Yirmiüçüncü Lema-Tabiat Risalesi.

ademyakup

Well-known member
"Muntazam san'atlı demir harfleri ve mükemmel kalıpları ve kalemleri yapmak için, yine birtek kaleme verilmezse, o kalemler, o kalıplar, o demir harflerin yapılması için, onların adetlerince yine kalemler, kalıplar ve harfler lâzım." Açıklar mısınız?

Yazar: Sorularla Risale, 05-12-2009

Kainat ve içindekilerinin, bir tek olan Allah’ın kudret kalemi ile yazıldığını inkar edip, tabiat ve tesadüfe havale edersek, o zaman bir tek zerrenin yazılması; yani vücut bulması için, binlerce matbu kalıplarına muhtaç oluruz. Zira mahlukat içinde her bir mahluk öyle bir manidar kitap ki, her bir sayfasından bir kitap kadar manalar ve cümleler yazılmış.

Bu mevcudat kitabının yazılması; ya tek bir kalem tutan el tarafından yazılmıştır ya da matbaadaki demir harf kalıpları ile yazılmıştır. İkincisi; yani demir harf kalıpları ile yazılması mümkün değildir. Zira basit bir incir çekirdeğinin içinde ince yazılarla incir ağacı yazılmış, o ağacın bütün kalıpları ve demir harflerini o incir çekirdeğinin içinde olmasını farz etmemiz gerekir ki; bu da muhaldir. Faraza o çekirdek içinde o kalıp ve demir harflerinin olduğunu kabul etsek bile, o çekirdek kendi de bir kitap ve sanattır, onu yapan kalıpları nerden temin edeceğiz, bu ila nihaye uzayıp giden batıl bir teselsül olur ki; bu aklen mümkün değildir. O zaman mecburen bir elmanın vücut bulmasını, hayali milyonlarca tabiat kalıplarına havale etmektense, hikmetli bir tek kudret kalemine vermek daha mantıklı olmaz mı demek zorunda kalacaksın diyor Üstad Hazretleri.

Bir avuç toprakta, her çeşit bitki ve çiçekler yetişiyor. Üstelik bu bitki ve çiçeklerin her birisinin sistemleri ve kalıpları birbirinden farklı. O zaman şunu kabul etmemiz gerekir; o bir avuç toprak içinde, her bir bitki ve çiçeklerin sistemlerini ve kalıplarını ihtiva eden binlerce fabrika ve matbaa kalıpları vardır. Ya da bir avuç toprak, Allah’ın kudret kaleminin zahiri ve basit bir sebebi deyip, onun arkasında kudret elini göreceğiz. Acaba hangisi daha makul ve gerçekçi bir fikirdir. Kainattaki herbir şey böyle hadsiz manaları içeren bir kitap gibidir, üstelik herbir sayfasında binlerce kitap kadar manalar yüklü. Bir tek kudret kalemini inkar ettiğin vakit, bu kainat kitabını tab edebilmek için kainattan daha büyük matbaa dükkanının olması gerekir ki; bu kainat kitabı tab olabilsin, bu fikrin batıllığı zahirdir.

Özet olarak; bir yazarın kalemi ile bir kitabı kolayca yazması; tevhidin kolaylığına, matbaa harflerinin o hikmetli kitabı tab etmesi ise; tabiat fikrinin imkansızlığına bir kinaye, bir temsil olarak veriliyor.
 

ademyakup

Well-known member
"Hem o târik-üs salât, kendi kendine mâlik olmadığı için, kendi mâlikinin bir abdi olan kendi nefsine zulmeder. Onun mâliki, o abdinin hakkını, onun nefs-i emmaresinden almak için, dehşetli tehdid eder." cümlesini açar mısınız?

Yazar: Sorularla Risale, 09-12-2009

“Kim Allah’ın koyduğu sınırları aşarsa, nefsine zulmetmiş olur.” Zulüm başkasının hukukuna tecavüzdür. Başlıca şu üç şekilde kendini gösterir:

1 - Allah’ın hukukuna tecavüz.

2 - İnsanların hukukuna tecavüz.

3 - Nefsin hukukuna tecavüz.

