Zühre

Huseyni

Müdavim
Cevap: Zühre - Sayfa: 216


yerinde olsaydım, kerrüfer harbini ve su çıkarmak hizmetini, çok uzun dersler ve çok müteaddit tecrübelerle ancak öğrenebilirdim.

İşte, ilhâma mazhar olan arı, örümcek ve yuvasını çorap gibi yapan bülbül gibi hayvânâtı bu sineğe kıyas et. Hattâ nebâtâtı da aynen hayvânâta kıyas edebilirsin. Evet, Cevâd-ı Mutlak (celle celâluhu), her ferd-i zîhayatın eline lezzet midâdıyla ve ihtiyaç mürekkebiyle yazılmış bir tezkereyi vermiş, onunla evâmir-i tekviniyenin programını ve hizmetlerinin fihristesini tevdi etmiştir. Bak o Hakîm-i Zülcelâle, nasıl Kitab-ı Mübînin düsturlarından, arı vazifesine ait miktarını bir tezkerede yazmış, arının başındaki sandukçaya koymuştur. O sandukçanın anahtarı da, vazifeperver arıya has bir lezzettir. Onunla sandukçayı açar, programını okur, emri anlar, hareket eder,
blank.gif
1 وَاَوْحٰى رَبُّكَ اِلَى النَّحْلِ âyetinin sırrını izhar eder.

İşte, eğer bu Sekizinci Notayı tamamen işittin ve tam anladınsa, bir hads-i imanî ile
blank.gif
2وَسِعَتْ رَحْمَتُهُ كُلَّ شَىْءٍ ’in bir sırrını,
blank.gif
3وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ nin bir hakikatini,
blank.gif
4اِنَّمَآ اَمْرُهُ اِذَآ اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكوُنُ ’nun bir düsturunu, فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَىْءٍ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
blank.gif
5 ’un bir nüktesini anlarsın.



DOKUZUNCU NOTA


Bil ki, nev-i beşerde nübüvvet, beşerdeki hayır ve kemâlâtın fezlekesi ve esasıdır. Din-i hak, saadetin fihristesidir. İman, bir hüsn-ü münezzeh ve mücerreddir.




[NOT]Dipnot-1 “Rabbin balarısına ilham etti.” Nahl Sûresi, 16:68.
Dipnot-2 “Rahmeti herşeyi kaplamıştır.” A’râf Sûresi, 7:156.
Dipnot-3 “Hiçbir şey yoktur ki, Onu hamd ile tesbih etmesin.” İsrâ Sûresi, 17:44.
Dipnot-4 “Birşeyin olmasını murad ettiği zaman Onun işi sadece ‘Ol’ demektir; o da oluverir.” Yâsin Sûresi, 36:82.
Dipnot-5 “Şânı ne yücedir Onun ki, herşeyin iç yüzü Onun elindedir. Siz de Ona döneceksiniz.” Yâsin Sûresi, 36:83
[/NOT]



Cevâd-ı Mutlak: sınırsız cömertlik ve ikram sahibi olan AllahHakîm-i Zülcelâl: her şeyi hikmetle yapan, sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah
Kitab-ı Mübîn: her şeyin açıkça yazılı olduğu, Allah katındaki kitapbeşer: insanlık
celle celâluhu: Allah’ın şânı yücedirdin-i hak: hak din, İslâm
düstur: kanunesas: temel
evâmir-i tekviniye: yaratılışa ait emirler ve kanunlarferd-i zîhayat: canlı varlık
fezleke: netice, özetfihriste: liste, özet, içerik
hads-i imanî: imandan kaynaklanan güçlü sezgihakikat: gerçek, esas
hayvânât: hayvanlarhayır: iyilik
hüsn-ü münezzeh ve mücerred: her türlü kusur ve çirkinlikten arınmış soyut güzellikilhâm: Allah tarafından kalbe gelen mânâ
iman: inançizhar etmek: göstermek, ortaya çıkarmak
kemâlât: mükemel ve kusursuz özelliklerkerrüfer harbi: vur-kaç tekniği ile yapılan savaş
kıyas etmek: karşılaştırmakmazhar olma: bir şeye erişme, kavuşma
midâd: mürekkepmürekkeb: yazı için kullanılan sıvı
müteaddit: çok sayıda, çeşitlinebâtât: bitkiler
nev-i beşer: insanlarnota: bildiri
nübüvvet: peygamberliknükte: ince anlamlı söz
saadet: mutluluksandukça: küçük sandık
tevdi etmek: emanet vermektezkere: belge
vazifeperver: vazifesini seven, işine düşkünâyet: Kur’ân’ın her bir cümlesi

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Zühre - Sayfa: 217


Madem şu âlemde parlak bir hüsün, geniş ve yüksek bir hayır, zâhir bir hak, fâik bir kemâl görünüyor. Bilbedâhe, hak ve hakikat, nübüvvet içindedir ve nebîler elindedir. Dalâlet, şer ve hasâret, onun muhalifindedir.

Mehâsin-i ubudiyetin binlerinden yalnız buna bak ki, Nebî Aleyhissâtü Vesselâm, ubudiyet cihetiyle muvahhidînin kalblerini iyd ve Cuma ve cemaat namazlarında ittihad ettiriyor ve dillerini bir kelimede cem ediyor. Öyle bir surette ki, şu insan, Mâbûd-u Ezelînin azamet-i hitabına, hadsiz kalblerden ve dillerden çıkan sesler, dualar, zikirler ile mukabele ediyor. O sesler, dualar, zikirler birbirine tesanüd ederek ve birbirine yardım edip ittifak ederek öyle geniş bir surette Mâbûd-u Ezelînin ulûhiyetine karşı bir ubudiyet gösteriyor ki, güya küre-i arz kendisi o zikri söylüyor, o duayı ediyor ve aktârıyla namaz kılıyor ve etrafıyla, semâvâtın fevkinde izzet ve azametle nâzil olan
blank.gif
1 اَقِيمُوا الصَّلٰوةَ emrini, küre-i arz imtisal ediyor. Bu sırr-ı ittihad ile, kâinat içinde bir zerre gibi zayıf, küçük bir mahlûk olan şu insan, ubudiyetin azameti cihetiyle Hâlık-ı Arz ve Semâvâtın mahbub bir abdi ve arzın halifesi, sultanı ve hayvânâtın reisi ve hilkat-i kâinatın neticesi ve gayesi oluyor.


Evet, eğer namazların arkasında, hususan bayram namazlarında, bir anda Allahu ekber diyen yüzer milyon insanların sesleri, âlem-i gaybda ittihad ettikleri gibi, âlem-i şehadette dahi birbiriyle ittihad edip içtima etse, küre-i arz tamamıyla büyük bir insan olup, azametine nisbeten büyük bir sadâ ile söylediği Allahu ekber’e




[NOT]Dipnot-1“Namazı dos doğru kılın.” Bakara Sûresi, 2:43, 83, 110; Nisâ Sûresi, 4:77,103; En’am Sûresi, 6:72; Yûnus Sûresi, 10:87: Hac Sûresi, 22:78: Nûr Sûresi, 24:56; Rûm Sûresi, 30:31; Mücadele Sûresi, 58:13; Müzemmil Sûresi, 73:20..


[/NOT]



Allahu ekber: Allah en büyüktürCenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah
Ebedî Zât: varlığının sonu olmayan AllahFâtır-ı Hakîm: her şeyi hikmetle ve benzersiz sanatıyla yaratan Allah
abd: kulaktâr: bölgeler
arz: yeryüzü, dünyaasır: yüzyıl
azamet: büyüklükazamet-i hitap: sözün yüceliği
bahusus: hususan, özellikleberzah: öldükten sonra ruhların kıyamete kadar kalacakları mânevî âlem
berzahî: kabir âlemine aitbilbedâhe: açık bir şekilde
cem etmek: toplamakcemaat: topluluk
ciheâlem: dünyadesâtir: prensipler, kurallar
dünyevî: dünya ile ilgiliebed: sonsuzluk
ebedî: sonsuzehemmiyet: değer, önem
etvâr: haller, tavırlarfenâ: gelip geçici oluş
firak: ayrılıkfıtrî: doğal, yaratılıştan gelen
gafil: duyarsız, sorumsuzhakikattar: tamamen gerçek olan
harab: yok olma, yıkılmahitaben: hitap ederek
husul: meydana gelmehususan: özellikle
inkılâbât: değişimler, dönüşümlerinkıraz: dağılıp yok olma, son bulma
kâr-ı akıl: akıl kârı, işilâtife: ince duygu
mahiyet: öz nitelik, özellikmahlûkat: varlıklar
mahlûkiyet: yaratılmış olmamufarakat eden: ayrılan
muktedir olmayan: gücü yetmeyenmutî: emre uyan, itaat eden
mâbûdiyet: ibadet edilmeye lâyık olmamâsivâ: Allah’ın dışındaki varlıklar
müsâdemât: vuruşmalar, çarpışmalarmüsâvi: eşit, denk
nefs: insanın kendisinisbet: oran, kıyas
nota: bildirirağmına: zıddına, aksine
refakat: arkadaşlıktaabbüd etmek: kulluk etmek
tekebbür etmek: kibirlenmek, büyüklenmektenezzül etmek: alçalmak, kendi değerini düşürmek
teveccüh etmek: yönelmekteşyî: uğurlama; vefat eden kişinin kabre götürülüp defnedilmesi
uhrevî: ahirete aitzevâl: geçicilik, yokluk
âlem: dünya, evrenâlem-i gayb: gayb âlemi, görünmeyen âlem
âlem-i şehadet: görünen alem

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Zühre - Sayfa: 218


müsavi geldiğinden, o muvahhidînin ittihadıyla bir anda Allahu ekber demeleri, küre-i arzın büyük bir Allahu ekberi hükmüne geçiyor. Adeta bayram namazlarında âlem-i İslâmın zikir ve tesbihiyle zemin zelzele-i kübrâya mazhar olup, aktâr-u etrafıyla Allahu ekber deyip, kıblesi olan Kâbe-i Mükerremenin samimî kalbiyle niyet edip, Mekke ağzıyla, Arefe diliyle Allahu ekber diyerek, o tek kelime, etraf-ı arzdaki umum mü’minlerin mağaramisal ağızlarındaki havada temessül ediyor. Birtek Allahu ekber kelimesinin aks-i sadâsıyla hadsiz Allahu ekber vuku bulduğu gibi, o makbul zikir ve tekbir, semâvâtı dahi çınlatıp berzah âlemlerine de temevvüç ederek sadâ veriyor.

İşte, bu arzı böyle kendine sâcid
blank.gif
1 ve âbid ve ibâdına mescid
blank.gif
2 ve mahlûklarına beşik
blank.gif
3 ve kendine müsebbih
blank.gif
4 ve mükebbir eden Zât-ı Zülcelâle, yerin zerrâtı adedince hamd ve tesbih ve tekbir edip ve mevcudatı adedince hamd ediyoruz ki, bize bu nevi ubudiyeti ders veren Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmına ümmet eylemiş.



