Zekeriya Beyaz’ın iftiralarına cevaplar

Nesl-i Cedid

Well-known member
Zekeriyya Beyaz’ın iftiralı karalamalarına cevaplar

Bu bedbaht adam, vaktiyle, geçliğinde yani din tedrisatı yapmak isterken Nurlar dünyasıyla tanışmış, fakat fıtratındaki taaffünlük sebebiyle nurdan istifadesi olmadığı gibi nurdan zulmete düşmüştür. Nasılki bazı maddeler güneşle temas ettikçe siyahlaşır, kokuşur ve beyazlıktan karanlığa düşer. Aynen öyle de, bu adam da Risale-i Nurlara ve onun müellif-i muhteremi Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerine dil uzatmaya kalkışmış ve hakaretlerini bir evrak-ı perişanda yayınlamıştır.

Aslında tenkidnamesi yani kitabı 384 sayfadır. Zannedilir ki, bu kadar sayfada çok şeyler yazmış. Ne gezer! Tenkidlerinin hepsini topladığın vakit üç dört maddede bitiyor. Zavallı bedbaht adam, itirazlarını yeni diye takdim ediyor. Halbuki bu garazlı ithamlar Risale-i Nur muarızları tarafından çok önceleri dile getirilmiş ve hiçbir makes bulmadan sönüp gitmiştir.

Senelerdir din aleyhinde en küçük ve ehemmiyetsiz bilgi ve belgeleri, büyük bir şaşayla yayınlayan malum ve menfur medya ve din düşmanları bu zatın tezviratlarını bayram edercesine duyurmuşlar ve kitabevlerinde satışa sunmuşlardır.

Bizler böyle dehşetli bir şekilde dinini dünyaya satan adamlara değil de, evvela hak ve hakikat hesabına, sonra da bazı biçarelerin yanlışa düşmemeleri için bu iftiralara cevap vereceğiz ve doğruları anlatacağız. Fakat 385 sayfa kinini, cehaletini, garazkârlığını kusan bir adama bu kadar uzun mu cevap verilir diye akla gelebilir. Cevaben derim ki, inanın bu kadar bile çok yazdık. Çünkü dönüyor dolaşıyor üç-beş meseleyi konu ediyor, laf-ı güzafla meseleyi uzatıyor, aynı konuları tekrar tekrar yazıyor.
İşte bu herifin atmaya kalktığı:

İFTİRALARININ BİRİNCİSİ: NURSÎ Mİ? NORSİ Mİ?

Evvela soyadı olarak“Nursî” değil de Zekeriya Beyaz’ın kendi kafasından uydurduğu “Norsi” ismi üzerinde duralım. sh: 95

Bu zat bilmelidir ki, Bediüzzaman Hazretleri, bulunduğu doğu bölgesinin çeşitli nedenlerle geri kalmışlığına dikkat çekmek için izafiyet ismi olarak, İstanbul’a ilk defa geldiği 1908’den 1920’liyılların ilk başlarına kadar yazdığı kitaplarında, makalelerinde ünvanını “Said-i Kürdî” olarak kullanmıştır. Fakat daha sonra ülkemizde başlayan dinsizlik hareketlerine karşı, sadece doğu vilayetleri değil, bütün ümmet-i Muhammed (a.s.m.) namına bir mücahid-i ekberdir. Bediüzzaman olarak vazifedardır ve “Bediüzzaman Said Nursi” olarak vazife yapan müceddid-i azamdır. Yoksa iftira edildiği gibi “Nursi” isminde istismar edecek bir şey yoktur ve olamaz.

Hem Z.Beyaz’ın iddia ettiği “Okur” soyadı kendisi tarafından verilmemiş ve kendisi o soyadını hiç kullanmamıştır. Ve o soyadı, kendi iradesi dışında 1944’te sürgün olarak geldiği Emirdağ’ında belediye ricali tarafından verilmiştir, yani resmi devlet kayıtlarına öyle yazmışlardır.