İnsan, tek Allah’a iman ve sadece O’na ibadet etmekle mükelleftir. İnancında bazı şeyleri Allah yerine ikame ederek veya amelinde başka şeyleri gözeterek hareket ederse şirke düşer. Şirk ise ayetin ifadesiyle “Büyük bir zulümdür.” (Lokman Suresi, 31:13)

Sevdiğini Allah sever gibi sevmek, korktuğundan Allah’tan korkar gibi korkmak, hayatını ve bekasını Allah’tan başkasının elinde bilmek.. hep birer şirk örneğidir. İnsanlığın ekserisi, açık veya gizli şirkten kendini kurtaramamıştır. Başkasının gıybetini yapmak, aleyhinde söz taşımak veya malını çalmak gibi durumlar zulmün ikinci çeşidine birer örnektir.

Günahlara dalmak, Allah'ın verdiği aza ve aletleri, duygu ve hisleri yaratılış gayesine aykırı kullanmak ise nefse zulumdür.

“Kim Allah’ın koyduğu sınırları aşarsa, nefsine zulmetmiş olur” (Talak Suresi, 65:1) ayeti, zulmün üçüncü çeşidi ile ilgilidir. Mideye haram lokma sokmak, dili küfürde kullanmak, aklı malayaniyatla, yani ne dünyaya, ne ahirete yaramayan şeylerle meşgul etmek, hayalen hep günah peşinde koşmak gibi durumlar nefse zulmetmekle alakalıdır. Allah bu aletleri böyle aşağı, adi gayeler için yaratmamıştır.

Bu zaviyeden baktığımızda, insanların çoğunun zulüm içinde olduğunu görürüz.

Söz gelimi, içki içen bir aile reisi; Allah'ın yasağını çiğneyerek hukukullaha tecavüz, ailesinin nafakasından keserek ve nahoş kokularla onları rahatsız ederek insanların hukukuna tecavüz, aklını iptal ederek kendi nefsine tecavüz eder.
 

ademyakup

Well-known member
Tabiat nedir, fabrika mıdır, kanun mudur, kural mıdır, tabiatçıların tabiat dedikleri şey nedir? Bizce tabiat bu alemdir, onları nasıl yanıltmışlar?

Yazar: Sorularla Risale, 02-1-2010

Tabiat bir sanattır, sanatkar olamaz; bir fiildir fail olamaz; bir edilgendir etken olamaz; bir mistardır mastar olamaz; vehmi bir kurgudur hakikat ve gerçek olamaz. Mistar, ustanın sanatında kullandığı bir alettir; mastar ise işi yapan hakiki fail demektir. Şimdi binayı yapan usta meydanda dururken ustanın aletine işaretle "işte binanın mucidi bu" demek ahmaklığın en acaibi olsa gerek.

Tabiat ve esbap denilen şeyler olsa olsa Allah’ın sanatlarında bir alet bir araç bir bahane olabilir bundan fazlasını bunlara vermek akla aykırı bir durumdur.

Tabiat kavramı, kainatta ki kanunların toplamından hasıl olan insanın hayalinde ki bir kurgusudur. Yani harici bir varlığı olan bir şey değildir. Allah kainatta işlerini ve icraatlarını sebepler eli ile yaptığı için, sebepler zahiren insanların yüzeysel nazarında icraat ve işlerin hakiki sahibi ve mucidi gibi duruyor. İnsanlar bu kanunlara ve sebeplere ünsiyet ve ülfet ettikleri için zamanla neticeyi sebepten bilmeye başlıyorlar. Allah’ın her bir sebep arkasındaki Rububiyetini ve Uluhiyetini göremiyorlar. Bu da zamanla insanın akıl ve kalp dünyasında Allah’ın unutulmasına ve gafletine sebebiyet veriyor. İnsanların bu kısır bakışı ve bir takım günahları insanın kalbinde ve manevi aleminde bir takım kirlenmelere ve paslanmalara yol açıyor ve en nihayetinde tabiat içinde boğulup gidiyor

Evet, insanları tabiat ve esbap bataklığına sürükleyen şey, Allah’a olan gafletleri, onu hakkı ile iyi tanıyamamalarıdır. Allah’ı unutmuş olan bir ahmak kainatın mucidini kabul edip arama sadedinde iken, önüne kainatın sisteminden türemiş olan tabiat mevhumunu görünce hemen ona İlah diye sarılıyor. Burada zihni bir baskı ve aramaktan gelen bir dikkat bozukluğu sayesinde vehim ile hakikati temyiz edemiyor. Adi sebebi kamil neticenin mucidi ve yaratıcısı zannediyor. Ve kendini arama sıkıntısından kurtarıyor.

