Yirmi Üçüncü Söz

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Üçüncü Söz - Sayfa 437

sonra sana verilecek bâki kalan on beş altından, her eline geçtikçe, yarısını ihtiyaten muhafaza et. Yani, gideceğin yerde sana lâzım olacak bazı şeyleri al.”

Baktım, nefsim razı olmuyor. “Üçte birisini” dedi. Ona da nefsim itaat etmedi. Sonra “Dörtte birisini” dedi. Baktım, nefsim müptelâ olduğu âdetini terk edemiyor. O adam hiddetle yüzünü çevirdi, gitti.
Birden o hal değişti. Baktım ki, ben tünel içinde sukut eder gibi bir sür’atle giden bir şimendifer içindeyim. Telâş ettim. Fakat ne çare ki hiçbir tarafa kaçılmaz. Garaipten olarak, o şimendiferin iki tarafında pek cazibedar çiçekler, leziz meyveler görünüyordu. Ben de akılsız acemiler gibi onlara bakıp elimi uzattım. O çiçekleri koparmak, o meyveleri almak için çalıştım. Fakat o çiçekler ve meyveler dikenli mikenli; mülâkatında elime batıyor, kanatıyor, şimendiferin gitmesiyle mufarakatinden elimi parçalıyorlar, bana pek pahalı düşüyorlardı.

Birden, şimendiferdeki bir hademe dedi: “Beş kuruş ver; sana o çiçek ve meyvelerden istediğin kadar vereceğim. Beş kuruş yerine, elin parçalanmasıyla yüz kuruş zarar ediyorsun. Hem de ceza var; izinsiz koparamazsın.”

Birden, sıkıntıdan, ne vakit tünel bitecek diye, başımı çıkarıp ileriye baktım. Gördüm ki, tünel kapısı yerine çok delikler görünüyor. O uzun şimendiferden o deliklere adamlar atılıyorlar. Bana mukabil bir delik gördüm; iki tarafında iki mezar taşı dikilmiş. Merakla dikkat ettim. O mezar taşında büyük harflerle “Said” ismi yazılmış gördüm. Teessüf ve hayretimden “Eyvah!” dedim. Birden, o han kapısında bana nasihat eden zâtın sesini işittim.

Dedi:

“Aklın başına geldi mi?”

Dedim: “Evet, geldi. Fakat kuvvet kalmadı, çare yok.”

Dedi: “Tevbe et, tevekkül et.”

Dedim: “Ettim.”

Ayıldım. Eski Said kaybolmuş; Yeni Said olarak kendimi gördüm.

İşte, o vakıa-i hayaliyeyi, Allah hayretsin, bir iki kısmını ben tabir edeceğim; sair cihetleri sen kendin tabir et.

O yolculuk ise, âlem-i ervahtan, rahm-ı mâderden, gençlikten, ihtiyarlıktan, kabirden, berzahtan, haşirden, köprüden geçen, ebedü’l-âbâd tarafına bir yolculuktur. O altmış altın ise, altmış sene ömürdür ki, bu vakıayı gördüğüm vakit kendimi kırk beş yaşında tahmin ediyordum. Senedim yok; fakat bâki kalan on beşinden yarısını âhirete sarf etmek için, Kur’ân-ı Hakîmin hâlis bir tilmizi beni irşad etti.



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Eski Said: (bk. bilgiler)</td><td>Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>Yeni Said: (bk. bilgiler)</td><td>berzah: kabir âlemi</td></tr><tr><td>bâki: arta kalan; devamlı, sürekli (bk. b-ḳ-y)</td><td>cazibedar: cazibeli, çekici</td></tr><tr><td>ebedü’l-âbâd: sonsuzlukların sonsuzluğu olan âhiret (bk. e-b-d)</td><td>garaib: tuhaf, şaşılacak şey</td></tr><tr><td>hademe: hizmetçi</td><td>haşir: öldükten sonra âhirette tekrar diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r)</td></tr><tr><td>hiddet: öfke</td><td>hâlis: samimi, saf, temiz (bk. ḫ-l-ṣ)</td></tr><tr><td>ihtiyaten: ilerisini düşünerek </td><td>irşad: doğru yolu gösterme (bk. r-ş-d)</td></tr><tr><td>leziz: lezzetli</td><td>mufarakat: ayrılık (bk. f-r-ḳ)</td></tr><tr><td>muhafaza: saklama (bk. ḥ-f-ẓ)</td><td>mukabil: karşılık</td></tr><tr><td>mülâkat: kavuşma</td><td>müptelâ: bağımlı, tutkun</td></tr><tr><td>nasihat: öğüt</td><td>nefis: kişinin kendisi (bk. n-f-s)</td></tr><tr><td>rahm-ı mâder: ana rahmi (bk. r-ḥ-m)</td><td>sair: diğer</td></tr><tr><td>sarf etmek: harcamak</td><td>sukut: düşme, alçalma</td></tr><tr><td>tabir: yorumlama, açıklama (bk. a-b-r)</td><td>teessüf: üzüntü</td></tr><tr><td>tevbe: pişmanlık duyarak günahtan dönüş</td><td>tevekkül: Allah’a dayanma ve güvenme (bk. v-k-l)</td></tr><tr><td>tilmiz: öğrenci</td><td>vakıa: olay</td></tr><tr><td>vakıa-i hayaliye: hayalî olay (bk. ḫ-y-l)</td><td>âdet: alışkanlık, huy</td></tr><tr><td>âhiret: öteki hayat (bk. e-ḫ-r)</td><td>âlem-i ervah: ruhlar âlemi (bk. a-l-m; r-v-ḥ)</td></tr><tr><td>şimendifer: tren</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Üçüncü Söz - Sayfa 438

O han ise, benim için İstanbul imiş. O şimendifer ise zamandır; herbir yıl bir vagondur. O tünel ise, hayat-ı dünyeviyedir. O dikenli çiçekler ve meyveler ise, lezâiz-i nâmeşruadır ve lehviyât-ı muharremedir ki, mülâkat esnasında tasavvur‑u zevâldeki elem kalbi kanatıyor, mufarakatinde parçalıyor, cezayı dahi çektiriyor.

