Zübeyir Gündüzalp

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Üstadı ilk ziyareti


Gündüzalp, Üstadını ilk defa 1946'da Emirdağ'da ziyaret etmiş. İlk ziyaretinde heyecandan tir tir titriyor ve mütemadiyen gözyaşlarını tutamayarak ağlıyormuş. Üstad, "Keçeli, neden ağlıyorsun?" diye onu bağrına basıp dua etmiş. Üstadının ikazı üzerine dışarı çıkıp yüzünü gözünü yıkamış tekrar Üstadın huzuruna kabul edilmiş. Ayrılık zamanı gelince Zübeyir Gündüzalp, Üstadına, "Memuriyetten ayrılıp, yanınızda hizmet etmek istiyorum" demiş, Bediüzzaman, bu fedakârlığa çok memnun olmuş; cevaben, "Vazifene devam et, Konya'da daha çok hizmet edersin. İnşaallah, ileride alırım seni yanıma" demiş. Zübeyir Gündüzalp, Konya'da dört sene kalmış. Bu esnada Babalık gazetesinde çalışmış ve orada çocuk terbiyesine ait bazı makaleler yazmış. Nihayet 1948 senesinde Afyon'a tevkif edilmiş, burada Üstadıyla birlikte altı ay mevkuf kalmış. Yanlışlıkla tahliye edildiği zaman, sırf Üstadından ayrılmamak için, tahliyesinin yanlış olduğunu bildirerek, tekrar tevkif edilmesini sağlamış. Yine İslâmın bu kahraman fedaisi, Üstadıyla beraber olmak arzusuyla, Nur Risalelerini okuyup yazdığını bildirerek, kendi kendini ihbar etmiş. Bundan sonraki hayatı, beş-altı ay Eskişehir'de ve nihayet büyük kısmı İstanbul'da dinî hizmetlerle haşir-neşir olarak geçmiştir


"Üstad seher namazını eda ettikten sonra, bir bardak limonlu çay içerdi. Hz. Üstadımız her ne zaman olursa olsun, çaya ve limon konulacak yemeklere limon damlatırdı. Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri asıl yemeği kuşluk zamanında yerdi. Öğle vakti pek az, birkaç lokma bir taam alırdı. İkindi namazından evvel asıl yemeği yerdi. Ancak akşam namazından sonra okuyacağı esnada limonlu bir bardak çay içerdi. Yatsı namazından sonra Resul-i Ekreme (a.s.m.) imtisalen hemen yatardı. Yatmadan evvel küçük bir lokmacık taam yerdi. Sonra 'Âyete'l-Kürsî' yi okur, yatardı. Seher vaktinden çok evvel kalkar, evradını okurdu, sabah namazından evvel veya sonraya kadar. Sabah namazını erken edâ ederek yanında bulunan hizmetkârlarına, basılan kitaplardan ders yaptırır, kendisi de eski hurufla yazılı aslından takip ederdi. Üstad Hazretleri çorba olarak pirinç ve şehriye yerdi. İçine yumurta kırdırırdı. (Bunu 75 yaşından sonra yerdi. Yemeğin üzerine 4-5 habbe üzüm yerdi. Her habbeyi yiyişinde Besmele okurdu. 75-80 yaşlarında ömrünün sonuna kadar gördüğüme göre, kabuklarını soyar, çekirdeklerini çıkarır, yanındaki hizmetkârlarına lutuf ederdi.

SEN NUR’LARI OKU...


“Malumatı çok, fakat fikri ve zihni dağınık bir mühendis bir gün üstad Bediüzzaman’ı ziyarete gelmişti. Sohbet sırasında Üstad’a:


-Masonlar şöyle, Koministler böyle, Müslümanlar ise maalesef zayıf, gibi menfi konuşmalar yapıyordu. Üstad ona devamla:


-Risale-i Nur’u oku kardeşim, diyor. O ise menfiliklerden bahse devam ediyordu.

Bu hal üç kere tekrarlanınca. Üstad o zat’a karşı, en sonunda şu ikazı yapmak zorunda kalmıştı.


-Kardaşım. Ömür azdır, vazife çoktur. Pislik karıştırmağa vaktimiz yoktur. Sen Nur’ları oku...

HİÇBİR ŞEY BAŞIBOŞ DEĞİL


Üstad, yirmibeş yıl sonra, tekrar Barla’ya vardığında dut ağacını ziyarete gider. Yanında bulunan Zübeyir Gündüzalp’e:


-Sen geri dur, der.


Dut ağacının müvekkil melaikesine selam verip ağacı kucaklar ve buyurur ki:

SEHER VAKTİNDE


Üstad seher namazını eda ettikten sonra, bir bardak limonlu çay içerdi. Çaya ve yemeklere limon damlatırdı. Asıl yemeği kuşluk zamanında yerdi. Öyle vakti az, ikindi namazından evvel asıl yemeği yerdi. Akşam namazından evvel limonlu çay içerdi. Yatsı namazından sonra yatardı. Yatmadan evvel küçük bir lokma taam yerdi. Sonra Ayet-el Kürsiyi okur yatardı. Seher vaktinden çok evvel kalkar evradını okurdu. Sabah namazından sonra ders yapardı.

“NEDEN ŞAPKA GİYMEDİN?”


Bir gün Emirdağ’da Üstad, Zübeyir Ağabeyle kıra çıkar. Zübeyir Ağabey, güneşten korunmak için başına beyaz bir takke giyer. Arkadan Üstadı takip eder. Dere üzerinden geçen bir köprünün üzerine geldiklerinde, kaymakamın jipi ar­kadan yaklaşır. Kaymakam, Üstadın köprüyü geçmesini bek­ler, sonra geçer.


Kaymakam, bir gün sonra iki jandarmayla Zübeyir Ağabeyi makamına çağırtır. Zübeyir Ağabey, Üstaddan izin alıp gi­der. Kaymakam:


“Neden şapka değil de başına takke giydin?” der.


“Kaymakam bey, bir şapka 40-50, bir takke birkaç liraya çıkıyor. Başıma güneş geçmesin diye yanımdaki takkeyi giydim.” der.


Kaymakam beklediği cevabı alamayınca:


“Sizinle zaten konuşulmaz!” deyip mahkemeye sevk eder.

VÜCUDUNA İĞNE BATIRIRDI


Sabah namazından sonra başlayan ders, beş altı saat devam ederdi. Tam öğlen namazına kadar devam eden dersi Ceylan Çalışkan’ın çok güzel anladığını, yorgunluktan uykuları geldiğini Zübeyir Gündüzalp’ın vücuduna iğne batırarak derse devam ettiğini hatta saate bakmasınlar diye saati ters çevirdiğini ve Üstad’ın derse dikkatleri bütünüyle verilmesini temin ettiğini ifade ediyor

KUMANDANLAR AZ YER, ERLER ÇOK


Merhum Zübeyir Gündüzalp, üstad Bediüzzaman’a olan bağlılık ve sadakat sebebiyle, onun yaşadığı gibi yaşamaya çalışırdı. Bu sebeple riyazet yapar, Hazret-i Üstad gibi az yemeğe gayret ederdi. Ancak bir defasında, bir çuvalı taşırken, yaptığı riyazet tesiriyle halsiz kalıp merdivenlerden düşer. Üstad onun bu bitap halini müşahede edince, kendisini çağırıp şöyle der:


“Zübeyir Kumandanlar az yer, ama erler çok yerler ve çok çalışırlar.

ÜSTAD ZÜBEYİR’E GAZETE OKUTTURUYOR


“Üstad Zübeyir Abiye gazete okutturuyor. Diğerleri de ‘Üstad bize de okuttursa’ diye geçiriyorlar. Üstad:


“Ben size şahsımı siyasete alet edersiniz diye okutmuyorum. Fakat bu camid kafalı Zübeyir bir şeyden anlamaz” diyor.

ACAİB BURADA ADAM MI VAR?


Üstad bir gün Zübeyir Abinin üstüne oturuyor.


“Acaib burada adam mı var?” Zübeyir kımıldayınca, şaka yapıyor. Üstad Zübeyir Abiyle şakalaşıyor. Zübeyir Abi şımarmıyor.67

Kur’ân ve Nur’ların Müdafaası


Bir gün Zübeyir ağabeyimizi alışkın olmadığımız bir tarzda lacivert elbise, kolalı ve manşetli gömlek, kravatlı ve kaliteli bir gözlükle Beyazıd meydanından o şartlarda grand tuvalet görünce hayret etmiştik. O hayretimi anlamış olacak ki, “Kardeşim, bir beyefendiyle randevum vardı. Ona Kur’anın ve Nur’ların müdafaasını yapmaya gidiyordum. Nazarlarını kılık kıyafetimle meşgul etmemek için onun alışkın olduğu kıyafetle gitmeyi daha uygun gördüm” dedi. Her halinde, her hareketinde hizmeti düşünür, his ve arzularına göre değil, her hali hizmetin fayda ve zararlarına tanzim ederdi.

VALLAHİ BİLLAHİ EMRET ÜSTADIM


Üstadımıza emniyetten geliyorlar. Onlara:


“Siz maddî asayiş, biz mânevî asayiş için çalışıyoruz.” Şeklinde gereken dersi verdikten sonra, Zübeyir Ağabey’e emrediyor:


“Git Stalini gebert.” Zübeyir Abi, ayağa fırlıyor.


“Vallahi billahi emret Üstadım.” Üstad:


“Bunları ben muhafaza ediyorum. Böyle yüzbin var.”
 

Nevzatt

Well-known member
Zübeyir Gündüzalp'in notlarından seçmeler

Kur'ân nurlarından sadık talebesi, İslâmiyetin fedakâr hizmetkârı, rahmetli Zübeyir Gündüzalp Ağabeyin dersinden, sohbet ve nasihatlarından zaman zaman istifade edip feyiz alırdık. Yazılacak bir makalede kâğıt kullanma şeklinden, Üstada ait herhangi bir hatıraya kadar birçok mevzuların üzerinde ciddiyetle durur; gayet net ve keskin ifadelerle, yaptığı izahlarla muhatabını aydınlatırdı. İlk günkü görüşmemizden en son görüştüğümüz günlere kadar daima yazmanın ehemmiyet ve faydalarını anlatırdı. Zaman zaman da "müellif efendi" diye takılarak, lâtife yapardı. Küçük çocuklara öğretmek için hazırladığı kelimeler defteri, hadis mealleri ve İslâmî sözlerden derlediği birçok defterleri bulunmaktadır.

Bu notlardan bazıların takdim ediyoruz:


Bilgili insan
"Bilgili insan güneşe benzer, girdiği yeri aydınlatır.

Bir saat ilme çalışmak

"Bir kimse bir saat ilim tahsil ederse, bir geceyi ihya etmekten daha hayırlıdır. Eğer bir gün ilim tahsil ederse, üç ay oruç tutmaktan hayırlıdır.

"Kim ilim meselelerinden bir mesele öğrenirse, öğrendiği ilmi başkalarına öğretirse, o kimseye yetmiş sıddık sevabı verilir.


İlim öğretmek
"İlim tâlimine, öğretimine memur olan insanların öğrettiği ilim ile ister amel edilsin, ister edilmesin; ücreti, ancak kabul olmuş bin rekât nafile namaz kılmaktan efdaldir. Eğer o kimsenin öğretmiş olduğu ilim ile amel edilirse, kıyamete kadar amellerin sevabı o kimsenin defterine yazılır.


Enbiya hakkında sohbet ayn-ı ibadettir
"Enbiyâ-yı izamdan (büyük peygamberlerden) her birinin gerek isimleri ve gerek ibadet ve ahlâklarından bahisler etmek, ayn-ı ibadettir. Kezâlik, salih, yani ehl-i takva denilen ve Sünnet-i Seniyyeden ayrılmayan ve bid'a ile amel etmeyen kimseleri sevmek, hallerinden bahsetmek keffâretü'z-zünûbtur (günahlara keffarettir).


Ey nefsim!
"Tahkikî iman ilmini oku. Hakkı ve hakikatı öğren. Cahil kalma. Münevver ol. Aydın ol. Cahil insan, cahil bir genç, cahil bir kadın, ne kadar varlıklı da olsa yine fakirdir, geridedir, aşağıdadır. Okuyan erkek ve kadın, genç ve ihtiyar daima ileride, daima yükseklerdedir. Bütün fenalıkların, hayattaki bütün bedbahtlıkların vasıtası cehalettir. Bütün iyilik ve güzelliklerin, bütün saadet ve huzurun tek çaresi ilm-i iman bilgisiyle aydınlanmak ve nurlanmaktır.

"Hem, erkek ve kadın için ilme çalışmak, cahillik bataklıklarında batmamak farzdır. Cenab-ı Hakkın ve Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizin emridir.

"Her türlü belâlar, şer ve azaplar, dinimizi iyi bilmemezlikten, tahkikî iman ilminin nurundan ve feyzinden mahrum kalmaklıktan, cehalet karanlıklarından ileri gelir. Her nevi saadetler, her çeşit selâmetler, ferah ve neşeler, umum huzur ve sükûnlar, her sınıf güzellikler, tahkikî iman ilmi ile tenevvür etmekten, aydınlanmaktan ileri gelir.

İslâm büyüklerinin hayatı ve hatıraları genç nesiller için en güzel rehberdir. Hayatın fırtınalı ve dağdağalı hadiseleri içinde bu rehberler ışıklı deniz fenerleri gibi aydınlık verirler. Hayatını vatan, millet ve din yolunda feda eden maneviyat önderleri ise, dünyada birer kutup yıldızı oldukları gibi, ukbâda da günahkârların şefaatçisi olurlar.


İman ilmi
"Ey genç kardeşim ve zamanlarını hayhuylu, başıboş yaratıklar gibi boşluklar içerisinde geçiren sersem nefsim! Bu yaşa geldin, çocukluktan çıktın. Çocuklar var ki, sen onlardan geçersin. Sakallı çocuk olmak, bir insan için maskaralık, çirkinlik ve kötülük alâmetidir.

"Halbuki sana yakışan, senin taze ve şirin gençliğine yaraşan, hoplayıp zıplamayı bırakıp, olgun ve yüksek bir Müslüman namzedi olarak ilm-i imana çalışmak, İslâmiyetin yüce bilgisiyle bilgin olmaya gayret etmektir. Allah'a ibadet ve itaat edip, namaz ve ibadete sarılıp, güzel gençliğini çirkinleşmekten, gençlik günlerini boşu boşuna öldürmekten kurtarmaktır.

"Kendini bir yokla. Ben seni görüyorum ki, sende parlak ve ebedî bir istikbali kazanmak kabiliyeti var. Bu istidat senin gençlik ruhunun nurundan fışkırarak, senin manevî ve maddî simanda ışıldamakta, gözlerinden okumaya ve Allah'a ibadete olan sevgi kıvılcımları pırıl pırıl pırıldamaktadır. Bu nurları karartmamayı, bu ışıkları söndürmemeyi aklın ve kalbin sana feryad ü figânla ihtar ediyor.

"Ruhun , derinliklerde 'Oku! Allah'ın bahtiyar bir kulu, cemiyetin gülü, İslâmiyetin bülbülü ol!' diye İlâhî bir sada ile sana sesleniyor. Bu sadaya kulak verip nur-u Kur'ân'la ilim ve irfan sahibi olarak iki cihadın saadetiyle mes'ud ol!

"Ah, nur kardeşim! Sözlerin, senin bu sevimli özleyişlerin, senin bu sevgi dolu tavsiyelerin beni iman, İslâm ve Kur'ân yolunu öğretmek yolunda nur-u Kur'ân, nuruna kaptırdı.

* * *

"Ya İlâhî ve Rabbî! Kusurlarımı affeyle! Beni Kendine kul kabul eyle. Beni nur-u imanla münevver eyle. Emanetinin alınma zamanına kadar beni emanette emin kıl.


Merhamet
"Merhametsizliğin bir alâmeti, nisyan-ı nefisle, kendi kusurlarını unutmakla din kardeşlerinin her birinde bir kusur bulmak, onlara karşı sevgisini ve merhametini kaybederek tenkid gözlüğünü takınmaktır. Kendi kusurlarına; yakını uzaklaştırıcı, sisli gösterici âletle bakıp, din kardeşinin kusurlarına ise mikroskopla bakmaktadır. Böyle fertlerden mürekkep yiğitler, kuvvetsiz cılızlardır. Kendi kusurlarını gören, ihvanlarınınkini örten; kendi kabahatini büyük, din ve dâvâ kardeşinin kabahatini küçük gören, hattâ görmeyen Müslümanlar, Allah'ın rahmet ve mağfiretine nail olan, yüksek ahlâklı, yüksek seciyeli Müslümanlardır, ehli iman nişanını taşıyan dindarlardır. Öyle fertlerden müteşekkil azlar, çoktur. Küçükler, büyüktür. Zaifler, kuvvetlidir.