Hem bilinmelidir ki, gerek 1935 Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinde yargılandığı resmi kayıtlarda, gerek 1943’te Denizli Ağır Ceza Mahkemesindeki kayıtlarda, gerekse 1948 Afyon Ağır Ceza Mahkemelerinde yargılandığı davalarda, resmi kayıtlarda adı soyadı hep Said Nursi olarak geçmiştir. Onlarca hâkim, savcı ve devletin bilirkişileri Said Nursi ismiyle muhatap olmuşlar öyle yazmışlar öyle okumuşlardır.

Şimdi Z.Beyazın işgüzarlık yapıp bu hakikatı değiştirmeye kalkması seviyesizlik değil de nedir?

Bediüzzaman Hazretlerinin “Bediüzzaman” ismi üzerinde şöyle bir ifadesi vardır:
Sual: Sen imzanı bazan Bediüzzaman yazıyorsun. Lakab medhi îma eder?
Cevab: Medih için değildir. Kusurlarımı, sened-i özrümü, mazeretimi bu ünvan ile ibraz ediyorum. Zira bedi', garib demektir. Benim ahlâkım suretim gibi, üslûb-u beyanım elbisem gibi garibdir, muhaliftir. Görenekle revaçta olan muhakemat ve esalîbi, benim üslûb ve muhakematımla mikyas ve mihenk itibar yapmamayı bu ünvanın lisan-ı haliyle rica ediyorum. Hem de muradım bedi', acib demektir.
اِلَىَّ لَعَمْرِى قَصْدُ كُلِّ عَجِيبَةٍ*كَاَنِّى عَجِيبٌ فِى عُيُونِ الْعَجَائِبِ
mâsadak oldum. Bir misali budur: Bir senedir İstanbul'a geldim, yüz senenin inkılabatını gördüm.
وَالسَّلاَمُ عَلَى مَنِ اتَّبَعَ الْهُدَى
Cemi' mü'minlerin lisanıyla insanların adedi kadar deriz: Yaşasın Şeriat-ı Ahmedî!.. (Aleyhissalâtü Vesselâm).
Bediüzzaman Said Nursî”
Hutbe-i Şamiye (101)
[h=1][/h][h=1]İFTİRALARININ İKİNCİSİ: "KALBE İHTAR EDİLDİ", "HATIRIMA GELDİ", "KALBİME GELDİ" GİBİ TABİRLER NE ANLAMA GELİYOR?[/h]
Zekeriya Beyaz’ın kitabında dile getirdiği bir iddiası da, Risale-i Nurların ilham-i İlahi ile yazdırıldığını anlayamamasıdır. Üstad Hazretleri için diyor ki: “Bana yazdırıldı. “Kalbime denildi ki” diyor. Yoksa ona vahiy mi geliyordu?” (sh: 249)

Aynı soruları yıllar öncesinden kimi kasıtlı olarak, kimi de öğrenmek maksadıyla sormuş ve gereken cevabı almışlardır.

Ezcümle 1952 yılında Gençlik Rehberi isimli risalesinin mahkemeye verilmesiyle bilirkişi olarak tayin edilen zevat da aynı manaya takılmışlar ve Bediüzzaman Hazretleri, bilirkişilerin bu ithamlarını şöyle cevaplandırmıştır:

Dördüncüsü: "Şahsî nüfuz temin etmek" bir suç unsuru gösterilmiş. Sebebi de "Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsi namına konuşuyorum" demesi ve "kalbe ihtar edildi", "hatırıma geldi", "kalbime geldi", "Risale-i Nur hem mekteb, hem medrese, hem tekke faidesini veriyormuş." Ehl-i vukuf bu cümleyi medar-ı ittiham etmiş.
Cevaben deriz: Bir adam kabir kapısında seksenden geçmiş, kırk seneden beri kendisini inzivaya alıştırmış, yirmisekiz seneden beri tecrid-i mutlak ve hapis ve nefiy içinde bütün bütün dünyadan küsmüş, otuzbeş sene gazeteleri okumamış, dinlememiş, mukabelesiz ömründe hediye kabul etmemiş, en yakın akrabasından hattâ kardeşinden hiç mukabelesiz birşey kabul etmemiş, hürmetten, teveccüh-ü nâstan kaçmak için halklarla görüşmemek için zaruret olmadan kendine düstur yapmış. Ve bütün dostların medihlerini kendi şahsına almayarak, ya Nurcuların heyetine, ya Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsine havale etmiş. Ve dermiş:
"Ben lâyık değilim. Haddim de değil. Ben bir hizmetkârım, çekirdek gibi çürüdüm gittim. Risale-i Nur ise, Kur'an-ı Hakîm'in tefsiridir, manasıdır."
Hemen herkesin dediği gibi; hatırıma geldi, yahud fikrime geldi, yahud fikrime ihtar edildi gibi tabirleri herkes istimal ediyor. Benim de bunu söylemekten maksadım bu ki:
"Benim hünerim, benim zekâm değil. Sünuhat kabîlinden demektir. Bu da herkesin dediği gibi bir sözdür. Eğer vukufsuz ehl-i vukufun verdiği mana ilham da olsa; hayvanattan tut, tâ melaikelere, tâ insanlara, tâ herkese bir nevi ilhama ve sünuhata mazhar oldukları, ehl-i fen ve ehl-i ilim ittifak etmişler. Buna suç diyen, ilim ve fenni inkâr etmek lâzım gelir.”Emirdağ Lahikası-2 ( 132 )

Bu mahkeme beraatle neticelenmiştir.
[h=1][/h][h=1]İFTİRALARININ ÜÇÜNCÜSÜ: Z. BEYAZ’IN BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ HAZRETLERİNE BİR BAŞKA İFTİRALI İTTİHAMI DA -HAŞA- PEYGAMBERLİK İSNADIDIR[/h]
Kitabında diyor ki: “Said Nursi yalancı peygamber miydi?” (sh: 245) Hem diyor: Said Nursi’nin kitaplarında Hz. Muhammed’in (S) son peygamber olduğunu açıklayan bir cümle gören var mı?!” (sh: 276)

İnsan bu iftira karşısında ne diyeceğini şaşırıyor. Sadece ilk dilimize geleni demek istiyoruz. “Ey Z.Beyaz ağzın dilin kurusun, necm-i ikbalin sönsün.”

Deccalların yamaklığını her zaman yapanlar bulunmuştur. Bediüzzaman Hazretlerinin gizli dinsiz komitelerle mücadelesi son doksan-yüz yıla yakın devam etmektedir. 1909 31 Mart olayından sonra başlayan ve Osmanlının mağlubiyetiyle kuvvet bulan ve genişleyen gizli din düşmanlığı ve gizli dinsiz komiteler bir yandan da “ulema-üs- su”dan istifade etmiştir. Bediüzzaman Hazretlerine karşı dinini dünyaya satan bazı bedbahtları kullanmışlar ve en ağır iftiraları yapmışlardır.

İşte, Risale-i Nur Külliyatında zikredilen Üstad Hazretlerine yapılan iftiralardan bir tanesi de budur. Ne yazık ki, son kırk elli senedir Nurlar hakkında hak ve hakikat çokca tebeyyün ettiği halde hala bu güneşten gözlerini kapayanlar bulunmakta ve gündüzü gece yapmaya ahmakçasına çalışmaktadırlar.

Bundan ellibeş sene önce yine bedbahtlar tarafından yapılan bir iftira ve ona karşı Nur Talebelerinin verdiği cevap. Demek dindarlık ve dinsizlik mücadelesi çeşitli perdeler arkasında devam ediyor ve daha da edecektir. Cevaben deniliyor ki:

Herhangi bir din âlimine, bir bahane ile peygamberlik isnadını yapmak, doğrudan doğruya İslâmiyete bir taarruz ve Kur'ana bir ihanettir.
Üstadımız Said Nursî bütün ömrü müddetince sünnet-i seniyeye ittiba etmiş ve bir sünnet-i seniyeye muhalif hareket etmemek için i'dam cezalarını hiçe saymış ve sünnet-i seniyeyi ihya ve imanı muhafaza uğrunda yüzotuz parça eser te'lif etmiştir. Hunhar din düşmanlarına karşı hayatını istihkar ederek mücahede etmiş ve nihayet muvaffak ve muzaffer olmuştur.
Evet ittiba-i sünnet-i Ahmediyeye dair yazdığı bir eseri, otuz seneden beri binlerce nüsha neşrolmuştur. Fahr-i kâinat Resul-i Ekrem (A.S.M.) efendimizin son ve hak peygamber olduğuna dair muazzam bir eseri olan Mu'cizat-ı Ahmediye kitabı da meydandadır.
Hakikat-ı hal böyle olduğu halde, Said Nursî'ye böyle bir ittihamı yapanların; hak ve hakikattan, insaf ve vicdandan ne kadar uzak oldukları kıyas edilsin. Bu ittihamı yapmak, şeytanların bile hatırından geçmez. Emirdağ Lahikası-2 (219)

Yine hak ve hakikat hesabına bir bahis daha alıyoruz. Mütebakisini başta; “Ondokuzuncu Söz Risalet-i Ahmediye'ye Dairdir” Sözler (235) “Ondokuzuncu Mektub Mu'cizat-ı Ahmediye (A.S.M.)” Mektubat (89) risalelerine ve Risale-i Nur Külliyatında serpişmiş olarak bulunan adeta dörtte birinin bahsi olan, Risalet-i Muhammediye (A.S.M.) konularına havale ediyoruz. Hem Risale-i Nurlarda geçen ve son peygamber manasının ifade eden Hatem-ül Enbiya cümlesi on altı yerde vardır. İşte örnek olarak aldığımız bir bahis:
“Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın caddesinden hariç ve onun arkasından gitmeyen muhaldir ki; hakikî envâr-ı hakikata vâsıl olabilsin. Bu mes'elenin sırrı şudur ki: Madem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Hâtem-ül Enbiya'dır ve umum nev'-i beşer namına muhatab-ı İlahîdir; elbette nev'-i beşer, onun caddesi haricinde gidemez ve bayrağı altında bulunmak zarurîdir.” (Mektubat: 452)
[h=1][/h][h=1]DÖRDÜNCÜ İFTİRASI: ÜSTAD HAZRETLERİ GÜYA İŞRAKİ FELSEFESİNE İNANMIŞ VE İŞRAKİCİLİK MESLEĞİNDE BULUNMUŞ[/h]
Bir başka iftiralı ithamı da Hazret-i Üstad’ı adeta “İşraki felsefesi” mensubu gibi göstermeye çalışmaktadır. Diyorki:
“Said Norsi’nin sapkın işraki felsefesine bağlanması ve o nedenle vahyin ve peygamberliğin devamına inanması.” (Sh: 105)

Dayanak olarak da gençliğinde o meslekle olan ilgisini gösteriyor. Halbuki Hazret-i Üstad fıtratındaki cevvaliyet ve araştırıcılık sebebiyle gençliğinde tarikat, tasavvuf, müsbet bilimler (coğrafya, kimya, astronomi) felsefe vs. mesleklere bakmış, bir derece meşgul olmuş ve hakaik-i Kuraniyeye basamaklar yapmıştır. Sonraları İmam-ı Rabbaninin kitabını kendisine hitap ediyor olarak okumuş ve o imamın manevi tavsiyesiyle:
Tevhid-i kıble et. Yani: Birini üstad tut, arkasından git, başkasıyla meşgul olma.”
Üstad Hazretleri sonra diyor ki:
“Şu en mühim tavsiyesi, benim istidadıma ve ahval-i ruhiyeme muvafık gelmedi. Ne kadar düşündüm: "Bunun arkasından mı, yoksa ötekinin mi, yoksa daha ötekinin mi arkasından gideyim?" tahayyürde kaldım. Herbirinde ayrı ayrı cazibedar hasiyetler var. Biriyle iktifa edemiyordum.
O tahayyürde iken, Cenab-ı Hakk'ın rahmetiyle kalbime geldi ki:
Bu muhtelif turukların başı ve bu cedvellerin menbaı ve şu seyyarelerin güneşi, Kur'an-ı Hakîm'dir. Hakikî tevhid-ikıble bunda olur. Öyle ise, en a'lâ mürşid de ve en mukaddes üstad da odur. Ona yapıştım.
Nâkıs ve perişan istidadım elbette lâyıkıyla o Mürşid-i Hakikî'nin âb-ı hayat hükmündeki feyzini massedip alamıyor; fakat ehl-i kalb ve sahib-i halin derecatına göre o feyzi, o âb-ı hayatı yine onun feyziyle gösterebiliriz.
Demek Kur'andan gelen o Sözler ve o Nurlar, yalnız aklî mesail-i ilmiye değil; belki kalbî, ruhî, hâlî mesail-i imaniyedir ve pek yüksek ve kıymetdar maarif-i İlahiye hükmündedirler.” Mektubat (356)

