Yirmi İkinci Söz

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi İkinci Söz - Sayfa 395

vücudunu bil’asâle kabul etmek gibi gayet derece bir divanelikle, nihayetsiz bir belâhete düşmekliğin lâzım gelir.

Öyle de, Şems-i Ezelînin tecelliyât-ı nuraniyesinden ihyâ, yani “hayat vermek” cihetinde, herbir zîhayat üstünde öyle bir turrası vardır ki, faraza bütün esbab toplansa ve birer fâil-i muhtar kesilseler, yine o turrayı taklit edemezler. Zira, herbiri birer mu’cize-i kudret olan zîhayatlar, herbiri o Şems-i Ezelînin şuaları hükmünde olan esmâsının nokta-i mihrakiyesi suretindedir.

Eğer zîhayat üstünde görünen o nakş-ı acib-i san’atı, o nazm-ı garib-i hikmeti ve o tecellî-i sırr-ı ehadiyeti, Zât-ı Ehad-i Samede verilmediği vakit, herbir zîhayatta, hattâ bir sinekte, bir çiçekte nihayetsiz bir kudret-i fâtıra, içinde saklandığını ve herşeyi muhit bir ilim bulunduğunu ve kâinatı idare edecek bir irade-i mutlaka onda mevcut olduğunu, belki Vâcibü’l-Vücuda mahsus bâki sıfatları dahi onların içinde bulunduğunu kabul etmek; adeta o çiçeğin, o sineğin herbir zerresine bir ulûhiyet vermek gibi, dalâletin en eblehçesine, hurâfâtın en ahmakçasına bir derekesine düşmek lâzım gelir. Zira, o şeyin zerrelerine, hususan tohum olsalar, öyle bir vaziyet verilmiş ki, o zerre, cüz’ü olduğu zîhayata bakar, onun nizamına göre vaziyet alır. Belki o zîhayatın bütün nev’ine bakar gibi, o nev’in devamına yarayacak her yerde zer’ etmek ve nev’inin bayrağını dikmek için kanatçıklarla kanatlanmak gibi bir keyfiyet alır. Belki o zîhayat, alâkadar ve muhtaç olduğu bütün mevcudata karşı muamelâtını ve münasebât-ı rızkıyesini devam ettirecek bir vaziyet tutuyor. İşte, eğer o zerre, bir Kadîr-i Mutlakın memuru olmazsa ve nisbeti o Kadîr-i Mutlaktan kesilse, o vakit o zerreye herşeyi görür bir göz, herşeye muhit bir şuur vermek lâzımdır.

Elhasıl: Nasıl şu katrelerde ve camın zerreciklerinde olan güneşçikler ve çeşit çeşit renkler, güneşin cilve-i aksine ve in’ikâsının tecellîsine verilmezse, birtek


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Kadîr-i Mutlak: sınırsız güç ve kudret sahibi olan Allah (bk. ḳ-d-r; ṭ-l-ḳ)</td><td>Vâcibü’l-Vücud: varlığı zorunlu olan, var olmak hiçbir sebebe ihtiyacı olmayan Allah (bk. v-c-b; v-c-d)</td></tr><tr><td>Zât-ı Ehad-i Samed: herşey Kendisine muhtaç olduğu fakat Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan ve tek olan Zât, Allah (bk. v-ḥ-d; ṣ-m-d)</td><td>belâhet: aptallık</td></tr><tr><td>bil’asâle: bizzat, doğrudan</td><td>bâki: kalıcı ve devamlı (bk. b-ḳ-y)</td></tr><tr><td>cihet: yön</td><td>cilve-i akis: yansımanın görüntüsü (bk. c-l-y)</td></tr><tr><td>cüz’: parça (bk. c-z-e)</td><td>dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l)</td></tr><tr><td>dereke: en aşağı derece</td><td>divanelik: akılsızlık </td></tr><tr><td>eblehçe: son derece aptalca</td><td>elhasıl: özetle, sonuç olarak</td></tr><tr><td>esbab: sebepler (bk. s-b-b)</td><td>esmâ: isimler (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>faraza: varsayalım ki</td><td>fâil-i muhtar: kendi istek ve iradesi ile iş gören (bk. f-a-l; ḫ-y-r)</td></tr><tr><td>hurafât: hurafeler, batıl inanışlar</td><td>hususan: özellikle </td></tr><tr><td>ihyâ: hayat verme, diriltme (bk. ḥ-y-y)</td><td>in’ikâs: yansıma</td></tr><tr><td>irade-i mutlaka: sınırsız irade (bk. r-v-d; ṭ-l-ḳ)</td><td>katre: damla</td></tr><tr><td>keyfiyet: hal, özellik, nitelik</td><td>kudret-i fâtıra: yaratıcı kudret (bk. ḳ-d-r; f-ṭ-r) </td></tr><tr><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td><td>mahsus: özgü</td></tr><tr><td>mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)</td><td>muamelât: davranışlar</td></tr><tr><td>muhit: kuşatan</td><td>mu’cize-i kudret: Allah’ın kudret mu’cizesi (bk. a-c-z; ḳ-d-r)</td></tr><tr><td>münasebât-ı rızkıye: rızıkla ilgili münasebetler (bk. n-s-b; r-z-ḳ)</td><td>nakş-ı acib-i san’at: san’atın şaşırtıcı nakşı (bk. n-ḳ-ş; ṣ-n-a)</td></tr><tr><td>nazm-ı garib-i hikmet: hikmetin hayret verici düzeni (bk. n-ẓ-m; ḥ-k-m)</td><td>nev’: çeşit, tür</td></tr><tr><td>nihayetsiz: sonsuz</td><td>nisbet: bağ (bk. n-s-b)</td></tr><tr><td>nizam: düzen (bk. n-ẓ-m)</td><td>nokta-i mihrakiye: odak noktası</td></tr><tr><td>suret: şekil (bk. ṣ-v-r)</td><td>tecelliyât-ı nuraniye: parlak, nuranî görüntüler (bk. c-l-y; n-v-r)</td></tr><tr><td>tecellî: görünüm (bk. c-l-y)</td><td>tecellî-i sırr-ı ehadiyet: Allah’ın birlik sırrının herbir varlıkta görünmesi (bk. c-l-y; v-ḥ-d)</td></tr><tr><td>turra: padişahın mührü ve imzası</td><td>ulûhiyet: ilâhlık (bk. e-l-h)</td></tr><tr><td>vücud: varlık (bk. v-c-d)</td><td>zerre: atom</td></tr><tr><td>zerrecik: atom</td><td>zer’ etmek: ekmek, dikmek</td></tr><tr><td>zira: çünkü</td><td>zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>Şems-i Ezelî: Ezelî Güneş; bu tabir, herşeyi nurlandıran Allah için benzetme olarak kullanılır (bk. e-z-l)</td><td>şua: parıltı</td></tr><tr><td>şuur: bilinç, idrak (bk. ş-a-r)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi İkinci Söz - Sayfa 396