* * *

"Merhametsizlikten, münekkitlikten kurtulma yolunda ilerle, ey kardeş! Aksi halde, ya yakında, ya uzakta, ya dünyada; ya Haktan, ya halktan inmesin sana adem-i merhamet. Zira, "Men dakka dukka" [Eden bulur]. Merhametsizlik etme, sonra merhametli dosttan dahi merhametsizlik görürsün. Eğer görmezsen dünyaya mukabil, ukbada görürsün muzaaf ceza, bunu bil.

* * *

"Merhametsizliği körükleyen, hürmetsizliği alevlendiren öfke zamanındaki hürmet ve muhabbet, cennetmekân kimselerin güzelliklerindendir.

* * *

"Öfke zamanında hürmet ve merhamet en güzel ahlâktır.

* * *

"Merhamet tohumunu eken, muhakkak huzur ve saadet harmanını elde eder.

* * *

"Güya kendisi kusurdan müberrâ olmuş, hata ve yanlışlardan kurtulmuş gibi, çoklarının ve içinde yaşadığı muhitteki ehl-i imanın kusurları ile fiilen, amelen ve hayalen uğraşmak merhametsizliktir. Bu fena huya sahip olanlar, bu tehlikeli merhametsizliği işleyenler, nisyan-ı nefs illetine tutulmuş ve nefsinin şımarmış olması ihtimalinden titresinler. Ef nefsim! Sen titre, kendine bak, kendini gör, kendini bil, kendini anla, kendini tecessüs et; ancak nefsine müfettiş, nefs-i emmârene murakıp olmak yüksekliğine çık.


Sabır ve rıfk
"Cennete giren fazilet sahiplerine melekler sorarlar:

"Faziletiniz nedir?"

"Onlar da,

"Zulme uğradığımız vakit saberderdik; bize kötülük edilince de, rıfk ile davranırdık' diye cevap verirler.

Hadis meâli
* * *

"Allahu Teâlâ sertlik ve kabalığa vermediği ecir, sevap ve mükâfatları, rıfk ve mülâyemete, yumuşaklığa verir. Rıfktan mahrum olan ev halkı, çok şeylerden mahrum olurlar.

Hadis meâli
* * *

"Rıfktan [şefkatten] mahrum olanlar, hayırdan, sevaplı amellerden mahrum kalırlar.

Hadis meâli
* * *

Hilm

"Hiddete getirilince kızmayıp, hilm ve sabır gösteren kimse, Allah sevgisine mazhar olur.

Hadis meâli
* * *

Sabır ve bağışlamak

"Peygamberimiz sorar:

"Allahu Teâlâ'nın,şerefleri ne ile kıymetlendirdiğini ve dereceleri ne ile yükselttiğini size bildireyim mi?'

"Ashab-ı Kiram, Hazret-i Peygamber (a.s.m.) Efendimize, 'Buyur, bildir, yâ Resulallah!' diye cevap verirler.

"Hazreti Fahr-i Kâinat Efendimiz ferman buyururlar ki:

"Sana karşı cahilâne hareket edildiği zaman, halim ve yumuşak olursun, sana zulmedenleri bağışlarsın, sana vermeyenlere sen verirsin ve senden alâkasını kesenlerle sen alâkalanırsın.'


Rıfk

"Resul-i Ekrem Efendimiz buyuruyor ki:

"Allahu Teâlâ rıfk sahibidir. Her hayırlı işte rıfkı sever.'


Hiddet

"Resul-i Ekrem (a.s.m.) kendisinden birşey öğretmesini, lütfetmesini talep eden bir kimseye ferman etti:

"Hiddetlenme.'


Dindar kadınlarımız

"Resul-i Ekrem (a.s.m.) Efendimiz, kadının din, namus, şeref ve hukukuna büyük ehemmiyet verirdi. Onlara rikkat ve şefkatle muamele buyururlardı. Kadınların hislerindeki inceliği, seriütteessür oldukların, kalblerindeki hassasiyet ve merhameti çok iyi bildiğinden gönüllerini incitmemek için dikkat gösterir ve hanımların haksız yere kalblerinin kırılmaması hususlarında tavsiyelerde bulunurlardı.

"Resul-i Ekrem (a.s.m.) Efendimiz buyurdu ki:

"Kadın, Allah'ın, kullarına en büyük hediyesidir. Allah'tan korkun, onlara zulüm ve eziyet etmeyin, onları ihmal eylemeyin.'


Kız evlâdı

"Anne ve baba, kız çocukları hakkında daha ziyade re'fetperver, şefkatli olmalıdır. Zira onların fıtratları, yaratılışları, zaif, nahif ve hassasedir. Kız çocukları daha ziyade merhamete, siyanet ve korunmaya muhtaçtır.


Üç kız evlâdı

"Hazreti Peygamber (a.s.m.) Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde buyurdu ki:

"Üç kız çocuğuna nail olup da onlara, kendisine muhtaç olmayacakları zamana kadar infak ve ihsanda bulunan, nafakaların temin eden kimseye, Cenab-ı Hak cennetini vâcib kılmıştır. Meğerki o kimse affedilmeyecek büyük bir günah işlemiş olsun veya böyle bir amelde bulunsun.'


Kız evlât

"Baba ve annenin kız evlâtları için en büyük iyilik ve en birinci vazifesi, en yüksek lütufları şudur ki, onlara iman ve İslâmiyet ilmini öğretmektir. İslâmiyete lâyık bir edep, terbiye ve ahlâkla büyütmektir. Kız yavruların insan ve cin şeytanların şerlerinden kendilerini koruyacak bir ilimle, bilgiyle yetiştirmektir. Böylece mânevî güzelliklerle ruhu parlayan bir ev kadını, bir hane hanımı olabilecek bir halde dünya ve âhirete hazırlanacaktır.


Ev kadını

"Bir İslâm kadını için yemek pişirmek, elbise dikmek, evinin nezafetine, temizliğine bakmak, çamaşır yıkamak, çocuğuna bakıp beslemek, erkeğinin hizmetini görmek büyük bir şereftir, iffet ve ismettir. Namazını geçirmeyen, farzlarını eda eden. Allah'ın emirlerini yerine getiren hanımların bütün dünyevî işlerini dahi bir nevi ibadet olarak, Allahu Teâlâ Hazretleri kabul buyurur. Bu suretle geçici fâni ömürleri âhiret hesabına, bâki, daimî bir hayata tebdil edebilir, ebedî, sonsuz bir ömre çevirebilir.


Gaflet örneği

"En büyük gaflet örneklerinden:

"Müşterek bir işte çalışan şahıslar, dinî veya dünyevî bir müessese mensupları müdavele-i efkâr yaparlarken, herkes kendi fikrini mutlak bir isabet bilmesi, diğer arkadaşlarının fikirlerini daima isabetsiz görmesi, müessese arkadaşlarının reylerini hakir bulmasıdır, Kendi fikirlğriyle yapılan işlerin zararlı ve iflasa doğru gittiğini hatırlatan en yakın arkadaşlarına yüz çevirmesi, müessesenin maddî imkânlarının elinde bulunması, şubelerdeki işin içyüzünden haberi olmayanların teveccühüne aldanmasıdır. Müesseseye, sekiz-on işlerde şahsî kanaatinden ve başka arkadaşların fikirlerinden dolayı zararlar gelince de, birtakım teviller yapmak yoluna sapması, telâşsız görünerek kendi cebindekini değil, umumun hukukunu zâyi etmesidir.

"Müdavele-i efkârda bir işi isabetsiz veya zararlı bulduğunu arkadaşına söylerken edep, terbiye, hürmet gibi yüksek ahlâkı çiğneyerek tehevvürle, şiddetle söylemesi; karşısındakinin izzetini kırması; İslamî terbiye ve ahlâka sırt çevirmeye sebep olduğu halde, bunu hiç nazara almayarak, 'Bana böyle dedi, şöyle dedi' gibi hiddetli mukabele etmesidir. Dehşetli zararlarda kendisinin dahli olmadığına, ya cehl-i mürekkeple veya gururla iddiada bulunmasıdır. Halbuki mesai arkadaşlarına hürmetle mukabele edip, kendi fikirlerinin isabetsiz olabileceğine ihtimal vererek, yirmi meselede hiç olmazsa on adedini arkadaşlarının kanaatlerine münasip bulup, iş yapmasıyla fikirlere menfî hislerin karışmadığı da anlaşılmış olur.

"Müteaddit defalar bir iş hususunda meşveret ve müdavele-i efkâr adı ile söze oturulur. Münakaşa ve kavga ile kalkılır. Bu kavgamsı konuşmada, herkes heyecanlanır. Hisler heyecana gelir. Biri diğerine, diğeri ötekine hakaretli sözler sarf eder. İlk defa birisi hakaret eder, diğeri misilleme yapar. Birinci hareket edip kalb kırana sor: "Birinci bana böyle dedi, ben de ona öyle dedim" der. Bu beş-altı defa tekerrür edince, artık en yakın dâvâ arkadaşına ikinci küskün durur. Bu küskünlüğü gören üçüncü, birinciden soğur. İkinci ile üçüncü birleşir. Birincinin gıyabında konuşa konuşa, artık o da hâricîlerin müşfiki, can kardeşine küsücü olmuştur. Artık birincinin hakkında tenkit ve kusurları sayıp dökmeler başlamıştır.

"İslâm: muaşereti, edep ve terbiye riayet etmeyi evvelâ yakınlarımıza karşı tatbik etmeyi gerektirir. Bunu yapmayarak hisse ve nefse uyarak veya tehevvüre kapılarak dahilî müessese mensuplarına, hâriçtekilere dahi yapılmayacak olan bed muameleyi yapmak yanlıştır. Bu kötü hissiyat zararlı netice doğurunca 'Ben sebep oldum, özür dilerim' kâmilliğini yapmayarak zararlı neticeyi acib bir hâlet-i ruhiye ile karşısındaki ticaret arkadaşına yüklememelidir. Taraflardaki şahısların umumunun alâkadar olduğu umumî bir mes'eleye iki taraf da birbirini sabit fikirlilikle ittiham ederek, müessese hizmetine dinamit koyarak umumun zararına sebep olmamalıdırlar."
 

Eyvàh!

Well-known member
Zübeyir Gündüzalp: "Silahımız Nur'dur"

HAMDİ SAĞLAMER ANLATIYOR

1960’ın 23 Mart günü Üstad Bediüzzaman bu fâni âlemden ebediyete intikal etmişti. Elbette beşer olarak biz talebelerinde bir burukluk ve hüzün vardı. Bu yeni durumda cemaatte bir tedirginlik, nasıl ve ne yapacağını bilememe hâli vardı. Bu yeni durumda temsil vazifesini kim görecekti? Zaman şahıs zamanı olmayıp cemaat zamanı olması sebebiyle nasıl bir yol ve tarz takip edilecekti? Bütün bunlar bilinmiyordu. Üstelik bazı zâtların meslek ve meşrebe uymayan çıkışları zihinleri bulandırıyordu.

Öte yandan 27 Mayıs İhtilali, ehl-i imanın, özellikle Nur talebelerinin üzerindeki baskıları artırırken, Üstadın Urfa’*da*ki mezarını da bilinmeyen bir yere kaçırıyorlardı. Gazeteler, “ Nurcular ayin yaparken yakalandı!” şeklindeki yazılarıyla halkı korkutma ve sindirme politikası güdüyorlardı. Cemaatin ekseri bu karışık ortamda nasıl hareket edileceğini bilemiyordu.

İşte bu ahval ve şartlar altında, Üstadın dizi dibinde yetişmiş, onun tarz-ı hareketlerini massetmiş, ihlâs, gayret, şe*caat, sadakat abidesi Zübeyir Ağabey, meydana çıktı ve bu zor görevi üzerine aldı.



Ankara’da karar kıldı

Zübeyir Ağabey, Anadolu’ya yakınlığı sebebiyle ilk olarak Ankara’ya geldi. Herkese kabiliyetine göre görevler vererek, atalete düşmüş Nur fabrikasını yeniden harekete geçirdi.

Risale-i Nur’un lâhikalarından hizmet metotları çıkartıp Nur talebelerine deliller göstererek, hizmeti yeniden şekillendirip istikametlendirdi.

Bu çetin şartlar içinden, bu karanlıklar arasından o, bir kutup yıldızı gibi doğdu. Yolunu şaşırmışlara, hayrete düş*müş*lere doğru yolu gösterdi.

Kendisiyle görüşmem, Ankara’da 1960’ın sonbahar aylarına rastlar. Onu daha önce hiç görmemiştim. Bent*de*re*si’n**den, Mustafa Türkmenoğlu’nun yanına gidiyordum. Kar*şıdan da o geliyormuş... Daha önce birbirimizi hiç görmemiştik. Sokaklardan el ayak çekildiği, bir gece vak*ti idi. Birden bana:

“Neredesin kardeşim, seni arıyorum!” demesi, çok önceden tanışıyormuşuz gibi davranması, beni çok şaşırtmış, bende şok tesiri yapmıştı. Kucaklaştık ve Mustafa Türkmenoğlu’nun kaldığı yere gittik. O gece bazı hizmet konularında izahat verdikten sonra yattık.



Seyahatlerim başlıyor

Sabahleyin kalktığımızda Risalelerle dolu iki tahta valizin hazırlanmış olduğunu gördüm. Bavullar eski olduğun*dan, urganlarla bağlanmıştı. Bana talimat verdi: “Amasya, Tur*hal, Tokat, Sivas, Erzincan, Erzurum üzerinden hareketle Karadeniz’i Hopa’dan Samsun’a kadar dolaşıp kardeşleri ziyaret edecek, birer gece kalacak, dersler yapacak, iste*yen*lere Risaleler verecek, sonra dönüp geleceksin.” Elime ad*resler verdi.

Ben de bu talimata göre tek tek verilen adreslere uğrayıp bir gece kalarak, Samsun’a geldim, oradan da Ankara’ya döndüm.

Yeni bir seyahat plânıyla bu defa beni, Çorum, Osmancık, Kargı, Tosya, Kastamonu, Gerze, Sinop gibi yerlere gön*derdi. Yine hazırladığı Risale bavullarını verip beni uğurladı.

Birinci turu 33 günde, ikinci turu 15 günde tamamlamıştım. Bu şekil Erzurum üzerinden beş-altı kez, Kastamonu üzerinden de dört-beş kez seyahat ettim.

O zaman Risaleleri yeni tanımış biri olarak, gezdiğim merkezlerde öyle coşkun dersler yapıyordum ki, hocalar ve halk beni büyük bir âlim gibi karşılıyorlardı. Kendimde bir şeyler vehmetmeye başlayınca çok şiddetli başım ağrıyor, kimseyle konuşmak istemiyordum. İhtilâl sonrasında herkesin sustuğu o dönemde, hocasından vaizine, halkından memuruna kadar herkes toplanıp benim sohbetimi dinlemeye geliyorlardı. Nefsime bir pay vermeyip çekine çekine derse başladığımda çoğu kez sabahlara kadar devam ediyordum. Bazen bavuldaki kitapların hepsini almak isteyenler oluyordu. Ben de daha gideceğim yerler olduğunu söyleyerek idareli şekilde veriyordum.

Sonradan anladım ki, bu muvaffakiyetler, başta Üstadın ve sonra da Zübeyir Ağabeyin himmetiyle oluyordu. Zira 1958’de Üstadı ilk ziyaret ettiğimde “Karadeniz’i benim bedelime git gez.” demişti. Şimdi anlıyorum ki, Üstad beni tâ o zaman bu görevle tavzif etmişti. Evet, benim büyük bir alâkayla karşılanmam Üstadın bedeline bir karşılanma idi. Zübeyir Ağabeyle sokakta gece vakti ilk karşılaşmam da sanki önceden plânlanmış bir hareketin bir safhasıydı. Beni hiç tanımadığı hâlde, “Nerdesin kardeşim, seni arıyorum!” demesi, Üstadın verdiği vazifeyi âdeta bana tekrar hatırlatmış olması tesadüf değildi. Bu, onların manevî bir tasarrufundan başka bir şey değildi.



Cesaret veriyordu

O gün bana lâzım olacak en önemli şey, cesaretti. Zü*beyir Ağabey, vazifeyi verdikten sonra cesareti de veriyordu. Çünkü o dönemde her gün basında, radyoda, “Nurcular yakalandı!” diye çıkan haberler, herkesi sindirmişti. Nedense bende korkunun zerresi yoktu...