ONUNCU NOTA


Bil, ey gafil, müşevveş Said! Cenâb-ı Hakkın nur-u marifetine yetişmek ve bakmak ve âyât ve şahitlerin âyinelerinde cilvelerini görmek ve berâhin ve deliller mesâmâtıyla temâşâ etmek iktiza ediyor ki, senin üstünden geçen, kalbine




[NOT]Dipnot-1 bk. Ra’d Sûresi, 13:15; Nahl Sûresi, 16:49; Hac Sûresi, 22:18.
Dipnot-2 bk. Buhârî, Salât 56; Tirmizî, Salât 119; Ebû Dâvûd, Salât 24; ibni Mâce, Mesâcid 4.
Dipnot-3 bk. Bakara Sûresi, 2:22; Tâhâ Sûresi, 20:53; Zuhruf Sûresi 43:10; Nebe Sûresi, 78:6.
Dipnot-4 bk. Fatiha Sûresi, 1:2; En’am Sûresi, 6:1; İsrâ Sûresi, 17:44; Kehf Sûresi, 18:1; Cum’a Sûresi, 62:1.
[/NOT]



Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsunAllahu ekber: Allah en büyüktür
Arefe: Kurban Bayramından bir önceki gün; bütün hacıların vakfe için toplanıp Cenâb-ı Hakkı zikir ve tesbihlerle andıkları günCenâb-ı Hak: hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah
Kâbe-i Mükerreme: şânı yüce KâbeMekke: (bk. bilgiler)
Resul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.)Said: (bk. bilgiler – Bediüzzaman Said Nursî)
Zât-ı Zülcelâl: sonsuz büyüklük ve haşmet sahibi Allahaks-i sadâ: sesin yankılanması
aktâr-u etraf: çevre ve etraf; çevre ve civar bölgelerarz: yeryüzü
berzah âlemi: öldükten sonra ruhların gittiği, dünya ile âhiret arasındaki âlemberâhin: deliller
cilve: görünme, yansımaetraf-ı arz: dünyanın çevresi
gafil: duyarsız, sorumsuzhadsiz: sınırsız
hamd: övgü ve şüküribâd: kullar
iktiza etmek: gerektirmekkıble: namaza başlarken yönelinen taraf; Kâbe’nin bulunduğu Mekke şehri
mahlûklar: varlıklarmakbul: kabul edilen
mazhar olma: erişmemağaramisal: mağara gibi
mesâmât: gözenekler, pencerelermevcudat: varlıklar
muvahhidîn: Allah’ın varlığına ve birliğine inananlarmükebbir: tekbir getiren, “Allahü ekber” diyen
müsavi: eşit, denkmüsebbih: tesbih eden; Allah’ı, yüce şanına lâyık ifadelerle anan
müşevveş: dağınık, karışık, düzensizmü’min: Allah’a inanan
nevi: çeşit, türnota: bildiri
nur-u marifet: Allah’ı bilme ve tanıma nurusadâ: ses
semâvât: göklersâcid: secde eden
tekbir: “Allah en büyüktür” mânâsına gelen “Allahu Ekber” ifadesini söylemektemessül etmek: belirmek, görünmek
temevvüç etmek: dalgalanmak, çalkalanmaktemâşâ etmek: gözlemlemek, seyretmek
tesbih: Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına lâyık ifadelerle anmaubudiyet: kulluk
umum: bütünvuku bulmak: gerçekleşmek, meydana gelmek
zelzele-i kübrâ: büyük deprem, kıyametzemin: yeryüzü
zerrât: atomlarzikir: Allah’ı anma
âbid: ibadet eden, kulâlem-i İslâm: İslâm dünyası
âyât: âyetlerümmet: Hz. Peygamberlere inanıp onun yolundan giden mü’minler
şahit: tanık

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Zühre - Sayfa: 219


gelen ve aklına görünen herbir nuru tenkit parmaklarıyla yoklama ve tereddüt eliyle tenkit etme. Sana ışıklanan bir nuru tutmak için elini uzatma. Belki gaflet esbabından tecerrüd et, onlara müteveccih ol, dur. Çünkü, ben müşahede ettim ki, marifetullahın şahitleri, burhanları üç çeşittir:

Bir kısmı su gibidir. Görünür, hissedilir, lâkin parmaklarla tutulmaz. Bu kısımda hayalâttan tecerrüd etmek, külliyetle ona dalmak gerektir. Tenkit parmaklarıyla tecessüs edilmez; edilse akar, kaçar. O âb-ı hayat, parmağı mekân ittihaz etmez.

İkinci kısım, hava gibidir. Hissedilir, fakat ne görünür, ne de tutulur. Ona karşı sen, yüzün, ağzın, ruhunla o rahmet nesîmine karşı teveccüh et, kendini mukabil tut. Tenkit elini uzatma, tutamazsın. Ruhunla teneffüs et. Tereddüt eli ile baksan, tenkit ile el atsan, o yürür, gider. Senin elini mesken ittihaz etmez, ona razı olmaz.


Üçüncü kısım ise, nur gibidir. Görünür, fakat ne hissedilir, ne de tutulur. Öyleyse, sen kalbinin gözüyle, ruhunun nazarıyla kendini ona mukabil tut ve gözünü ona tevcih et, bekle. Belki kendi kendine gelir. Çünkü nur, elle tutulmaz, parmaklarla avlanmaz. Belki o nur ancak basiret nuruyla avlanır. Eğer haris ve maddî elini uzatsan ve maddî mizanlarla tartsan, sönmese de gizlenir. Çünkü öyle nur, maddîde hapse razı olmadığı gibi, kayda giremez, kesîfi kendine mâlik ve seyyid kabul etmez.


ON BİRİNCİ NOTA

Bil ki, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın ifadesinde çok şefkat ve merhamet var. Çünkü, muhatapların ekserîsi, cumhur-u avamdır. Onların zihinleri basittir. Nazarları dahi dakik şeyleri görmediğinden, onların besâtet-i efkârını okşamak için, tekrar ile, semâvat ve arzın yüzlerine yazılan âyetleri tekrar ediyor, o büyük harfleri kolaylıkla okutturuyor. Meselâ, semâvat ve arzın hilkati ve semâdan yağmurun yağdırılması ve arzın dirilmesi gibi bilbedâhe okunan ve görünen âyetleri ders veriyor. O huruf-u kebîre içinde küçük harflerle yazılan ince âyâta nazarı nadiren çevirir, tâ zahmet çekmesinler.




Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ânarz: yeryüzü
basiret: kalp gözübesâtet-i efkâr: fikir ve düşüncelerin basitliği
bilbedâhe: açık bir şekildeburhan: güçlü ve sarsılmaz delil
cumhur-u avam: geniş halk topluluğudakik: pek ince, nazik
ekserî: çoğunlukesbab: sebepler
gaflet: dikkatsizlik, umursamazlıkharis: aç gözlü, çok hırslı
hayalât: hayallerhilkat: yaratılış
huruf-u kebîre: büyük harflerittihaz etmek: kabullenmek, edinmek
kesîf: sığ, yoğun, maddî yapısı olankülliyet: bütünlük, genellik
lâkin: ancak, fakatmaddî: maddeyle alâkalı
marifetullah: Allah’ı bilme ve tanımamekân: yer
mesken: ev, mekanmizan: ölçü, tartı
muhatap: kendisine hitap edilenmukabil tutmak: bir şeyin karşısına doğru yöneltmek
mâlik: sahipmüteveccih olmak: yönelmek
müşahede etmek: gözlemlemeknadiren: ender olarak
nazar: dikkat, bakışnesîm: hoş ve hafif rüzgâr
nota: bildirirahmet: İlâhî şefkat, merhamet
semâ: gökyüzüsemâvât: gökler
seyyid: efenditecerrüd etmek: soyutlanmak, sıyrılmak
tecessüs: gizlice araştırmateneffüs etmek: solumak
tenkit: eleştiritereddüt: şüphe
tevcih etmek: yöneltmekteveccüh etmek: yönelmek
âb-ı hayat: hayat suyu,âyet: delil
âyât: âyetler, deliller

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Zühre - Sayfa: 220


Hem üslûb-u Kur’ânîde öyle bir cezâlet ve selâset ve fıtrîlik var ki, güya Kur’ân bir hafızdır, kudret kalemiyle kâinat sahifelerinde yazılan âyâtı okuyor. Güya Kur’ân, kâinat kitabının kıraatidir ve nizâmâtının tilâvetidir ve Nakkaş-ı Ezelînin şuûnâtını okuyor ve fiillerini yazıyor. Bu cezâlet-i beyaniyeyi görmek istersen, hüşyar ve müdakkik bir kalb ile, Sûre-i Amme ve 1 قُلِ اللّٰهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ âyetleri gibi fermanları dinle.



ON İKİNCİ
NOTA

Ey bu notaları dinleyen dostlarım! Biliniz ki, ben hilâf-ı âdet olarak, gizlemesi lâzım gelen, Rabbime karşı kalbimin tazarru ve niyaz ve münâcâtını bazan yazdığımın sebebi; ölüm, dilimi susturduğu zamanlarda, dilime bedel kitabımın söylemesinin kabulünü rahmet-i İlâhiyeden rica etmektir. Evet, kısa bir ömürde, hadsiz günahlarıma kefaret olacak, muvakkat lisanımın tevbe ve nedametleri kâfi gelmiyor. Sabit ve bir derece daim olan kitabımın lisanı daha ziyade o işe yarar. İşte bu noktaların te’lifinden bu notaların te’liflerinden on üç sene evvel, dağdağalı bir fırtına-i ruhiye neticesinde, Eski Said’in gülmeleri Yeni Said’in ağlamalarına inkılâp edeceği hengâmda, gençliğin gaflet uykusundan ihtiyarlık sabahıyla uyandığım bir anda, şu münâcat ve niyaz, Arabî yazılmıştır. Bir kısmının Türkçe meâli şudur ki:


Ey Rabb-i Rahîmim ve ey Hâlık-ı Kerîmim! Benim sû-i ihtiyarımla ömrüm ve gençliğim zayi olup gitti. Ve o ömür ve gençliğin meyvelerinden elimde kalan, elem verici günahlar, zillet verici elemler, dalâlet verici vesveseler kalmıştır. Ve




[NOT]Dipnot-1 “De ki: Ey mülkün hakiki sahibi olan Allahım...” Âl-i İmrân Sûresi, 3:26.
[/NOT]