güneşe mukabil nihayetsiz güneşleri kabul etmek lâzım gelir; muhal ender muhal bir hurafeyi kabul etmek iktiza eder. Aynen bunun gibi, eğer herşey Kadîr-i Mutlaka verilmezse, birtek Allah’a mukabil, nihayetsiz, belki zerrât-ı kâinat adedince ilâhları kabul etmek gibi, yüz derece muhal içindeki bir muhali mevcut kabul etmek gibi bir divanelik hezeyanına düşmek lâzım gelir.

Elhasıl, herbir zerreden, üç pencere Şems-i Ezelînin nur-u vahdâniyetine ve vücub-u vücuduna açılır.

BİRİNCİ PENCERE: Herbir zerre, bir nefer gibi nasıl ki askerî dairelerinin herbirinde, yani takımında, bölüğünde, taburunda, alayında, fırkasında, ordusunda, herbirisinde bir nisbeti, o nisbete göre bir vazifesi ve o vazifeye göre nizamı dairesinde bir hareketi olduğu gibi; Öyle de senin gözbebeğindeki o câmid zerrecik dahi, senin gözünde, başında, vücudunda ve kuvve-i müvellide, kuvve-i câzibe, kuvve-i dâfia, kuvve-i musavvire gibi deverân-ı deme ve his ve harekeye hizmet eden evride ve şerâyin ve sair âsablarda, hem senin nev’inde, ilâ âhir, birer nisbeti, birer vazifesi bulunduğunu, bilbedâhe bir Kadîr-i Ezelînin eser-i sun’u ve memur-u muvazzafı ve taht-ı tedbirinde olduğunu, kör olmayan göze gösterir.

İKİNCİ PENCERE: Havadaki herbir zerre, herbir çiçeği, herbir meyveyi ziyaret edebilir. Herbir çiçeğe, herbir meyveye girer, işleyebilir. Eğer herşeyi görür ve bilir bir Kadîr-i Mutlakın memur-u musahharı olmasa, o serseri zerre, bütün meyvelerin, çiçeklerin cihâzâtını ve yapılmasını ve ayrı ayrı san’atlarını ve onlara giydirilen suretlerin terziliğini ve hıyâtât-ı kâmile-i muhita-i san’atını bilmek lâzım gelir.

İşte şu zerre, bir güneş gibi bir nur-u tevhidin şuâını gösteriyor. Ziyayı havaya, mâi türâba kıyas et. Zaten eşyanın asıl menşeleri şu dört maddedir. (Yeni hikmetle,



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Kadîr-i Ezelî: varlığının başlangıcı olmayan ve herşeye gücü yeten Allah (bk. ḳ-d-r; e-z-l)</td><td>Kadîr-i Mutlak: sınırsız güç ve kudret sahibi olan Allah (bk. ḳ-d-r; ṭ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>alay: genel olarak üç taburdan oluşan askerî topluluk</td><td>bilbedâhe: apaçık bir şekilde</td></tr><tr><td>bölük: takımlardan oluşan askerî birlik</td><td>cihâzât: organlar</td></tr><tr><td>câmid: cansız</td><td>deverân-ı dem: kan dolaşımı</td></tr><tr><td>divanelik: akılsızlık</td><td>elhasıl: özetle, sonuç olarak</td></tr><tr><td>eser-i sun’: san’at eseri (bk. ṣ-n-a)</td><td>evride: toplardamar</td></tr><tr><td>eşya: şeyler, varlıklar</td><td>fırka: tümen</td></tr><tr><td>hareke: hareket</td><td>hezeyan: saçmalama</td></tr><tr><td>hikmet: ilim ve fenler (bk. ḥ-k-m)</td><td>hurafe: delile dayanmayan saçma inanış</td></tr><tr><td>hıyâtât-ı kâmile-i muhita-i san’at: sanatın bütün mükemmelliklerini kapsayan kusursuz terzilik (bk. k-m-l; ṣ-n-a)</td><td>iktiza: gerektirme</td></tr><tr><td>ilâ âhir: sonuna kadar (bk. e-ḫ-r)</td><td>kuvve-i câzibe: faydalı şeyleri çeken güç, hücrenin çekim gücü</td></tr><tr><td>kuvve-i dâfia: zararlı şeyleri defeden güç</td><td>kuvve-i musavvire: şekil verme gücü (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>kuvve-i müvellide: üreme duygusu</td><td>memur-u musahhar: emre itaat eden memur</td></tr><tr><td>memur-u muvazzaf: vazifeli memur</td><td>menşe: kaynak, esas</td></tr><tr><td>mevcud: var (bk. v-c-d)</td><td>muhal ender muhal: imkansızlık içinde imkansızlık</td></tr><tr><td>mukabil: karşılık</td><td>: su</td></tr><tr><td>nefer: asker</td><td>nev’: tür</td></tr><tr><td>nihayetsiz: sonsuz</td><td>nisbet: bağ (bk. n-s-b)</td></tr><tr><td>nizam: düzen, kanun (bk. n-ẓ-m)</td><td>nur-u tevhid: her şeyin bir olan Allah’a ait olduğuna inanmaktan gelen nur (bk. n-v-r; v-ḥ-d)</td></tr><tr><td>nur-u vahdâniyet: Allah’ın birliğini gösteren nur (bk. n-v-r; v-ḥ-d) </td><td>sair: başka</td></tr><tr><td>suret: şekil (bk. ṣ-v-r)</td><td>tabur: dört bölükten meydana gelen askerî birlik</td></tr><tr><td>taht-ı tedbir: yönetimi altında (bk. d-b-r)</td><td>takım: en küçük askerî topluluk </td></tr><tr><td>türâb: toprak </td><td>vücub-u vücud: varlığının zorunlu oluşu (bk. v-c-b; v-c-d)</td></tr><tr><td>zerre: atom</td><td>zerrât-ı kâinat: kâinattaki, evrendeki atomlar (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>ziya: ışık</td><td>âsab: damarlar</td></tr><tr><td>Şems-i Ezelî: Ezelî Güneş; bu tabir, herşeyi nurlandıran Allah için benzetme olarak kullanılır (bk. e-z-l)</td><td>şerâyin: atardamarlar</td></tr><tr><td>şuâ: ışık, parıltı</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi İkinci Söz - Sayfa 397