Hatta bir gün Bayburt’a gitmiştim. Allah rahmet etsin, orada Mehmet Kantar isminde berber bir kardeşimiz vardı. Küfre meydan okur bir tavırla iki bavul Risale ile dükkânının önüne gelmiştim. Kitapların uçları da bavulların kenarından sarkıyordu. Yüksek sesle “Esselâmü aleyküm.” dedim. Berber kardeşimiz beni ve bavulları görünce haklı olarak çok tedirgin oldu. “Böyle olur mu yani!” diyerek beni sıkıntılı karşıladı. O zaman bu tavrı Nurculuğa sığdıramadığımdan, kızarak hemen bir otele gittim. Bavulları odaya kilitleyerek küçük bir çantaya bir miktar Risale doldurdum. Bayburt’un çarşısına çıktım. Bir esnafa oranın en büyük ve kalabalık kahvesini sordum. Bana meydanda tıklım tıklım dolu bir kahveyi gösterdi. Gittim, kalabalığın arasından geçerek bir masanın önüne oturdum. Herkes bana bakıyor, fakat benim gözüm hiç kimseyi görmüyor. Çantamdan Hü*cu*mat-ı Sitte isimli eseri çıkardım. İkinci desiseyi okuyup açık*lamaya başladım:

“İnsanda en mühim ve esaslı bir his, hiss-i havftır. Dessas zalimler, bu korku damarından çok istifade etmektedirler. Onunla korkakları gemlendiriyorlar. Ehl-i dünyanın ha*fi*yeleri ve ehl-i dalâletin propagandacıları, avamın ve bil*has*sa ulemanın bu damarından çok istifade ediyorlar. Korku*tuyorlar, evhamlarını tahrik ediyorlar.” Devamında “Tükürün zalimlerin hayâsız yüzlerine!” diye baştan sona heyecanlı bir nutuk gibi okudum. Kahvede herkes etrafıma toplanmış, dışarıdan manzarayı görenler de içeri girmişti. Okuma bittikten sonra sorular soruluyor, ben de öylesine kolay ve akıcı cevaplar veriyordum ki, hayret ediyordum. Kahve, dışarıdan pencerelere sarkanlarla bir miting alanı hâline gelmişti. Bu arada kendi kendime “Nur’un iyi bir reklâmı oldu. Aramızda hocalar da var. Bir falso yapmadan bu işi burada bitireyim.” dedim.

Fakat dışarı çıktığımda koca kahve boşanmış, peşime takıl*mıştı. Aralarında, “Büyük âlim, çok büyük hoca…” dedik*lerini duyuyordum. Ne âlimdim, ne de hoca... Onların bu beklentisine karşılık veremeyeceğimden uzaklaşmak isti*yor*dum. Fakat nereye gidersem, halk peşimi bırakmıyordu. Doğruca berber Mehmet kardeşin dükkânına yöneldim. Kalabalık yine peşimde. O sırada Mehmet kardeşi, bir gazeteci ve avukat sıkıştırıyorlardı. Ben gidince rahatladı, onlara muhatap oldum. Sorularına bir bir cevap verip ikna ettim. Yine halk dağılmıyor, giderek artıyordu. Uzun boylu, çizmeli, temiz giyimli, herkesin hürmet ettiği, tahminen 35 yaşlarında biri, gür bir sesle topluluğa bağırdı:

“Beyler bir dakika. Bu gece hepiniz yatsıdan sonra bana davetlisiniz. Hocam bizde olacak.” dedi. Daha bana bir şey sormadan kolumdan tuttuğu gibi evine götürdü. Kaderin akıntısına kapılmış gidiyordum...



Sabaha kadar sohbet

İki katlı köşk gibi bir ev... Bir kat, bize tahsis edilmişti. Yemeği yedik, yatsı namazını kıldık. Bu sırada ben, bu insanlara nasıl ders yapacağım diye düşünüyordum. Çünkü içlerinde vaaz hocası, müftü bile vardı. Yatsıdan sonra halk geldi, salonu doldurdu. Mecburen derse başladım. Aralarda çay fasılları olmak üzere sabah namazına kadar devam ettik. Zamanın nasıl geçtiğini anlayamadık. Sabah namazını bir hoca kıldırdı ve dağıldık. Yalvarmasam orada bütün kitapları elimden alacaklardı. “Ben size yine gelir, kitap getiririm. Uğrayacağım yerler var, oralara kitap götürmem lâzım.” deyip ayrıldım.

Kabiliyetimin çok üstündeki bu muvaffakiyet, kat’iyen, Üstadın bedeline ve Zübeyir Ağabeyin himmetiyle o vazifede istihdam edilmiş olmamdan ileri geliyordu.



“Sen kullanma!”

O günlerde Nur talebesi olduğundan dolayı çok hapis yatmış Kargılı Rıdvan kardeş, Samsun’a gelmişti. Sabaha kadar ders yaptık. Bana uyumamam için bir hap verdi. Gerçekten sabaha kadar hiç uykum gelmedi. “Sen geceleri dersler yapıyorsun, iyi gelir.” diye bana ısrar etti, o haptan bir kutu aldırttı. Zübeyir Ağabey beni Ankara’ya çağırdı. Gittiğimde beni özel odasına alıp karşısına oturttu ve aynen şunları söyledi:

“Rıdvan kardeş, uyumamak için bir hapa alışmış. Hapishanelerde mahkûmlara ders yapıyorum diye o hapın müptelâsı olmuş. Senin de çok iyi arkadaşındır. Ancak sen onu bu hap alışkanlığından kurtarırsın... Aman, bu hap ha*fızayı bozar, çok zararlıdır!” dedi. Sanki cebimdeki ku*tu*yu görür gibi bahsediyordu. Hemen gidip cebimdeki hapları tuvalete boşaltıverdim. Fakat Rıdvan’ı o alışkanlığından kurtaramadım...

İşte Zübeyir Ağabey, hizmette her hâliyle manevî bir rehberdi. O manen görüyor ve öyle tedvir ediyordu.

Onun metodunda “kusuru doğrudan tenkit” yoktur. O, başkasındaki kusuru anlatır, seni onunla mücadeleye hazırlar, asla isim vermezdi.



İstanbul’da…

Zübeyir Ağabey, Ankara’daki hizmetleri rayına koyduktan sonra, yerine Bayram Ağabeyi bırakarak İstanbul’a gitti. İstanbul’da da dağınık hizmetleri kısa zamanda derleyip toparladı ve oradaki kardeşlere yeni bir aktivite kazandırdı.

İstanbul’da neşir hizmetlerini başlatmak için beni Samsun’dan, Ekrem Köker’i Tosya’dan, İbrahim Canan’ı Ankara’dan, Eyüp Ekmekçi’yi İzmir’den, Abdülvahit Mut*kan’ı Adapazarı’ndan getirtti ve Halil, Kâmil Yürür kardeşlerle Mustafa Ekmekçi’den oluşan bir ekip kurdu. Kendi kontrolünde Risale-i Nurların neşrini başlattı. Sıkı kontrol ve takip altında önce Sözler’i, sonra da Mektubat’ı bir yıl içinde bastık.

Daha sonra Tahiri Ağabeyi de çağırdı. Tahiri Ağabey, o yaşlı hâliyle Zübeyir Ağabeye hürmet eder, yanında diz üstü otururdu. Tabiî Zübeyir Ağabey de ona karşı hürmette geri kalmazdı. Bir gün Tahiri Ağabey, “Üstad vefat etti, şim*di Üstadımız Zübeyir’dir.” demişti.

Baskı işlerini Sinan Omur’un matbaasında yapıyorduk. Matbaada solcu bir usta vardı. Çok tahrik edici konuşuyor*du. Bizi her an şikâyet edebilecek durumdaydı. Ben kavga et*memek için kendimi zor tutuyordum.

Bir gün Zübeyir Ağabey beni odasına aldı:

“Hamdi kardeş, o kişi Risaleleri basıyor ve Risale-i Nur’a hiz**met ediyor. Sen ona hizmet etmekle aslında Risale-i Nur’a hizmet etmiş olursun. Matbaaya gittiğin zaman ona bir paket sigara götür.” dedi ve şöyle devam etti:

“Osmanlı döneminde akıncılar, nöbetçiye kale kapısını açtırmak için içki içirir, böylece Müslümanlara kalenin fethini sağlarlardı…”

Ben bundan sonra o çok kızdığım adama sigara götürmek şöyle dursun, sular kesildiğinde Eminönü’nden su getirip eline döküyor, havlu tutuyordum. Ondan sonra o arkadaş bize öyle bir dost oldu ki, bütün aleyhteki konuşmalarını terk etti.

Zübeyir Ağabey, hizmet sahalarının birbirine karıştırılmasını ve hizmetle görevlendirdiği kişinin işine başkasının karışmasını istemezdi. Böylece doğacak ihtilâfları baştan önlemiş olurdu.

Bir gün Anadolu’dan fedakâr bir kardeşimiz matbaaya gelmişti. Güya Nur’un ilânını yapıyor gibi üst perdeden ko*nuşuyor, bana da “şunu getir, bunu götür” tarzında em*rediyordu. Kendisini bir kenara çekerek:

“Seni buraya kim çağırdı? Haydi git buradan!” diyerek kovdum. Zübeyir Ağabeye giderek:

“Hamdi kardeş, beni matbaadan kovdu.” diye şikâyet etti. Zübeyir Ağabey:

“Kardeşim, Hamdi kardeşten ben de çekiniyorum ve mat*baaya gitmiyorum. En iyisi sen de gitme.” dedi.



Çok şefkatliydi

Zübeyir Ağabey çok şefkatliydi. Bir gün Ankara’da gece vakti Hacı Bayram’a doğru yürürken yanımıza bir sarhoş geldi. Ayakta duramıyordu. Bizden bir sigara istedi. Zü*be*yir Ağabey, “Ah kardeşim, olsa verirdik…” dedi. Bunu öyle bir acıma hissiyle söylemişti ki, tarif edemem... O yıkıla yıkıla giden adam, Zübeyir Ağabeyin önünde ceketini ilikledi, “Senin canın sağ olsun ağabey.” dedi. Sarhoş bile onun iki kelimesi karşısında âdeta erimişti.

O, hizmet için hep Risalelerden delil getirirdi. Yanında birisi hizmet metotlarıyla bağdaşmayan bir şeyler söylese “Kardeşim, sadırdan değil, satırdan…” der ve Risale-i Nurlar*dan yerini göstermesini isterdi.

Üstadın “Âlem-i İslâm’a indirilen darbeleri en evvel kendi ruhumda hissediyorum.” dediği gibi, o da Risale-i Nur’a ve Nur talebelerine gelecek hücumu birkaç gün önceden hisseder, o sıkıntıdan gelen ıstırap onu ölü gibi yatağa düşürürdü. Âdeta hizmetle sevinir, hizmetle gülerdi. Bedenindeki ıstırapları duymaz, hizmetteki rahatsızlıkları hisseder*di. Bazen “Kardeşim, hizmet kendini ucuza satmaz.” der*di. O hizmeti yüklenen ağabeyler, sıkıntı ve ıstırapları bir paratoner gibi üzerlerine çeker, hasta olurlardı.

Risale-i Nur’a yapılan fikrî taarruzlardan bunaldığında ken*dini âdeta Kirazlımescit’ten dışarı atar, Fatih Camii’ne gi*derdi. Orada rastladığı üniversiteli öğrencilere Risale-i Nur’u anlatarak, gençliği dinsizlik fitnelerinden korumaya çalışır, vazifesini yapınca da rahatladığını çok kere anlatırdı.

Dershanede Abdülvahit, Dr. Mehmet Akay ve Dr. Macit Türkmenoğlu kardeşlerle bir araya gelir, çay yapar, Zü*be*yir Ağabeyi de çağırırdık. Zübeyir Ağabeyin midesinde ülser olduğu hâlde bizi kırmaz, bizimle çay içerdi. Fakat o gece midesinin ağrısından sabaha kadar kıvranırdı ve bize hiç hi*ssettirmezdi.

Sabah namazına iner, cemaatle kılardık. Tahiri Ağabey imam olurdu. Zübeyir Ağabey tıpkı bizim gibi sade giyinirdi.



Bizden biri gibi

Bir defasında Kırkıncı Hoca ile başka bir hoca Süleyma*ni*ye’*ye gelmişlerdi. Kendisinden sarık ve cübbe giymesini rica ettiler. Onları kırmadı, gitti, giyip geldi. Çok şaşırdık. Onu hiç böyle görmemiştik. Çok dikkat çekici, şayan-ı hürmet bir hâl almıştı. Hâlbuki bizim gibi giyinerek bizden biri gibi görünürdü. Biz de bir arkadaş gibi onunla hiç çekinmeden konuşurduk.

Bir gün Üstadla beraber Çam Dağında iken beyaz bir takke giydiğini anlatmıştı. Üstad onu görünce kızmış, “Keçeli, sen nazarları kendine çekmek mi istiyorsun?” diye başına vurup gitmiş.

Sonra Barla’ya döndüğünde yastığının üzerinde siyah bir takke görmüş ve ondan sonra hep onu kullanmaya başlamış.

Zübeyir Ağabey, hürmet ve dikkatin hep Risale-i Nur’a çevrilmesini isterdi. “Kardeşlere sevgi gösterilmeli, ama had*di aşmamalı.” derdi. Kardeşler arasında uhuvvet mesleğine zarar verecek üstünlük tavrından da kaçınmak gerektiğini söylerdi. Hiç kimseye el öptürmez, “El öpen, öptürmek ister.” derdi.



Polisler bastı

Bir gün evimi polisler basmıştı. Kitapları didik didik ara*yıp Risaleleri ayırmışlardı. Bana çoluk çocuğumun huzurunda hakaret ettiler. Sonra da “Kitapları kucağına al.” dediler. Böylece beni suçlu hırsızlar gibi mahalleden geçireceklerdi. Ben de hakaretlerine karşı “Kitapları kim aldıysa o taşır!” dedim. Ben önde, onlar arkada söylene söylene karakola gittik. Nezaret, mahkeme derken hapse girdik.

O günlerde Ankara’dan bir kardeş Samsun’a gelmişti. Kar*deşler benim kitapları kucağımda taşımadığımı, “Risale-i Nurlara sahip çıkmadığım” şeklinde anlatmışlar. Bunu duyunca çok ağırıma gitti. O kardeş de gelip benden tahkik etmedi, “Hamdi kardeş hata yaptı.” dedi. Bir-iki hafta sonra İstanbul’a gidenler durumu Zübeyir Ağabeye anlattılar. Be*ni dinlemediği hâlde şu karşılığı vermiş:

“Kardeşim, Hamdi kardeşin muamelesi Risale-i Nur’a de*ğil, polise karşıdır. Hamdi kardeş, ömrünü Nurlara vermiş, ha*pislere girmiş, yılmamış. Nurlara hizmet için dünyayı terk etmiş, hiç Nurlara hürmetsizlik eder mi?”

İşte Zübeyir Ağabeydeki basiret ve feraset farkı... Çünkü hizmette fâni idi. Aklını, fikrini, hayalini, hatta her anını hizmet sarmıştı.

Zübeyir Ağabey, Üstaddan tatbikî olarak aldığı metotları, Risale-i Nur’dan çıkardığı delillerle birleştirerek, meslek ve meşrebi, istikametli yolu ortaya koyuyor ve herkesi bu mes*leğe teşvik ediyordu. Bizler ondan aldığımız işaretle Ana*dolu’ya dağılıyor, meseleri lâhikalardan okuyarak izah etmeye çalışıyorduk. Hakikaten en çok şaşılacak şey, Risale-i Nur’la imanını kurtaran kişilerin, daha sonra o hizmette hak dava ederek kendini ileri sürmesi, bazılarının da onlara uymasıydı. Bu vesileyle şöyle bir şiir yazmıştım:



Davet

Makam-ı âlâda Asrın Vekili

Felâha çağırıyor, duyanlar gelsin.

Koymuş teşhisini mana hekimi

Kalbi İslâm için vuranlar gelsin.



Hillet kulesine çekmiş sancağın,

Benlik dağlarını aşanlar gelsin.

İhtilâf yolundan çekip ayağın,

Bu hizmette vücut bulanlar gelsin.



İslâm’a yapılan sinsi hileyi,

Açılmak istenen menhus yareyi,

Dine indirilen dessas darbeyi,

Şahsında hissedip şahlanan gelsin.