Şimendifer hademesi demişti: “Beş kuruş ver; onlardan istediğin kadar vereceğim.” Onun tabiri şudur ki: İnsanın helâl sa’yiyle, meşru dairede gördüğü zevkler, lezzetler, keyfine kâfidir; harama girmeye ihtiyaç bırakmaz.

Sair kısımları sen tabir edebilirsin.

DÖRDÜNCÜ NÜKTE

İnsan, şu kâinat içinde pek nazik ve nazenin bir çocuğa benzer: Zaafında büyük bir kuvvet ve aczinde büyük bir kudret vardır. Çünkü, o zaafın kuvvetiyle ve aczin kudretiyledir ki, şu mevcudat ona musahhar olmuş. Eğer insan zaafını anlayıp, kàlen, halen, tavren dua etse ve aczini bilip istimdad eylese, o teshirin şükrünü eda ile beraber, matlubuna öyle muvaffak olur ve maksatları ona öyle musahhar olur ki, iktidar-ı zâtîsiyle onun aşr-i mişârına muvaffak olamaz. Yalnız, bazı vakit lisan-ı hâl duasıyla hasıl olan bir matlubunu, yanlış olarak kendi iktidarına haml eder.

Meselâ, tavuğun yavrusunun zaafındaki kuvvet, tavuğu arslana saldırtır. Yeni dünyaya gelen arslanın yavrusu, o canavar ve aç arslanı kendine musahhar edip, onu aç bırakıp kendi tok oluyor. İşte câ-yı dikkat, zaaftaki bir kuvvet ve şâyân-ı temâşâ bir cilve-i rahmet...

Nasıl ki, nazdar bir çocuk, ağlamasıyla, ya istemesiyle, ya hazin haliyle matluplarına öyle muvaffak olur ve öyle kavîler ona musahhar olurlar ki, o matluplardan binden birisine bin defa kuvvetçiğiyle yetişemez. Demek zaaf ve acz, onun hakkında şefkat ve himayeti tahrik ettikleri için, küçücük parmağıyla kahramanları kendine musahhar eder. Şimdi, böyle bir çocuk, o şefkati inkâr etmek ve o himayeti itham etmek suretiyle, ahmakâne bir gururla, “Ben kuvvetimle bunları teshir ediyorum” dese, elbette bir tokat yiyecektir.




<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>acz: âcizlik, güçsüzlük (bk. a-c-z)</td><td>ahmakâne: ahmakça</td></tr><tr><td>aşr-i mişâr: yüzde bir</td><td>cilve-i rahmet: rahmet görüntüsü (bk. c-l-y; r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>câ-yı dikkat: dikkat edilecek nokta </td><td>dua: Allah’a yalvarma, niyaz (bk. d-a-v)</td></tr><tr><td>eda: yerine getirme</td><td>elem: acı, keder</td></tr><tr><td>hademe: hizmetçi</td><td>halen: hareket ve davranışla</td></tr><tr><td>haml etme: yüklenme, üstlenme</td><td>haram: dinen yasaklanmış (bk. ḥ-r-m)</td></tr><tr><td>hasıl olma: meydana gelme</td><td>hayat-ı dünyeviye: dünya hayatı (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>hazin: hüzünlü, üzüntülü</td><td>helâl: dinen yapılmasına izin verilen</td></tr><tr><td>himayet: koruma</td><td>iktidar: güç, kudret (bk. ḳ-d-r)</td></tr><tr><td>iktidar-ı zâtî: kendi zâtının kudreti, kişisel güç (bk. ḳ-d-r)</td><td>istimdad: yardım dileme</td></tr><tr><td>itham: suçlama</td><td>kalen: sözle</td></tr><tr><td>kavî: güçlü, kuvvetli</td><td>kudret: güç, iktidar (bk. ḳ-d-r)</td></tr><tr><td>kâfi: yeterli</td><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>lehviyât-ı muharreme: haram kılınmış eğlenceler (bk. ḥ-r-m)</td><td>lezâiz-i nâmeşru: haram olan lezzetler (bk. ş-r-a)</td></tr><tr><td>lisan-ı hâl: hal ve davranış dili</td><td>maksat: gaye, istek (bk. ḳ-ṣ-d)</td></tr><tr><td>matlub: istek, arzu (bk. ṭ-l-b)</td><td>mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>meşru: helâl, dine uygun (bk. ş-r-a)</td><td>mufarakat: ayrılık (bk. f-r-ḳ)</td></tr><tr><td>musahhar: boyun eğme, itaat etme</td><td>muvaffak: başarılı</td></tr><tr><td>mülâkat: buluşma, karşılaşma</td><td>nazdar: nazlı</td></tr><tr><td>nazenin: ince, narin, duyarlı</td><td>nazik: ince, zarif</td></tr><tr><td>sair: diğer</td><td>sa’y: çalışma, emek</td></tr><tr><td>tabir: yorumlama, açıklama (bk. a-b-r)</td><td>tahrik: harekete getirme</td></tr><tr><td>tasavvur-u zevâl: gelip geçiciliği düşünme (bk. ṣ-v-r; z-v-l)</td><td>tavren: tavırla</td></tr><tr><td>teshir: boyun eğdirme</td><td>zaaf: zayıflık</td></tr><tr><td>İstanbul: (bk. bilgiler)</td><td>şefkat: içten ve karşılıksız sevgi (bk. ş-f-ḳ)</td></tr><tr><td>şimendifer: tren</td><td>şâyân-ı temâşâ: seyretmeye değer</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Üçüncü Söz - Sayfa 439