Yani İslama, Kur’ana hizmet için muhtelif meslekleri, meşrepleri araştırmış ve en sonunda sahabeler gibi doğrudan Kur’andan feyz alma yolunu tercih etmiştir. Şimdi kalkıp da bundan başka manalar çıkarmak en az deyimle garazkârlıktır.

Hem Hz. Üstad “İşrakiyyun” felsefesini yaratılış ve tevhid hususundaki görüşlerinden dolayı “şirkalud, dalaletpişe” diyerek, tenkid eder. Tafsilat için Sözler: 542 sahifeye bakılabilir.

BEŞİNCİ BİR BAŞKA VE ACİB YALANI VE İFTİRANAMESİ DE DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞININ BU ESERLERE KARŞI OLDUĞUDUR

Zekeriya Beyaz’ın bir işgüzarlığı da şudur: Güya aklınca Diyanet camiası ve Diyanetin hocaları Nur Risalelerine karşıdır ve muarızdır.
Halbuki diyanetin büyük hocaları hep Üstadla ve Risale-i Nurlarla dosttur ve kıymetini takdir etmektedirler.

Mesela Bediüzzaman Hazretleri Kastamonuda (1936-1943) sürgünde iken, birkaç hocanın hem o zamnki rejimin korkusundan hem kıskançlıktan zahiren Üstaddan teberri etmelerine mukabil, eski fetva emini,yani fetva dairesi başkanı Ali Rıza Efendi gibi zatlar takdirlerini bildirmişlerdir ve demişlerdir ki:
"Bu tarz-ı ifade ve isbat ve beyan, hiçbir kitabda bulmamışız. Bu şerait içinde böyle eserler hiç kimseye müyesser olmamış."

Hem Fetva Emini Ali Rıza Efendi, İşârâtü’l-İ’câz’ı mütalâa ettikten sonra: “Bu İşârâtü’l-İ’câz, bin tefsir kuvvetinde ve kıymetindedir” demiştir.

Hem 1944 yılında Denizli Ağır Cezada yargılanan Bediüzzaman Hazretleri ve eserleri hakkında bilirkiş olarak Ankarada bir heyet teşekkül etmiştir. Bu heyet de şu zevattan müteşekkil idi:
Ankara Ağır Ceza Mahkemesi'nden Emin Büke'nin riyaseti altında ehl-i vukuf intihab olunan Ankara Diyanet İşleri Müşavere Heyeti a'zasından ders-i âm ve profesör Yusuf Ziya Yörükhan ve Ankara Dil-Tarih Fakültesi Şarkiyat Enstitüsü Müdürü Necati Lügal ve Türk Tarih Kurumu ve Türk-İslâm Kitabları Derleme Heyeti a'zasından Yusuf Aykut tarafından tanzim kılınan evrak arasında mevcud raporlarında; Said Nursî'nin yegân yegân tedkik olunan risale ve kitablarında halkı; dini ve mukaddesatı âlet ederek devletin emniyetini ihlâle teşvik etmek veya cem'iyet kurmak kasdında olduğunu gösterir bir sarahat, emare olmadığı...” Emirdağ Lahikası-1 (15)