müvellidülmâ, müvellidülhumuza, karbon, azottur ki, bu anâsır, evvelki unsurların eczalarıdır.)

ÜÇÜNCÜ PENCERE: Zerrelerden mürekkep bir parça toprak, herbir çiçekli ve meyveli nebâtâtın neşvünemâsına menşe olabilir bir kâseyi o zerreciklerden doldursan, bütün dünyadaki her nevi çiçek ve meyveli nebâtâtın tohumcukları ki, o tohumcuklar hayvânâtın nutfeleri gibi, ayrı ayrı şeyler değil-nutfeler bir su olduğu gibi, o tohumlar da karbon, azot, müvellidülmâ, müvellidülhumuzadan mürekkep-mahiyetçe birbirinin misli, keyfiyetçe birbirinden ayrı, yalnız kader kalemiyle, sırf mânevî olarak aslının programı tevdi edilmiş. İşte, o tohumları nöbetle o kâseye koysak, herbiri hârika cihâzâtıyla, eşkâl ve vaziyetiyle zuhur edeceğini, vuku bulmuş gibi inanırsın.

Eğer o zerreler, herbir şeyin herbir hal ve vaziyetini bilen ve herşeye, ona lâyık vücudu ve vücudun levâzımâtını vermeye kadîr ve kudretine nisbeten herşey kemâl-i suhuletle musahhar olan bir Zâtın memuru ve emirber bir vazifedarı olmazlarsa; o toprağın herbir zerresinde, ya bütün çiçekli ve meyvedarların adedince mânevî fabrikalar ve matbaalar, içinde bulunması lâzım gelir ki, o cihazatları ve eşkâlleri birbirinden uzak ve birbirinden ayrı mevcudat-ı muhtelifeye menşe olabilsin, veya bütün o mevcudata muhit bir ilim ve bütün onların teşkilâtına muktedir olacak bir kudret vermek lâzımdır—tâ bütün onların teşkilâtına medar olsun. Demek, Cenâb-ı Haktan nisbet kesilse, toprağın zerrâtı adedince ilâhlar kabul edilmesi lâzım gelir. Bu ise, bin defa muhal içinde muhal bir hurafedir.

Fakat memur oldukları vakit çok kolaydır. Nasıl bir sultan-ı azîmin bir âdi neferi, o padişahın namıyla ve onun kuvvetiyle bir memleketi hicret ettirebilir, iki denizi birleştirebilir, bir şahı esir edebilir. Öyle de, Ezel ve Ebed Sultanının emriyle, bir sinek bir Nemrudu yere serer; bir karınca bir Firavunun sarayını harap eder, yere atar; bir incir çekirdeği bir incir ağacını yüklenir.
Hem herbir zerrede, vücub ve vahdet-i Sânia iki şahid-i sadık daha var.