İşte, insan dahi, Hâlıkının rahmetini inkâr ve hikmetini itham edecek bir tarzda, küfran-ı nimet suretinde, Karun gibi
blank.gif
1
اِنَّمَاۤ اُوتِيتُهُ عَلٰى عِلْمٍ yani “Ben kendi ilmimle, kendi iktidarımla kazandım” dese, elbette sille-i azâba kendini müstehak eder.

Demek, şu meşhud saltanat-ı insaniyet ve terakkiyât-ı beşeriye ve kemâlât-ı medeniyet, celb ile değil, galebe ile değil, cidal ile değil, belki ona onun zaafı için teshir edilmiş, onun aczi için ona muavenet edilmiş, onun fakrı için ona ihsan edilmiş, onun cehli için ona ilham edilmiş, onun ihtiyacı için ona ikram edilmiş. Ve o saltanatın sebebi, kuvvet ve iktidar-ı ilmî değil, belki şefkat ve re’fet-i Rabbâniye ve rahmet ve hikmet-i İlâhiyedir ki, eşyayı ona teshir etmiştir. Evet, bir gözsüz akrep ve ayaksız bir yılan gibi haşerata mağlûp olan insana bir küçük kurttan ipeği giydiren ve zehirli bir böcekten balı yediren, onun iktidarı değil, belki onun zaafının semeresi olan teshir-i Rabbânî ve ikram-ı Rahmânîdir.

Ey insan! Madem hakikat böyledir. Gururu ve enâniyeti bırak. Ulûhiyetin dergâhında acz ve zaafını, istimdat lisanıyla; fakr ve hâcâtını, tazarru ve dua lisanıyla ilân et ve abd olduğunu göster. Ve
blank.gif
2
حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ de, yüksel.

Hem deme ki: “Ben hiçim; ne ehemmiyetim var ki, bu kâinat bir Hakîm-i Mutlak tarafından kasdî olarak bana teshir edilsin, benden bir şükr-ü küllî istenilsin?”

Çünkü, sen çendan nefsin ve suretin itibarıyla hiç hükmündesin. Fakat vazife

[NOT]
Dipnot-1
Kasas Sûresi, 28:78

Dipnot-2
“Allah bize yeter. O ne güzel Vekîl’dir.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:173.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Hakîm-i Mutlak: herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan sınırsız hikmet sahibi Allah (bk. ḥ-k-m; ṭ-l-ḳ)</td><td>Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>Karun: (bk. bilgiler)</td><td>abd: kul (bk. a-b-d)</td></tr><tr><td>acz: âcizlik, güçsüzlük (bk. a-c-z)</td><td>belki: aslında, gerçekte</td></tr><tr><td>cehl: cahillik, bilgisizlik</td><td>celb: çekme</td></tr><tr><td>cidal: mücadele, kavga</td><td>dergâh: makam, huzur</td></tr><tr><td>dua: Allah’a yalvarma, niyaz (bk. d-a-v)</td><td>ehemmiyet: değer, önem</td></tr><tr><td>enâniyet: kendini beğenme, benlik</td><td>eşya: şeyler, varlıklar</td></tr><tr><td>fakr: fakirlik, ihtiyaç hali (bk. f-ḳ-r)</td><td>galebe: üstünlük</td></tr><tr><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>haşerat: zararlı hayvanlar</td></tr><tr><td>hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)</td><td>hikmet-i İlâhiye: Allah’ın hikmeti (bk. ḥ-k-m; e-l-h)</td></tr><tr><td>hâcât: ihtiyaçlar (bk. ḥ-v-c)</td><td>ihsan edilmek: bağışlanmak (bk. ḥ-s-n)</td></tr><tr><td>ikram-ı Rahmânî: sonsuz şefkat ve merhamet sahibi Allah’ın ikramı (bk. k-r-m; r-ḥ-m)</td><td>iktidar: güç, kudret (bk. ḳ-d-r)</td></tr><tr><td>iktidar-ı ilmî: ilmi güç (bk. ḳ-d-r; a-l-m)</td><td>ilham: Allah tarafından kalbe gelen mânâ</td></tr><tr><td>istimdat: medet isteme</td><td>itham: suçlama</td></tr><tr><td>itibarıyla: özelliğiyle</td><td>kasdî: bilerek, isteyerek (bk. ḳ-ṣ-d)</td></tr><tr><td>kemâlât-ı medeniyet: medeniyetin mükemmellikleri, üstünlükleri (bk. k-m-l)</td><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>küfran-ı nimet: nimete karşı nankörlük (bk. k-f-r; n-a-m)</td><td>mağlûp: yenilmiş</td></tr><tr><td>meşhud: görünen (bk. ş-h-d)</td><td>muavenet: yardım</td></tr><tr><td>müstehak: hak etmiş, layık (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>nefis: can, kişinin kendisi (bk. n-f-s)</td></tr><tr><td>rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)</td><td>re’fet-i Rabbâniye: Allah’ın acıması (bk. r-b-b)</td></tr><tr><td>saltanat: egemenlik, hükümranlık (bk. s-l-ṭ)</td><td>saltanat-ı insaniyet: insanlık saltanatı, egemenliği (bk. s-l-ṭ)</td></tr><tr><td>semere: meyve, netice</td><td>sille-i azâb: azap tokadı</td></tr><tr><td>suret: şekil, görüntü (bk. ṣ-v-r)</td><td>tazarru: dua, yakarış</td></tr><tr><td>terekkiyât-ı beşeriye: insanlığa ait terakkiler, ilerlemeler</td><td>teshir: boyun eğdirme</td></tr><tr><td>teshir-i Rabbânî: herşeyin Rabbi olan Allah’ın herşeye boyun eğdirmesi (bk. r-b-b)</td><td>ulûhiyet: ilâhlık (bk. e-l-h)</td></tr><tr><td>zaaf: zayıflık</td><td>çendan: gerçi, her ne kadar</td></tr><tr><td>şefkat: içten ve karşılıksız merhamet, sevgi (bk. ş-f-ḳ)</td><td>şükr-ü küllî: bütün nimetler için varlıkların tamamı adına yapılan şükür (bk. ş-k-r; k-l-l)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Üçüncü Söz - Sayfa 440