Risale-i Nurların bütün kısımları bu tabiat fikrini çürütüyor. Özellikle Tabiat Risalesi kati bir şekilde tabiatın mahiyetini ve icattan uzak olduğunu ispat ve izah ediyor.

Güneşin aynı anda ve aynı şekilde milyonlarca parlak yüzeylerde ve şeffaf cisimler üstünde yansıması vardır. Şayet o milyonlarca yansımaları bir güneşe vermez isen, o zaman parlak ve şeffaf şeyler adedince güneşleri kabul etmek zorunda kalırsın ki bu imkansız bir şeydir.

Aynı şekilde, bir tek İlahı kabul etmez isen atomlar adedince İlahları kabul etmek zorunda kalırsın ki bu imkansız bir şeydir. Zira bir atomun küçük bir adım atması, bütün kainatı bilmesi ve görmesi ile mümkündür. Çünkü kainat ile atom arasında muazzam bir hassas denge ve ölçü vardır. Atom parçası bu dengeleri bilmeden görmeden adım atamaz. Öyle ise ya atom İlah gibi her şeyi bilir ve görür diyeceksin ya da Allah’ın bir memurudur diyeceksin.
 

ademyakup

Well-known member
"Esbab-ı maddiyenin elbette tesirleri, mübaşeretle ve temasla olur. Halbuki, o esbab-ı tabiiyenin temasları, zîhayat mevcutların zâhirleriyledir. Halbuki görüyoruz ki, o esbab-ı maddiyenin elleri yetişmediği ve temas edemedikleri..."Açıklar mısınız?