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan, şeref ve azamet sahibi yüce Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>Ezel ve Ebed Sultanı: başlangıç ve sonu olmayan, hüküm ve saltanatı ezelden ebede devam eden Sultan (bk. e-z-l; e-b-d; s-l-ṭ)</td></tr><tr><td>Firavun: (bk. bilgiler)</td><td>Nemrud: (bk. bilgiler)</td></tr><tr><td>anâsır: unsurlar, elementler</td><td>cihâzât: cihazlar, organlar</td></tr><tr><td>ecza: bütünü oluşturan parçalar (bk. c-z-e)</td><td>emirber: emre hazır</td></tr><tr><td>evvelki: önceki</td><td>eşkâl: şekiller</td></tr><tr><td>hayvânât: hayvanlar (bk. ḥ-y-y)</td><td>hicret: göç</td></tr><tr><td>hurafe: delile dayanmayan saçma inanış</td><td>kader: Allah’ın meydana gelecek hadiseleri olmadan önce takdir etmesi, plânlaması (bk. ḳ-d-r)</td></tr><tr><td>kemâl-i suhulet: tam bir kolaylık (bk. k-m-l)</td><td>keyfiyet: esas, içerik</td></tr><tr><td>kudret: güç, iktidar (bk. ḳ-d-r)</td><td>kâdir: gücü yeten (bk. ḳ-d-r)</td></tr><tr><td>kâse: kap, çanak</td><td>levâzımât: gerekli şeyler</td></tr><tr><td>mahiyet: öz nitelik, özellik</td><td>medar: dayanak, kaynak</td></tr><tr><td>menşe: kaynak</td><td>mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>mevcudat-ı muhtelife: çeşitli varlıklar (bk. v-c-d)</td><td>misli: benzeri (bk. m-s̱-l)</td></tr><tr><td>muhal: imkansızlık</td><td>muhit: kuşatıcı</td></tr><tr><td>muktedir: güç ve iktidar sahibi (bk. ḳ-d-r)</td><td>musahhar: boyun eğme</td></tr><tr><td>mürekkep: meydana gelmiş, birleşik</td><td>müvellidülhumuza: oksijen</td></tr><tr><td>müvellidülmâ: hidrojen</td><td>nebâtât: bitkiler</td></tr><tr><td>nefer: asker, er</td><td>nevi: çeşit</td></tr><tr><td>neşvünemâ: büyüyüp gelişme</td><td>nisbet: bağ (bk. n-s-b)</td></tr><tr><td>nisbeten: kıyasla (bk. n-s-b)</td><td>nutfe: memelilerin yaratıldığı su, meni</td></tr><tr><td>sultan-ı azîm: büyük sultan (bk. s-l-ṭ; a-ẓ-m)</td><td>tevdi: bırakma, emanet etme</td></tr><tr><td>teşkilât: yapı, kuruluş</td><td>vazifedar: görevli</td></tr><tr><td>vuku: meydana gelme, olma</td><td>vücub ve vahdet-i Sâni: herşeyi san’atla yaratan Allah’ın birliği ve varlığının zorunlu olması (bk. v-c-b; v-ḥ-d; ṣ-n-a)</td></tr><tr><td>zerre: atom</td><td>zerrât: zerreler, atomlar</td></tr><tr><td>zuhur: ortaya çıkma (bk. ẓ-h-r)</td><td>âdi: basit, sıradan</td></tr><tr><td>şahid-i sadık: doğru şahit (bk. ş-h-d; ṣ-d-ḳ)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi İkinci Söz - Sayfa 398

Birisi: Herbir zerre, acz-i mutlakıyla beraber pek büyük ve pek mütenevvi vazifeleri kaldırıyor. Ve cumudiyetiyle beraber, bir şuur-u küllî gösteren intizamperverâne nizam-ı umumîye tevfik-i hareket eder. Demek, herbir zerre, lisan-ı acziyle Kadîr-i Mutlakın vücub-u vücuduna ve nizam-ı âlemi gözetmesiyle vahdetine şehadet eder.

كَمَاۤ اَنَّ فِى كُلِّ ذَرَّةٍ شَاهِدَيْنِ عَلٰۤى اَنَّهُ وَاجِبٌ وَاحِدٌ كَذٰلِكَ فِى كُلِّ حَىٍّ لَهُ اٰيَتَانِ عَلٰۤى اَنَّهُ اَحَدٌ صَمَدٌ
blank.gif
1

Evet, herbir zîhayatta, biri ehadiyet sikkesi, diğeri samediyet turrası bulunuyor. Zira bir zîhayat, ekser kâinatta cilveleri görünen esmâyı birden kendi âyinesinde gösteriyor. Adeta bir nokta-i mihrakiye hükmünde, Hayy-ı Kayyûmun tecellî-i İsm-i Âzamını gösteriyor. İşte, ehadiyet-i Zâtiyeyi, Muhyî perdesi altında bir nevi gölgesini gösterdiğinden, bir sikke-i ehadiyeti taşıyor.

Hem o zîhayat, kâinatın bir misal-i musağğarı ve şecere-i hilkatin bir meyvesi hükmünde olduğu için, kâinat kadar ihtiyâcâtını ummadığı ve bilmediği bir yerden kolaylıkla küçücük daire-i hayatına yetiştirmek, samediyet turrasını gösteriyor. Yani, “o hal gösteriyor ki, onun öyle bir Rabbi var ki, ona, herşeye bedel bir teveccühü var ve bütün eşyanın yerini tutar bir nazarı var; bütün eşya Onun bir teveccühünün yerini tutamaz.”

نَعَمْ يَكْفِى لِكُلِّ شَىْءٍ شَىْءٌ عَنْ كُلِّ شَىْءٍ وَلاَ يَكْفِى عَنْهُ كُلُّ شَىْءٍ وَلَوْ لِشَىْءٍ وَاحِدٍ
blank.gif
2


[NOT]Dipnot-1 Herbir zerrede, Onun Vâcibü’l-Vücud ve Vâhid olduğuna iki şahit bulunduğu gibi; herbir zîhayatta da, Onun Ehad ve Samed olduğuna dair iki âyet vardır.