Arabî: ArapçaEski Said: (bk. bilgiler – Bediüzzaman Said Nursî)
Hâlık-ı Kerîm: ikramı bol olan ve her şeyi yaratan AllahNakkaş-ı Ezelî: başlangıcı olmayan, varlıkları benzersiz nakışlar hâlinde yaratan Allah
Rabb-i Rahîm: her bir varlığa merhamet ve şefkat gösteren ve herşeyi terbiye ve idare eden AllahSûre-i Amme: Kur’ân’da yer alan Nebe Suresi
Yeni Said: (bk. bilgiler – Bediüzzaman Said Nursî)cezâlet: akıcı ve güçlü ifade, güzel anlatım
cezâlet-i beyaniye: akıcı ve güçlü ifade, güzel anlatımdaim: devamlı, sürekli
dalâlet: hak yoldan ayrılan, sapıtan inkârcı insanlardağdağa: karışıklık, gürültü
elem: acı, kederevvel: önce
ferman etmek: buyurmakfırtına-i ruhiye: ruhta meydana gelen fırtına
fıtrî: doğalgaflet: duyarsızlık, umursamazlık
hadsiz: sınırsızhafız: Kur’ân’ı ezberleyen kişi
hengâm: zaman, çağ, devirhilâf-ı âdet: alışılmışın dışında
hüşyar: uyanıkinkılâp etmek: dönüşmek
kefaret: günahlardan ve hatalardan arınma vasıtasıkudret: güç, iktidar
kâfi: yeterlikâinat: evren
kıraat: Kur’ân-ı Kerim’in okunmasımeâl: açıklama, anlam
muvakkat: geçicimüdakkik: dikkatli, bir meseleyi bütün yönleriyle inceleyen
münâcât: Allah’a yalvarış, duanedamet: pişmanlık
netice: son, sonuçniyaz: yalvarıp yakarma
nizâmât: kanunlar
nota: bildiri
rahmet-i İlâhiye: Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmetirisale: kitap
selâset: sözün akıcı olma hali; ifadedeki âhenk, açıklık, kolaylık ve akıcılıksû-i ihtiyar: iradeyi kötüye kullanma
tazarru: dua, yakarıştelif: yazma, kaleme alma
tevbe: pişmanlık duyarak günahtan dönüştilâvet: okuma
vesvese: kuruntuzayi: kayıp
zillet: hor ve hakir duruma düşmeziyade: çok, fazla
âyet: Kur’ân’ın her bir cümlesiâyât: âyetler, deliller
üslûb-u Kur’ânî: Kur’ân üslubuşuûnât: fiiller, işler

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Zühre - Sayfa: 221


bu ağır yük ve hastalıklı kalb ve hacâletli yüzümle kabre yakınlaşıyorum. Bilmüşahede, göre göre, gayet sür’atle, sağa ve sola inhiraf etmeyerek, ihtiyarsız bir tarzda, vefat eden ahbap ve akran ve akaribim gibi, kabir kapısına yanaşıyorum.

O kabir, bu dâr-ı fâniden firâk-ı ebedî ile ebedü’l-âbâd yolunda kurulmuş, açılmış evvelki menzil ve birinci kapıdır.
blank.gif
1 Ve bu bağlandığım ve meftun olduğum şu dâr-ı dünyayı, kat’î bir yakîn ile anladım ki, hâliktir gider ve fânidir ölür. Ve bilmüşahede, içindeki mevcudat dahi, birbiri arkasından kafile kafile göçüp gider, kaybolur. Hususan benim gibi nefs-i emmâreyi taşıyanlara şu dünya çok gaddardır, mekkârdır. Bir lezzet verse, bin elem takar, çektirir. Bir üzüm yedirse, yüz tokat vurur.


Ey Rabb-i Rahîmim ve ey Hâlık-ı Kerîmim!
blank.gif
2 كُلُّ اٰتٍ قَرِيبٌ sırrıyla ben şimdiden görüyorum ki, yakın bir zamanda, kefenimi giydim, tabutuma bindim, dostlarıma veda eyledim. Kabrime teveccüh edip giderken, Senin dergâh-ı rahmetinde, cenazemin lisan-ı haliyle, ruhumun lisan-ı kàliyle bağırarak derim: “El-aman, el-aman! Ya Hannân! Yâ Mennân! Beni günahlarımın hacâletinden kurtar!”


İşte kabrimin başına ulaştım, boynuma kefenimi takıp kabrimin başında uzanan cismimin üzerine durdum. Başımı dergâh-ı rahmetine kaldırıp bütün kuvvetimle feryad edip nidâ ediyorum: “El-aman, el-aman! Yâ Rahmân! Yâ Hannân! Yâ Mennân! Beni günahlarımın ağır yüklerinden halâs eyle!”

İşte, kabrime girdim, kefenime sarıldım. Teşyîciler beni bırakıp gittiler. Senin af ve rahmetini intizar ediyorum. Ve bilmüşahede gördüm ki, Senden başka melce ve mence yok. Günahların çirkin yüzünden ve mâsiyetin vahşî şeklinden ve o mekânın darlığından, bütün kuvvetimle nidâ edip:




[NOT]Dipnot-1 bk. Tirmizî, Zühd 5; İbni Mâce, Zühd 32; Müsned 1:63.
Dipnot-2 “Her gelecek şey yakındır.” İbn-i Mâce, Mukaddime:7; Dârimî, Mukaddime 23.[/NOT]



Hannân: rahmetinin en hoş cilvelerini gösteren ve çok merhametli olan AllahHâlık-ı Kerîm: ikramı bol olan ve her şeyi yaratan Allah
Mennân: ihsanı bol olan ve çok nimetler veren AllahRabb-i Rahîm: herbir varlığa merhamet ve şefkat gösteren ve herşeyi terbiye ve idare eden Allah
Rahmân: yaratıklarını esirgeyip koruyan, şefkat eden ve rızıklandıran sonsuz rahmet sahibi Allahahbap: dostlar, sevgililer
akarib: akrabalar, yakınlarakran: arkadaşlar
bilmüşahede: gözle görerekdergâh-ı rahmet: Allah’ın rahmet kapısı
dâr-i fâni: geçici âlem, dünyadâr-ı dünya: dünya yurdu
ebedü’l-âbâd: sonsuzların sonsuzu, âhiret hayatıel-aman el-aman: “imdat imdat” anlamına gelen ve yardım dilemeyi ifade eden söz
elem: acı, kederferyad: bağırıp çağırma
firâk-ı ebedî: sonsuz ayrılıkfâni: geçici olan, ölümlü
gaddar: acımasızhacâlet: utanç
halâs: kurtulma, kurtuluşa ermehususan: özellikle
hâlik: helâk olan, yok olma özelliği taşıyanihtiyarsız: irade dışı
inhiraf etmek: doğru yoldan sapmakintizar etmek: beklemek
kafile: grup, toplulukkat’î: kesin
lisan-ı hal: hal ve beden dililisan-ı kal: söz ile anlatım
meftun: düşkünmekkâr: düzenbaz, hileci
mekân: yermelce: sığınak
mence: kurtulacak yermenzil: yer, mekân
mevcudat: varlıklarmâsiyet: günah, isyan
nefs-i emmâre: hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygunidâ: sesleniş
rahmet: İlâhî şefkat, merhametsür’at: hız
teveccüh etmek: yönelmekteşyîci: cenazeyi kabre getiren
yakîn: kesin ve doğru bilgi

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Zühre - Sayfa: 222


“El-aman, el-aman! Ya Rahmân! Yâ Hannân! Yâ Mennân! Yâ Deyyân! Beni çirkin günahlarımın arkadaşlıklarından kurtar! Yerimi genişlettir! İlâhî, Senin rahmetin melceimdir ve Rahmeten li’l-Âlemîn olan Habibin (a.s.m.), Senin rahmetine yetişmek için vesilemdir. Senden şekvâ değil, belki nefsimi ve halimi Sana şekvâ ediyorum.

“Ey Hâlık-ı Kerîmim ve ey Rabb-i Rahîmim! Senin Said ismindeki mahlûkun ve masnuun ve abdin, hem âsi, hem âciz, hem gafil, hem cahil, hem alîl, hem zelîl, hem müsi’, hem müsin, hem şakî, hem seyyidinden kaçmış bir köle olduğu halde, kırk sene sonra nedamet edip Senin dergâhına avdet etmek istiyor. Senin rahmetine iltica ediyor. Hadsiz günah ve hatîatlarını itiraf ediyor. Evham ve türlü türlü illetlerle müptelâ olmuş, Sana tazarru ve niyaz eder. Eğer kemâl-i rahmetinle onu kabul etsen, mağfiret edip rahmet etsen, zaten o Senin şânındır. Çünkü Erhamürrâhimînsin. Eğer kabul etmezsen, Senin kapından başka hangi kapıya gideyim? Hangi kapı var? Senden başka Rab yok ki dergâhına gidilsin. Senden başka hak mâbud yoktur ki ona iltica edilsin.”

لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اَنْتَ وَحْدَكَ لاَ شَرِيكَ لَكَ اٰخِرُ الْكَلاَمِ فِى الدُّنْيَا وَ اَوَّلُ الْكَلاَمِ فِى اْلاٰخِرَةِ وَفِى الْقَبْرِ: اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ تَعَالٰى عَلَيْهِ وَسَلَّمَ
blank.gif
1




[NOT]Dipnot-1 Senden başka ilâh yoktur. Sen birsin. Senin hiçbir şerikin yoktur. Dünyada son, âhirette ve kabirde ilk söz: Şehadet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur; yine şehadet ederim ki Muhammed (a.s.m.) Allah’ın Resulüdür.
[/NOT]



Deyyân: herkesin hakkını ve hesabını en iyi bilen ve ona göre veren AllahErhamürrâhimîn: merhamet edenlerin en merhametlisi olan Allah
Habib: Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Peygamber (a.s.m.)Hannân: rahmetinin en hoş cilvelerini gösteren ve çok merhametli olan Allah
Hâlık-ı Kerîm: her şeyi yaratan ve sonsuz cömertlik sahibi olan AllahMennân: ihsanı bol olan ve çok nimetler veren Allah
Rab: her bir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran AllahRabb-i Rahîm: her bir varlığa merhamet ve şefkat gösteren ve herşeyi terbiye ve idare eden Allah
Rahmeten li’l-Âlemîn: âlemlere rahmet olarak gönderilen PeygamberimizRahmân: çok merhamet sahibi olan ve şefkatle bütün yaratıkların rızkını veren Allah
Said: (bk. bilgiler – Bediüzzaman Said Nursî)abd: kul
alîl: hasta, hastalıklıavdet etmek: geri gelmek, dönmek
dergâh: Allah’ın yüce katıel-aman el-aman: “imdat imdat” anlamına gelen ve yardım dilemeyi ifade eden söz
evham: kuruntular, şüphelergafil: duyarsız, umursamaz
hadsiz: sınırsızhak: gerçek
hatîat: yanlışlar, hatâlarillet: hastalık
iltica etmek: sığınmakkemâl-i rahmet: mükemmel bir şefkat ve merhamet
mahlûk: yaratılmış, varlıkmasnu: sanatla yapılmış, sanat değeri yüksek
mağfiret etmek: bağışlamakmelce: sığınak
mâbud: ibadet edilenmüptelâ olmak: bağımlı olmak, tutulmak
müsin: yaşlı, ihtiyarlamışmüsi’: kötülük eden
nedamet etmek: pişman olmaknefis: insanı daima kötülüğe, maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet
rahmet: İlâhî şefkat, merhametseyyid: efendi
tazarru ve niyaz: dua etme, yalvarıp yakarmavesile: aracı, vasıta
zelîl: alçak, aşağı
âciz: güçsüz, elinden bir şey gelmeyen
âsi: isyan edenİlâhî: ey Allah’ım
şakî: eşkıya, haydutşekvâ: şikâyet
şân: yücelik, azamet

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Zühre - Sayfa: 223


ON ÜÇÜNCÜ NOTA

Medar-ı iltibas olmuş olan beş meseledir.