ve mertebe noktasında, sen şu haşmetli kâinatın dikkatli bir seyircisi, şu hikmetli mevcudatın belâğatli bir lisan-ı nâtıkı ve şu kitab-ı âlemin anlayışlı bir mütalâacısı ve şu tesbih eden mahlûkatın hayretli bir nâzırı ve şu ibadet eden masnuâtın hürmetli bir ustabaşısı hükmündesin.

Evet, ey insan! Sen, nebatî cismaniyetin cihetiyle ve hayvanî nefsin itibarıyla sağîr bir cüz, hakir bir cüz’î, fakir bir mahlûk, zayıf bir hayvansın ki, bütün dehşetli mevcudat-ı seyyâlenin dalgaları içinde çalkanıp gidiyorsun. Fakat muhabbet-i İlâhiyenin ziyasını tazammun eden imanın nuruyla münevver olan İslâmiyetin terbiyesiyle tekemmül edip, insaniyet cihetinde, abdiyetin içinde bir sultansın; ve cüz’iyetin içinde bir küllîsin; küçüklüğün içinde bir âlemsin; ve hakaretin içinde öyle makamın büyük ve daire-i nezaretin geniş bir nâzırsın ki, diyebilirsin: “Benim Rabb-i Rahîmim dünyayı bana bir hane yaptı. Ay ve güneşi o haneme bir lâmba; ve baharı, bir deste gül; ve yazı, bir sofra-i nimet; ve hayvanı bana hizmetkâr yaptı. Ve nebâtâtı o hanemin ziynetli levazımatı yapmıştır.”

Netice-i kelâm: Sen eğer nefis ve şeytanı dinlersen, esfel-i sâfilîne düşersin. Eğer hak ve Kur’ân’ı dinlersen, âlâ-yı illiyyîne çıkar, kâinatın bir güzel takvimi olursun.

BEŞİNCİ NÜKTE

İnsan, şu dünyaya bir memur ve misafir olarak gönderilmiş. Çok ehemmiyetli istidat ona verilmiş. Ve o istidâdâta göre ehemmiyetli vazifeler tevdi edilmiş. Ve insanı o gayeye ve o vazifelere çalıştırmak için, şiddetli teşvikler ve dehşetli tehditler edilmiş. Başka yerde izah ettiğimiz vazife-i insaniyetin ve ubûdiyetin esâsâtını şurada icmal edeceğiz, tâ ki “ahsen-i takvim” sırrı anlaşılsın.