Dipnot-2
Üstteki cümle bu metnin tercümesidir.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Hayy-ı Kayyûm: her an diri olup her canlıya hayat veren ve herşeyi ayakta tutan Allah (bk. ḥ-y-y; ḳ-v-m)</td><td>Kadir-i Mutlak: herşeye gücü yeten sınırsız güç ve kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r; ṭ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>Muhyî: bütün canlılara hayat veren Allah (bk. ḥ-y-y)</td><td>Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah (bk. r-b-b)</td></tr><tr><td>acz-i mutlak: sınırsız derecede âcizlik, güçsüzlük (bk. a-c-z; ṭ-l-ḳ)</td><td>cilve: görünüm, yansıma (bk. c-l-y)</td></tr><tr><td>cumudiyet: cansızlık</td><td>daire-i hayat: hayat dairesi (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>ehadiyet: Allah’ın birliğinin ve isimlerinin herbir varlıkta tecellî etmesi (bk. v-ḥ-d)</td><td>ehadiyet-i Zâtiye: Allah’ın zâtının birliği (bk. v-ḥ-d)</td></tr><tr><td>ekser: çoğunluk (bk. k-s̱-r)</td><td>esmâ: isimler (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>ihtiyâcât: ihtiyaçlar (bk. ḥ-v-c)</td><td>intizamperverâne: düzenliliği sevene yakışır bir şekilde (bk. n-ẓ-m)</td></tr><tr><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td><td>lisan-ı acz: acizlik dili (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>misal-i musağğar: küçültülmüş örnek (bk. m-s̱-l)</td><td>mütenevvi: çeşitli</td></tr><tr><td>nazar: bakış (bk. n-ẓ-r)</td><td>nevi: çeşit</td></tr><tr><td>nizam-ı umumî: genel düzen (bk. n-ẓ-m)</td><td>nizam-ı âlem: kâinatın düzeni (bk. n-ẓ-m; a-l-m)</td></tr><tr><td>nokta-i mihrakiye: odak noktası </td><td>samediyet: Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Ona muhtaç olması (bk. ṣ-m-d) </td></tr><tr><td>sikke: madenî para gibi şeyler üzerine vurulan damga, mühür</td><td>sikke-i ehadiyet: Allah’ın herbir varlıkta görülen birlik işareti (bk. v-ḥ-d)</td></tr><tr><td>tecellî-i İsm-i Âzam: Allah’ın en büyük isminin yansıması (bk. c-l-y; s-m-v; a-ẓ-m)</td><td>teveccüh: yönelme, ilgi</td></tr><tr><td>tevfik-i hareket: uygun hareket </td><td>turra: padişah mührü ve imzası</td></tr><tr><td>vahdet: birlik (bk. v-ḥ-d)</td><td>vücub-u vücud: varlığının zorunlu oluşu (bk. v-c-b; v-c-d)</td></tr><tr><td>zerre: atom</td><td>zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>âyine: ayna</td><td>şecere-i hilkat: yaratılış ağacı (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>şehadet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d)</td><td>şuur-u küllî: bilgi ve kavrayışı kapsamlı olan (bk. ş-a-r; k-l-l)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi İkinci Söz - Sayfa 399

Hem o hal gösteriyor ki, onun o Rabbi, hiçbir şeye muhtaç olmadığı gibi, hazinesinden hiçbir şey eksilmez ve kudretine de hiçbir şey ağır gelmez. İşte, samediyetin gölgesini gösteren bir nevi turrası...

Demek, herbir zîhayatta bir sikke-i ehadiyet, bir turra-i samediyet vardır. Evet, herbir zîhayat, hayat lisanıyla
blank.gif
1
قُلْ هُوَ اللهُ اَحَدٌ اَللهُ الصَّمَدُ okuyor. Bu iki sikkeden başka birkaç pencere-i mühimme de var. Başka bir yerde tafsil edildiği için burada ihtisar edildi.

Madem şu kâinatın herbir zerresi böyle üç pencereyi ve iki deliği ve hayat dahi iki kapıyı birden Vâcibü’l-Vücudun vahdâniyetine açıyor. Zerreden tâ şemse kadar tabakat-ı mevcudat, Zât-ı Zülcelâlin envâr-ı marifetini ne suretle neşrettiğini kıyas edebilirsin. İşte, marifetullahta terakkiyât-ı mâneviyenin derecâtını ve huzurun merâtibini bundan anla ve kıyas et.

BEŞİNCİ LEM’A

Nasıl ki bir kitap, eğer yazma ve mektub olsa, onun yazmasına bir kalem kâfidir. Eğer basma ve matbu olsa, o kitabın hurufatı adedince kalemler, yani demir harfler lâzımdır, tâ o kitap tab’ edilip vücut bulsun. Eğer o kitabın bazı harflerinde gayet ince bir hatla o kitabın ekseri yazılmışsa—Sûre-i Yâsin, lâfz-ı Yâsin’de yazıldığı gibi—o vakit bütün o demir harflerin küçücükleri, o tek harfe lâzım, tâ tab edilsin.

Aynen öyle de, şu kitab-ı kâinatı, kalem-i kudret-i Samedâniyenin yazması ve Zât-ı Ehadiyetin mektubu desen, vücub derecesinde bir suhulet ve lüzum derecesinde bir mâkuliyet yoluna gidersin. Eğer tabiata ve esbaba isnat etsen, imtinâ