BİRİNCİSİ: Tarik-i hakta çalışan ve mücahede edenler, yalnız kendi vazifelerini düşünmek lâzım gelirken, Cenâb-ı Hakka ait vazifeyi düşünüp, harekâtını ona bina ederek hataya düşerler. Edebü’d-Din ve’d-Dünya risalesinde vardır ki:

Bir zaman şeytan, Hazret-i İsâ Aleyhisselâma itiraz edip demiş ki: “Madem ecel ve herşey kader-i İlâhî iledir; sen kendini bu yüksek yerden at, bak nasıl öleceksin.”

Hazret-i İsâ Aleyhisselâm demiş ki: اِنَّ ِللهِ اَنْ يَخْتَبِرَ عَبْدَهُ وَلَيْسَ لِلْعَبْدِ اَنْ يَخْتَبِرَ رَبَّهُ 1


Yani, “Cenâb-ı Hak abdini tecrübe eder ve der ki: ‘Sen böyle yapsan sana böyle yaparım. Göreyim seni, yapabilir misin?’ diye tecrübe eder. Fakat abdin hakkı yok ve haddi değil ki, Cenâb-ı Hakkı tecrübe etsin ve desin: ‘Ben böyle işlesem Sen böyle işler misin?’ diye tecrübevâri bir surette Cenâb-ı Hakkın rububiyetine karşı imtihan tarzı, sû-i edeptir, ubudiyete münâfidir.”


Madem hakikat budur; insan kendi vazifesini yapıp Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmamalı.

Meşhurdur ki, bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz’in ordusunu müteaddit defa mağlûp eden Celâleddin-i Harzemşah harbe giderken, vüzerâsı ve etbâı ona demişler:


“Sen muzaffer olacaksın. Cenâb-ı Hak seni galip edecek.”

O demiş: “Ben Allah’ın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım. Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmam. Muzaffer etmek veya mağlûp etmek Onun vazifesidir.”


İşte o zât bu sırr-ı teslimiyeti anlamasıyla, harika bir surette çok defa muzaffer olmuştur.




[NOT]Dipnot-1 Maverdî, Edebü’d-Dünyâ ve’d-Dîn s. 12; Ma’mer b. Râşid, el-Câmi’ 11:113; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ 4:12; İbnü’l-Cevzî, Telbîsü İblîs 1:344; İbni Hacer, el-İsâbe 4:764.
[/NOT]



Aleyhisselâm: Allah’ın selamı onun üzerine olsunCelâleddin-i Harzemşah: (bk. bilgiler)
Cengiz: (bk. bilgiler – Cengiz Han)Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah
Edebü’d-Din ve’d-Dünya: İmam Maverdi’nin eseriHazret-i İsâ: [bk. bilgiler – İsâ (a.s.)]
abd: kulcihad: din uğrunda çaba harcama, savaşma
ecel: ölüm vaktietbâ: tabi olanlar, emri altındaki kişiler
galip: yenen, üstün gelenhakikat: gerçek
harb: savaşharekât: hareketler
kader-i İlâhî: Allah’ın meydana gelecek hadiseleri olmadan önce takdir etmesi, planlamasımağlûp eden: yenen
mağlûp etmek: yenilgiye uğratmakmedar-ı iltibas: karıştırma sebebi
muzaffer olma: zafer kazanmamücahede: cihad etme, mücadele
münâfi: aykırı, zıtmüteaddit: bir çok
nota: bildiririsale: bir konuda kaleme alınmış kitap
rububiyet: Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesisurette: şekilde
sû-i edep: edepsizliksırr-ı teslimiyet: Allah’ın kanunlarına teslim olma ve boyun eğmenin içindeki gizli sır
tarik-i hak: hak ve hakikat yolutecrübe etmek: denemek, imtihan etmek
tecrübevâri: imtihan edercesineubudiyet: kulluk
vazifedar: görevlivüzerâ: vezirler
zat: kişi

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Zühre - Sayfa: 224


Evet, insanın elindeki cüz-ü ihtiyarî ile işledikleri ef’allerinde, Cenâb-ı Hakka ait netâici düşünmemek gerektir. Meselâ, kardeşlerimizden bir kısım zâtlar, halkların Risale-i Nur’a iltihakları şevklerini ziyadeleştiriyor, gayrete getiriyor. Dinlemedikleri vakit, zayıfların kuvve-i mâneviyeleri kırılıyor, şevkleri bir derece sönüyor. Halbuki, üstad-ı mutlak, muktedâ-yı küll, rehber-i ekmel olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm,
blank.gif
1 وَماَ عَلَى الرَّسُولِ اِلاَّ الْبَلاَغُ olan ferman-ı İlâhîyi kendine rehber-i mutlak ederek, insanların çekilmesiyle ve dinlememesiyle daha ziyade sa’y ü gayret ve ciddiyetle tebliğ etmiş. Çünkü
اِنَّكَ لاَ تَهْدِى مَنْ اَحْبَبْتَ وَلٰكِنَّ اللهَ يَهْدِى مَنْ يَشَاۤءُ
blank.gif
2
sırrıyla anlamış ki, insanlara dinlettirmek ve hidayet vermek, Cenâb-ı Hakkın vazifesidir; Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmazdı.

Öyle ise, işte ey kardeşlerim! Siz de, size ait olmayan vazifeye harekâtınızı bina etmekle karışmayınız ve Hâlıkınıza karşı tecrübe vaziyetini almayınız.

İKİNCİ MESELE: Ubudiyet, emr-i İlâhîye ve rıza-yı İlâhîye bakar. Ubudiyetin dâîsi emr-i İlâhî ve neticesi rıza-yı Haktır. Semerâtı ve fevâidi uhreviyedir. Fakat ille-i gaiye olmamak, hem kasten istenilmemek şartıyla, dünyaya ait faideler ve kendi kendine terettüp eden ve istenilmeyerek verilen semereler, ubudiyete münâfi olmaz. Belki zayıflar için müşevvik ve müreccih hükmüne geçerler. Eğer o dünyaya ait faideler ve menfaatler o ubudiyete, o virde veya o zikre illet veya illetin bir cüz’ü olsa, o ubudiyeti kısmen iptal eder. Belki o hâsiyetli virdi akîm bırakır, netice vermez.

İşte bu sırrı anlamayanlar, meselâ yüz hâsiyeti ve faidesi bulunan Evrâd-ı Kudsiye-i Şah-ı Nakşibendîyi veya bin hâsiyeti bulunan Cevşenü’l-Kebîr’i, o




[NOT]Dipnot-1 “Peygambere düşen, ancak tebliğ etmekten ibarettir.” Nur Sûresi, 24:54.
Dipnot-2 “Sen sevdiğin kimseyi hidayete erdiremezsin. Ancak Allah dilediğine hidayet verir.” Kasas Sûresi, 28:56.

[/NOT]



Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı üzerine olsunCenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan, şeref ve yücelik sahibi Allah
Cevşenü’l-Kebîr: (bk. bilgiler)Evrâd-ı Kudsiye-i Şah-ı Nakşibendî: Şah-ı Nakşibendî’nin sürekli olarak okuduğu kutsal virdler, zikirler
Hâlık: her şeyi yaratan AllahResul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.)
akîm: neticesizcüz-ü ihtiyarî: insanda bulunan sınırlı irade
cüz’: kısım, parçadâî: gerektiren sebep
ef’al: fiiller, hareketleremr-i İlâhî: Allah’ın emri
ferman-ı İlâhî: Allah’ın emir ve buyruğufevâid: faydalar, kazançlar
harekât: hareketlerhidayet: doğru ve hak olan yol, İslâmiyet
hâsiyet: özellikille-i gaiye: asıl hedef, gerçek sebep
illet: esas sebep, maksatiltihak: katılmak
kuvve-i mâneviye: manevi güç, moralmuktedâ-yı küll: herkesin her konuda uyduğu, örnek aldığı kişi, Hz. Muhammed (a.s.m.)
münâfi: aykırı, zıtmüreccih: tercih ettiren sebep
müşevvik: teşvik edicinetice: son, sonuç
netâic: neticelerrehber-i ekmel: en mükemmel rehber
rehber-i mutlak: her bakımdan rehberrıza-yı Hak: Allah’ın rızası
rıza-ı İlâhî: Allah’ın rızasısa’y: çalışma
semere: meyve, verimsemerât: meyveler, neticeler
tebliğ etmek: bildirmektecrübe: deneme
terettüp eden: sonuç olarak ortaya çıkanubudiyet: kulluk
uhreviye: âhirete aitvird: devamlı yapılan zikir
zikir: Allah’ı anmaziyade: çok, fazla
ziyadeleşme: fazlalaşma, artmazât: kişi
üstad-ı mutlak: ilimde üstünlüğü ve öğreticiliği tartışmasız olan kişi, Hz. Muhammed (a.s.m)

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Zühre - Sayfa: 225


faidelerin bazılarını maksud-u bizzat niyet ederek okuyorlar. O faideleri göremiyorlar ve göremeyecekler ve görmeye de hakları yoktur. Çünkü o faideler, o evradların illeti olamaz ve ondan, onlar kasten ve bizzat istenilmeyecek. Çünkü onlar fazlî bir surette, o hâlis virde talepsiz terettüp eder. Onları niyet etse, ihlâsı bir derece bozulur. Belki ubudiyetten çıkar ve kıymetten düşer.

Yalnız bu kadar var ki, böyle hâsiyetli evrâdı okumak için, zayıf insanlar bir müşevvik ve müreccihe muhtaçtırlar. O faideleri düşünüp, şevke gelip, evrâdı sırf rıza-yı İlâhî için, âhiret için okusa zarar vermez. Hem de makbuldür. Bu hikmet anlaşılmadığından, çoklar, aktabdan ve Selef-i Salihînden mervî olan faideleri görmediklerinden şüpheye düşer, hattâ inkâr da eder.


ÜÇÜNCÜ MESELE:
blank.gif
1 طُوبٰى لِمَنْ عَرَفَ حَدَّهُ وَلَمْ يَتَجَاوَزْ طَوْرَهُ Yani, “Ne mutlu o adama ki, kendini bilip haddinden tecavüz etmez.”