Yazar: Sorularla Risale, 22-1-2011

Tabiat ve sebepler denilince, ana hatları ile; toprak, su, hava ve ateş olarak ifade edilir. Bunlar ise tabiatı icabı kaba, istila etmeye ve tahribe müsait, incelikten uzak, şuur ve iradeden yoksun, mübaşeretle, yani temas ile iş gören unsurlardır.
Bu unsurlara ve sebeplere yaratıcı olarak bakanlara sormak lazımdır: Bir sineğin ince ve küçük vücudunda, küçücük gözünün içinde çalışan bir hücre, şayet sebeplerin icadı ve tasarrufu ile çalışıyor denirse, o koca tahripkar ve kaba sebeplerin -toprak, hava, su ve ateşin- o gözün içinde maddi olarak bulunmaları gerekmiyor mu?
Halbuki, o incecik göze ve hücresine, en ince ve nazik, maddi şeyler bile giremiyor. Ateş orada olsa, gözü patlatır. Toprak orada olsa, zaten kör eder. Öyle ise sebepler yapıyor iddiası batıldır. Hiçbir delile dayanmamaktadır.
Bir usta, iş yapmak için, çekici eline almadıkça, bir çivi dahi çakamaz. Temas etmeden, taşı kaldıramaz. Zira maddi alemde ve madde içinde işler ancak temas ederek yapılabilir. Bu bir fizik kanunudur.
Öyle ise, bir hücreye rububiyet dava eden sebep, maddi olarak o hücrenin yanında hazır ve nazır olması gerekiyor. Çünkü temas olmadan iş yapamaz.
Böyle olunca, nazik ve zarif ve ince bir hücrenin içinde toprak, su, hava ve ateş gibi kaba unsurların iş yaptığını ve onun içine yerleştiğini kabul etmenin ne denli bir hurafe olduğu anlaşılır.
Zerre, sebep olmuş olsa bile, o hücre içinde bir nokta olur. Diğerlerine nasıl girecek, nasıl yerleşecek, nasıl o karmaşık ve mükemmel hücrenin bütünün yanında hazır ve nazır olup temas ile iş görecektir?
Aynı mana, zerre için de geçerlidir. Hücrenin bütün bedenle bir irtibat ve nispeti vardır. O zerre, bütün bu irtibat ve nispeti bilecek bir ilmi ve şuuru olmak lazım gelir. Hatta bütün kainatı da ihata edecek bir ilim ve kudret gerektir. Zira insan mekanizması kainat ile irtibat ve nispet içinde bir ahenk ve uyum ile tasarlanmıştır. İnsan vücudundaki zerrenin, Güneşin yörüngesinde gitmesinde emeği olması lazımdır. Zira insanla alakası vardır. Bütün bu işleri ve kurguları çekip çeviren bir atom çekirdeğidir demek, ne denli bir cehalet oluğunu herkes anlar.
Sebepler ve tabiat maddi ve kesif şeyler iken, bahsi geçen sanatlar gayet ince ve latif şeylerdir. Maddi ve kesif bir şeyin ister anlık olsun, ister bir süreç içinde olsun, latif ve ince bir sanatı icat edip tasarlaması mümkün değildir. Toprak ve su gibi kesif şeylerin, o gibi ince sanatlara verilmesi ve çevrilmesi bir süreçtir. Lakin o süreçte icracı kimdir?.. Her aşamada bir fiil ve sanat icra ediliyor. Bu fiil ve sanatların çevrilme işlemini kim icra ediyor? Ya tabiat diyeceksin, ya da Allah diyeceksin. Tabiat dersen, tabiattan kast edilen külli sebepler anlaşılır. Yani hava, su, toprak ve ateş gibi tabiatı bozmak ve dağıtmak olan şeyler anlaşılır. Öyle ise o süreç içinde o külli unsurları sevk ve idare eden fail kimdir? Yani suyu hücrenin hassas noktasına eviren ve çeviren şey, ana unsur olan suyun kendisi mi, yoksa harici bir kudret mi?
Masaya çivi çakmaya yarayan çekiç, belli bir seviyeden sonra masaya mı dönüşüyor, yoksa çekiç vesilesi ile tahtayı masaya dönüştüren marangoz mu? Her halükarda her süreç ve aşamada harici bir failin gerekliliği mecburidir. Suyun kendini başka bir şeye evirmesi mümkün ve akli değildir. Nasıl tahta kendini masaya usta olmadan eviremiyor ise, sebepler ve tabiat da kendini hücreye eviremez.
Özet olarak, "sebepler ve tabiat yapıyor" diyebilmek için, hücre içinde bütün o sebeplerin ve tabiatın yerleşmesi ve temas ile iş görmesi gerekir. Yani güneş, toprak ve ateş gibi külli unsurların o küçücük hücrenin içinde olduğunu ve hücreyi icat ettiğini hayal etmek, ahmaklığın en kalın derecesi olur.
 

ademyakup

Well-known member
Esbab-ı Maddiye Yalnız Terkip Eder. İfadesinin İzahını Yapar mısınız?

Yazar: Sorularla Risale, 12-1-2010

Su, toprak, hava ve ışığın bir araya gelerek bir koyunu yaptığını farzedelim. Koyun, yalnız maddeden yapılmıyor. Başta, ruhu olmak üzere, onlarca duyguları vardır. Bunlar ise ne toprakta, ne su da ve ne de hava ve ışıkta vardır. Bu dört unsur, kendinde bulunmayan akıl ve duyguları yoktan var etmeleri de mümkün değildir.

Öyle ise; sebepler var olan şeyleri bir araya getirip terkip yapabilir. Soru konusu olan paragrafın öncesinde denildiği gibi,

"Sen bir mevcutsun. Eğer Kadîr-i Ezelî'ye kendini versen, bir kibrit çakar gibi hiçten, yoktan, bir emirle, hadsiz kudretiyle, seni bir anda halk eder. Eğer sen kendini O'na vermezsen, belki esbâb-ı maddiyeye ve tabiata isnâd etsen, o vakit sen, kâinatın muntazam bir hülâsası, meyvesi ve küçük bir fihristesi ve listesi olduğundan, seni yapmak için kâinatı ve anâsırı ince elekle eleyip hassas ölçülerle aktâr-ı âlemden senin vücudundaki maddeleri toplamak lâzım gelir."(1)

Sebeplerde, bu ince ölçüyü yapacak şuur olmadığı için bu sebepler ihtimâli muhâldır, hurâfedir, demektir.
 

ademyakup

Well-known member
Toprağa atılan bir çekirdekten oluşan bir ağacı; sebebler yapıyor, kendi kendine oluşuyor ve tabiat yapıyor fikirleri açısından nasıl değerlendirmeliyiz?