Bu zevatın verdiği müsbet raporlar istikametinde Denizli Ağır Ceza Mahkemesi Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerine ve yüze yakın Nur Talebelerine beraat vermişler ve Risalelerin de sahiplerine iade edilmesi karara bağlanmıştır. Görüldüğü gibi memleketin ilim ve fikir adamları risaleleri tedkik etmiş ve Zekeriyye Beyaz’ın sakat kafası gibi düşünmemişlerdir. Hem de her biri büyük allemedirler. Z.Beyaz kafasını tamir ettirmelidir.

BAZI ULEMA-ÜS-SU’

Gizli dinsizler Risale-i Nura karşı bazı enaniyetli, bazı şöhretli, bazı kıskanç, bazı da korkak bazı hocaları da kullandığı vardır. Fakat bunlar alaka görmemiş ve milletimiz öylelere aldanmamıştır. İşte bu tarz aldatılanlara karşı deniliyor ki:
“Zahiren dindar ehl-i bid'adan bazı şöhretli zâtları gösterip; "Biz de müslümanız, din yalnız Said'in mesleğine mahsus değil" deyip, bize karşı perde altında cephe alan zındıklara ve anarşilik hesabına o safdil ehl-i diyanet ve hocaları âlet edip istimal ediyorlar. İnşâallah bunların bu plânları da akîm kalacak.” (Tarihçe-i Hayat (492)

1948’de mahkemeye verilen ve yirmi ay cezaevinde kalan Bediüzzaman Hazretleri kitapların iadesi hususunda devam eden mahkemeyi takip etmiş ve 1956 yılında Diyanet İşleri Müşavere Kurulunca mahkemeye gönderilen rapor neticesinde Afyon Ağır Ceza Mahkemesi Risale-i Nurların beraatine ve serbestiyetine karar vermiştir. Risaleler de o karara müsteniden yayınevlerinde yıllardır basılıp satılmaktadır. Binlerce milyonlarca insanın maddi ve manevi istifadesine sebep olmaktadırlar. Bu konu da şöyle anlatılmaktadır:

Fakat mahkeme heyeti, Risale-i Nur eserlerinin beraetine karar vermedi, müsaderesine karar verdi. Bu karar 1956 tarihine kadar devam etti. Mahkeme iki defa Nur Risalelerine müsadere kararı verdi. Temyiz Mahkemesi bu iki kararı da bozdu. Afyon Mahkemesi Temyiz'in kararına uyarak, Nurların beraetine karar verdi. Bu sefer Temyiz, usûlde noksanlık yüzünden bozdu ve eserlerin Diyanet İşlerince tedkikini istedi. Diyanet İşleri Müşavere Kurulunca bütün eserler tedkik ettirildi. Neticede Nurların hakikatını bir derece belirten bir rapor verildi. Ehl-i vukufun mezkûr raporuna istinaden Afyon Mahkemesi, Haziran 1956 tarihinde ittifakla Nurların beraetine ve serbestiyetine karar verdi. Karar kat'îleşti. Artık bu tarihten sonra, merkez-i hükûmette Risale-i Nur mecmuaları matbaalarda tab' edilmeye başladı.” Tarihçe-i Hayat (614)

AHMET HAMDİ AKSEKİ KÜTÜPHANEYE KOYDU

“Afyon hâdisesi başlamadan evvel Diyanet İşleri Reisi Ahmed Hamdi, Said Nursî'den iki takım Risale-i Nur eserlerini; bir takımını Diyanet İşleri Kütübhanesine koymak, bir takımını da şahsına alıkoymak için istemişti. Fakat hapis hâdisesi çıktı, gönderilemedi. Üstad, hapisten sonra Emirdağ'a geldiği vakit, evvelce hazırlanan iki takımı tashih ederek Ahmed Hamdi'ye gönderdi.” T.H. (615)

Zekeriya Beyazın fotokopisini kitabına aldığı broşür ve diğer Risale-i Nurun aleyhindeki kitapçık veya broşürler ise, tümü gizli dinsizlerin planıyla hazırlanmış ve bazı garazkar veya kıskanç hocalara imza ettirilmiş uydurma yazılardır. Ekserisi 27 Mayıs 1960 ihtilalinden sonraları düzmece broşürlerdir. Bunların tamamı çürütülmüş iddialardır.