Nasıl bir zerre camdan, bir katre sudan, bir havuzdan, denizden, kamerden seyyarelere kadar güneşin cilveleri var. Herbirisi kabiliyetine göre güneşin aksini, misalini tutuyor ve haddini biliyor. Bir katre su, kendi kabiliyetine göre “Güneşin bir aksi bende vardır” der. Fakat “Ben de deniz gibi bir âyineyim” diyemez. Öyle de, esmâ-i İlâhiyenin cilvesinin tenevvüüne göre, makamât-ı evliyada öyle merâtip var. Esmâ-i İlâhiyenin herbirisinin, bir güneş gibi, kalbden Arşa kadar cilveleri var. Kalb de bir arştır. Fakat “Ben de Arş gibiyim” diyemez.

İşte, ubudiyetin esası olan, acz ve fakr ve kusur ve naksını bilmek ve niyaz ile dergâh-ı Ulûhiyete karşı secde etmeye bedel naz ve fahr suretinde gidenler, zerrecik kalbini Arşa müsavi tutar. Katre gibi makamını, deniz gibi evliyanın makamâtıyla iltibas eder. Kendini o büyük makamâta yakıştırmak ve o makamda kendini muhafaza etmek için, tasannuâta, tekellüfâta, mânâsız hodfuruşluğa ve birçok müşkilâta düşer.



[NOT]Dipnot-1 Buhârî, et-Tarihu’l-Kebîr 3:338; Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr 5:71; Beyhâkî, es-Sünenü’l-Kübrâ 4:182.
[/NOT]



Arş: İlâhî kudret ve haşmetin en geniş şekilde tecellî ettiği yerSelef-i Salihîn: ilk devir İslâm büyükleri
acz: güçsüzlükakis: yansıma
aktab: kutuplar, zamanının en büyük mürşidi olan büyük velilerbedel: karşılık
cilve: görünme, yansımadergâh-ı Ulûhiyet: Allah’ın huzuru
esas: temelesmâ-i İlâhiye: Allah’ın isimleri
evliya: Allah dostlarıevrad: okunması adet olan dualar
fahr: övünmefakr: fakirlik
fazlî: karşılıksız verilenhaddinden tecavüz etmemek: haddini bilip sınırı aşmamak
hikmet: sebep, fayda, gayehodfuruşluk: kendini beğendirmeye çalışma
hâlis: içtenhâsiyet: özellik
ihlâs: ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetmeillet: esas sebep, maksat
iltibas etmek: karıştırmakkamer: ay
katre: damlakıymetten düşme: değersiz olma
makamât: dereceler, makamlarmakamât-ı evliya: velilerin manevî makamları
makbul: kabul edilenmaksud-u bizzat: asıl gaye
mervî: nakledilen, rivayet edilenmerâtip: mertebeler
misal: görüntümüreccih: tercih ettiren
müsavi: eşit, denkmüşevvik: teşvik edici
müşkilât: zorluknakıs: eksik, noksan
niyaz etmek: yalvarıp yakarmakrıza-yı İlâhî: Allah’ın rızası
secde etmek: alın üzeri yere kapanmakseyyare: gezegen
suret: biçim, görünüştalep: istek
tasannuât: yapmacık hareketlertecavüz etme: haddi aşma, saldırma
tekellüfât: zorlama tavırlartenevvü: çeşitlilik
terettüp etmek: sonuç olarak ortaya çıkmakubudiyet: kulluk
vird: devamlı yapılan zikirzerre: atom
zerrecik: atomâhiret: öldükten sonra yaşanacak olan sonsuz hayat

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Zühre - Sayfa: 226


Elhasıl, hadiste vardır ki: هَلَكَ النَّاسُ اِلاَّ الْعَالِمُونَ وَهَلَكَ الْعَالِمُونَ اِلاَّ الْعَامِلُونَ وَهَلَكَ الْعَامِلوُنَ اِلاَّ الْمُخْلِصُونَ وَالْمُخْلِصُونَ عَلٰى خَطَرٍ عَظِيمٍ
blank.gif
1



Yani, medar-ı necat ve halâs, yalnız ihlâstır. İhlâsı kazanmak çok mühimdir. Bir zerre ihlâslı amel, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır.
blank.gif
2 İhlâsı kazandıran, harekâtındaki sebebi sırf bir emr-i İlâhî ve neticesi rıza-yı İlâhî olduğunu düşünmeli ve vazife-i İlâhiyeye karışmamalı.


Herşeyde bir ihlâs var. Hattâ muhabbetin de ihlâs ile bir zerresi, batmanlar ile resmî ve ücretli muhabbete tereccuh eder. İşte bir zât bu ihlâslı muhabbeti böyle tabir etmiş: وَمَآ اَنَا بِالْبَاغِى عَلَى الْحُبِّ رُشْوَةً ضَعِيفٌ هَوًى يُبْغىَ عَلَيْهِ ثَوَابُ
blank.gif
3


Yani, “Ben muhabbet üzerine bir rüşvet, bir ücret, bir mukabele, bir mükâfat istemiyorum. Çünkü, mukabilinde bir mükâfat, bir sevap istenilen muhabbet zayıftır, devamsızdır.” Hattâ hâlis muhabbet, fıtrat-ı insaniyede ve umum validelerde derc edilmiştir. İşte bu hâlis muhabbete tam mânâsıyla validelerin şefkatleri mazhardır. Valideler, o sırr-ı şefkatle, evlâtlarına karşı muhabbetlerine bir mükâfat, bir rüşvet istemediklerine ve talep etmediklerine delil; ruhunu, belki saadet-i uhreviyesini de onlar için feda etmeleridir. Tavuğun bütün sermayesi kendi hayatı iken, yavrusunu itin ağzından kurtarmak için—Hüsrev’in müşahedesiyle—kafasını ite kaptırır.


DÖRDÜNCÜ MESELE: Esbab-ı zâhiriye eliyle gelen nimetleri o esbab hesabına almamak gerektir. Eğer o sebep ihtiyar sahibi değilse (meselâ hayvan ve ağaç gibi), doğrudan doğruya o nimeti Cenâb-ı Hak hesabına verir. Madem o lisan-ı





[NOT]Dipnot-1“İnsanlar helâk oldu-âlimler müstesna. Âlimler de helâk oldu-ilmiyle amel edenler müstesna. Amel edenler de helâk oldu-ihlâs sahipleri müstesna. İhlâs sahiplerine gelince, onlar da pek büyük bir tehlike ile karşı karşıyadırlar.” bk. Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ 2:415; Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn 3:414,4:179, 362.
Dipnot-2 el-Hâkim, el-Müstedrek 4:341; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ 1:244.
Dipnot-3 bk. İbni Kays, Kura’d-Dayf 1:95, 207; ez-Zehebî, Târihu’l-İslâm 103.
[/NOT]



Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi AllahHüsrev: (bk. bilgiler – Hüsrev Altınbaşak)
amel: iş, davranışbatman: yaklaşık 8 kg ağırlığında bir ağırlık ölçüsü
derc edilmek: yerleştirilmekelhasıl: kısaca, özetle
emr-i İlâhî: Allah’ın emriesbab: sebepler
esbab-ı zâhiriye: görünürdeki sebeplerfıtrat-ı insaniye: insanın yaratılışı, tabiatı
hadis: Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübarek söz, fiil ve hareketi veya onun onayladığı başkasına ait söz, iş veya davranışhalâs: kurtulma
harekât: hareketlerhâlis: içten
ihlâs: ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetmeihtiyar: dileme, irade
mazhar etme: eriştirmemedar-ı necat: kurtuluş sebebi
muhabbet: sevgimukabele: karşılık verme
mukabil: karşılıkmânâsıyla: anlamıyla
mükâfat: ödülmüreccah: tercih edilen
müşahede: gözlemlemenetice: sonuç, son
rıza-yı İlâhî: Allah’ın rızasısaadet-i uhreviye: âhiret hayatındaki mutluluk
sırr-ı şefkat: şefkatin içinde gizli olan sırtabir etmek: açıklamak, ifade etmek
talep: istektereccuh etmek: üstün gelmek
umum: bütünvalide: anne
vazife-i İlâhiye: İlâhi görevzat: kişi
zerre: atom

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Zühre - Sayfa: 227


hal ile Bismillâh der, sana verir. Sen de Allah hesabına olarak Bismillâh de, al.
Eğer o sebep ihtiyar sahibi ise, o Bismillâh demeli, sonra ondan al. Yoksa alma. Çünkü 1 وَلاَ تَاْكُلُوا مِمَّا لَمْ يُذْكَرِ اسْمُ اللهِ عَلَيْهِ âyetinin mânâ-yı sarihinden başka bir mânâ-yı işarîsi şudur ki: “Mün’im-i Hakikîyi hatıra getirmeyen ve Onun namıyla verilmeyen nimeti yemeyiniz” demektir.

O halde, hem veren Bismillâh demeli, hem alan Bismillâh demeli. Eğer o Bismillâh demiyor, fakat sen de almaya muhtaç isen, sen Bismillâh de, onun başı üstünde rahmet-i İlâhiyenin elini gör, şükür ile öp, ondan al. Yani, nimetten in’âma bak, in’amdan Mün’im-i Hakikîyi düşün. Bu düşünmek bir şükürdür. Sonra o zâhirî vasıtaya istersen dua et; çünkü o nimet onun eliyle size gönderildi.

Esbab-ı zâhiriyeyi perestiş edenleri aldatan, iki şeyin beraber gelmesi veya bulunmasıdır ki, iktiran tabir edilir, birbirine illet zannetmeleridir. Hem birşeyin ademi, bir nimetin mâdum olmasına illet olduğundan, tevehhüm eder ki, o şeyin vücudu dahi o nimetin vücuduna illettir. Şükrünü, minnettarlığını o şeye verir, hataya düşer. Çünkü bir nimetin vücudu, o nimetin umum mukaddemâtına ve şerâitine terettüp eder. Halbuki o nimetin ademi, birtek şartın ademiyle oluyor.


Meselâ, bir bahçeyi sulayan cetvelin deliğini açmayan adam, o bahçenin kurumasına ve o nimetlerin ademine sebep ve illet oluyor. Fakat o bahçenin nimetlerinin vücudu, o adamın hizmetinden başka, yüzer şerâitin vücuduna tevakkuf ile beraber, illet-i hakikî olan kudret ve irade-i Rabbâniye ile vücuda gelir. İşte bu mağlâtanın ne kadar hatası zâhir olduğunu anla ve esbabperestlerin de ne kadar hata ettiklerini bil.

Evet, iktiran ayrıdır, illet ayrıdır. Bir nimet sana geliyor. Fakat bir insanın sana karşı ihsan niyeti o nimete mukarin olmuş. Fakat illet olmamış. İllet rahmet-i İlâhiyedir. Evet, o adam ihsan etmeyi niyet etmeseydi o nimet sana gelmezdi, nimetin ademine illet olurdu. Fakat, mezkûr kaideye binaen, o meyl-i ihsan, o nimete illet olamaz. Ancak yüzer şerâitin bir şartı olabilir.