Unutup şahsını “nahnü” isteyen,

Şahs-ı maneviye uyanlar gelsin.

Bu yolda “ene”yi feda eyleyen,

İttihat havzına atanlar gelsin.



Rıza-i Hak için hizmet eyleyen,

Medihten, senadan kaçanlar gelsin.

Hakkı tutup daim hakkı söyleyen,

Mertler boy göstersin, sıddıklar gelsin.



Şarktaki mü’mine batan dikeni,

Garptan hisseyleyip duyanlar gelsin.

Din için boynuna takıp kefeni,

Malından canından geçenler gelsin.



İslâm ruhtur, fertler vücut olmalı.

Bir iğne sokulsa, hepsi duymalı.

İrtibat kesmeyip hayat bulmalı.

Bu birlikte vücut bulanlar gelsin.



Meslek Haliliye, meşrep hillettir.

Nur’un ölçüsü bu, uymak gerektir.

İhlâsla gidene bu bir ahenktir.

Bura merdan yeri, ser veren gelsin.



Kardeş tövbe ile abdest al, pak ol.

Seni selâmete çıkarır bu yol.

Husumeti bırak, muhabbetle dol,

Uhuvvet bahrine dalanlar gelsin.



Bu şiir benim ilk şiirimdir. Bunu bir kardeş gördü ve elimden aldı. Her ne kader “Olmaz, ben hiç şiir yazmadım, şiirin kaidelerini de bilmem, kardeşlere ayıp olur.” dediysem de, o dinlemeyip, yayınlatmak üzere İttihad’a gönderdi. “Haftanın şiiri” olarak basıldı.

O zaman Zübeyir Ağabey, merkezde çalışanlar olarak bi*ze gazete okutmaz, hatta Bekir Ağabeyin bürosuna da uğra*mamıza razı olmazdı. O zaman İslâmî yayınlar, hep tepki üzerine kurulmuş, iknadan uzak, karşı tarafı küfürle suçla*yan bir yaklaşım içindeydiler. Bu durum Risale-i Nur’un hik*met ve kavl-i leyyin mesleğine ters düşüyordu. Diğer taraftan siyasî olduklarından bu gibi yazıları okumak, Nur talebelerine zarar verebiliyordu. Hadiselere Nur’un gözüyle değil de siyaset gözlüğüyle bakmaya sebep oluyordu. Esasta bir olmamıza rağmen, teferruat meselelerinde aramızda par*çalanmaya sebebiyet veriyordu. Bu durumda gücümüzü Risale-i Nur*ları yaymakta kullanacağımıza, bize ait olmayan siyasî me*selelerde harcamış olurduk. İşte Zübeyir Ağabey, böyle vartalara düşmememiz için o günkü gazeteleri oku*mamıza razı olmazdı.

Bu sebeplerle Zübeyir Ağabey hassas davranıyor ve Mus*ta*fa Polat’ı yanına çağırarak, olayların Risale-i Nur açısından nasıl değerlendirileceğini izah ediyordu. Cemaatimizin siyasî cereyanlar tarafından istismar edilmesini önlemek için, haftalık İttihad gazetesinin çıkarılmasına, bunun için karar aldırıyordu. Üstadımızın gerçek hizmet tarzını matbuat yoluyla kamuoyuna duyurmak istiyordu.



“Yaz kardeşim!”

Şiir gazetede yayınlandıktan sonra İstanbul’a gitmiştim. Doğrusu “Zübeyir Ağabey nasıl karşılayacak?” diye endişe ediyordum. Beni görür görmez kucakladı ve “Kardeşim, kalemin çok kuvvetli. Sen bu şekilde ara sıra yaz. Şiirinden çok memnun oldum.” dedi ve bana bir de cübbe hediye etti. Bekir Ağabey de bir dolma kalem hediye etti. İkisi de beni yazmam için teşvik etti.

Büroya uğramamıza karşı çıkmasının da tedbir için olduğunu öğrendim. Çünkü orası hep takip altındaydı. Bizi takip edip matbaa işlerimizi akamete uğratabilirlerdi.

Bazı kardeşlerimizin de matbaaya yanımıza gelmelerine razı olmazdı. O, disiplinli, intizamlı, her şeyin yerli yerinde olduğu bir hizmet tarzını tesis ediyordu.

Bir gece Abdülvahit Mutkan’la matbaadan çıkmış, Beyazıt Meydanından geçiyorduk. Saat gece bir filân. Baktım Zü*beyir Ağabey, Fırıncı Ağabeyle kol kola girmiş, gidiyor. Ertesi gün Zübeyir Ağabeye takıldım:

“Ağabey, bizi onların yanına uğratmıyorsun, ama sen kol kola beraber dolaşıyorsun...”

“Kardeşim,” dedi, “Fırıncı’da müthiş bir kabiliyet var. An*cak biraz dağınık; toparlayabilirsem, hizmete çok büyük faydası olacak.”



On beş kontenjan

Demirel, Bekir Berk Ağabeyi çağırmış ve demişti ki:

“Biz sağ cepheyi Adalet Partisinde toplayacağız. Size de 15 tane milletvekilliği kontenjanı ayırdık. İstediğiniz kişileri listeye koyabilirsiniz.” Bekir Ağabey:

“Biz bir cemaatiz. Ben tek başıma karar verecek değilim. Gidip danışmam ve size ondan sonra bir şey söylemem lâzım.” demiş.

Bekir Ağabey teklifi Zübeyir Ağabeye getirmiş. Zübeyir Ağabey:

“Bizim vazifemiz Risale-i Nurların neşrine çalışarak vatandaşlarımızı küfr-ü mutlaktan kurtarmak ve imanlarını muhafaza etmektir. Siyasî makamları elde etmek, gayemiz değil. Fakat Üstadımızın Menderes Hükûmetinden istediklerini biz de Demirel’den isteriz:

1. Fethin sembolü olan Ayasofya’nın ibadete açılması.

2. Risale-i Nurların serbestçe neşri.

3. Komünizmle taviz vermeden mücadele…”

Gerçekten siyasetçilerin içine girince siyasetçilerin gözünde davanız küçülür. Onların makam ve mevkilerine tenezzül etmeyince, davanız büyür.



Zarar verecek

Erbakan’ın çıkışının şuursuz bir hareket olduğunu, Men*deres ve Demirel’in bize kazandırdıklarını kaybettireceğini, bazı Müslümanların buna destek olması hâlinde askerî ihtilâle zemin hazırlayacağını tâ o zamandan ifade etmişti ki, yıllar sonra onun bu dediklerinin ayniyle gerçekleşmiş olması, ne derece ileri görüşlü ve ferasetli olduğunu gösterir. 12 Mart, 12 Eylül ve nihayet 28 Şubat muhtıra ve darbeleri, onu haklı çıkaran gelişmelerdir.

Bir keresinde Karadeniz’i dolaştıktan sonra Ankara’ya gel*miştim. Zübeyir Ağabey de İstanbul’dan gelmişti. Orada Türkmenoğlu ve Fırıncı Ağabeyin de olduğu bir sırada kendisine bir soru sormuştum:

“Siz ‘Konferans’ta ‘Risale-i Nurların izaha ihtiyacı yok, Risale-i Nurlar kendi kendini izah eder.’ diyorsunuz. Hâlbuki bazı yerlerde dinleyenlerin anlayabilmesi için izaha ihtiyaç hissediyoruz. Hem Üstad, Mektubat’ta ‘Risale-i Nur da*i*resine giren allâme ve müçtehitler de olsa vazifeleri yalnız bu derslerin şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir.’ diyor. Demek şerh ve izaha müsaade var.” dedim. Bunun üzerine bana:

“Kardeşim, sen imanî bahislere ait başka kitap okudun mu?” dedi. Ben de:

“Hayır, ben Risale-i Nur’dan başka bu hususta kitap oku*madım.” dedim.

“O zaman senin yaptığın izah, zaten Risale-i Nur’un ken*di kendini izahıdır. Zira okuduğun bir yeri, yine Nurlardan okuduğun başka bir yerle izah ediyorsun. Bunda bir beis yok.” dedi.



Kabiliyete göre vazife

Zübeyir Ağabey, herkesi kabiliyetine göre ayrı bir vazifede görevlendirirdi. Anadolu’daki bazı kardeşlere görevler verir, her yeri onlarla birbirine irtibatlandırır, atıl vaziyetten çıkarıp bir şahs-ı manevînin azaları gibi cemaati yek*vü*cut hâle getirirdi. Bu konuda Anadolu’yu mahkemeler sebe*biyle devamlı gezme durumunda olan Bekir Ağabeyin bü*yük hizmetleri olmuştur. Bekir Ağabey, Anadolu’ya her gideceği yer için önceden Zübeyir Ağabeyle görüşür, oranın durumu hakkında bilgi alır, onlara hangi mesajları ileteceğini öğrenip giderdi.



Tebliğ için grant tuvalet

Bir gün Zübeyir Ağabeyi Beyazıt Meydanında alışık olma*dığım bir kıyafetle beklerken gördüm. Lâcivert elbise, ko*lalı beyaz gömlek, kravatlı, kollar manşetli, gözlerinde hâ*kim gözlük, saçlar ortadan ayrılmış ve çok düzgün taran*mıştı. Hayret etmiştik. Hayretimizi anlayarak yanımıza geldi:

“Kardeşim, ehl-i dalâletten biriyle bugün randevum var. Kur’an’ın müdafaasını yapmak için yanına gidiyorum. Ken**disini kılık kıyafetimle meşgul etmemek için, onun alışık olduğu kıyafetle gidiyorum.” demişti.

Yine bir gün Bekir Ağabeyin börosunda otururken Zü*be*yir Ağabey içeri girdi. “Temiz ütülü bir ceketi olan var mı?” dedi. Birinci kardeş “Evet, var.” dedi ve içerideki odadan kendi ceketini getirdi. Zübeyir Ağabey, merakımızı gidermek için bize dönerek:

“Tıraş olmak için berbere gidiyorum. Pardösümü çıkarıp asmam lâzım. Ceketim temiz, ama arkası yamalı. Berber beni tanımadığından yamalı ceketi görünce, beni köylü zanne*der. Benim için köylülük iftihardır ama berber ‘köylü tıraşı’ yapar. Üniversiteli kardeşlerin dersine katılıyorum. On*lar tıraşıma bakarak ‘Tıraş olmasını bilmeyen, bize ne verecek!’ der. Hizmete zarar verir…” diye açıklama yapmıştı.



“Silâhımız Nur’dur”

Meslek ve meşrepte çeşitli sapmaların baş gösterdiği bir dönemde “Silâhlanmalıyız.” diyen birine Ankara’da Zübe*yir Ağabeyin verdiği sert cevap şöyleydi:

“Kardeşim, bizim Risale-i Nur’dan başka bir silâhımız yok. Bizim sopamız da, silâhımız da Risale-i Nur’dur. Bize baskın vererek öldürmeye geleceklerse, hiç beklemesinler. Mitralyözleriyle, füzeleriyle gelsinler. Biz hazırız. ‘Sadece ve sadece Risale-i Nur için öldüler.’ derler. Bunu bütün millet öğrenir, davamız da kuvvet kazanır.

“Üstadımız birçok hücuma maruz kalmasına rağmen, menfi yola hiç tenezzül etmedi. Van’da iki jandarma erinin gelip Üstadı belli olmayan bir istikamete götürmek için tevkif ederken, ahaliden iki bin atlı gelerek, ‘Hocam, müsaade et, sizi bu müstebitlere teslim etmeyelim.’ dedikleri zaman Üs*tad, ‘Kur’an’da, ben bir kavim getireceğim, onunla İslâ*mi*yeti ilâ edeceğim, dediği kavim, bu Türk milletidir. Ben milletin sinesine gidiyorum, fakat siz bu itaatsizliğinizle isyan ediyorsunuz.’ diyerek ellerini kelepçelere doğru uzatmıştır.

“1935’te Eskişehir’de idam isteğiyle yargılandığı sırada yüzden fazla talebelerine hapiste verdiği derste ‘Bizim vazifemiz asayişi muhafazadır.’ demiştir. Emirdağ Lâhikası’nın sonunda, ‘Bizim vazifemiz, müsbet hareket etmektir, menfi hareket değildir; rıza-i İlâhiye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır. Bizler asayişi netice veren müsbet iman hizmeti içinde her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.’ diye Üstadımızın vasiyeti varken, başka türlü hareket düşüncesi, Üstada da, Risale-i Nur’a da saygısızlık ve ihanettir.” dedi ve onları susturdu.

Kendisine hürmet edilmesi karşısında çok sıkılır ve şöyle derdi:

“Biz kardeşiz. İkimiz de aynı dersleri okuyor, aynı eserden ders alıyoruz. Biz din kardeşiyiz, birbirimize üstünlüğü*müz yok. Esasen benim size hürmet etmem lâzım. Çünkü ben gerektiği gibi hizmet edemiyorum. Siz hizmet ediyor*sunuz.”



Gece tuvalet temizlerdi

Zübeyir Ağabey, ekseri gece kalkar, mutfağımıza çay ve şe*ker bırakır, mutfağımızı temizler, tuvaletimizi yıkar ve temizlerdi. Odamıza gelip üstü açılanların üstünü örter, bize çok şefkatli davranırdı.

Son derece müdebbir, zeki ve isabetli fikirlerle bizleri yön*len*dirirdi.

Bir gece Abdülvahit Mutkan’la matbaadan çıktık. Gece bir veya iki idi. Sokaklarda in cin top oynuyordu. Tahtaka*le’ye doğru yol alırken bir ses işittik. “Can kurtaran yok mu?” Adam avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Hemen o tarafa doğru koştuk. Adam kör, bastonunu sağa sola sallayıp, “Beni öldürecekler, yok mu kurtaran!” diyordu. Baktık, kıvırcık saçlı bir delikanlı, elinde parlayan bir kama ile duruyor. Biz adamın feryadından dolayı hemen gencin üzerine saldırdık. Kararlılığımızı görünce kaçtı. O âmâ dilenciyi alarak karakolları gezdirdik. Adam hiçbir karakola teslim olmak iste*mi*yordu. Nihayet Şehzadebaşı Karakoluna teslim ettik. Fakat karakoldaki polisler bizi de alıkoydu. Bıçaklı genç bulununcaya kadar bırakmayacaklarını söylediler. Başı*mıza iş açıldı. O sırada polisler yarı uykulu hâlde iken karakoldan bir yolunu bulup kaçtık.

Başımızdan geçenleri Zübeyir Ağabeye gelip anlattık. Bize şu dersi verdi:

“Kardeşim, burası İstanbul’dur. Sizi tuzağa düşürürler. Dikkatli olun. Tedbirli hareket edin.”

Zübeyir Ağabey müthiş bir organizatördü. Fırıncı-Bi*rin*ci Ağabeyleri Bekir Ağabeyin yazıhanesinde mahkemelerle ilgilenmek üzere görevlendirmişti. Mehmet Akay, Ma*cit Türk*menoğlu ve Oktay Demirsöz’ü üniversite talebeleriyle ilgilenmek üzere görevlendirdi. Bunlara sonra Abdül*va*hit de katıldı. Daha önce söylediğim gibi, bizi de bir grup olarak neşir hizmetiyle vazifelendirmişti.



“Nasıl ders yapılır?”

Dersten önce, imanî bahisten 30 dakika ve arada 10 da*ki*ka*lık çay faslı... Sonra müdafaalardan 30 dakika ve arada 10 dakikalık çay faslı... Daha sonra lâhikalardan 30 dakika ve sonunda da Kur’an okunur ve dağılınırdı. Kendisi ders bitinceye kadar mutlaka iki dizi üzerinde oturur, gerekirse Üstadın hayatından hatıralarla derse renk katardı.

İstanbul’da üniversite dersleri yerleştikten sonra Ankara’da da aynı şekilde üniversite hizmetlerini başlatıp yerleştirdi.

Bazen yersiz münakaşalarımız olurdu. Zübeyir Ağabey bunları işitir ve gelir “Kardeşim, sadırdan değil, satırdan.” der, kitaptan yerini bulur, doğrusunu okur ve bizi delilli ko*nuşmaya ve o kısır mücadeleyi verimli hâle getirmeye çalışırdı.