Mesela Osmanlının son Şeyh-ül İslamı Mustafa Sabri Efendiye atfedilen Bediüzzaman ve Risale-i Nur aleyhinde bir broşür vardır ki, sahtekarlığına ve sahte oluşuna merhum Eşref Edip dayanamamış ve mukabil bir kitapçıkla bütün sahtekarlıkları ortaya dökmüştür. Bu kitap bizde vardır. İsteyene verebiliriz.

Bu 27 Mayıs fitnesi sonrası sahtekarlıklar ve uydurma broşürler, gazetelerde tefrikalar, ard arda gelmiş; “ben bir nurcu idim” “nurcuların içinden geliyorum” tefrikaları 1965 seçimlerine kadar devam etmiştir. Z.Beyaz’ın kitabında fotokopisini yayınladığı güya Diyanete ait broşür de bu fırtınalı devrenin mahsulüdür. Ciddi bir kıymeti harbiyesi yoktur

Diyanet İşlerinin asliyetine ve onlarca Risale-i Nur hakkındaki müsbet raporları beyanları yanında değeri yoktur. 27 Mayıs darbesi sonrası diyanette görev almış birkaç gayretkeş adamın işgüzarlığının neticesidir diye bakmak lazımdır.

Bu broşür, o zamanın Kemalistlerinden, 27 Mayıs darbesine Kur’an’dan ve hadiselerden işaret çıkarmaya kalkan ve 27 Mayıs darbesini yapanların, Diyanet İşleri Başkan yardımcılığına getirdikleri Emekli General Sadettin Evrin’in marifetiyele hazırlanmıştır. Diyanetin değerli hocalarından izinsiz olarak adları yazılmıştır. Kendilerinden imzalamaları istenmiş, hatta reis Hasan Hüsnü Erdem’e de imzalatmak istemişler ve reis: “Ben bunu imza etmem” demiştir. Hatta bu hadiseden ve daha başka sebeplerden reis Hasan Hüsnü Erdem Diyanet İşleri Başkanlığından emekliliğini istemek zorunda kalmıştır. İşte Zekeriyya Beyazın diyanetin raporu diye takdim ettiği ve fotokopisini yayınladığı, aslını darbeci Paşa S.Evrin’in hazırladığı veya hazırlattığı ve muhterem hocalardan izinsiz isminlerini koyduğu, sahtekârlık mahsulu broşürün aslı budur.

DİYANET HOCALARININ GERÇEK RAPORU İSE, ŞUDUR:

“Nurculuk bir tarikat veya mezhep olmayıp, Said-i Nursî adındaki zatın son zamanlarda yayılma istidadı gösteren dinsizlik cereyanına karşı Kur’an-ı Kerim ayetlerini ele alarak Risale-i Nur namıyle yazdığı eserlere izafe edilen bir cereyandır. Adı geçen eserler, imanı fikirlerde yerleştirmeye çalışmaktadır.” Haziran 1963
İmza:
Lütfü Baydoğan, A. Hamdi Kasaboğlu, Osman Keskioğlu, D. Arslan Aydın
Uygundur: Hasan Hüsnü Erdem, Diyanet İşleri Başkanı.
 

Huseyni

Müdavim
zekeriya beyazın iddialarının sadece başlıklarına baktım. Öyle bi adamdan bu kadar saçma iftiralara şaşırmadım. Kendine sorsanız samimiyetiyle kendide inanmıyordur söylediklerine. Çünkü gerizekalı birisi değil. O kadar okul okumuş akıl var, beyin var. Sonuç olarak yaptığı iddialar insanların kafasını bulandırma amacı gütmektedir.
 
Üst