[NOT]Dipnot-1 “Üzerine Allah’ın adı zikredilmeyen şeylerden yemeyin!” En’âm Sûresi, 6:121.

[/NOT]



Bismillâh: Allah’ın adıylaMün’im-i Hakikî: gerçek nimet verici olan Allah
adem: yokluk, hiçlikbinaen: dayanarak
cetvel: su kanalıesbab-ı zâhiriye: görünürdeki sebepler
esbabperest: Allah’ı unutup sebeplere haddinden fazla değer verenihsan: bağış, iyilik, lütuf
ihtiyar: irade, tercih etmeiktiran: iki şeyin bir arada bulunması
illet: esas sebepillet-i hakikî: gerçek sebep
in’âm: nimetlendirmekaide: kural, prensip
kudret ve irade-i Rabbâniye: bütün varlıkların idaresi ve terbiyesi elinde olan Cenâb-ı Hakk’ın güç, iktidar ve iradesilisan-ı hal: hal ve beden dili
mağlâta: aldatmacameyl-i ihsan: iyilik yapma eğilimi
mezkûr: adı geçen, anılanmukaddemât: başlangıçta olan şartlar
mukarin: beraber, bağlantılımâdum: yok, hiç olmuş
mânâ-yı işarî: işaret edilen anlammânâ-yı sarih: açık anlam
nimet: iyilik, lütuf, ihsanperestiş etmek: bir şeye aşırı düşkün olmak
rahmet-i İlâhiye: Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmetitabir edilmek: ifade edilmek
terettüp etmek: bir şeye bağlı olarak ortaya çıkmak, meydana gelmektevakkuf: durma, bir şeye bağlı olma
tevehhüm: kuruntuumum: bütün
vücud: varlıkzâhir: açık, âşikar
zâhirî: dış görünüşteâyet: Kur’ân’da yer alan her bir cümle
şerâit: şartlar, belirtilerşükür: teşekkür, Allah’a karşı minnet duyma

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Zühre - Sayfa: 228


Meselâ, Risale-i Nur’un şakirtleri içinde Cenâb-ı Hakkın nimetlerine mazhar bazı zâtlar (Hüsrev, Refet gibi), iktirânı illet ile iltibas etmişler, Üstadına fazla minnettarlık gösteriyorlardı. Halbuki, Cenâb-ı Hak onlara ders-i Kur’ânîde verdiği nimet-i istifade ile, Üstadlarına ihsan ettiği nimet-i ifadeyi beraber kılmış, mukarenet vermiş.

Onlar derler ki: “Eğer Üstadımız buraya gelmeseydi biz bu dersi alamazdık. Öyleyse onun ifadesi, istifademize illettir.”

Ben de derim: Ey kardeşlerim! Cenâb-ı Hakkın bana da, sizlere de ettiği nimet beraber gelmiş. İki nimetin illeti de rahmet-i İlâhiyedir. Ben de sizin gibi, iktirânı illet ile iltibas ederek, bir vakit Risale-i Nur’un sizler gibi elmas kalemli yüzer şakirtlerine çok minnettarlık hissediyordum. Ve diyordum ki: “Bunlar olmasaydı, benim gibi yarım ümmî bir biçare nasıl hizmet edecekti?” Sonra anladım ki, sizlere kalem vasıtasıyla olan kudsî nimetten sonra, bana da bu hizmete muvaffakiyet ihsan etmiş. Birbirine iktiran etmiş; birbirinin illeti olamaz. Ben size teşekkür değil, belki sizi tebrik ediyorum. Siz de bana minnettarlığa bedel, dua ve tebrik ediniz.

Bu Dördüncü Meselede gafletin ne kadar dereceleri bulunduğu anlaşılır.


BEŞİNCİ MESELE: Nasıl ki bir cemaatin malı bir adama verilse zulüm olur. Veya cemaate ait vakıfları bir adam zaptetse zulmeder. Öyle de, cemaatin sa’yleriyle hâsıl olan bir neticeyi veya cemaatin haseneleriyle terettüp eden bir şerefi, bir fazileti o cemaatin reisine veya üstadına vermek hem cemaate, hem de o üstad veya reise zulümdür. Çünkü enâniyeti okşar, gurura sevk eder. Kendini kapıcı iken padişah zannettirir. Hem kendi nefsine de zulmeder. Belki bir şirk-i hafîye yol açar.

Evet, bir kaleyi fetheden bir taburun ganimetini ve muzafferiyet ve şerefini, binbaşısı alamaz. Evet, üstad ve mürşid, masdar ve menba telâkki edilmemek



Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi AllahHüsrev: (bk. bilgiler – Hüsrev Altınbaşak)
Refet: (bk. bilgiler – Refet Barutçu)bedel: karşılık
biçare: çaresizcemaat: topluluk
ders-i Kur’ânî: Kur’ân dersienâniyet: benlik, gurur
fazilet: değer, üstünlükfethetmek: ele geçirmek
gaflet: Allah’ın emir ve yasaklarına duyarsız davranma hâliganimet: savaşta düşmandan ele geçirilen değerli şeyler
hasene: iyilikhâsıl olan: meydana gelen
ifade: konuşma, hakikatleri dile getirmeihsan: bağış, iyilik, lütuf
ihsan etmek: bağışlamakiktirân: iki şeyin bir arada bulunması
illet: esas sebepiltibas: karıştırma
kudsî: kutsalmasdar: kaynak, bir şeyin çıkış yeri
mazhar: bir nimete ulaşan, elde edenmenba: kaynak
minnettar olmak: minnet duymak, yapılan bir iyiliğe karşı kendisini borçlu saymakmukarenet: yan yana olma
muvaffakiyet: başarımuzafferiyet: zafer kazanma, galibiyet
mürşid: doğru yolu gösterennefis: bir kimsenin kendisi
netice: son, sonuçnevi: çeşit, tür
nimet: iyilik, lütuf, ihsannimet-i ifade: ifade etme, söyleyebilme nimeti, faydası
nimet-i istifade: bir şeyden yararlanabilme nimetirahmet-i İlâhiye: Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz şefkati
reis: başkansa’y: çalışma
sevk etme: göndermetabur: bölüklerden meydana gelen askerî birlik
telâkki etmek: kabul etmekterettüp etmek: meydana gelmek, ortaya çıkmak
vakıf: halkın faydasına sunulmuş malvasıtasıyla: aracılığıyla
zaptetmek: el koymakzat: kişi
zulüm: haksızlıkümmî: okuma-yazma bilmeyen, tahsil görmemiş
üstad: bir alanda kendini yetiştirmiş olan ve birikimini talebelerine aktaran kişişakirt: öğrenci, talebe
şirk-i hafî: gizli şirk, gizli küfür


 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Zühre - Sayfa: 229


gerektir. Belki mazhar ve mâkes olduklarını bilmek lâzımdır. Meselâ, hararet ve ziya sana bir âyine vasıtasıyla gelir. Sen de, güneşe karşı minnettar olmaya bedel, âyineyi masdar telâkki edip, güneşi unutup, ona minnettar olmak divaneliktir.

Evet, âyine muhafaza edilmeli, çünkü mazhardır. İşte mürşidin ruhu ve kalbi bir âyinedir, Cenâb-ı Haktan gelen feyze mâkes olur, müridine aksedilmesine de vesile olur. Vesilelikten fazla, feyiz noktasında makam verilmemek lâzımdır.


Hattâ bazı olur ki, masdar telâkki edilen bir üstad, ne mazhardır, ne masdardır. Belki müridinin safvet-i ihlâsıyla ve kuvvet-i irtibatıyla ve ona hasr-ı nazar ile, o mürid, başka yolda aldığı füyuzâtı, üstadının mir’ât-ı ruhundan gelmiş görüyor. Nasıl ki bazı adam, manyetizma vasıtasıyla bir cama dikkat ede ede âlem-i misale karşı hayalinde bir pencere açılır, o âyinede çok garaibi müşahede eder. Halbuki âyinede değil, belki âyineye olan dikkat-i nazar vasıtasıyla, âyinenin haricinde hayaline bir pencere açılmış, görüyor. Onun içindir ki, bazan nâkıs bir şeyhin hâlis müridi, şeyhinden daha ziyade kâmil olabilir. Ve döner, şeyhini irşad eder ve şeyhinin şeyhi olur.


ON DÖRDÜNCÜ NOTA

Tevhide dair dört küçük remizdir.


BİRİNCİ REMİZ: Ey esbabperest insan! Acaba, garip cevherlerden yapılmış bir acip kasrı görsen ki yapılıyor. Onun binasında sarf edilen cevherlerin bir kısmı yalnız Çin’de bulunuyor. Diğer kısmı Endülüs’te, bir kısmı Yemen’de, bir kısmı Sibirya’dan başka yerde bulunmuyor. Binanın yapılması zamanında, aynı günde şark, şimal, garp, cenuptan o cevherli taşlar kolaylıkla celb olup yapıldığını görsen, hiç şüphen kalır mı ki, o kasrı yapan usta, bütün küre-i arza hükmeden bir hâkim-i mu’cizekârdır?




Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi AllahEndülüs: (bk. bilgiler)
Sibirya: (bk. bilgiler)Yemen: (bk. bilgiler)
acip: hayret vericiaksedilme: yansıtılma
celb olmak: bir yerden getirilmekcenup: güney
cevher: değerli taşdikkat-i nazar: dikkatle bakmak
divanelik: akılsızlıkesbabperest: Allah’ı unutup sebeplere haddinden fazla değer veren
feyiz: mânevî gıda, bereketfüyuzât: feyizler, mânevî bolluk ve bereketler
garaib: tuhaf, şaşılacak şeylergarip: hayret verici, şaşırtıcı
garp: batıhararet: ısı
harici: dışhasr-ı nazar etmek: bakışı ve dikkati tek bir yere yoğunlaştırmak
hâkim-i mu’cizekâr: her şeyi mu’cize olan ve her şeyi emri altında bulunduranhâlis: içten, samimi, saf, temiz
irşad etme: doğru yolu göstermekasır: saray
kuvvet-i irtibat: güçlü bağlantıkâmil: manevî mertebelerde yükselip olgunlaşan
küre-i arz: yerküre, dünyamakam: derece
manyetizma: telkin ve hipnoz yolu ile birini tesir altına almamasdar: kaynak
mazhar: bir özelliği üzerinde taşıyan ve yansıtanminnettar olmak: minnet duymak, yapılan bir iyiliğe karşı kendini borçlu hissetmek
mir’ât-ı ruh: ruh aynasımuhafaza etmek: korumak, saklamak
mâkes: yansıma yerimürid: bir mürşide talebe olan
mürşid: doğru yolu gösterenmüşahede etme: gözlemleme
nota: bildirinâkıs: eksik, noksan
remiz: işaretsafvet-i ihlâs: ihlâsı zedeleyecek hiçbir yönün olmayışı
sarf edilen: kullanılantelâkki edilen: kabul edilen
tevhid: birleme; Allah’ı bir olarak bilme ve ilân etmevesilelik: aracılık
ziya: ışıkziyade: çok, fazla
Çin: (bk. bilgiler)âlem-i misal: bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem
üstad: bir alanda kendini yetiştirmiş olan ve birikimini talebelerine aktaran kişişark: doğu
şimal: kuzey

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Zühre - Sayfa: 230


İşte, herbir hayvan, öyle bir kasr-ı İlâhîdir. Hususan insan, o kasırların en güzeli ve o sarayların en acibidir. Ve bu insan denilen sarayın cevherleri, bir kısmı âlem-i ervahtan, bir kısmı âlem-i misalden ve Levh-i Mahfuzdan ve diğer bir kısmı da hava âleminden, nur âleminden, anâsır âleminden geldiği gibi; hâcâtı ebede uzanmış, emelleri semâvat ve arzın aktârında intişar etmiş, rabıtaları, alâkaları dünya ve âhiret edvârında dağılmış bir saray-ı acip ve bir kasr-ı gariptir.