Muhabbetin kezzabı

Yine insanlık hâli, dershanede birbirimizle şakalaşırdık. Tabiî şaka yaparken farkında olmadan kırıcı sözler de söylerdik. Yine bu durumda Zübeyir Ağabey gelir ve şöyle derdi:

“Şaka samimiyet gibi görünür, fakat samimiyetin kezzabıdır. Çünkü insan, arkadaşına normalde söyleyemeyeceği şeyleri şaka diye söyler. Bu birkaç kez tekrarlanınca, muhatabın sıkıntılı anında, vehmi, şakayla söylenen sözleri ciddî gibi algılamaya başlar. Bu da kırılmalara sebebiyet verir.”

Zübeyir Ağabeye haksız gördüğümüz bir hâlini çekinme*den söylerdik. Bu durumdan hiç darılmaz, bilâkis memnun olurdu. Bizi alır, yavaş yavaş izah ederdi. Sonunda gö*rürdük ki, biz haksızız...

Şöyle derdi:

“Kardeşim, biz kardeşiz, müşavere ediyoruz. Benim dedi*ğim yanlışsa ben, senin dediğin yanlışsa sen düzeltirsin. Mühim olan neticede anlaşmaktır. Hem hata yaparım diye aklına takılanı söylemezsen, meşveret olmaz. Meşverette imtiyaz olmaz. Meşverette imtiyaz, delilindir.”



“Bir Nurcu görsün!”

Bir gün beni odasına çağırdı:

“Kardeşim, Adapazarı’na Risale-i Nur’a muarız zalim bir emniyet amiri tayin edildi. Kardeşleri korkuttu. Onlar da ted*birdir diye ders yapmıyorlar. ‘Şualar kitabını Hamdi bas*tı.’ diye oranın emniyetine, orada kalacağın yerin adresini verdim. Seni de oraya gönderiyorum. Gideceksin, orada bir veya iki hafta kalacaksın. Her akşam da ders yapacak*sın.” dedi ve beni gönderdi. Giderken de benim duyacağım şekilde:

“O emniyet amiri bir Nurcu görsün!” dedi.

Ben, verdiği adrese gittim. Daha sonra kardeşlerin iş*yer*lerini gezerek akşam derse davet ettim. Çok kalabalık iştirakle ders yapıldı. İkinci, üçüncü akşamlar da çoğalarak dersler devam etti. Ben hep emniyet amiriyle karşılaşacağım anı bekledim. Benim Adapazarı’nda olduğum sırada emniyet amiri en ufak bir rahatsızlık vermedi. Bunun üzerine Zü*beyir Ağabey:

“Mesele hallolmuştur. Hamdi kardeş buraya gelsin.” diye biriyle haber gönderdi.

Beni bu gibi hizmetler için bir kere de Ankara’ya gönder*di. Orada da eski Nur talebelerinden bir başçavuş emeklisi, kardeşlere ders yaptırmıyormuş. Zübeyir Ağabey:

“Hamdi kardeşim, Ankara’ya git. Başçavuşun olduğu o dershanede kal, orada ders yap. Başçavuş denen o adam der*se karışırsa sen ona mantıklı cevaplar ver ve onu sustur. O adam orada daha duramaz.” diyerek beni gönder*di.

Ankara’ya gittim. İlkin o başçavuş emeklisi ayağa kalkıp, “Ooo Hamdi Ağabey hoş geldin.” dedi. Kendisini önceden de tanırdım. Ben ders okurken ne söylüyorsam “Ham*di Ağabey haklı.” diyor, başka bir şey demiyordu. Üç gün ders yaptık. Ben itirazını bekliyorum. Aksine hep tasdik etti. Üçüncü günden sonra Zübeyir Ağabey:

“Netice alındı, Hamdi kardeş gelsin.” diye haber gönderdi. Enteresandır; bu olaydan sonra o başçavuşu ne ben, ne de başkası o dershanede görmedi.

Ben şöyle düşündüm:

“Sıkıntı ve problem olan bir yere hizmet gaye ve kararlılığı ile birisinin gitmesi fiilî bir dua oluyor ve netice alınıyor.”



“Kim pişman olur?”

Yine böyle inzibatî görevlerden biri de Ankara’da bulunduğum bir sırada olmuştu. Zübeyir Ağabey, cesur ve kah*raman kardeşimiz İsmail Anbarlı’yı göndererek ikimizi va*zifelendirmişti. Meğer bir yerde bazı kardeşler, komünistlere karşı silâhlanıyorlarmış. Onları girdikleri bu yanlış yol*dan ikaz edip çevirecektik.

Biz, Anbarlı ile, o güne kadar hiç tanımadığımız o adamın evine gittik. İçeri girdik baktık ki, eskilerden bir ağabey, sarığı sarmış, cübbeyi giymiş, bir şeyh gibi oturuyor. Et*rafına toplanan kalabalığa nasihatlerde bulunuyor. Biraz dinledikten sonra konu hakkında, “Öyle değil, böyle olması lâzım.” dedim. Hemen birkaç kabadayı ayağa kalktı. Ben o eski ağabeyin yanında çok rahat ve serbest bir şekilde oturuyordum. Kolunu sıkarak, “Ayağa kalkarsak, kimin pişman olacağı belli olmaz.” dedim. Hâlbuki onlar 30-40 kişiydiler. Hem cüsseli, hem de silâhlı idiler. Meydan okumama kar*şı o kabadayıların hiçbirinden ses çıkmadı. O ağabey:

“Hamdi kardeş, sen bilmiyorsun. Geçen gece komünistler bizim kardeşleri dövdü. Sol gazeteler de ‘Solcular, Nurcu*lara meydan dayağı attı.’ diye yazdılar.” deyince, ben de:

“Kardeşim, burada Nur cemaati sadece siz değilsiniz ki Nur’un hesabına karar veriyorsunuz... Bak burada üniversi*telilerin dershanesinde 200-300’ün üzerinde kardeş ders yapıyor. İstanbul’da ve memleketin birçok yerinde kardeşler var. Üstaddan özel ders almış, Zübeyir Ağabey, Tahiri Ağabey, Sungur ve Bayram Ağabeyler var. Eğer böyle bir şeye karar verilecekse onların da iştirakiyle toplanan bir meş*verette verilir.”

İki-üç saat, silâhlı topluluk kâh oturup kâh kalktılar. Ni*hayet teker teker evi terk ettiler. O evde bizimle kalan beş-altı kişiyle birlikte Bayram Ağabeyin dershanesine gittik. Orada da yapılan sohbetle o tarz hareketlerin Müslümanlığa leke getirdiğini, tarihî hadiselerden örneklerle anlattık.

Bu olaydan sonra Zübeyir Ağabeye gittiğimde bıyık altından gülerek:

“Adamlar bir daha toplanamadılar…” dedi.

Eğer Zübeyir Ağabey onların safiyane ve ahmakça yaptıkları bu derslere mâni olmasaydı, içlerinde muhakkak var olan istihbarat elemanlarıyla yaptırılacak bir baskınla “Nur*cular silâhlı eyleme kalkışırken yakalandı!” diye gazetelerde yayın yapacak ve en yakınlarımızı bile aleyhimize çevirebileceklerdi.



“Para veren fikir verir”

Bir ara Bayram Ağabey, Ankara’da hizmete yardım etmek isteyen bir-iki zengin esnafı Zübeyir Ağabeye getirdi. Zübeyir Ağabey:

“Kardeşim, önce Risale-i Nur’un izzetini muhafaza etme*miz lâzım. Onu zillete sokacak hareketlerden şiddetle kaçın*ma*lıyız.” diyerek para yardımını kabul etmedi.

Sözler’in basımı için yine İstanbul tüccarlarından birisi para vermek için çok uğraştı. Zübeyir Ağabey, aynı gerekçeyle almadı. Biz:

“Ağabey, çok ihtiyacımız var. Borç alıp sonra versek ol*maz mı?” dedik. Yine:

“Kardeşim, önce Risale-i Nur’un izzetini muhafaza etmek, onu zillete sokacak hareketlerden kaçınmak lâzım.” de*di.

Çok defa para verme ve bağış işine karşı çıkarken:

“Kardeşim, para veren akıl da verir…” derdi.

Bir gün çok samimî dava arkadaşı Hamza Emek, Süley*ma*niye’ye gelmişti. İki kilo bal hediye getirmişti. Çok ısrarı*na rağmen, Zübeyir Ağabey almadı. Hamza Emek Ağabeyin, “Biz sana bir şey veremeyecek miyiz?” deyip ağladığını gördüm. Zübeyir Ağabey, bunun üzerine kendisini kucakladı, gönlünü aldı ve şöyle dedi:

“Kardeşim, Üstadımızın istiğna düsturunu sen de biliyor*sun. Onu devam ettirmemiz ve bozmamamız lâzım. Bu ka*i*deyi bozamam, beni mazur gör.”



“Kendimi kilitliyorum”

Çoğu zaman hasta olduğundan, gelen ziyaretçiler kendisini göremeden dönerlerdi. Bir gün kendisine, “Ağabey, bir kardeşimiz geliyor, sizi görüştürmek için kapını çalıyoruz, açmıyorsun. Bazen iki gün kapın açılmıyor; ölü müsün, diri misin bilinmiyor.” dedim.

“Kardeşim, ben hastayım. Bazen o kadar kötü oluyorum ki, hastalığımdan gelen sıkıntı yüzüme aksediyor. Misafire neşeli görünmek lâzım. Her zaman ‘Hastayım.’ desem, o da münasip düşmüyor. O hâlimle misafir arkadaşa görünmem, moralini bozar, hizmete zarar verir. Hizmete zarar vermeyeyim diye kendimi kilitliyorum.” demişti.

Yine bir gün Adapazarı’nda Fettahoğlu lâkaplı biri, kendini “büyük bir âlim” olarak tanıtıp, güya Nur’a büyük hizmetler etmiş süsü vererek cemaati kandırmış, parala*rını toplamıştı. Zübeyir Ağabey:

“Hamdi kardeş, Bu adam oradaki cemaati Nur namına do*landırıyor. Sen git, cemaati uyandıracak dersler yap.” de*di.

Gittim. Önceden de beni tanıdıkları için dersler tıklım tık*lım doluyordu. İmanî bir ders okuduktan sonra, meseleyi ima yollu açtım. Lâhikalardan mevzuumuza açıklık getiren yerleri okuyordum. Ders esnasında yaşlıca biri:

“Sen ne diyorsun açık söylesene! Sen Fettahoğlu’nu çe*ke*miyorsun...” diye tepki gösterdi.

Ben de, “Evet, onun için söylüyorum.” diyerek, Karadeniz’de ne kadar kardeşi dolandırmışsa hepsinin isimlerini say*dım. Heyecanlanarak ayağa kalkıp bana karşı sert konu*şanlar oldu. Elli altmış yaşlarında birisi, “Bir dakika.” deyip ayağa kalktı, “Kardeşim, Allah senden razı olsun. Ben ona on bin lira verdim, helâl olsun. Fakat neredeyse 20 dönümlük arazimi üstüne tapuluyordum, İslâm’a büyük hizmetler edecek diye. Yarım kaldı. Hiç olmazsa onu kurtarayım.” dedi.

Biri kalktı, “Ben beş bin verdim.”, öteki kalktı, “Ben yirmi bin verdim.” diye, verenlerin hepsi kalkıp bir bir verdiklerini söylediler. Üstelik Allah rızası için verdiklerinden kimseye söylemeyip gizli tutuyorlarmış. Bu şekilde hepsi nasıl dolandırıldıklarını öğrenmiş oldular. O zamanlar çok yerde Müslümanların bu safiyetinden istifade eden açıkgözler çıkıyordu.



Sadakat örneği

Zübeyir Ağabeyin ibret alınması gereken bir sadakat örneği de şuydu:

“Üstadımız ölmüş olsa ve tekrar gelse ‘Zübeyir, ben bu Risale-i Nurları yanlış yazdım. Şöyle olsa çok daha iyi olurdu.’ dese, ben Risale-i Nur’dan aldığım hizmet istikametiyle Üstadımın elini öperim. ‘Üstadım, sana hürmetim sonsuz. Emret, senin için öleyim! Fakat ben bu şekilde hizmet edeceğim.’ der, yoluma devam ederim.”

Yine bir gün anlatmıştı:

“Üstad nefsimizi terbiye ederdi. Ziyarete gelenler meyve filân gibi hediyeler getirirlerdi. Biz almıyorduk, ama onlar Üstada yalvarıp yakarıp bazılarını veriyorlardı. Üstad kabahati bizde buluyor, ‘Nefsiniz istedi, ben de almak zorunda kaldım.’ derdi. ‘Teberrüktür.’ diyerek gelen meyveyi tavana astırır, bir ay tefekkür etmek üzere asılı bırakırdı. Çürümek üzereyken aşağıya indirir, ‘Teberrük atılmaz.’ diyerek kabuğuyla beraber bize yedirirdi. Zehir gibi acısıyla tiksinerek onu öyle zorla yerdik ki, ondan sonra gelecek bir zi*yaretçinin önce elinde hediye olup olmadığına bakar, engel*lemeye çalışırdık.”



Ankara’dan dinlendi

Eskişehir mahkemesinde cereyan eden bir hadiseyi Zü*be*yir Ağabeyden dinlemiştim:

“1935’te Üstad tevkif edilerek talebeleriyle Eskişehir hapsine götürülür. Mahkeme telefonla Ankara’ya bağlıdır. Oradan dinlenerek takip edilir. Savcı idam talep ettiği iddianamesini okur. Mahkeme Üstada müdafaa için söz hakkı verdiğinde Üstad, Allah’ın varlığını birliğini kâinattaki delilleriyle baştan sona ispat etmeye başlar. Savcı, Üstadın sözünü keserek iddianamedeki suçlama gerekçelerini tekrarlar. Üstad başını sallayarak anladığını belirtir ve bu defa öldükten sonra dirilmenin delillerini sıralar. Tam yirmi kere bu durdurma ve anlatma faslı devam eder. Üstad anlatacak*la*rını iyice anlatmıştır. Savcı:

“‘Biz seni şundan şundan dolayı yargılıyoruz, sen bize hoca gibi vaaz ediyorsun.’ deyince Üstad, “Tüü” diyerek mahkemeye doğru tükürür. Bunun üzerine mahkemeye hakaretten ayağa kalkarlar. Üstad:

“‘Durun, durun. Ben kâinatın yaratılışını ve ahiretin var oluş sebeplerini söylüyorum, kılınız kıpırdamıyor. Bir tü*kürüğün bunların yanında ne kıymeti var ki seferber olu*yorsunuz! Hem ben bedevî adamım, tükürüğüm geldi, buradan daha müsait yer bulamadım.’ demiştir.”



“Güzel olmuş mu?”

Üstadı idam talebiyle yargıladıkları sırada, oturduğu san*dalyede bacak bacak üstüne atar, cübbesinin eteğinde 99’luk tesbihini ipe dizmeye çalışır.

Püskülünü taktıktan sonra, kendisini hayretle seyreden savcıya, tesbihin püskülünün ucundan iki parmağıyla tutup kaldırır, “Nasıl, güzel olmuş mu?” diye sorar.

Savcının idam talebine hiç aldırmaz ve önem vermediğini gösterir.

Kastamonu taraflarında kardeşler, tedbir olsun diye ders*haneleri kapatmışlardı. Zübeyir Ağabey, “Bu zamanda ders*haneyi kapatmak, dersleri bırakmak, tedbir değil, hizmeti terk etmektir. Üstad, en sıkı zamanlarda bile hizmeti terk etmeyip devam etmiştir. Tedbir, hizmetin devamı içindir. Hizmet olmazsa neyin tedbirini alacaksınız? Meselâ: Elimizdeki kitapları bir yerden bir yere götüreceğiz. Fakat orada sel veya yangın felâketi var. O zaman en az zararla na*sıl götüreceğimizi düşünmemiz, tedbirdir. Kitapları götür*mekten vazgeçmek tedbir değil…”



Alevî ne demektir?

Bir gün durup dururken bana Alevîlikten bahsetti:

“Kardeşim, Alevî, ‘Hz. Ali’nin taraftarı’ demektir. Bu cihetten biz de Aleviyiz. O, Peygamber’i çok sever, biz de severiz. O namaz kılar, biz de kılarız. O Kur’an okur, biz de okuruz.”

Hiç münasebet yokken bunları anlatmasına o gün pek an*lam verememiştim. Gerçi bu anlatım tarzı hoşuma gitmiş*ti, ama neden söylediğini anlayamamıştım.