Yazar: Sorularla Risale, 02-1-2010

Kainatta her netice bir sebep vasıtası ile yaratılıyor. Sebepsiz bir netice yoktur. Allah, Hakim isminin gereği olarak sebeplerle iş görür. Buna adetullah kanunları denilir. Yani kainatta sebep- sonuç ilişkisi hakimdir. Lakin Allah sebepleri gayet derecede zayıf ve kuvvetsiz, neticeyi ise gayet derecede kuvvetli ve sanatlı yaratmıştır. Bunun hikmeti, insanlar neticeyi sebepten bilmesinler, diyedir. Yani neticeyi tanzim edip yaratan sebepler değil Allah’tır.

Sebeplerin zayıf, sebepten hasıl olan neticenin kuvvetli olduğuna milyonlarca örnek verilebilir.

Mesela yüz bin kişilik bir şehri, bir asker, zorla bir yere sevk edebilir. Burada sevk kuvveti askerin şahsından değil askerlik münasebeti ile dayandığı ordu kuvvetinden geliyor. Bu yüzden asker kendi namına değil ordu namına bu işi yapıyor denilir. Yoksa aksini iddia etmek hamakat olur. Zira bir askerin şahsi kuvveti, yüz bin insanı zorla sevk etmeye yetmez. Sebep ile netice arasında müthiş bir orantısızlık vardır. Yani sebep ile neticenin arası sera ile Süreyya gibi açıktır ki bu açıklığı ancak sonsuz bir kudret doldurabilir.

Yine tohum ve çekirdek, Allah’ın kudretine bir perde, bir sebeptir. Yoksa mucit ve yaratıcı değildir. Çekirdek ve tohumun mahiyeti gayet basit ve zayıf iken, çekirdek ve tohumdan hasıl olan ağacın mahiyeti ise gayet mükemmel ve ağırdır. Böyle bir sebebin, böyle bir neticeyi yaratıp, bütün işlerini tedbir ve idare etmesi mümkün değildir. Öyle ise çekirdek ve tohum, her şeye kudreti yeten bir Zatın memuru ve hizmetkarıdır; tıpkı asker örneğindeki gibi.

Mercimek tanesi büyüklüğünde olan hafızanın, milyonlarca levhayı ve resimleri muhafaza etmesi, küçük bir et parçasının işi değil, Allah’ın kudretinin bir harikası ve işidir. Böyle harika bir neticeyi tırnak kadar et parçasına vermek ve ondan bilmek tam bir ahmaklıktır.

Özet olarak; çekirdek ile ağaç arasındaki ilişki, ancak tevhid ile izah edilebilir, tabiat ya da sebepler ile izahı mümkün değildir.
 

ademyakup

Well-known member
Tabiat Risalesi, Üçüncü Muhal'de Verilen İki Misali Açıklar mısınız?

Yazar: Sorularla Risale, 02-1-2010

"BİRİNCİ MİSAL: Bütün âsâr-ı medeniyetle tekmil ve tezyin edilmiş, hâli bir sahrâda kurulmuş, yapılmış bir saraya gayet vahşî bir adam girmiş, içine bakmış. Binlerle muntazam san'atlı eşyayı görmüş. Vahşetinden, ahmaklığından, "Hariçten kimse müdahale etmeyip, o saray içinde o eşyadan birisi o sarayı müştemilâtıyla beraber yapmıştır" diye taharrîye başlıyor. Hangi şeye bakıyor, o vahşetli aklı dahi kabil görmüyor ki, o şey bunları yapsın. Sonra, o sarayın teşkilât programını ve mevcudat fihristesini ve idare kanunları içinde yazılı olan bir defteri görür. Çendan, elsiz ve gözsüz ve çekiçsiz olan o defter dahi, sair içindeki şeyler gibi, hiçbir kabiliyeti yoktur ki, o sarayı teşkil ve tezyin etsin. Fakat muztar kalarak, bilmecburiye, eşya-yı âhare nisbeten, kavânîn-i ilmiyenin bir ünvanı olmak cihetiyle, o sarayın mecmuuna bu defteri münasebettar gördüğünden, "İşte bu defterdir ki, o sarayı teşkil, tanzim ve tezyin edip bu eşyayı yapmış, takmış, yerleştirmiş" diyerek, vahşetini ahmakların, sarhoşların hezeyanına çevirmiş..."