İşte, ey kendini insan zanneden insan! Madem mahiyetin böyledir; seni yapan ancak o Zât olabilir ki, dünya ve âhiret birer menzil, arz ve semâ birer sahife, ezel ve ebed, dün ve yarın hükmünde olarak tasarruf eden bir Zât olabilir. Öyle ise, insanın mâbûdu ve melcei ve halâskârı O olabilir ki, arz ve semâya hükmeder, dünya ve ukbâ dizginlerine mâliktir.

İKİNCİ REMİZ: Bazı eblehler var ki, güneşi tanımadıkları için, bir âyinede güneşi görse, âyineyi sevmeye başlar. Şedit bir his ile onun muhafazasına çalışır—tâ ki içindeki güneşi kaybolmasın. Ne vakit o ebleh, güneş, âyinenin ölmesiyle ölmediğini ve kırılmasıyla fenâ bulmadığını derk etse, bütün muhabbetini gökteki güneşe çevirir. O vakit anlar ki, âyinede görünen güneş, âyineye tâbi değil, bekàsı ona mütevakkıf değil. Belki güneştir ki, o âyineyi o tarzda tutuyor ve onun parlamasına ve nuruna medet veriyor. Güneşin bekàsı onunla değil; belki âyinenin hayattar parlamasının bekàsı, güneşin cilvesine tâbidir.

Ey insan! Senin kalbin ve hüviyet ve mahiyetin bir âyinedir. Senin fıtratında ve kalbinde bulunan şedit bir muhabbet-i bekà, o âyine için değil ve o kalbin ve mahiyetin için değil. Belki o âyinede istidada göre cilvesi bulunan Bâkî-i Zülcelâlin cilvesine karşı muhabbetindir ki, belâhet yüzünden, o muhabbetin yüzü başka yere dönmüş. Madem öyledir; يَابَاقِى أَنْتَ الْبَاقِى
blank.gif
1 de. Yani, madem Sen varsın ve bâkisin. Fenâ ve adem ne isterse bize yapsın, ehemmiyeti yok!





[NOT]Dipnot-1 Ey Bâkî! Sadece Sen bâkisin, ebedîsin.
[/NOT]



Bâkî-i Zülcelâl: kendi varlığı sonsuz olan, sınırsız heybet ve haşmet sahibi olan AllahLevh-i Mahfuz: her şeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı kader levhası; Allah’ın ilminin bir adı
Zât: Allahacib: hayret verici, şaşırtıcı
adem: yokluk, hiçlikaktâr: bölgeler
alâka: ilişkianâsır: unsurlar, elementler
arz: yeryüzübekà: devamlılık, kalıcılık
belâhet: aptallıkbâki: devamlı olan, sonsuz
cilve: görüntü, yansımaderk etmek: anlamak, algılamak
ebed: sonsuzlukebleh: ahmak
edvâr: devirler, dönemlerehemmiyet: değer, önem
emel: arzu, istekezel ve ebed: başlangıcı ve sonu olmaksızın bütün zamanlar, öncesizlik ve sonsuzluk
fenâ: son bulmafıtrat: yaratılış, mizaç
halâskâr: kurtarıcıhayattar: canlı
hususan: özelliklehâcât: ihtiyaçlar
hükmetmek: emri altında tutmak, hâkim olmakhüviyet: temel, özellik
intişar etmek: yayılmakistidad: kabiliyet
kasr-ı garip: şaşkınlık uyandıran saraykasr-ı İlâhî: İlâhî köşk
kasır: saraymahiyet: nitelik, özellik
medet: yardımmelce: sığınak
menzil: konaklama yerimuhabbet: sevgi
muhabbet-i bekà: sonsuz yaşamayı sevme, arzu etmemâbûd: kendisine ibadet edilen
mâlik: bir şeyin sahibimütevakkıf: bağlı
rabıta: bağlantıremiz: işaret
saray-ı acip: hayranlık uyandıran saraysemâ: gökyüzü
semâvât: göklertabi: bağlı
tasarruf etmek: dilediği gibi kullanmak ve yönetmekukbâ: ahiret, öbür dünya
âhiret: öldükten sonra yaşanacak olan sonsuz hayatâlem: dünya
âlem-i ervah: ruhlar âlemiâlem-i misal: bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem
şedit: şiddetli

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Zühre - Sayfa: 231


ÜÇÜNCÜ REMİZ:
Ey insan! Fâtır-ı Hakîmin senin mahiyetine koyduğu en garip bir hâlet şudur ki:

Bazan dünyaya yerleşemiyorsun, zindanda boğazı sıkılmış adam gibi “of, of” deyip dünyadan daha geniş bir yer istediğin halde; bir zerrecik, bir iş, bir hatıra, bir dakika içine girip yerleşiyorsun. Koca dünyaya yerleşemeyen kalb ve fikrin o zerrecikte yerleşir. En şiddetli hissiyatınla o dakikacık, o hatıracıkta dolaşıyorsun.


Hem senin mahiyetine öyle mânevî cihazat ve lâtifeler vermiş ki, bazıları dünyayı yutsa tok olmaz; bazıları bir zerreyi kendinde yerleştiremiyor. Baş bir batman taşı kaldırdığı halde, göz bir saçı kaldıramadığı gibi; o lâtife, bir saç kadar bir sıkleti, yani, gaflet ve dalâletten gelen küçük bir hâlete dayanamıyor. Hattâ bazan söner ve ölür.

Madem öyledir, hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırma. Çünkü çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar. Nasıl küçük bir cam parçasında gök, yıldızlarıyla beraber içine girip gark oluyor. Hardal gibi küçük kuvve-i hafızanda, senin sahife-i a’mâlin ekseri ve sahaif-i ömrün ağlebi içine girdiği gibi, çok cüz’î küçük şeyler var, öyle büyük eşyayı bir cihette yutar, istiab eder.

DÖRDÜNCÜ REMİZ: Ey dünyaperest insan! Çok geniş tasavvur ettiğin senin dünyan, dar bir kabir hükmündedir. Fakat o dar kabir gibi menzilin duvarları şişeden olduğu için, birbiri içinde in’ikâs edip, göz görünceye kadar genişliyor. Kabir gibi dar iken, bir şehir kadar geniş görünür. Çünkü o dünyanın sağ duvarı olan geçmiş zaman ve sol duvarı olan gelecek zaman, ikisi mâdum ve gayr‑ı mevcut oldukları halde, birbiri içinde in’ikâs edip gayet kısa ve dar olan hazır zamanın kanatlarını açarlar. Hakikat hayale karışır; mâdum bir dünyayı mevcut zannedersin.


Nasıl bir hat, sür’at-i hareketle bir satıh gibi geniş görünürken, hakikat-i vücudu ince bir hat olduğu gibi, senin de dünyan hakikatçe dar, fakat senin gaflet ve vehim ü hayalinle duvarları çok genişlemiş. O dar dünyada, bir musibetin tahrikiyle kımıldansan, başını, çok uzak zannettiğin duvara çarparsın. Başındaki hayali




Fâtır-ı Hakîm: her şeyi hikmetle ve benzersiz olarak yaratan Allahağleb: çoğunluk
batman: yaklaşık 8 kg ağırlığında bir ağırlık ölçüsücihazat: cihazlar, âletler
cihet: taraf, yöncüz’î: küçük, ferdî
dalâlet: hak yoldan ayrılma, sapkınlıkdane: tane, tohum
dünyaperest: dünyaya aşırı derecede düşkünekser: çoğunluk
gaflet: Allah’ın emir ve yasaklarına duyarsız davranma hâligark olmak: boğulmak
gayr-ı mevcut: var olmayanhakikat: asıl, esas, gerçek mahiyet
hakikat-i vücud: gerçek varlıkhardal: çok küçük tohumları olan bir bitki
hat: çizgihazer et: dikkatli ol
hissiyat: hisler, duygularhâlet: durum, hal
in’ikâs etmek: yansımakistiab etme: içine alma, kaplama
kuvve-i hafıza: hafıza duyusu, belleklem’a: parıltı
letâif: ruhtaki ince duygularlâtife: ruhtaki ince duygu
mahiyet: temel yapımenzil: ev, mekan
musibet: belâ, büyük sıkıntımâdum: yok, hiç olmuş
mânevî: mânâya ait, maddî olmayanremiz: işaret
sahaif-i ömür: ömür sayfalarısahife-i a’mâl: amellerin kaydedildiği sayfa
satıh: yüzeysür’at-i hareket: hızlı hareket
sıklet: ağırlıktahrik: harekete geçirme
tasavvur etme: düşünme, hayal etmevehim ü hayal: vehim ve hayal; olmayan bir şeyi varmış gibi gösterme ve hayal etme
zerrecik: atom

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Zühre - Sayfa: 232


uçurur, uykunu kaçırır. O vakit görürsün ki, o geniş dünyan kabirden daha dar, köprüden daha müsaadesiz. Senin zamanın ve ömrün, berkten daha çabuk geçer; hayatın, çaydan daha sür’atli akar.

Madem dünya hayatı ve cismânî yaşayış ve hayvânî hayat böyledir. Hayvâniyetten çık, cismâniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir. Tevehhüm ettiğin geniş dünyadan daha geniş bir daire-i hayat, bir âlem-i nur bulursun. İşte o âlemin anahtarı, marifetullah ve vahdâniyet sırlarını ifade eden لاٰۤ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ 1kelime-i kudsiyesiyle kalbi söylettirmek, ruhu işlettirmektir.



ON BEŞİNCİ NOTA

Üç meseledir.
blank.gif
2

BİRİNCİ MESELE: İsm-i Hafîzin tecellî-i etemmine işaret edenفَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ
blank.gif
3
âyetidir. Kur’ân-ı Hakîmin bu hakikatine delil istersen, Kitab-ı Mübînin mistarı üstünde yazılan şu kâinat kitabının sahifelerine baksan, ism-i Hafîzin cilve-i âzamını ve bu âyet-i kerimenin bir hakikat-i kübrâsının nazîresini çok cihetlerle görebilirsin.