Bu olaydan az sonra Risale-i Nurlardan dolayı hapse düştüm. Bana 120 kişilik bir koğuşu gösterdiler. Koğuşun önünde dev gibi bir adam vardı. Hapishanenin baş pehlivanıymış... Bıyıklar sarkık, başında kasketi yan yıkılmış, ka*badayı biçiminde önüme dikildi. İlk sözü “Ben Aleviyim.” oldu. O zaman, Zübeyir Ağabeyin sözleri aklıma geldi. Hemen:

“Alevî, Hz. Ali’nin taraftarı demektir. O cihetten ben de Alevîyim. Hz. Ali Efendimiz ne yaptıysa ben de onu yapıyo*rum. O namaz kılar, ben de kılarım. O Kur’an okur, ben de okurum. O Peygamberimizi çok sever, ben de severim. O Hz. Ebu Bekir’i ve Hz. Ömer’i çok sever ve hürmet ederdi ki, 23 sene onlara tâbi olarak şeyhülislâmlık yapmıştı.”

O sırada meraklı mahkûmlar etrafımıza toplanmışlardı. Adama hitaben alaylı bir üslûpla dedim ki:

“Be köftehor! Hz. Ali namaz kılar, sen kılmazsın. Hz. Ali oruç tutar, sen tutmazsın. Hz. Ali, Hz. Ebu Bekir ve Ömer’i çok sever, sen buğz edersin. Hz. Ali şarabın bir damlasının düştüğü kuyudan 70 sene geçse abdest almaz, sen ise küpüne dalarsın. Böyle sevgiden Hz. Ali Efendimiz nefret eder. Eğer Hz. Ali Efendimiz burada olsaydı, senin pis vücudunu bir kılıçla ortadan kaldırırdı…”

Onu iterek koğuşa girdim. Bu davranışım, bizi seyreden mahkûmların çok hoşuna gitti. Hemen kaynaştık. Bu olay*dan sonra o Alevî namaz kılmasa da bizden hiç ayrılmadı.

Zübeyir Ağabey işte böyle manevî tasarruf sahibi bir veliyy-i azimdi.

Büyük ağabeyler çeşitli illerden gelir, meşveret ederlerdi. Toplantıya girerken Zübeyir Ağabeyi tenkit edenler, çıkarken methederlerdi ve “Zübeyir Ağabey başka. Son zamanlarda Üstaddan çok özel dersler aldı.” derlerdi.



Tefani sırrı

Bir gün tefani sırrından bahsetti. “Kardeşin kardeşte fâni olması”na temas ederek demişti ki:

“İnsan Resulullah’ta fâni olur, Üstadda fâni olur, hatta ağabeyinde fâni olur. Ama kendi rakibinde, kendi emsalinde fâni olması zordur. Bütün ihtilâf ve münakaşalar, birbirine denk olan kardeşler arasında olur. O bakımdan buna önem vermeliyiz ve kendimizi kontrol etmeliyiz.”

Zübeyir Ağabey, İstanbul’a geldikten sonra Kastamonu Lâhikası basıldı. Lâhikanın neresinde ne var diye fihristini çıkarıp bana verdi. “Gittiğin yerlerde derslerden sonra ihtiyaç duyduğunu oku.” dedi. Anadolu’ya gitmek için vazifelendirdiği herkesi bu şekilde bilgilerle donatırdı. Daha sonra Emirdağ Lâhikası basıldı. Onun da yayılıp okunması, içindeki ölçülerin benimsenmesi için gayret etti.



Vefatının ardından

Zübeyir Ağabeyin vefatının ardından kısa bir süre sonra Sungur Ağabey bir rüya görmüş. İstanbul surları eskimiş ve yıkılır hâldeymiş. Üstünü biraz eşeleyince altından mavi bronz gibi, yepyeni ve sağlam surlar çıktığını hayretle gör*müş. Sungur Ağabey bu rüyasını bize tabir ederken şöyle de*mişti:

“Kardeşim, Zübeyir Ağabeyin, hizmetin düsturlarını o surlar gibi sağlam yaptığına bu rüya delildir.”

Onun ölümü dahi hizmete vesile olmuştu. 12 Mart muh*tırasında millet yine korku ve karanlık içine girmişti. Aradan 16-17 gün geçtikten sonra Zübeyir Ağabey vefat etti. Türkiye’nin dört bir yanından Nur talebeleri akın akın İstanbul’a geldiler. Zübeyir Ağabeyin baş ucunda pırıl pırıl üniversiteliler sabahlara kadar Kur’an ve Cevşen okudular. O gençliği görmek lâzımdı... Fatih Camii’nin avlusu hıncahınç dolmuştu. Sanki seçilmiş de yollanmışlardı. On sekiz-yirmi beş yaş arası nurlu bir nesil... Aralarında bir tane pejmürde kılıklı göremezdiniz.

Generaller, albaylar ve askerlerden de kontrole gelenler vardı. İki generalin konuşmalarına şahit oldum. “Yahu bu gençlerden millete vatana zarar gelmez.” diyorlardı.



“Nur’un Büyük Kumandanı: Zübeyir Gündüzalp, İhsan Atasoy, Nesil Yayınları” kitabından…
 

Eyvàh!

Well-known member
İslam Fedaisi ve Nur Talebelerinin Abisi Zübeyir Gündüzalp

--------------------------------------------------------------------------------

Bediüzzaman Said Nursî'nin en yakın talebelerinden olan Zübeyir Gündüzalp 2 Nisan 1971 tarihinde vefat etmişti. Ömrü, fedakarlığın en üst sınırlarında geçmiş; inanılmaz ağırlık ve zorluklara rağmen sabırla, metanetle ve sadakatle Kur'an'a ve iman hakikatlerinin neşrine adamıştı.

İşte böyle bir dava adamını az da olsa tanıyabilmek için veya bilgilerimizi tazelemek için önce kısa bir biyografisini, ardından yakın dava arkadaşları olan Mehmed Fırıncı, Mehmed Emin Birinci ve Abdullah Yeğin'in dilinden Zübeyir Gündüzalp'i aktarmak istedik.

Zübeyir Gündüzalp kimdir?

Zübeyir Gündüzalp 1920 senesinde Konya'nın Ermenek kazasında dünyaya gelir.
Babasının adı Mehmet, annesinin ise Seyyide'dir. Ezan sesiyle kulağına ismi, Zîver diye konmuş; ancak daha sonra Üstâdı, bu ismi Zübeyir şeklinde değiştirmiştir. İlkokulu Ermenek'te bitiren Zübeyir Gündüzalp, iki kız-iki erkek olmak üzere kendisiyle beraber dört kardeştir.

İlkolkuldan sonra, Ermenek'te ortaokul bulunmadığı için Silifke'ye gitmiş, 1939 senesinde ortaokulu burada bitirerek memleketine dönmüştür. Ermenek'te postahane memurluğuna başlayan Gündüzalp, bir müddet sonra askere gitmiş, akabinde ise Konya Postahanesinde telgraf muhabere memuru olarak çalışmaya devam etmiştir.

Risâle-i Nurları, bu memurluk yıllarında tanımıştır. Üstadını ilk defa 1946'da Emirdağ'da ziyaret etmiş ve kendisine "Memuriyetten ayrılıp, yanınızda hizmet etmek istiyorum" demiştir. Üstad da ona; "Vazifene devam et, Konya'da daha çok hizmet edersin. İnşaallah, ileride alırım seni yanıma" demiştir.

Gündüzalp, 1948'de Afyon'da tutuklanarak Üstadıyla birlikte altı ay hapis yatmıştır. Bu tarihten itibaren Bediüzzaman Hazretlerinin vefatına kadar hep yanında kaldı. Yanlışlıkla tahliye edildiği zaman, sırf Üstadından ayrılmamak için, tahliyesinin yanlış olduğunu bildirerek, tekrar tevkif edilmiştir.

27 Mayıs 1960 İhtilâlinden sonra memleketi olan Ermenek'te mecburi ikamete tâbi tutuldu. Burada bir süre kaldıktan sonra, gizlice Ermenek'ten ayrılarak Ankara'ya gitti. Altı ay kadar Ankara'da kaldı ve 1961'de İstanbul'a geldi.

Zübeyir Gündüzalp, 2 Nisan 1971'de Süleymaniye Kirazlı Mescid Sokağındaki ikâmetgâhında vefat etmiş; cenaze namazı Fatih Camii'nde kılınarak, Eyüp Sultan Kabristanına defnedilmiştir.

Gündüzalp'i unutulmazlığa yükselten, hiç şüphesiz en zor şartlarda İslâm'a, iman ve Kur'ân hakikatlerine gönül vermiş olması, bu hakikatlerde billûrlaşıp İslâm'a ayna olması, hayatını fedâ eder tarzda kendini bu kudsî hizmetin karasevdalısı haline getirmesidir.

Hz. Üstad ona husûsî bir itina gösterirdi. Çünkü o, kendisinden sonra hizmeti her şeyiyle omuzlayacak; dalgalanmalara ve şiddetli fırtınalara rağmen mesleğini devam ettirecek; kudsî hizmeti hiç tâviz vermeksizin sonrakilere devredecekti.

Mehmet Fırıncı: Üstad Hazretlerine bağlılığı muhteşemdi

Zübeyir Ağabeyle senelerce birlikteliğiniz oldu. Bize onu anlatır mısınız?

Zübeyir Ağabey hakikaten çok cehd sahibi biriydi.

Ermenek'e gitmiştik. Oradaki akrabaları, ağabeyi Haydar Gündüzalp, kardeşleri ve asker arkadaşlarıyla görüştük. Enteresan bir zat. Üstad'la tanışmadan evvel de kendisi manevî bakımdan çok cehd ve gayret sahibi.

Meselâ asker arkadaşları anlatıyor: "Biz askerde akşama kadar çalışırdık. Bir çamlık tepe vardı, akşamleyin oraya giderdik. O orada bağıra bağıra zikrederdi. 'Allah, Allah' diye bağırırdı dağlara." Tabiî askerde, daha 21 yaşlarında genç bir çocuk. "Hemen hemen her akşam oraya çıkardık" diyorlar.

Demek ki orada ruhuna huzur geliyor. Bunları dinlemiştik. Konya'da Risâlelerle herhalde posta memuru iken tanışmış. Halıcı Sabri Efendi var. Allah rahmet eylesin. Üstadla Afyon hapsinde beraber bulunmuştu. Onun vesilesiyle Risâle-i Nur'u tanıyor. Sonra orada, benim
bildiğim, Muhsin Alkonevi, Ziya Arun ve Rıfat Filizer gibi kimselerle beraber Risâle-i Nur hizmetinde bulunurlar.

Sonradan Afyon hapsi esnasında Üstad'la daha yakından temasa geçer. Hatta kendini tevkif ettirmek için ihbar ediyor. Ceylan Ağabeye sormuş: "Ben hapse girmek istiyorum, bir türlü beni almıyorlar." Ceylan Ağabey de "İnönü'ye telgraf çek" demiş. O da "Said Nursî'nin en yakın adamlarından biri, falan yerde posta memuru" diye telgraf yazıyor. Ondan sonra hemen almışlar içeriye. Enterasan, eşi bulunmaz bir fedakârlık sahibi.

İstanbul'da kendisiyle aşağı yukarı 8-9 sene beraber yaşadık. Üstadın sağlığında da zaten devamlı Hz. Üstadın yanındaydı. 1954'ten sonra biz gittiğimizde hep görüşüyorduk. Hz. Üstad bana bir kaç defa "Benim yerime Zübeyir, Ceylan ve Sungur ile istişare edersin" demişti. O zaman devamlı İstanbul'daki neşriyat işlerini daha ziyade Zübeyir ve Ceylan Ağabeylerle istişare ederdik.

Özetle, Zübeyir Ağabeyin Üstada bağlılığı muhteşemdi, tarif edemiyorum onu. Hz. Üstadın her hususta mürşid ve rehber olduğunu kabul ediyordu. Biz de öyleyiz ama biz biraz nefsimize uyuyoruz. Fakat o şöyle derdi: "Birşey hakkında kendimden karar vermem. Yarın beni kim kurtarır ahirette? Ama Üstaddan gördüğüm birşeyle hareket edersem, yanlış bile olsa Üstad kurtarır beni."

Sungur Ağabeyden işitmiştim. Üstad, Sungur Ağabeye demiş: "Sen fenâfi'n-Nur olmaya mecbursun. Zübeyir de fenâfi'l-Üstad olmaya mecbur." Onun için o, Üstadda adeta fena bulmuştur. Üstad dostuna-düşmanına karşı nasıl yapmış, nasıl düşünmüş, o da öyle olmaya çalışmıştır.

Gençlere karşı da fevkâlade şefkatliydi. Onların muhafazası için çırpınırdı. Onlara her türlü yardımın yapılmasını söylerdi. O bu derece hassas bir insandı.




Zübeyir Ağabey, Üstad'a olan bağlılığını, kendine bastırmış olduğu
kartın arkasında yazdığı cümlesiyle ifade ediyordu


M. Emin Birinci: Onu 'Zübeyir Ağabey' yapan Üstaddır

Sizce Zübeyir Gündüzalp'i "Zübeyir Ağabey" yapan nedir?

Onu Zübeyir Ağabey yapan Üstaddır. 15 sene Üstadın yanında kalmış. Onun şahsında öyle fani olmuştu ki, gece veya gündüz hangi saatte olursa olsun, Üstad bir ihtiyaç için yatağının yanındaki zile bastığında Zübeyir Ağabeyi hemen yanında bulurdu. Hatta bazan zile basar da duyamam diye kapının eşiğinde yatardı ki Üstad üzerine bastığında uyansın. Fedakârlık işte. Bu kadar olur... Zübeyir Ağabey Üstadın yanına ilk geldiğinde aralarında şöyle
bir diyalog geçiyor:

"Hoşgeldin kardeşim. Senin adın ne?"
"Zîver efendim."
"Hoşgeldin Zübeyir kardeşim."
"Efendim benim ismim Zübeyir değil, Zîver." Üstad tekrar:
"Hoşgeldin Zübeyir kardeşim."
Derken ismi böyle Zübeyir olarak kalıyor.
Üstad devam ediyor:
"Kardeşim, sen buraya 'Bediüzzaman evliyadır, asfiyadır, duâsı kabul olur, bir duâ alalım şundan' diye gelmiş olabilirsin. Bir bu vardır, bir de 'İslâmiyete hizmet eden bir ihtiyardır, yardıma muhtaçtır' diye gelmiş olabilirsin. Sana iki seçenek. Git, 24 saat düşün, hangisini kabul ettiğini bana söyle."
Zübeyir Ağabey "Dışarıya çıktım, sanki şüphe mi edeceğim? Hemen bildirdim
'Üstadım kararımı verdim'" diyor. Üstad:
"Hayır olmaz, 24 saat düşün, ondan sonra."
Zübeyir Ağabey 24 saat sonra tekrar gelir. Üstad:
"Hangisini kabul ettin?"
"İkincisini."
"Şimdi anlaştık. O zaman hemen şunu, şunu vs. yap."
Üstad dört tane iş veriyor. Zübeyir Ağabey hemen Ceylan Ağabeyin yanına koşmuş.
"Ceylan, herhalde ben Üstadın hizmetini yapamam" demiş. Ceylan Ağabey:
"Üstadın hizmetini yapmak çok kolay"
"Nasıl?"
"Üstadın dediği şeylere aklını karıştırma."
Sonraları meselâ Üstad gecenin saat üçünde diyor: "Zübeyir gel, valiye
dilekçe yazacağız. Git şunu valiye ver." O hiç tereddüt etmeden bunları
yapıyor.

Abdullah Yeğin: Ona kıymet kazandıran sadakati

Zübeyir Ağabeye Üstadın nazarında kıymet kazandıran nedir?

Zübeyir Ağabeye Üstadın nazarında kıymet kazandıran onun sadakatidir. Üstada çok bağlıydı. Kendisiyle üç sene birlikte kalmıştık. Bilgisinden ve derslerinden çok istifade ettik. Yerli yerinde konuşur, meseleleri gelir hep Üstad'a ve Risâle-i Nur'a bağlardı.Biz bir arkadaşımla Üstadın yanına gidip "Size hizmet etmek istiyoruz" dedik. Üstad da "Eğer bu adam bize duâ eder, duâsını alırız, vs. düşünürseniz kalamazsınız. Ancak, bu adam hem ihtiyardır, hem fakirdir deyip sadece yardım etmek için kalırsanız o zaman kalabilirsiniz" demişti.

İşte Zübeyir Ağabey senelerce bu mânâda Üstadın hizmetinde bulundu.
http://www.TurkVisit.com
 

tuncerr

Active member
zübeyir abi gibi olmak çok zor belki bizim için . Ama zübeyir abinin hizmetini kendimize örnek alıp, ona benzemeye çalışmalıyız diye düşünüyorum.
 

