin kaynağı | makbuliyet: kabul edilmiş olma |
menba-ı hak: hakkın ve doğrunun kaynağı | muaraza: sözle mücadele |
muhakkik: gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen | mübarek: bereketli, hayırlı |
müncezibâne: kendini kaptırarak | müçtehid: âyet ve hadîsler başta olmak üzere diğer dinî delillerden hüküm çıkarma bilgi ve kàbiliyetine sahip olan âlim zât |
müştakâne: iştiyakla, çok isteyerek | nazar: bakış, düşünce |
nev-i beşer: insanlar, insanlık | nev-i insan: insan türü, insanlık |
nüzul: inme | ruhanî: maddî yapısı olmayan ruh âlemine ait varlık |
semâvî: Allah tarafından olan, İlâhî | sâir: diğer, başka |
taife: grup, topluluk | tilâvet: okuma |
ulûm-u İslâmiye: İslâm ilimleri | umum: bütün, genel |
usulüddin: din usulü, kelâm ilmi | vakıa: olay |
vaziyet-i nâimane: uyku hali | vech: şekil, yön |
vech-i i’câz: mu’cizelik yönü | âmi: okuma yazma bilmeyen, cahil |
ümmiyet: okuma yazma bilmeme | Şeriat-ı Kübrâ: İslâmın büyük ve yüce kanunları |
şehadet: şahitlik, tanıklık |