[NOT]Dipnot-1 “De ki: O Allah birdir. O Allah’tır, Sameddir; herşey O’na muhtaç olduğu halde O hiçbir şeye muhtaç değildir.” İhlâs Suresi, 112:1-2.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah (bk. r-b-b)</td><td>Sûre-i Yâsin: Yâsin Sûresi, Kur’ân-ı Kerimin 36. sûresi</td></tr><tr><td>Vâcibü’l-Vücud: varlığı zorunlu olan ve var olmak için hiçbir şeye ihtiyacı olmayan Allah (bk. v-c-b)</td><td>Zât-ı Ehadiyet: herbir varlıkta birliği görünen Zât, Allah (bk. v-ḥ-d)</td></tr><tr><td>Zât-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Zât, Allah (bk. ẕü; c-l-l)</td><td>derecât: dereceler</td></tr><tr><td>ekser: çoğunluk (bk. k-s̱-r)</td><td>envâr-ı marifet: Allah’ı bilme ve tanıma nurları (bk. n-v-r; a-r-f)</td></tr><tr><td>esbab: sebepler (bk. s-b-b)</td><td>hurufat: harfler</td></tr><tr><td>ihtisar: kısaltma, özetleme</td><td>imtinâ: imkansızlık</td></tr><tr><td>isnat: dayandırma (bk. ṣ-n-d)</td><td>kalem-i kudret-i Samedâniye: Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Kendisine muhtaç olduğu Allah’ın kudret kalemi (bk. ḳ-d-r; ṣ-m-d)</td></tr><tr><td>kitab-ı kâinat: kâinat kitabı (bk. k-t-b; k-v-n)</td><td>kudret: güç, iktidar (bk. ḳ-d-r)</td></tr><tr><td>kâfi: yeterli</td><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>lâfz-ı Yâsin: “Yâsin” kelimesi</td><td>marifetullah: Allah’ı tanıma ve bilme (bk. a-r-f)</td></tr><tr><td>matbu: basılmış</td><td>merâtib: mertebeler</td></tr><tr><td>mâkuliyet: akla uygunluk</td><td>nevi: çeşit</td></tr><tr><td>neşretmek: yaymak </td><td>pencere-i mühimme: önemli pencere</td></tr><tr><td>samediyet: Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Ona muhtaç olması (bk. ṣ-m-d) </td><td>sikke: mühür, işaret </td></tr><tr><td>sikke-i ehadiyet: Allah’ın herbir varlıkta görülen birlik işareti (bk. v-ḥ-d)</td><td>suhulet: kolaylık </td></tr><tr><td>suret: şekil, tarz (bk. ṣ-v-r)</td><td>tabakat-ı mevcudat: varlıkların tabakaları (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>tabiat: canlı cansız bütün varlıklar, maddî âlem, doğa (bk. ṭ-b-a)</td><td>tab’ edilmek: basılmak</td></tr><tr><td>tafsil etme: ayrıntılı olarak açıklama</td><td>terakkiyât-ı mâneviye: mânevî ilerlemeler (bk. a-n-y)</td></tr><tr><td>turra: mühür, nişan</td><td>turra-i samediyet: Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Ona muhtaç olması mânâsındaki sıfatının mührü (bk. ṣ-m-d) </td></tr><tr><td>vâhdaniyet: Allah’ın birliği (bk. v-ḥ-d)</td><td>vücub: kesinlik, gereklilik (bk. v-c-b)</td></tr><tr><td>vücut bulma: var olma (bk. v-c-d)</td><td>zerre: atom</td></tr><tr><td>zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y)</td><td>şems: güneş</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi İkinci Söz - Sayfa 400

derecesinde suûbetli ve muhal derecesinde müşkülâtlı ve hiçbir vehim kabul etmeyen hurafatlı şöyle bir yola gidersin ki, tabiat için ya herbir cüz toprakta, herbir katre suda, herbir parça havada milyarlarca madenî matbaalar ve hadsiz mânevî fabrikalar bulunması lâzım—tâ ki, hesapsız çiçekli, meyveli masnuâtın teşekkülâtına mazhar olabilsin. Yahut herşeye muhit bir ilim, herşeye muktedir bir kuvvet onlarda kabul etmek lâzım gelir—tâ şu masnuâta hakikî masdar olabilsin.

Çünkü toprağın ve suyun ve havanın herbir cüz’ü ekser nebâtâta menşe olabilir. Halbuki herbir nebat, meyveli olsa, çiçekli olsa, teşekkülâtı o kadar muntazamdır, o kadar mevzundur, o kadar birbirinden mümtazdır, o kadar keyfiyetçe birbirinden ayrıdır ki, herbirisine, yalnız ona mahsus birer ayrı mânevî fabrika veya ayrı birer matbaa lâzımdır. Demek, tabiat mistarlıktan masdarlığa çıksa, herbir şeyde bütün şeylerin makinelerini bulundurmaya mecburdur.

İşte, bu tabiatperestlik fikrinin esası öyle bir hurafattır ki, hurafeciler dahi ondan utanıyorlar. Kendini âkıl zanneden ehl-i dalâletin nasıl nihayetsiz hezeyanlı bir akılsızlık iltizam ettiklerini gör, ibret al!
Elhasıl: Nasıl bir kitabın herbir harfi, kendi nefsini bir harf kadar gösterip ve kendi vücuduna tek bir suretle delâlet ediyor; ve kendi kâtibini on kelime ile tarif eder ve çok cihetlerle gösterir. Meselâ, “Benim kâtibimin hüsn-ü hattı var. Kalemi kırmızıdır, şöyledir, böyledir” der. Aynen öyle de, şu kitab-ı kebir-i âlemin herbir harfi, kendine cirmi kadar delâlet eder ve kendi sureti kadar gösterir. Fakat Nakkâş-ı Ezelînin esmâsını bir kaside kadar tarif eder ve keyfiyetleri adedince işaret parmaklarıyla o esmâyı gösterir, Müsemmâsına şehadet eder. Demek, hem kendini, hem bütün kâinatı inkâr eden sofestâi gibi bir ahmak, yine Sâni-i Zülcelâlin inkârına gitmemek gerektir!