Nevzatt

Well-known member
Zübeyir Gündüzalp Ağabeyden Mektub

Zübeyir Gündüzalp Ağabeyden Mektub


[METACAFE]3689529/zubeyir_agabeyden_mektub/[/METACAFE]​
 
Zübeyir Gündüzalp Ağabeyden Mektub

allah razı olsun abi ama çok takılı kalıyor benim bilgisayardan mı acaba yoksa sizinkide takılı kalıyor mu?
 

Eyvàh!

Well-known member
o halde merhum un ettigi duaya devam edelim

Ya Rabbi! Beni ve bütün Nur talebelerini kendine lâyık bir kul, Peygamberimize lâyık bir ümmet, Üstadımıza lâyık bir talebe olmak liyakatini bahşeyle.
Ve bizi azamî ihlâsa, azamî sadakate, azamî sebata, azamî uhuvvete, azamî takvaya, azamî fedakârlığa, azamî cesarete mazhar eyle. "

amin...insallah :angel:
 

tuncerr

Active member
Zübeyir Abinin Üstadı ilk ziyareti

Gündüzalp, Üstadını ilk defa 1946'da Emirdağ'da ziyaret etmiş. İlk ziyaretinde heyecandan tir tir titriyor ve mütemadiyen gözyaşlarını tutamayarak ağlıyormuş. Üstad, "Keçeli, neden ağlıyorsun?" diye onu bağrına basıp dua etmiş. Üstadının ikazı üzerine dışarı çıkıp yüzünü gözünü yıkamış tekrar Üstadın huzuruna kabul edilmiş. Ayrılık zamanı gelince Zübeyir Gündüzalp, Üstadına, "Memuriyetten ayrılıp, yanınızda hizmet etmek istiyorum" demiş, Bediüzzaman, bu fedakârlığa çok memnun olmuş; cevaben, "Vazifene devam et, Konya'da daha çok hizmet edersin. İnşaallah, ileride alırım seni yanıma" demiş.

Zübeyir Gündüzalp, Konya'da dört sene kalmış. Bu esnada Babalık gazetesinde çalışmış ve orada çocuk terbiyesine ait bazı makaleler yazmış.

Nihayet 1948 senesinde Afyon'a tevkif edilmiş, burad Üstadıyla birlikte altı ay mevkuf kalmış. Yanlışlıkla tahliye edildiği zaman, sırf Üstadından ayrılmamak için, tahliyesinin yanlış olduğunu bildirerek, tekrar tevkif edilmesini sağlamış. Yine İslâmın bu kahraman fedaisi, Üstadıyla beraber olmak arzusuyla, Nur Risalelerini okuyup yazdığını bildirerek, kendi kendini ihbar etmiş.
Bundan sonraki hayatı, beş-altı ay Eskişehir'de ve nihayet büyük kısmı İstanbul'da dinî hizmetlerle haşir-neşir olarak geçmiştir.
 

Sergerdan

Well-known member
Zübeyir abiye ait mektuplardan bazılarını İbrahim Canan Hoca,Abdullah Aymaz abiye göndermiş.

-----------------------


Zübeyir Gündüzalp’in Mektupları / Abdullah AYMAZ -

M. Zübeyir Gündüzalp Konya Ermenekli idi. Aslen Kafkasyalı bir ailedendi. Zaten tavır ve eda bakımından Kafkas Kartalı Şeyh Şâmil’i andırırdı. Esas ismi süs manasına gelen Ziver idi. Üstadı Bediüzzaman Hazretleri bu ismi, büyük sahabelerden Zübeyr b. Avvam Hazretleri’nin ismiyle değiştirdi.


Ben kendisini ilk defa 1960’lı yılların başında İzmir’de Halıcı Hüseyin Çağdır’ın iş yerinde görmüştüm. Daha sonra 1967 yazında İstanbul’da Kirazlı Mescit yakınındaki evde ziyaret etmiştim. Her hâlinden ihtişamlı bir ciddiyet ve derinlik seziliyordu. Hayatını, azami ihlas ve sadakat içinde iman ve Kur’an hizmetine adamış; başka bir gaye edinmemişti...

Muhterem Prof. Dr. İbrahim Canan Hocamız Zübeyir Gündüzalp’in bizzat eliyle yazdığı bazı mektuplarını geçenlerde bana intikal ettirdi. Her iki mektupta da yine iman ve Kur’an hizmeti konu edilmiş...

CENAB-I HAKK’IN SİZE HOCAZÂDELİK GİBİ BİR ASALET VE NECABETİ BAHŞEDİP ASALETİNİZİN İKTİZA ETTİRDİĞİ HAKÂİK-İ KUR’ANİYE VE İSLAMİYE TAHSİLİ VE HİZMETİ GİBİ BİR NİMET-İ UZMAYA SİZİ GARK EDİP İSTİHDAM ETMESİ İNŞAALLAH HEM SİZ HEM MÜBAREK SÜLEYMAN EFENDİ KARDEŞİM BİR MINTIKANIN İNTİBAHINA VE İMANLARININ KURTULMASINA VESİLE OLACAK.




1. MEKTUP

Aziz Sıddık Kardeşim Ali Bey,

Evvelen: İstanbul’a yazdığınız mektubu okudum. Ben de yazdım. Oradaki Ahmet kardeşimiz sizinle muhabere edecek. Ermenek’i Risale-i Nur’dan mahrum etmeyecek bir imanî cesaret ve fedakârlıkla giriştiğiniz hizmet-i kudsiyeye nâiliyetinizden sizi ve mübarek Süleyman Efendi kardeşimi ruh u canla tebrik eder ihlaslı muvaffakiyetler dilerim. Cenab-ı Hakk’ın size hocazâdelik gibi bir asalet ve necabeti bahşedip asaletinizin iktiza ettirdiği Hakâik-i Kur’aniye ve İslamiye tahsili ve hizmeti gibi bir nimet-i uzmaya sizi gark edip istihdam etmesi inşaAllah hem siz hem mübarek Süleyman Efendi kardeşim bir mıntıkanın intibahına ve imanlarının kurtulmasına vesile olacak. Hem de inşaAllah sizler ve sizin gibi mübarek kardeşlerimiz diğer yerlerdeki nur kahramanları gibi, nurları dikkatle ve devam ve sebatla okuya okuya yetişecekler.

Sâlisen: Bana erzak filan gönderilmesin. Çünkü yerim muayyen değildir. Benim bedelime Risale-i Nur’a çalışan Nur İbrahim afiyetle yesin.

Rabian: Çok müşfik, çok sevgili ve çok mübarek Hz. Üstadımız, şimdilik Isparta’dadır. 17 defa verilen zehirlerin, suikastların tesiriyle sık sık rahatsız oluyorsa da hadsiz şükür olsun âfiyettedir.

Hâmisen: Ermenek’teki bütün düşüncem: Gaye-i hayatımız, sermaye-i ömrümüz olan Risale- i Nurlardan bir sahifesinin bile zayi olmadan muhafazasıdır. Çok fazla bir titizlik ve itina ve ziyade bir alaka ile inşaallah sizler ve Nur İbrahim bu kutsî ve muazzam hizmet-i imaniyede muvaffak olacaksınız.

Sâdisen: Herkes bilmesin. Cenab-ı Hakk’ın büyük bir ihsanı olarak ve zaaf ve acz ve şiddetli ihtiyacıma binaen kader-i ilahî çok mübarek ve çok müşfik Üstadımızın hizmetçisi yaptı. Daimî hizmetindeyim. Muvaffakiyetim için dualarınıza çok muhtacım.

Sâbian: Babam ve akrabalarım size emanettir. Nurlarla irşadınıza muhtaçtırlar. Müştaklara istifade ettirmenizi çok rica ederim.




2. MEKTUP

Aziz Kardeşim,

Nur talebeleri ve Hazreti Üstadımızın siyasetle, particilikle alakası olmadığı hâlde ehl-i dünya Üstadımızdan tir tir titriyor. Hatta erkân-ı hükûmetten birisi demiş ki: Üstadın bir işareti ile Anadolu onun arkasındadır. Evet doğrudur. Kuvvet vardır. Hadsiz şükür Risale-i Nur’un maddi ve manevi fütuhatı, dahil ve hariçte fevkaladedir. (...) Gaye siyaset değildir; imandır, İslamiyettir, imanı kurtarmaktır.

Soranlarla karşılaşabilirsiniz. Partici değiliz. Ehl-i imanla kardeşiz. Hangi partiden olursa olsun, ehl-i iman mıdır, kardeşimizdir. Bunun için her partiden Risale-i Nur’a sarılırlar, kurtulurlar. Bu itibarla, particilikten değil daima iman ve İslamiyetten konuşmak lüzumludur ki nasibi olan herkes elimizdeki hakikata gelebilsin. (...)

Çok acele olduğundan nurlu, şirin ve emsalsiz olan Kur’an yazısı ile yazamadığımdan özür dilerim. Duanıza muhtaç kardeşiniz Zübeyr.



3. MEKTUP
(Sarıvelili Kardeşimize)
Aziz, sıddık, çalışkan ve nurları tekrar tekrar okumaya layık kardeşim,
Evvela: Binler selam eder başta müellifi ve bahtiyar talebeleri gibi nurları bir çok defalar dikkatle okuyup imanı inkişaflara nail olmanızı Cenab-ı Erhamürrâhimîn’den niyaz ederim.

Sâniyen: Bir adet Cevşen-i Kebîr gönderiyorum. Bu nüsha Hz. Üstadımızın şahsi nüshası idi. Uzun zaman yanında kalıp okuduğu için çok mübarek bir nüshadır. Eğer bu nüsha lisana gelse Üstad’dan müfârakattan (dolayı) derin teessüratını işiteceğiz. Fakat siz gibi Kur’an-ı hakimin bir mucize-i maneviyesi olan Risâle-i Nur’u kendine gaye-i hayal ve sermaye-i ömür yapmak nimet-i uzmâsına layık bir nur talebesinin vird-i daimîsi olacağından teselli olacak kanaatiyle böyle müstesna bir nüshanın size kısmet olmasından sizi tebrik eder ihlaslı muvaffakıyetler dilerim. Zübeyr.

ACZ-İ MUTLAK, FAKR-I MUTLAK İÇİNDEYİM. ÖYLE BİR BEDİÜZZAMAN’IN HİZMETKÂRI OLMAYA LAYIK DEĞİLİM. O KUTSİ ÜSTADIMIZIN HİZMETİNİ LAYIKIYLA YAPAMIYORUM. ANCAK RAHMET-İ İLAHÃŽYENİN RAHMET VE İNAYETİ VE ÜSTADIMIZIN ŞEFKATİ İLE BU HİZMET-İ KUTSİYEDE İSTİHDAM OLUNUYORUM. YOKSA, LİYAKATIMDAN DEĞİLDİR.




4. MEKTUP


Aziz, Sıddık Kardeşim Mustafa Efendi,
Evvelen: Mübarek mektubunuzu aldım. Üstadıma okudum. Üstadımız buyurdular ki “Ben Doktor Tâhir gibi Ermenek’te birisinin çıkmasını bekliyordum. Cenab-ı Hak onu verdi. İkinci bir Zübeyir olarak kabul ettim.” Seni beğendi, memnun ve müferrah oldu. Hem sana, hem orada nurlarla alakadar kardeşlerimize selam ve dualar edip dualarınızı istiyor.

Sâniyen: Aziz kardeşim, ben de senin o ücra köşelerde Risale-i Nur gibi Kur’an’ın bu asırdaki bir mucize-i kübrâsını ve ebede kadar, âlem-i beşere iman hâlaskârlığı yapacak cihanşümûl bir hâdi-i beşeri sana ihsan eylemesi olan nimet-i uzmâya mazhariyetini ve hem Nur’un zafer bayramını bütün ruh-ı canımla tebrik ederim. Nurlarla devamlı meşguliyette ve neşrinde ihlaslı muvaffakiyetler dilerim. Dahilde ve hariçte Nurların neşriyat ve fütuhatı fevkalade ve harika bir tarzda devam etmektedir. Artık bundan sonra âlem-i İslam hatta âlem-i insaniyet vüsatindeki bayramlarımız arkası arkasına gelecektir. Rahmet-i ilahîyeden ümit ve niyaz ediyoruz ki beklenen ve Cenab-ı Hakk’ın vadettiği günler belki yarın, belki yarından da yakın.

Hakikatbîn ve hakikatı müdrik kardeşim, hiç tevazu olmadan itiraf ediyorum: Gayet derecede âciz ve nihayetsiz derecede fakir ve biçare bir hâldeyim. Acz-i mutlak, fakr-ı mutlak içindeyim. Öyle bir Bediüzzaman’ın hizmetkârı olmaya layık değilim. O kutsi Üstadımızın hizmetini layıkıyla yapamıyorum. Ancak rahmet-i ilahîyenin rahmet ve inayeti ve Üstadımızın şefkati ile bu hizmet-i kutsiyede istihdam olunuyorum. Yoksa, liyakatımdan değildir. Bu ihsan-ı ilahî ve fazl-ı ilahîde kati kanaatımla babamın helal lokma, validemin de helal süt vermesine hamlediyorum. Ömrümün sonuna kadar secde-i şükrandan kalkmasam yine de Risale-i Nur ve Üstad’ıma hizmetkârlık nimetinin şükrünü eda edemeyeceğim. Üstadım ve Risale-i Nur yolunda hayatım, malım, mülküm, herşeyim mahvolsa Risale-i Nur’un verdiği iman dersine ve dalaletten muhafaza etmesine mukabil yine ucuzdur. (...)

Muhterem Kardeşim! Babamla yaptığın nurani sohbetten çok memnun ve mesrur oldum. Cenab-ı Hak senden razı olsun. Babam ve akrabalarım sana emanettir. İnşaAllah onlar da mahrum kalmazlar.

1- İstanbul’dan Ahmed kardeşimizden “Üniversite Nur talebelerinin ‘beyanname’sinden isteyiniz. Yeni teksir oldu. Çok kıymetli ve çok ehemmiyetlidir. Onu yazanlar içinde mühim âlimler de var. Risale-i Nur hakkında çok mühim ve çok kıymettar bir ilannamedir.

2- Mübarek Süleyman Efendi kardeşime çok selam ediyorum. Nurları devamlı mütalaada muvaffakiyetler dilerim. Onda bulunan bana ait eski harf Tarihçe-i Hayatı iyi muhafaza etmesini rica ederim. Zübeyr.





5. MEKTUP
(Sarıvelilerli Mustafa Efendi’ye!)

Aziz, sıddık ve mübarek kardeşim Mustafa Efendi,

Evvelen: Çok memnun ve mütehassis olduğum Üstadımıza olan mektubunuzu, vasıta olan kimsenin burada olmamasından (dolayı) bir ay sonra aldım. Hazret-i Üstadımız sana selam ediyor.

Sâniyen: Nihayetsiz âciz ve nihayetsiz fakir ve çok kusurlu olan bu biçare kardeşiniz hakkında yazdıkların inşaAllah dua hükmüne geçer. Yoksa çok kusurlu olan şahsımla alakası yok. Fakat Risale-i Nur’un yaptığı hâlaskârlık cihetinden bir değil, yüz hayatımı da feda etsem yine ucuz düşer.

Sâlisen: Asâ-yı Musa’nın şimdi mevcut olduğunu işittim. Eski harfle sahih ve güzel bir mecmua hâlinde olmuş. Yeni neşriyatları ve bütün Risale-i Nur ihtiyaçlarını siz Mersin’den rica ediniz. Onlar temin ederler. Lâhika Mektupları’nı size de göndermeleri için Mersin’deki kardeşlerimizden ısrarla rica ediniz.

Râbian: Ermenek medrese-i nuriyesindeki Nurların listesini evvelce Ali Bey bana bildirmişti. Sizin teslim aldığınızı bildirdiğiniz miktarla arada fark var. Bu mektubu Ali Bey’e gönderiyorum. Noksan olan kitaplar kimlerde olduğunu size bildirecek. Aman mübarek kardeşim, o nurlar elimizde bütün millet-i İslamiye ve beşerin kutsi emaneti olarak bulunuyor. Onlar benim değil pek kutsi bir emanet olarak ihsan-ı ilahî tarafından büyük bir lütuf olarak elimize verilmiş. Bu itibarla da Risale-i Nur bütün mal-mülk ve hayatımızdan daha kıymetli olduğundan tab masrafı bir liralık bir Nur mecmuası zayi olsa onu zayi olmaktan kurtarmak için icabında on lira sarf etmek lazım geliyor. Nur’un hakiki bir talebesi, bir Nur mecmuasının hapiste kalmaması ve ehl-i imanın imanlarını kurtarması için senelerce hapse düçar oluyor. Böyle ve daha bir çok fedkârlıklar otuz senelik eşedd-i zulüm ve istibdad-ı mutlak devrinde çok görülmüş. Sizden ve Ali Bey’den en büyük ricam, en küçük bir Nur Risalesi’nin dahi zayi olmadan münasip gördükleriniz arasında okunmasıdır. Ona müşteri göndermek Cenab-ı Hakk’ın bir ihsanı olduğundan bizim vazifemiz Nurlara tam sahip olmaktır.