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Rabb-i Rahîm: sonsuz şefkat ve merhamet sahibi ve herşeyin Rabbi olan Allah (bk. r-b-b; r-ḥ-m)</td><td>abdiyet: kulluk (bk. a-b-d)</td></tr><tr><td>ahsen-i takvim: insanın en güzel şekilde ve tam kıvamında yaratılmış olması (bk. ḥ-s-n)</td><td>belâğat: maksada ve hale uygun söz söyleme (bk. b-l-ğ)</td></tr><tr><td>cihet: yön</td><td>cismaniyet: maddi yapıya sahip olma</td></tr><tr><td>cüz: parça (bk. c-z-e)</td><td>cüz’iyet: fertlik, bireylik (bk. c-z-e)</td></tr><tr><td>cüz’î: fert, birey (bk. c-z-e)</td><td>daire-i nezaret: gözetim dairesi (bk. n-ẓ-r)</td></tr><tr><td>ehemmiyetli: önemli</td><td>esfel-i sâfilîn: aşağıların en aşağısı</td></tr><tr><td>esâsât: esaslar</td><td>hak: doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hakaret: küçüklük, değersizlik</td><td>hakir: küçük, ehemmiyetsiz</td></tr><tr><td>hane: ev</td><td>haşmet: görkem, heybet</td></tr><tr><td>hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)</td><td>hizmetkâr: hizmetçi</td></tr><tr><td>hürmetli: saygıdeğer (bk. ḥ-r-m)</td><td>icmal: özetleme (bk. c-m-l)</td></tr><tr><td>istidat: kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d)</td><td>istidâdât: kabiliyetler, yetenekler (bk. a-d-d)</td></tr><tr><td>izah: açıklama</td><td>kitab-ı âlem: âlem kitabı, kâinat (bk. k-t-b; a-l-m)</td></tr><tr><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td><td>küllî: bireylerden oluşan topluluk, tür (bk. k-l-l)</td></tr><tr><td>levazımat: gerekli şeyler</td><td>lisan-ı nâtık: konuşan dil</td></tr><tr><td>mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>masnuât: san’at eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a)</td><td>mertebe: derece</td></tr><tr><td>mevcudât: varlıklar (bk. v-c-d)</td><td>mevcudât-ı seyyâle: akıp giden varlıklar (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>muhabbet-i İlâhiye: Allah sevgisi (bk. ḥ-b-b; e-l-h)</td><td>münevver: nurlanmış, aydınlanmış (bk. n-v-r)</td></tr><tr><td>mütalâacı: okuyucu, tetkik edici</td><td>nebatî: bitkisel</td></tr><tr><td>nebâtât: bitkiler</td><td>nefis: insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet (bk. n-f-s)</td></tr><tr><td>netice-i kelâm: sözün özü (bk. k-l-m)</td><td>nâzır: gözlemci, gözetici (bk. n-ẓ-r)</td></tr><tr><td>sağir: küçük</td><td>sofra-i nimet: nimet sofrası (bk. n-a-m)</td></tr><tr><td>takvim: program</td><td>tazammun: içine alma, içerme</td></tr><tr><td>tehdit: korkutma</td><td>tekemmül: mükemmelleşme, olgunlaşma (bk. k-m-l)</td></tr><tr><td>tesbih: Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına layık ifadelerle anma (bk. s-b-ḥ)</td><td>tevdi: bırakma, emanet etme</td></tr><tr><td>teşvik: şevklendirme, cesaretlendirme</td><td>ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d)</td></tr><tr><td>vazife-i insaniyet: insanlığın vazifesi</td><td>ziya: ışık</td></tr><tr><td>ziynetli: süslü (bk. z-y-n)</td><td>âlem: dünya (bk. a-l-m)</td></tr><tr><td>âlâ-yı illiyyîn: yücelerin en yücesi</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Üçüncü Söz - Sayfa 441

İşte, insan, şu kâinata geldikten sonra iki cihetle ubûdiyeti var. Bir ciheti, gaibâne bir surette bir ubûdiyeti, bir tefekkürü var. Diğeri, hâzırâne, muhâtaba suretinde bir ubûdiyeti, bir münâcâtı vardır.
Birinci vecih şudur ki: Kâinatta görünen saltanat-ı Rububiyeti, itaatkârâne tasdik edip kemâlâtına ve mehâsinine hayretkârâne nezaretidir.

Sonra, esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin nukuşlarından ibaret olan bedî san’atları, birbirinin nazar-ı ibretlerine gösterip dellâllık ve ilâncılıktır.

Sonra, herbiri birer gizli hazine-i mâneviye hükmünde olan esmâ-i Rabbâniyenin cevherlerini idrak terazisiyle tartmak, kalbin kıymetşinaslığıyla takdirkârâne kıymet vermektir.

Sonra, kalem-i kudretin mektubatı hükmünde olan mevcudat sahifelerini, arz ve semâ yapraklarını mütalâa edip hayretkârâne tefekkürdür.

Sonra, şu mevcudattaki ziynetleri ve lâtif san’atları istihsankârâne temâşâ etmekle, onların Fâtır-ı Zülcemâlinin marifetine muhabbet etmek ve onların Sâni‑i Zülkemâlinin huzuruna çıkmaya ve iltifatına mazhar olmaya bir iştiyaktır.

İkinci vecih huzur ve hitap makamıdır ki, eserden müessire geçer. Görür ki, bir Sâni-i Zülcelâl, kendi san’atının mu’cizeleriyle kendini tanıttırmak ve bildirmek ister. O da iman ile, marifet ile mukabele eder.

Sonra görür ki, bir Rabb-i Rahîm, rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmek ister. O da Ona hasr-ı muhabbetle, tahsis-i taabbüdle kendini Ona sevdirir.