ALTINCI LEM’A

Hâlık-ı Zülcelâlin nasıl ki mahlûkatının herbir ferdinin başında ve masnuâtının


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet sahibi ve herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; ẕü; c-l-l)</td><td>Müsemmâ: en güzel isimlerle isimlendirilen Allah (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>Nakkaş-ı Ezelî: herşeyi zâtına has olarak nakış nakış işleyen ve varlığı sonsuz olup başlangıcı olmayan Allah (bk. n-ḳ-ş; e-z-l)</td><td>Sâni-i Zülcelâl: sonsuz haşmet sahibi olan ve herşeyi san’atla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-l-l)</td></tr><tr><td>cirm: büyüklük, kütle</td><td>cüz: parça (bk. c-z-e)</td></tr><tr><td>delâlet: delil olma, işaret etme</td><td>ehl-i dalâlet: doğru ve hak yoldan sapmış inançsız kimseler (bk. ḍ-l-l) </td></tr><tr><td>ekser: pekçok (bk. k-s̱-r)</td><td>elhasıl: özetle, sonuç olarak</td></tr><tr><td>esmâ: isimler (bk. s-m-v)</td><td>hadsiz: sınırsız </td></tr><tr><td>hakikî: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hezeyanlı: saçmalayan</td></tr><tr><td>hurafat: aslı esası olmayan saçma inanışlar</td><td>hüsn-ü hat: güzel yazı (bk. ḥ-s-n)</td></tr><tr><td>ibret: uyanıklığa sebep olan ders</td><td>iltizam: taraftarlık</td></tr><tr><td>kaside: şiir</td><td>katre: damla</td></tr><tr><td>keyfiyet: özellik, nitelik</td><td>kitab-ı kebir-i âlem: büyük âlem kitabı, kâinat (bk. k-t-b; k-b-r; a-l-m)</td></tr><tr><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td><td>kâtib: yazan (bk. k-t-b)</td></tr><tr><td>mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>mahsus: özgü</td></tr><tr><td>masdar: kaynak</td><td>masnuât: san’at eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a)</td></tr><tr><td>mazhar: sahip olma, erişme (bk. ẓ-h-r)</td><td>menşe: kaynak</td></tr><tr><td>mevzun: ölçülü (bk. v-z-n)</td><td>mistar: şablon</td></tr><tr><td>muhal: imkânsızlık</td><td>muhit: kuşatıcı</td></tr><tr><td>muktedir: gücü yeten, güç ve iktidar sahibi (bk. ḳ-d-r)</td><td>muntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m)</td></tr><tr><td>mümtaz: seçkin, üstün </td><td>müşkülâtlı: zor</td></tr><tr><td>nebat: bitki</td><td>nebâtât: bitkiler</td></tr><tr><td>nefis: kendisi (bk. n-f-s)</td><td>nihayetsiz: sonsuz</td></tr><tr><td>sofestâî: Yaratıcıyı kabul etmemek için her şeyi, hatta kendini dahi inkâr edenler</td><td>suret: şekil (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>suûbetli: zor</td><td>tabiat: doğa, canlı cansız bütün varlıklar, maddî âlem (bk. ṭ-b-a)</td></tr><tr><td>tabiatperest: yaratıcı olarak tabiatı kabul eden (bk. ṭ-b-a)</td><td>teşekkülât: oluşumlar</td></tr><tr><td>vehim: kuruntu</td><td>âkıl: akıllı</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi İkinci Söz - Sayfa 401

herbir cüz’ünün cephesinde ehadiyetinin sikkesini koymuştur. (Nasıl ki, geçmiş Lem’alarda bir kısmını gördün.) Öyle de, herbir nev’in üstünde çok sikke-i ehadiyet, herbir küll üstünde müteaddit hâtem-i vâhidiyet, tâ mecmu-u âlem üstünde mütenevvi turra-i vahdet, gayet parlak bir surette koymuştur. İşte, pek çok sikkelerden ve hâtemlerden ve turralardan, sath-ı arz sahifesinde, bahar mevsiminde vaz edilen bir sikke, bir hâtemi göstereceğiz. Şöyle ki:

Nakkâş-ı Ezelî, zeminin yüzünde, yaz, bahar zamanında en az üç yüz bin nebatat ve hayvânâtın envâını, nihayetsiz ihtilât, karışıklık içinde nihayet derecede imtiyaz ve teşhis ile ve gayet derecede intizam ve tefrik ile haşir ve neşretmesi, bahar gibi zahir ve bahir, parlak bir sikke-i tevhiddir.

Evet, bahar mevsiminde, ölmüş arzın ihyâsı içinde üç yüz bin haşrin nümunelerini kemâl-i intizamla icad etmek ve arzın sahifesinde, birbiri içinde, üç yüz bin muhtelif envâın efradını hatasız ve sehivsiz, galatsız, noksansız, gayet mevzun, manzum, gayet muntazam ve mükemmel bir surette yazmak, elbette, nihayetsiz bir kudrete ve muhit bir ilme ve kâinatı idare edecek bir iradeye mâlik bir Zât-ı Zülcelâlin, bir Kadîr-i Zülkemâlin ve bir Hakîm-i Zülcemâlin sikke-i mahsusası olduğunu, zerre miktar şuuru bulunanın derk etmesi lâzım gelir. Kur’ân-ı Hakîm ferman ediyor ki:

فَانْظُرْ اِلٰۤى اٰثاَرِ رَحْمَةِ اللهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِى اْلمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ
blank.gif
1