Ezcümle: Ağaç, çiçek ve otların muhtelif tohumlarından bir kabza al. O muhtelif ve birbirine muhalif tohumların cinsleri birbirinden ayrı, nevileri birbirinden başka olan çiçek ve ağaç ve otların sandukçaları hükmünde olan o kabzayı, karanlıkta ve karanlık ve basit ve câmid bir toprak içinde defnet, serp. Sonra, mizansız ve eşyayı fark etmeyen ve nereye yüzünü çevirsen oraya giden basit su ile sula.

Sonra, senevî haşrin meydanı olan bahar mevsiminde gel, bak. İsrâfilvâri melek-i ra’d,




[NOT]Dipnot-1 Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur.
Dipnot-2 On Beşinci Nota’nın İkinci ve Üçüncü Meseleleri, Yirmi Dördüncü Lem’a’dır. Üçüncü Mesele ise Barla Lâhikası’nda yer almaktadır.
Dipnot-3 “Kim zerre kadar bir iyilik yaparsa karşılığını görür. Kim zerre kadar bir kötülük işlerse o da onun karşılığını görür.” Zilzal Sûresi, 99:7-8.[/NOT]




Kitab-ı Mübîn: kâinattaki olayları cereyan ettiren Allah’ın kudretine ait nizam ve intizam kanunlarını içeren manevi kitapKur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân
berk: şimşekcihet: taraf, yön
cilve-i âzam: en büyük yansımacismâniyet: maddî beden, maddî varlık boyutu
cismânî: maddîcâmid: cansız
daire-i hayat: hayat alanıderece-i hayat: hayat derecesi
ezcümle: örneğin, meselahakikat-i kübrâ: en büyük gerçek
hayvâniyet: maddî yönden canlılığı olanhayvânî: canlı
ism-i Hafîz: herşeyi koruyan, bütün özellikleriyle kaydedip muhafaza eden anlamına gelen Allah’ın bir ismikabza: avuç
kelime-i kudsiye: kutsal cümlekâinat: evren
marifetullah: Allah’ı bilme ve tanımamistar: cetvel, şablon
mizansız: ölçüsüzmuhalif: farklı
muhtelif: çeşitli, farklınazîre: benzer
nev/nevi: çeşit, türnota: bildiri
sandukça: küçük sandıksenevî haşir: yıllık haşir; bitkilerin bahar mevsiminde yeniden dirilip toplanmaları
tecellî-i etemm: noksansız tecelli, eksiksiz yansımatevehhüm: kuruntu
vahdâniyet: Allah’ın bir ve benzersiz oluşuâlem: dünya, evren
âlem-i nur: nur âlemiâyet: Kur’ân’ın her bir cümlesi
âyet-i kerime: Kur’ân’ın her bir cümlesiİsrâfilvâri: dört büyük melekten olan Hz. İsrâfil gibi [bk. bilgiler – İsrâfil (a.s.)]

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Zühre - Sayfa: 233


baharda, nefh-i sur nev’inden yağmura bağırması, yeraltında defnedilen çekirdeklere nefh-i ruhla müjdelemesi zamanına dikkat et ki, o nihayet derece karışık ve karışmış ve birbirine benzeyen o tohumcuklar, ism-i Hafîzin tecellîsi altında, kemâl-i imtisal ile, hatasız olarak, Fâtır-ı Hakîmden gelen evâmir-i tekviniyeyi imtisal ediyorlar. Ve öyle tevfik-i hareket ediyorlar ki, onların o hareketlerinde bir şuur, bir basiret, bir kast, bir irade, bir ilim, bir kemâl, bir hikmet parladığı görünüyor. Çünkü, görüyorsun ki, o birbirine benzeyen tohumcuklar, birbirinden temayüz ediyor, ayrılıyor.

Meselâ bu tohumcuk bir incir ağacı oldu, Fâtır-ı Hakîmin nimetlerini başlarımız üstünde neşre başladı. Serpiyor, dallarının elleriyle bizlere uzatıyor. İşte, ona sureten benzeyen bu iki tohumcuk ise, gün âşıkı namındaki çiçek ile, hercai menekşe gibi çiçekleri verdi. Bizler için süslendi. Yüzümüze gülüyorlar, kendilerini bizlere sevdiriyorlar.


Daha buradaki bir kısım tohumcuklar, bu güzel meyveleri verdi. Ve sümbül ve ağaç oldular. Güzel tad ve koku ve şekilleriyle iştahımızı açıp, kendi nefislerine bizim nefislerimizi davet ediyorlar. Ve kendilerini müşterilerine feda ediyorlar. Tâ nebâtî hayat mertebesinden, hayvânî hayat mertebesine terakki etsinler.

Ve hâkezâ, kıyas et. Öyle bir surette o tohumcuklar inkişaf ettiler ki, o tek kabza, muhtelif ağaçlar ve mütenevvi çiçekler ile dolu bir bahçe hükmüne geçti. İçinde hiçbir galat, kusur yok.
blank.gif
1 فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرٰى مِنْ فُطُورٍ sırrını gösterir. Herbir tohum, ism-i Hafîzin cilvesiyle ve ihsanıyla, ona pederinin ve aslının malından verdiği irsiyeti, iltibassız, noksansız muhafaza edip gösteriyor.


İşte bu hadsiz harika muhafazayı yapan Zât-ı Hafîz, kıyamet ve haşirde, hafîziyetin tecellî-i ekberini göstereceğine kat’î bir işarettir.



[NOT]Dipnot-1 “Haydi, çevir gözünü: En küçük bir kusur görüyor musun?” Mülk Sûresi, 67:3.
[/NOT]



Fâtır-ı Hakîm: her şeyi benzersiz bir şekilde ve yerli yerinde yaratan AllahZât-ı Hafîz: her şeyi koruyan ve saklayan Zât, Allah
basiret: görmecilve: görünme, yansıma
defnedilen: gömülenevâmir-i tekviniye: kainatta geçerli olan kanunlar
galat: hatahadsiz: sınırsız
hafîziyet: Allah’ın her şeyi koruyup saklamasıhayvânî: hayvansal, canlı
haşir: âhirette diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanmahikmet: bir gayeye yönelik olma
hâkezâ: bunun gibiihsan: bağış
iltibassız: karıştırmadanimtisal etmek: emre uymak, boyun eğmek
inkişaf etme: ortaya çıkma, gelişmeirade: dileme, tercih, seçme gücü
irsiyet: soydan gelen, miras olarak kalanism-i Hafîz: Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı her şeyi muhafaza eden, koruyan anlamına gelen ismi
kabza: avuçkast: amaç, hedef
kat’î: kesinkemâl: olgunluk, mükemmellik
kemâl-i imtisal: tam ve mükemmel bir şekilde emre uymakıyamet: dünyanın yıkılıp, âhiret hayatının başlaması
melek-i ra’d: gök gürültüsüyle görevli melekmertebe: derece
muhafaza: korumak, saklamakmuhtelif: çeşitli
mütenevvi: çeşitlinebâtî: bitkisel, bitki ile ilgili
nefh-i ruh: ruhun üflenmesinefh-i sur: kıyamet koptuktan sonra Hz. İsrafil’in Sur’a üflemesi ve haşir meydanında insanların ve diğer canlıların diriltilmesi
nefis: bir kimsenin veya varlığın kendisinev’: çeşit, tür
neşir: yayılmanimet: iyilik, lütuf
sureten: görünüştesurette: şekilde
tecellî: görünüm, yansımatecellî-i ekber: en büyük tecelli, yansıma
temayüz etmek: ayrıcalıklı olmak, ayrılmakterakki etmek: ilerlemek, yükselmek
tevfik-i hareket: hareketini bir şeye uydurmaşuur: bilinç, anlayış

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Zühre - Sayfa: 234


Evet, bu ehemmiyetsiz, zâil, fâni tavırlarda bu derece kusursuz, galatsız hafîziyet cilvesi bir hüccet-i katıadır ki, ebedî tesiri ve azîm ehemmiyeti bulunan, emanet-i kübrâ hamelesi ve arzın halifesi olan insanların ef’âl ve âsâr ve akvâlleri ve hasenat ve seyyiatları, kemâl-i dikkatle muhafaza edilir ve muhasebesi görülecek.

Âyâ, bu insan zanneder mi ki başıboş kalacak? Hâşâ! Belki insan ebede meb’ustur ve saadet-i ebediyeye ve şekavet-i daimeye namzettir. Küçük büyük, az çok, her amelinden muhasebe görecek. Ya taltif veya tokat yiyecek.


İşte, hafîziyetin cilve-i kübrâsına ve mezkûr âyetin hakikatine şahitler had ve hesaba gelmez. Bu meseledeki gösterdiğimiz şahit, denizden bir katre, dağdan bir zerredir.

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَاۤ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ 1

endOfSection.gif
endOfSection.gif



[NOT]
Dipnot-1 “Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Alîm-i Hakîmsin.” Bakara Sûresi, 2:32.
[/NOT]



akvâl: sözler, laflaramel: iş, davranış
arz: yeryüzüazîm: büyük, yüce
cilve: görünme, yansımacilve-i kübrâ: en büyük cilve, yansıma
ebed: sonsuzlukebedî: sonsuz
ef’âl: fiiler, davranışlarehemmiyet: önem, değer
emanet-i kübrâ: büyük emanet; başka varlıkların yüklenmekten çekindiği ve insanın yüklendiği İlâhî görevler, yükümlülüklerfâni: geçici olan, ölümlü
galat: hata
had ve hesaba gelmemek: sınırsız ve sayısız olmak
hafîziyet: Allah’ın her şeyi koruyup saklamasıhakikat: gerçek mahiyet, içinde gizli gerçek
halife: temsilci, bir kişi ve mekân adına hareket edenhamele: taşıyan
hasenat: iyi ameller, hayırlarhâşâ: asla
hüccet-i katıa: kesin delilkatre: damla
kemâl-i dikkat: tam ve eksiksiz dikkatlem’a: parıltı
meb’us: gönderilmiş, görevlimezkûr: adı geçen, zikredilen
muhafaza etmek: korumak, saklamakmuhasebe: hesaba çekilme
namzet: adayneşretmek: yayımlamak, basmak
saadet-i ebediye: sonsuz mutlulukseyyiat: günahlar, kötülükler
taltif: iyilik ve güzellikle muamele etme, ödüllendirmeteksir: çoğaltma
tesir: etkizerre: atom
zâil: geçip gidici, yok olucuâsâr: eserler
âyet: Kur’ân’ın her bir cümlesiâyâ: “acaba mümkün mü?” anlamında şüphe bildiren ünlem edatı
şekavet-i daime: sürekli bedbahtlık, hiç bitmeyen sıkıntı

 
Üst