Sonra görüyor ki, bir Mün’im-i Kerîm, maddî ve mânevî nimetlerin lezizleriyle



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Fâtır-ı Zülcemâl: sonsuz güzellik sahibi ve herşeyi hârika, üstün sanatıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ẕü; c-m-l)</td><td>Mün’im-i Kerîm: kerem sahibi ve nimet verici Allah (bk. n-a-m; k-r-m)</td></tr><tr><td>Rabb-i Rahîm: sonsuz merhamet ve şefkat sahibi ve herşeyin rabbi olan Allah (bk. r-b-b; r-ḥ-m)</td><td>Sâni-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi, herşeyi san’atla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-l-l)</td></tr><tr><td>Sâni-i Zülkemâl: sonsuz kemâl sahibi ve herşeyi sanatla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; k-m-l)</td><td>arz: yeryüzü, dünya</td></tr><tr><td>bedî: güzel (bk. b-d-a)</td><td>cevher: değerli şey, öz</td></tr><tr><td>cihet: yön</td><td>dellâllık: ilâncılık, rehberlik</td></tr><tr><td>esmâ-i Rabbâniye: herşeyin Rabbi olan Allah’ın isimleri (bk. s-m-v; r-b-b)</td><td>esmâ-i kudsiye-i İlâhiye: Allah’ın her türlü kusurdan uzak, kutsal isimleri (bk. s-m-v; ḳ-d-s; e-l-h)</td></tr><tr><td>gaibâne: yüzyüze olmadan, gizlice</td><td>hasr-ı muhabbet: sevgiyi yöneltme, sadece onu sevme (bk. ḥ-b-b)</td></tr><tr><td>hayretkârâne: hayret ederek</td><td>hazine-i mâneviye: manevi hazine (bk. a-n-y)</td></tr><tr><td>hâzırâne: hazırcasına </td><td>idrak: anlayış, kavrayış</td></tr><tr><td>iltifat: iyilik ve güzellikle muamele etme</td><td>istihsankârâne: beğenerek (bk. ḥ-s-n)</td></tr><tr><td>itaatkârane: itaat ederek</td><td>iştiyak: fazla arzu ve istek</td></tr><tr><td>kalem-i kudret: varlıkların ve olayların düzenli olarak vücuda gelişinde bir kalem gibi eserini gösteren İlâhî güç (bk. ḳ-d-r)</td><td>kemâlât: mükemmellikler (bk. k-m-l)</td></tr><tr><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td><td>kıymetşinaslık: kadir kıymet bilmek</td></tr><tr><td>leziz: lezzetli</td><td>lâtif: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f)</td></tr><tr><td>marifet: tanıma, bilme (bk. a-r-f)</td><td>mazhar: erişme, nail olma (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>mehâsin: güzellikler (bk. ḥ-s-n)</td><td>mektubat: şuur sahiplerine hitap eden birer mektup gibi anlamlı şekilde yaratılmış varlıklar (bk. k-t-b)</td></tr><tr><td>mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)</td><td>muhabbet: sevme (bk. ḥ-b-b)</td></tr><tr><td>muhâtab: hitap edilen, kendisine karşı konuşulan (bk. ḫ-ṭ-b)</td><td>mukabele: karşılık verme</td></tr><tr><td>mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)</td><td>müessir: tesir eden</td></tr><tr><td>münâcât: Allah’a yalvarma, yakarma (bk. n-c-v)</td><td>mütalâa: okuma, inceleme</td></tr><tr><td>nazar-ı ibret: ibretli bakış (bk. n-ẓ-r)</td><td>nezaret: bakış, seyir (bk. n-ẓ-r)</td></tr><tr><td>nukuş: nakışlar, işlemeler (bk. n-ḳ-ş)</td><td>rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>saltanat-ı Rububiyet: Rablık saltanatı; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. s-l-ṭ; r-b-b)</td><td>semâ: gökyüzü (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>suret: şekil (bk. ṣ-v-r)</td><td>tahsis-i taabbüd: ibadeti ve kulluğu sadece Allah için yapma (bk. a-b-d)</td></tr><tr><td>takdirkârâne: takdir edercesine (bk. ḳ-d-r)</td><td>tasdik: doğruluğunu kabul etme, onaylama (bk. ṣ-d-ḳ)</td></tr><tr><td>tefekkür: Allah’ı tanımayı sonuç verecek şekilde varlıklar üzerinde düşünme (bk. f-k-r)</td><td>temâşâ: hoşlanarak bakma</td></tr><tr><td>ubûdiyet: Allah’a kulluk (bk. a-b-d)</td><td>vecih: yön</td></tr><tr><td>ziynet: süs (bk. z-y-n)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Üçüncü Söz - Sayfa 442

İşte, insan, şu kâinata geldikten sonra iki cihetle ubûdiyeti var. Bir ciheti, gaibâne bir surette bir ubûdiyeti, bir tefekkürü var. Diğeri, hâzırâne, muhâtaba suretinde bir ubûdiyeti, bir münâcâtı vardır.

Birinci vecih
şudur ki: Kâinatta görünen saltanat-ı Rububiyeti, itaatkârâne tasdik edip kemâlâtına ve mehâsinine hayretkârâne nezaretidir.

Sonra, esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin nukuşlarından ibaret olan bedî san’atları, birbirinin nazar-ı ibretlerine gösterip dellâllık ve ilâncılıktır.

Sonra, herbiri birer gizli hazine-i mâneviye hükmünde olan esmâ-i Rabbâniyenin cevherlerini idrak terazisiyle tartmak, kalbin kıymetşinaslığıyla takdirkârâne kıymet vermektir.

Sonra, kalem-i kudretin mektubatı hükmünde olan mevcudat sahifelerini, arz ve semâ yapraklarını mütalâa edip hayretkârâne tefekkürdür.

Sonra, şu mevcudattaki ziynetleri ve lâtif san’atları istihsankârâne temâşâ etmekle, onların Fâtır-ı Zülcemâlinin marifetine muhabbet etmek ve onların Sâni‑i Zülkemâlinin huzuruna çıkmaya ve iltifatına mazhar olmaya bir iştiyaktır.
İkinci vecih huzur ve hitap makamıdır ki, eserden müessire geçer. Görür ki, bir Sâni-i Zülcelâl, kendi san’atının mu’cizeleriyle kendini tanıttırmak ve bildirmek ister. O da iman ile, marifet ile mukabele eder.