Hâmisen: Bana ait mektuba bakınca evvela ve hemen başlığı karaladım. Alil, zelil bir biçare için öyle bir tabir kullanılırsa o hürmet ve tazimlere layık kimselere hitap edilecek söz bulmak zorlaşır. Bu sözünüzün yanlışlığını ve benim biçareliğimi çok yazacaktım. Fakat vaktim olmadığından kısaca siz mübarek kardeşimden rica ederim ki layık olmadığım bir tabiri geriye alınız. Kat‘a ve asla tercih etmemenizi rica ederim.

Mübarek ve müdrik kardeşim: Peder ve valideme söylediğiniz hak ve hakikat ve nurlu sohbetiniz için çok teşekkürler ederim. Sizin bu kıymettar konuşmalarınıza çok ihtiyaçları var. Bundan sonra da esirgememenizi çok rica ederim. Mübarek Süleyman Efendi kardeşimize ve Nurlarla alakadar kardeşlerimize çok selam ederim. Nurları tekrar tekrar okumak, zerreden güneşe kadar mertebeleri olan meratib-i imaniyede terakki etmek nimet-i uzmâsına nailiyetinizi dilerim. Çok günahkâr kardeşiniz Zübeyir.

Elimde bulunan mektuplardan yalnız beş tanesinden sizlere birşeyler aktarmaya çalıştım. Serapa sadakat timsali olan merhum Zübeyir Gündüzalp’in bu ihlaslı ifadelerden istifade edeceğimiz çok noktaların var olduğu düşüncesindeyim.

RİSALE-İ NUR BÜTÜN MAL-MÜLK VE HAYATIMIZDAN DAHA KIYMETLİ OLDUĞUNDAN TAB MASRAFI BİR LİRALIK BİR NUR MECMUASI ZAYİ OLSA ONU ZAYİ OLMAKTAN KURTARMAK İÇİN İCABINDA ON LİRA SARF ETMEK LAZIM GELİYOR. NUR’UN HAKİKİ BİR TALEBESİ, BİR NUR MECMUASININ HAPİSTE KALMAMASI VE EHL-İ İMANIN İMANLARINI KURTARMASI İÇİN SENELERCE HAPSE DÜÇAR OLUYOR.
 

FaKiR

Meþveret Bþk.
Üstadı ilk ziyareti


Gündüzalp, Üstadını ilk defa 1946'da Emirdağ'da ziyaret etmiş. İlk ziyaretinde heyecandan tir tir titriyor ve mütemadiyen gözyaşlarını tutamayarak ağlıyormuş. Üstad, "Keçeli, neden ağlıyorsun?" diye onu bağrına basıp dua etmiş. Üstadının ikazı üzerine dışarı çıkıp yüzünü gözünü yıkamış tekrar Üstadın huzuruna kabul edilmiş. Ayrılık zamanı gelince Zübeyir Gündüzalp, Üstadına, "Memuriyetten ayrılıp, yanınızda hizmet etmek istiyorum" demiş, Bediüzzaman, bu fedakârlığa çok memnun olmuş; cevaben, "Vazifene devam et, Konya'da daha çok hizmet edersin. İnşaallah, ileride alırım seni yanıma" demiş. Zübeyir Gündüzalp, Konya'da dört sene kalmış. Bu esnada Babalık gazetesinde çalışmış ve orada çocuk terbiyesine ait bazı makaleler yazmış. Nihayet 1948 senesinde Afyon'a tevkif edilmiş, burada Üstadıyla birlikte altı ay mevkuf kalmış. Yanlışlıkla tahliye edildiği zaman, sırf Üstadından ayrılmamak için, tahliyesinin yanlış olduğunu bildirerek, tekrar tevkif edilmesini sağlamış. Yine İslâmın bu kahraman fedaisi, Üstadıyla beraber olmak arzusuyla, Nur Risalelerini okuyup yazdığını bildirerek, kendi kendini ihbar etmiş. Bundan sonraki hayatı, beş-altı ay Eskişehir'de ve nihayet büyük kısmı İstanbul'da dinî hizmetlerle haşir-neşir olarak geçmiştir


"Üstad seher namazını eda ettikten sonra, bir bardak limonlu çay içerdi. Hz. Üstadımız her ne zaman olursa olsun, çaya ve limon konulacak yemeklere limon damlatırdı. Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri asıl yemeği kuşluk zamanında yerdi. Öğle vakti pek az, birkaç lokma bir taam alırdı. İkindi namazından evvel asıl yemeği yerdi. Ancak akşam namazından sonra okuyacağı esnada limonlu bir bardak çay içerdi. Yatsı namazından sonra Resul-i Ekreme (a.s.m.) imtisalen hemen yatardı. Yatmadan evvel küçük bir lokmacık taam yerdi. Sonra 'Âyete'l-Kürsî' yi okur, yatardı. Seher vaktinden çok evvel kalkar, evradını okurdu, sabah namazından evvel veya sonraya kadar. Sabah namazını erken edâ ederek yanında bulunan hizmetkârlarına, basılan kitaplardan ders yaptırır, kendisi de eski hurufla yazılı aslından takip ederdi. Üstad Hazretleri çorba olarak pirinç ve şehriye yerdi. İçine yumurta kırdırırdı. (Bunu 75 yaşından sonra yerdi. Yemeğin üzerine 4-5 habbe üzüm yerdi. Her habbeyi yiyişinde Besmele okurdu. 75-80 yaşlarında ömrünün sonuna kadar gördüğüme göre, kabuklarını soyar, çekirdeklerini çıkarır, yanındaki hizmetkârlarına lutuf ederdi.

SEN NUR’LARI OKU...


“Malumatı çok, fakat fikri ve zihni dağınık bir mühendis bir gün üstad Bediüzzaman’ı ziyarete gelmişti. Sohbet sırasında Üstad’a:


-Masonlar şöyle, Koministler böyle, Müslümanlar ise maalesef zayıf, gibi menfi konuşmalar yapıyordu. Üstad ona devamla:


-Risale-i Nur’u oku kardeşim, diyor. O ise menfiliklerden bahse devam ediyordu.

Bu hal üç kere tekrarlanınca. Üstad o zat’a karşı, en sonunda şu ikazı yapmak zorunda kalmıştı.


-Kardaşım. Ömür azdır, vazife çoktur. Pislik karıştırmağa vaktimiz yoktur. Sen Nur’ları oku...

HİÇBİR ŞEY BAŞIBOŞ DEĞİL


Üstad, yirmibeş yıl sonra, tekrar Barla’ya vardığında dut ağacını ziyarete gider. Yanında bulunan Zübeyir Gündüzalp’e:


-Sen geri dur, der.


Dut ağacının müvekkil melaikesine selam verip ağacı kucaklar ve buyurur ki:

SEHER VAKTİNDE


Üstad seher namazını eda ettikten sonra, bir bardak limonlu çay içerdi. Çaya ve yemeklere limon damlatırdı. Asıl yemeği kuşluk zamanında yerdi. Öyle vakti az, ikindi namazından evvel asıl yemeği yerdi. Akşam namazından evvel limonlu çay içerdi. Yatsı namazından sonra yatardı. Yatmadan evvel küçük bir lokma taam yerdi. Sonra Ayet-el Kürsiyi okur yatardı. Seher vaktinden çok evvel kalkar evradını okurdu. Sabah namazından sonra ders yapardı.

“NEDEN ŞAPKA GİYMEDİN?”


Bir gün Emirdağ’da Üstad, Zübeyir Ağabeyle kıra çıkar. Zübeyir Ağabey, güneşten korunmak için başına beyaz bir takke giyer. Arkadan Üstadı takip eder. Dere üzerinden geçen bir köprünün üzerine geldiklerinde, kaymakamın jipi ar­kadan yaklaşır. Kaymakam, Üstadın köprüyü geçmesini bek­ler, sonra geçer.


Kaymakam, bir gün sonra iki jandarmayla Zübeyir Ağabeyi makamına çağırtır. Zübeyir Ağabey, Üstaddan izin alıp gi­der. Kaymakam:


“Neden şapka değil de başına takke giydin?” der.


“Kaymakam bey, bir şapka 40-50, bir takke birkaç liraya çıkıyor. Başıma güneş geçmesin diye yanımdaki takkeyi giydim.” der.


Kaymakam beklediği cevabı alamayınca:


“Sizinle zaten konuşulmaz!” deyip mahkemeye sevk eder.

VÜCUDUNA İĞNE BATIRIRDI


Sabah namazından sonra başlayan ders, beş altı saat devam ederdi. Tam öğlen namazına kadar devam eden dersi Ceylan Çalışkan’ın çok güzel anladığını, yorgunluktan uykuları geldiğini Zübeyir Gündüzalp’ın vücuduna iğne batırarak derse devam ettiğini hatta saate bakmasınlar diye saati ters çevirdiğini ve Üstad’ın derse dikkatleri bütünüyle verilmesini temin ettiğini ifade ediyor

KUMANDANLAR AZ YER, ERLER ÇOK


Merhum Zübeyir Gündüzalp, üstad Bediüzzaman’a olan bağlılık ve sadakat sebebiyle, onun yaşadığı gibi yaşamaya çalışırdı. Bu sebeple riyazet yapar, Hazret-i Üstad gibi az yemeğe gayret ederdi. Ancak bir defasında, bir çuvalı taşırken, yaptığı riyazet tesiriyle halsiz kalıp merdivenlerden düşer. Üstad onun bu bitap halini müşahede edince, kendisini çağırıp şöyle der:


“Zübeyir Kumandanlar az yer, ama erler çok yerler ve çok çalışırlar.

ÜSTAD ZÜBEYİR’E GAZETE OKUTTURUYOR


“Üstad Zübeyir Abiye gazete okutturuyor. Diğerleri de ‘Üstad bize de okuttursa’ diye geçiriyorlar. Üstad:


“Ben size şahsımı siyasete alet edersiniz diye okutmuyorum. Fakat bu camid kafalı Zübeyir bir şeyden anlamaz” diyor.

ACAİB BURADA ADAM MI VAR?


Üstad bir gün Zübeyir Abinin üstüne oturuyor.


“Acaib burada adam mı var?” Zübeyir kımıldayınca, şaka yapıyor. Üstad Zübeyir Abiyle şakalaşıyor. Zübeyir Abi şımarmıyor.67

Kur’ân ve Nur’ların Müdafaası


Bir gün Zübeyir ağabeyimizi alışkın olmadığımız bir tarzda lacivert elbise, kolalı ve manşetli gömlek, kravatlı ve kaliteli bir gözlükle Beyazıd meydanından o şartlarda grand tuvalet görünce hayret etmiştik. O hayretimi anlamış olacak ki, “Kardeşim, bir beyefendiyle randevum vardı. Ona Kur’anın ve Nur’ların müdafaasını yapmaya gidiyordum. Nazarlarını kılık kıyafetimle meşgul etmemek için onun alışkın olduğu kıyafetle gitmeyi daha uygun gördüm” dedi. Her halinde, her hareketinde hizmeti düşünür, his ve arzularına göre değil, her hali hizmetin fayda ve zararlarına tanzim ederdi.

VALLAHİ BİLLAHİ EMRET ÜSTADIM


Üstadımıza emniyetten geliyorlar. Onlara:


“Siz maddî asayiş, biz mânevî asayiş için çalışıyoruz.” Şeklinde gereken dersi verdikten sonra, Zübeyir Ağabey’e emrediyor:


“Git Stalini gebert.” Zübeyir Abi, ayağa fırlıyor.


“Vallahi billahi emret Üstadım.” Üstad:


“Bunları ben muhafaza ediyorum. Böyle yüzbin var.”
 

Sirac

Well-known member
Bir gün savcı, mahkeme huzurunda:

Bunlar tepsi tepsi baklavalar, börekler yiyor.” demiş.

Hâkim, Zübeyir Ağabeyin sararmış, bir deri bir kemik hâlini göstererek

Baklava börek yiyen adamın hâline bak. Yüzünün derisi kemiklerine yapışmış... Baklava börek yiyen böyle mi olur!” demişti.

Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı - ÜSTAD İÇİN YAŞARDI
 

Sirac

Well-known member
Tavırlar hususunda, bir arada yaşayan hizmet erbabının,

birbirinin arkasından, önünden kaş göz işaretleriyle

birini diğerine karşı küçük düşürücü müstehzi tavırlarla hafife alma hususunu

o derece müteessirane ve müteessifane ifade etti ki

"Aradaki bütün samimiyet duygularını mahveder, ortadan kaldırır, kardeşim." dedi.

M.FIRINCI ANLATIYOR
 

Sirac

Well-known member
Bir defasında Zübeyir Ağabey'in şöyle dediğini hatırlıyorum:

"Birisi beni tenkit etti mi, bakarım;

tenkidinde haklı ise o halimi düzeltir, hizmete devam ederim;

eğer tenkidinde haksız ise, yine hizmetime devam ederim!
"

M.FIRINCI ANLATIYOR
 

Sirac

Well-known member
Zübeyir Ağabey,Hazret-i Üstadın bütün hallerine aşina idi.Üstadımızın bütün sırlarını bilirdi.Diğer bütün ağabeyler kısmen bilir.

Her seferinde Risâle-i Nur derdi,Üstad derdi,bir de boynunu gösterirdi.

Derdi ki:

''Kardeşim eğer benim Üstada ve Risale-i Nur'a olan muhabbetim

yüzden doksan dokuza inerse bu büyük bir cinayettir.''


Selahaddin Akyıl
 

Sirac

Well-known member
Bazı yazarlar, İslâmî-dinî bahisleri anlatırken veya kitaplarında yazarken “göre” kelimesini kullanırlar.

Peygamberimizden, Kur’an-ı Kerimden, âyetlerden, hadislerden veya diğer peygamberlerden, din büyüklerinden

bir söz, bir kıssa, bir mesele ve bunlar gibi ebedî hakikatleri yazarken,

Kur’an’a göre”, “Âyete göre”, “Peygambere göre”, “Hadis-i şerife göre”, “Falan zâta göre” derler.

Nur deryasının serdar kaptanlarından Zübeyir Abi, bu durumları gördüğü zaman çok celâllenirdi:

“Kardeşim! Bu ‘göre’ kelimesini inanmayanlar, müsteşrikler ve Avrupalılar kullanırlar.

Göre’ dediğine göre, peki sen nesin?

Sen tarafsız bir müsteşrik misin?

İnanan, iman eden bir ehl-i iman, Avrupalıların içimize attığı bu yanlış kelimeyi kullanmaz!

Böyle yanlışlar Nur Risalelerinde hiç bulunmaz.

Meselenin aslı, doğrusu, en güzel şekli ve Risale-i Nur’lardan öğrendiğimiz ise şöyledir:

Kur’an-ı Kerimde Cenab-ı Hak şöyle ferman buyurmaktadır! Peygamberimiz şöyle emretmektedir!

Necmeddin Şahiner
 

Sirac

Well-known member
ZÜBEYİR ABİ


Sadakat güneşi, Nur’un burcunda

Hizmetin yolunda koşar Zübeyir

Hayatı yoğrulmuş çile harcında

İman, Kur’an” deyip coşar Zübeyir.


Kalem kağıt yoksa işte kan, derim!

Hep “Risale-i Nur ve Üstad” derim.

Davaya fedadır hayatım, ser’im.

Fenâfinnur olmuş, yaşar Zübeyir.


Afyon, Emirdağ, Isparta, Urfa,

Ankara, İstanbul hep nurlu sayfa.

Kendi yanar, ışık saçar etrafa.

Nur’la dolar dolar, taşar Zübeyir.


Sizin olsun memuriyet ve maaş,

Aç gezerim, bağrıma basarım taş!

Yeter ki Üstada olayım yoldaş.

Bütün engelleri aşar Zübeyir.


Nur’lara ayine olmak” tek derdi.

Ömrünü adamış bir cengâverdi.

Nasıl anlatmalı böyle bir merdi?

Kalem âciz kalır, şaşar Zübeyir!

Abdulkadir Menek​
 
Üst