"İKİNCİ MİSAL: Gayet vahşî bir adam, muhteşem bir kışla dairesine girer. Gayet muntazam bir ordunun umumî, beraber talimlerini,muntazam hareketlerini görür. Bir neferin hareketiyle bir tabur, bir alay, bir fırka kalkar, oturur, gider, bir ateş emriyle ateş ettiklerini müşahede eder. Onun kaba, vahşî aklı, bir kumandanın, devletin nizâmâtıyla ve kanun-u padişahî ile o kumandanın emrini, kumandasını anlamayıp inkâr ettiğinden, o askerlerin iplerle birbiriyle bağlı olduklarını tahayyül eder. O hayalî ip ne kadar harikalı bir ip olduğunu düşünür, hayrette kalır."

"Sonra gider, Ayasofya gibi gayet muazzam bir camie, Cuma gününde dahil olur. O cemaat-i Müslimînin, bir adamın sesiyle kalkar, eğilir, secde ederek oturduklarını müşahede eder. Mânevî ve semâvî kanunların mecmuundan ibaret olan şeriatı ve Şeriat Sahibinin emirlerinden gelen mânevî düsturlarını anlamadığından, o cemaatin maddî iplerle bağlandığını ve o acip ipler onları esir edip oynattığını tahayyül ederek, en vahşî, insan suretindeki canavar hayvanları dahi güldürecek derecede maskaralı bir fikirle çıkar, gider..."
(1)

Bu misalde asıl anlatılmak istenen hakikat, şu kainat sarayının mucidi ve sanatkarı, kainatın cinsinden ve içinden olamaz, hakikatidir. İşte tabiat ve sebepler yapıyor diyenler, kainatın sanatkarını yine kainatın içinde aradıkları için böyle bir vahşet ve cehalet içine düşüyorlar. Halbuki bir masayı yapan usta, masa gibi kütük cinsinden olmaz ve olamaz. Masayı yapan ustayı, masanın içinde ki kütüklerde aramak, gerçekten ahmaklık ve vahşilikten başka bir şey değildir. Tabiatçıların kainat gibi muazzam ve mükemmel bir sanatı yine kainatın içinde ki başka bir sanata vermeleri şaşılacak bir şeydir. Sanat, sanatkar olmaz; kanun, kanun, koyucu olamaz; eser eser sahibi olamaz, onun haricinde ve onun dışında olmak gerekiyor.

İlk misalde kanunların toplamı hükmünde olan tabiat defterine vurgu var. İkinci misalde ise kanunların, kanun koyucu gibi şuurlu ve idrak sahibi olduğu zannı var. Yani kışladaki bütün o intizam ve insicamı komutana değil de kışlada komutanın koyduğu kanuna vermek ve komutanı görmezden gelmek, gerçekten vahşilik ve ahmaklıktan başka bir şey değildir. Ceza veya mükafat vermek için bir kışlaya ziyarete giden askeri bir müfettiş, herhalde kanuna değil kanun koyucu olan kışlanın komutanına ödül veya ceza verir. Kışla komutanı, ceza almamak için benim suçum, yok suç kanunlarda diyemez. Kışlanın terbiye ve disiplini kanunlardan değil kanunları koyan komutandan sorulur. Kainattaki kanunlar da, kanun koyucu olan Allah’ın birer kanunlarıdırlar. Kainatı terbiye ve disipline eden kanunlar değil Allah’tır. Kanunlar, sadece bir isim ve unvandır ta ki herkes o soyut şeyi fark etsin ve anlasın.
 

ademyakup

Well-known member
"Tabiat Allah'ın sanatı ve şeriatı fıtriyesidir. Nevamis ise onun meseleleridir. Kuva dahi o meselelerin hükümleridir" ve "Yalnız bir cilve-i kudreti rabbaniye olan kuvveti, kudret ve müstakil bir kadir telakki etmek" Cümlelerini açar mısınız?