Sonra görür ki, bir Rabb-i Rahîm, rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmek ister. O da Ona hasr-ı muhabbetle, tahsis-i taabbüdle kendini Ona sevdirir.
Sonra görüyor ki, bir Mün’im-i Kerîm, maddî ve mânevî nimetlerin lezizleriyle




<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Fâtır-ı Zülcemâl: sonsuz güzellik sahibi ve herşeyi hârika, üstün sanatıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ẕü; c-m-l)</td><td>Mün’im-i Kerîm: kerem sahibi ve nimet verici Allah (bk. n-a-m; k-r-m)</td></tr><tr><td>Rabb-i Rahîm: sonsuz merhamet ve şefkat sahibi ve herşeyin rabbi olan Allah (bk. r-b-b; r-ḥ-m)</td><td>Sâni-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi, herşeyi san’atla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-l-l)</td></tr><tr><td>Sâni-i Zülkemâl: sonsuz kemâl sahibi ve herşeyi sanatla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; k-m-l)</td><td>arz: yeryüzü, dünya</td></tr><tr><td>bedî: güzel (bk. b-d-a)</td><td>cevher: değerli şey, öz</td></tr><tr><td>cihet: yön</td><td>dellâllık: ilâncılık, rehberlik</td></tr><tr><td>esmâ-i Rabbâniye: herşeyin Rabbi olan Allah’ın isimleri (bk. s-m-v; r-b-b)</td><td>esmâ-i kudsiye-i İlâhiye: Allah’ın her türlü kusurdan uzak, kutsal isimleri (bk. s-m-v; ḳ-d-s; e-l-h)</td></tr><tr><td>gaibâne: yüzyüze olmadan, gizlice</td><td>hasr-ı muhabbet: sevgiyi yöneltme, sadece onu sevme (bk. ḥ-b-b)</td></tr><tr><td>hayretkârâne: hayret ederek</td><td>hazine-i mâneviye: manevi hazine (bk. a-n-y)</td></tr><tr><td>hâzırâne: hazırcasına </td><td>idrak: anlayış, kavrayış</td></tr><tr><td>iltifat: iyilik ve güzellikle muamele etme</td><td>istihsankârâne: beğenerek (bk. ḥ-s-n)</td></tr><tr><td>itaatkârane: itaat ederek</td><td>iştiyak: fazla arzu ve istek</td></tr><tr><td>kalem-i kudret: varlıkların ve olayların düzenli olarak vücuda gelişinde bir kalem gibi eserini gösteren İlâhî güç (bk. ḳ-d-r)</td><td>kemâlât: mükemmellikler (bk. k-m-l)</td></tr><tr><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td><td>kıymetşinaslık: kadir kıymet bilmek</td></tr><tr><td>leziz: lezzetli</td><td>lâtif: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f)</td></tr><tr><td>marifet: tanıma, bilme (bk. a-r-f)</td><td>mazhar: erişme, nail olma (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>mehâsin: güzellikler (bk. ḥ-s-n)</td><td>mektubat: şuur sahiplerine hitap eden birer mektup gibi anlamlı şekilde yaratılmış varlıklar (bk. k-t-b)</td></tr><tr><td>mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)</td><td>muhabbet: sevme (bk. ḥ-b-b)</td></tr><tr><td>muhâtab: hitap edilen, kendisine karşı konuşulan (bk. ḫ-ṭ-b)</td><td>mukabele: karşılık verme</td></tr><tr><td>mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)</td><td>müessir: tesir eden</td></tr><tr><td>münâcât: Allah’a yalvarma, yakarma (bk. n-c-v)</td><td>mütalâa: okuma, inceleme</td></tr><tr><td>nazar-ı ibret: ibretli bakış (bk. n-ẓ-r)</td><td>nezaret: bakış, seyir (bk. n-ẓ-r)</td></tr><tr><td>nukuş: nakışlar, işlemeler (bk. n-ḳ-ş)</td><td>rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>saltanat-ı Rububiyet: Rablık saltanatı; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. s-l-ṭ; r-b-b)</td><td>semâ: gökyüzü (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>suret: şekil (bk. ṣ-v-r)</td><td>tahsis-i taabbüd: ibadeti ve kulluğu sadece Allah için yapma (bk. a-b-d)</td></tr><tr><td>takdirkârâne: takdir edercesine (bk. ḳ-d-r)</td><td>tasdik: doğruluğunu kabul etme, onaylama (bk. ṣ-d-ḳ)</td></tr><tr><td>tefekkür: Allah’ı tanımayı sonuç verecek şekilde varlıklar üzerinde düşünme (bk. f-k-r)</td><td>temâşâ: hoşlanarak bakma</td></tr><tr><td>ubûdiyet: Allah’a kulluk (bk. a-b-d)</td><td>vecih: yön</td></tr><tr><td>ziynet: süs (bk. z-y-n)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Üçüncü Söz - Sayfa 443

Ey ahsen-i takvimde yaratılan ve sû-i ihtiyarıyla esfel-i sâfilîn tarafına giden insan-ı gafil! Beni dinle. Ben de senin gibi gençlik sarhoşluğuyla, gaflet içinde dünyayı hoş ve güzel gördüğüm halde, gençlik sarhoşluğundan ihtiyarlık sabahında ayıldığım dakikada, o güzel zannettiğim, âhirete müteveccih olmayan dünyanın yüzünü nasıl çirkin gördüğümü ve âhirete bakan hakikî yüzü ne kadar güzel olduğunu, On Yedinci Sözün İkinci Makamındaki iki levha-i hakikate bak, sen de gör.

Birinci levha: Ehl-i dalâlet gibi, fakat sarhoş olmadan, gaflet perdesiyle eskiden gördüğüm ehl-i gaflet dünyasının hakikatini tasvir eder.

İkinci levha: Ehl-i hidayet ve huzurun hakikat-i dünyalarına işaret eder. Eskiden ne tarzda yazılmış, o tarzda bıraktım. Şiire benzer, fakat şiir değillerdir.

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَاۤ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
blank.gif
1

رَبِّ اشْرَحْ لِى صَدْرِى وَيَسِّرْ لِىۤ اَمْرِى وَاحْلُلْ عُقْدَةً مِنْ لِسَانِى يَفْقَهُوا قَوْلِى
blank.gif
2

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلَى الذَّاتِ الْمُحَمَّدِيَّةِ اللَّطِيفَةِ اْلاَحَدِيَّةِ شَمْسِ سَمَاۤءِ اْلاَسْرَارِ وَمَظْهَرِ اْلاَنْوَارِ وَمَرْكَزِ مَدَارِ الْجَلاَلِ وَقُطْبِ فَلَكِ الْجَمَالِ اَللّٰهُمَّ بِسِرِّهِ لَدَيْكَ وَبِسَيْرِهِۤ اِلَيْكَ اٰمِنْ خَوْفِى وَاَقِلْ عُثْرَتِى وَاذْهِبْ حُزْنِى وَحِرْصِى وَكُنْ لِى وَخُذْنِى اِلَيْكَ مِنِّى وَارْزُقْنِى الْفَنَاۤءَ عَنِّى وَلاََتَجْعَلْنِى مَفْتوُناً بِنَفْسِى مَحْجُوباً بِحِسِّى وَاكْشِفْ لِى عَنْ كُلِّ سِرِّ مَكْتُومٍ يَاحَىُّ يَاقَيُّومُ يَاحَىُّ يَاقَيُّومُ يَاحَىُّ


[NOT]Dipnot-1 “Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, herşeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın.” (Bakara Sûresi, 2:32.)

Dipnot-2
“Ey Rabbim, gönlüme genişlik ver. İşimi kolaylaştır. Dilimdeki tutukluğu çöz—tâ ki sözümü iyice anlasınlar.” (Tâhâ Sûresi, 20:25-28.)[/NOT]




<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>ahsen-i takvim: insanın en güzel şekilde ve tam kıvamında yaratılmış olması (bk. ḥ-s-n)</td><td>ehl-i dalâlet: sapıklık ve inkâr ehli (bk. ḍ-l-l)</td></tr><tr><td>ehl-i gaflet: âhirete, Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar (bk. ğ-f-l)</td><td>ehl-i hidayet ve huzur: doğru ve hak yolda ve huzurda olanlar (bk. h-d-y; ḥ-ḍ-r)</td></tr><tr><td>esfel-i sâfilîn: aşağıların en aşağısı</td><td>gaflet: umursamazlık; âhirete, Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsızlık (bk. ğ-f-l)</td></tr><tr><td>hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hakikat-i dünya: dünyanın gerçek mâhiyeti, içyüzü (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>insan-ı gafil: sorumsuz, âhirete, Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olan insan (bk. ğ-f-l)</td></tr><tr><td>levha-i hakikat: hakikat levhası (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>müteveccih: yönelik</td></tr><tr><td>sû-i ihtiyar: iradeyi kötüye kullanma (bk. ḫ-y-r)</td><td>tasvir: anlatma, ifade etme (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki sonsuz hayat (bk. e-ḫ-r)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Üçüncü Söz - Sayfa 444

يَاقَيُّومُ وَارْحَمْنِى وَارْحَمْ رُفَقَـاۤئِى وَارْحَمْ اَهْلَ اْلاِيمَانِ وَالْقُرْاٰنِ اٰمِينَ يَاۤ اَرْحَمَ

الرَّاحِمِينَ وَيَاۤ اَكْرَمَ اْلاَكْرَمِينَ
blank.gif
1

وَاٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
blank.gif
2



endOfSection.gif
endOfSection.gif


[NOT]Dipnot-1 Allahım! Sırlar semâsının güneşi, nurların mazharı, celâl dairesinin merkezi ve cemâl sahibinin kutbu olan Muhammed’in biricik, lâtif zâtına rahmet et. Allahım! Onun, Senin katındaki sırrı ve Sana olan seyri hürmetine, beni korkularımdan emin kıl, hatalarımı gider, hüznümü ve hırsımı benden gider. Varlığın ve huzurunla beni müşerref kıl. Beni benden kurtarıp kendine al. Kendi varlığımı Sana feda etmekle beni rızıklandır. Beni nefsime düşkün ve hissimle kör eyleme. Herbir gizli sırrı bana aç. Yâ Hayyu yâ Kayyûm, yâ Hayyu yâ Kayyûm, yâ Hayyu yâ Kayyûm! Bana, arkadaşlarıma ve ehl-i iman ve Kur’ân’a merhamet et. Âmin, ey merhametlilerin en merhametlisi ve kerem sahiplerinin en kerîmi olan Allahım!

Dipnot-2
“Onların duâları şu sözlerle sona erer: Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.” (Yûnus Sûresi, 10:10.)[/NOT]
 
Üst