Yazar: Sorularla Risale, 23-11-2009

Felsefenin hükmettiği fen ilimleri, işin maddi ve sebepler boyutunu inceliyor, sebeplerin arkasında hakiki anlamda iş gören Allah’ın kudretini göremiyorlar. Onlar o sebebe bir isim ve unvan takmakla işi çözdüklerini zannediyorlar. Halbuki isim ve unvan vermek, işin mahiyet ve hakikatini tam anlamı ile çözüp tanımlayamıyor.

Materyalist ve pozitivist felsefe, bir türlü kanun dedikleri şeyin arka cephesinde iş gören gerçek faili görmek istemiyor. Yani kanun dedikleri şeyin, Allah’ın kudreti ile kaim ve onunla devam eden bir şey olduğunu anlamak istemiyorlar. Kudret ile kanun arasındaki kuvvetli bağı ve münasebeti koparıp, kanunu ya kendi kendine olan ya tabiat dedikleri muhayyel bir şeye dayandırmaya çalışıyorlar.

Kainattaki bütün kanunlara, prensiplere, kurallara, Allahın kudret sıfatının birer tecellisi, birer cilvesi nazarı ile bakabiliriz. İrade sıfatının arşı olan alem-i emirde, kanunların emri yazıldıktan ve verildikten sonra, o emrin tatbik ve uygulamasını kudret sıfatı yapar. Mesela; alem-i emirde suya kaldırma kuvveti, güneşe itme ve çekme kuvveti emir olarak verilir, verilen bu emrin tatbik işini ise kudret sıfatı yapar.

Bir şeyin var olması için ille gözle görülür, elle tutulur olması gerekmiyor. Elle tutamadığımız gözle göremediğimiz o kadar çok varlıklar var ki hesaba sığmaz, şimdi bunlar tutulmuyor ve görülmüyor denilerek inkar mı edilecek? Halbuki fen ilimleri bunların varlığını kati olarak ispat ediyor. Demek varlık sadece şu maddi teraziye münhasır bir kavram değildir. Allah’ın kudretinin görülememesinin diğer bir sebebi de; mübaşeretsiz yani temassız tecelli etmesindendir. Yani Allah işleri ve icraları bizim gibi temas ederek değil, ol der olu verir emri ile yapıyor. Bu yüzden maddenin ardında somut ve elle tutulur bir kudret aramak yanlış olur.

Üstad bu hususa şöyle işaret eder;

“Fakat caizdir ki, herbir şeyin esası zannettikleri olan cezb, def, hareket, kuva gibi emirler, adetullahın kanunlarına birer isim olsun. Lakin kanun, kaidelikten tabiiliğe ve zihnilikten hariciliğe, itibariden hakikate ve aletiyetten müessiriyete geçmemek şartıyla kabul ederiz. Mesnevî-i Nuriye – Nokta

Kudretin sonsuz gücü, kudretin bir cilvesinde de vardır. Yani aynı kudret, bir cilvenin ardında da vardır, binlerce cilvenin ardında da vardır. Bir karıncayı hangi kudret yarattı ise, bütün kainatı da aynı kudret yaratmıştır. Kainat ve karınca cilve olma noktasından, büyüklük küçüklük noktasından farklı olabilirler; ama bu cilveler ardında tecelli eden sonsuz kudret aynıdır değişmez. Kudret sıfatının büyüğe çok, küçüğe az şeklinde bir tecellisi söz konusu değildir. Devlet kuvvet olarak nasıl ordunun da, ordu mensubu olan bir askerin de ardında eşit ise, Allah’ın kudreti ile bir cilvesi arasında fark yoktur eşittir. İşte tabiatçıları yanıltan nokta; kudret ile kudretten bir cilve olan kuvvet arasında bir farkın olmamasıdır. Yani Allah’ın kudreti, bir cilvesi olan kuvvetin yanında, tam tekmil hazır ve nazır olduğu için, tabiatçılar o kuvvete İlah tasvirini yapıyorlar.
 

ademyakup

Well-known member
Tabiat risalesinin anlaşılması ve istifade edilmesi için,

Yoğun çalışma yaptık bu konuda.

İnşaallah tabiat risalesinin anlaşılmasına vesile olur.

Daha yeni izahat yapacaklara kapı açar inşaallah.

Allah tüm izahat yapanlardan vesile olanlardan razı olsun.

Bu konudaki çalışmamız da bu kadardır..

istifade edelim..forumlara ekleyelim..inşaallah.
 
Üst