[NOT]Dipnot-1 “Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor. Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir; O herşeye hakkıyla kadirdir.” Rum Sûresi, 30:50.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Hakîm-i Zülcemâl: sonsuz güzellik sahibi ve herşeyi hikmetle yaratan Allah (bk. ḥ-k-m; ẕü; c-m-l)</td><td>Kadîr-i Zülkemâl: kudreti herşeyi kuşatan, mükemmellik ve kusursuzluk sahibi Allah (bk. ḳ-d-r; ẕü; k-m-l)</td></tr><tr><td>Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m)</td><td>Nakkaş-ı Ezelî: herşeyi zâtına has olarak nakış nakış işleyen ve varlığı sonsuz olup başlangıcı olmayan Allah (bk. n-ḳ-ş; e-z-l)</td></tr><tr><td>Zât-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Zât, Allah (bk. ẕû; c-l-l)</td><td>arz: yeryüzü, dünya</td></tr><tr><td>bahir: açık, berrak</td><td>cüz: kısım, parça (bk. c-z-e)</td></tr><tr><td>derk etmek: anlamak</td><td>efrad: fertler, bireyler (bk. f-r-d)</td></tr><tr><td>ehadiyet: Allah’ın birliğinin ve isimlerinin herbir varlıkta tecellî etmesi (bk. v-ḥ-d)</td><td>envâ: çeşitler, türler</td></tr><tr><td>ferman: buyruk</td><td>galatsız: yanlışsız, hatasız</td></tr><tr><td>hatem: mühür, damga</td><td>hayvânât: hayvanlar (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>haşir ve neşretmek: yeniden diriltmek ve yaymak (bk. ḥ-ş-r)</td><td>haşr: yeniden diriliş (bk. ḥ-ş-r)</td></tr><tr><td>hâtem-i vahidiyet: Allah’ın birlik mührü (bk. v-ḥ-d)</td><td>icad: yaratma, var etme (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>ihtilât: karışıklık</td><td>ihyâ: diriltme, hayat verme (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>imtiyaz: farklılık, ayrıcalık</td><td>intizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m)</td></tr><tr><td>irade: istek, tercih, dileme (bk. r-v-d)</td><td>kemâl-i intizam: tam ve mükemmel bir düzenlilik (bk. k-m-l; n-ẓ-m)</td></tr><tr><td>kudret: güç, kuvvet, iktidar (bk. ḳ-d-r)</td><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>küll: bütün (bk. k-l-l)</td><td>manzum: düzenli (bk. n-ẓ-m)</td></tr><tr><td>mecmu-u âlem: âlemin bütünü (bk. c-m-a; a-l-m)</td><td>mevzun: ölçülü (bk. v-z-n)</td></tr><tr><td>muhit: kuşatıcı, kapsamlı</td><td>muhtelif: çeşitli</td></tr><tr><td>muntazam: düzenli, tertipli (bk. n-ẓ-m)</td><td>mâlik: sahip (bk. m-l-k)</td></tr><tr><td>müteaddit: çeşitli, birçok</td><td>mütenevvi: çeşitli</td></tr><tr><td>nebatat: bitkiler </td><td>nev: tür</td></tr><tr><td>nihayet: son</td><td>nihayetsiz: sonsuz</td></tr><tr><td>nümune: örnek, misal</td><td>sath-ı arz: yeryüzü</td></tr><tr><td>sehivsiz: yanılmadan, şaşırmadan</td><td>sikke: madenî para gibi şeyler üzerine vurulan damga, mühür</td></tr><tr><td>sikke-i ehadiyet: Allah’ın herbir varlıkta görülen birlik işareti (bk. v-ḥ-d)</td><td>sikke-i mahsusa: özel mühür</td></tr><tr><td>sikke-i tevhid: Allah’ın birlik mührü (bk. v-ḥ-d)</td><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>tefrik: ayırma</td><td>teşhis: ayırma</td></tr><tr><td>turra: padişahın mührü ve imzası</td><td>turra-i vahdet: birlik mührü (bk. v-ḥ-d)</td></tr><tr><td>vaz edilmek: konulmak</td><td>zahir: görünen, açık (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>zemin: yer</td><td>zerre: atom</td></tr><tr><td>şuur: bilinç, idrak (bk. ş-a-r)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi İkinci Söz - Sayfa 402

Evet, zeminin diriltilmesinde, üç yüz bin haşrin nümunelerini birkaç gün zarfında yapan, gösteren Kudret-i Fâtıraya, elbette insanın haşri ona göre kolay gelir. Meselâ, Gelincik Dağını ve Sübhan Dağını bir işaretle kaldıran bir zât-ı mu’ciznümâya, “Şu dereden, yolumuzu kapayan şu koca taşı kaldırabilir misin?” denilir mi? Öyle de, gök ve dağ ve yeri altı günde icad eden ve onları vakit be vakit doldurup boşaltan bir Kadîr-i Hakîme, bir Kerîm-i Rahîme, “Ebed tarafında ihzar edilip serilmiş, kendi ziyafetine gidecek yolumuzu seddeden şu toprak tabakasını üstümüzden kaldırabilir misin? Yeri düzeltip bizi ondan geçirebilir misin?” İstib’ad suretinde söylenir mi?

Şu zeminin yüzünde, yaz zamanında bir sikke-i tevhidi gördün. Şimdi bak: Gayet basîrâne ve hakîmâne zemin yüzündeki şu tasarrufât-ı azîme-i bahariye üstünde bir hâtem-i vâhidiyet gayet âşikâre görünüyor. Çünkü şu icraat bir vüs’at-i mutlaka içinde ve o vüs’atle beraber bir sür’at-i mutlakayla ve o sür’atle beraber bir sehâvet-i mutlaka içinde görünen intizam-ı mutlak ve kemâl-i hüsn-ü san’at ve mükemmeliyet-i hilkat, öyle bir hâtemdir ki, gayr-ı mütenâhi bir ilim ve nihayetsiz bir kudret sahibi ona sahip olabilir.

Evet, görüyoruz ki, bütün yeryüzünde bir vüs’at-i mutlaka içinde bir icad, bir tasarruf, bir faaliyet var. Hem o vüs’at içinde bir sür’at-i mutlaka ile işleniyor. Hem o sür’at ve vüs’atle beraber bir suhulet-i mutlaka ile yapılıyor. Hem o sür’at ve vüs’at ve suhuletle beraber, teksir-i efradda bir sehâvet-i mutlaka görünüyor. Hem o sehâvet ve suhulet ve sür’at ve vüs’atle beraber, herbir nevide, herbir fertte görünen bir intizam-ı mutlak ve gayet mümtaz bir hüsn-ü san’at ve gayet müstesna bir mükemmelliyet-i hilkat ile beraber gayet sehâvet içinde bir intizam-ı tam var. Ve o teksir-i efrad içinde bir mükemmeliyet-i hilkat ve gayet sür’at içinde bir hüsn-ü san’at ve nihayet ihtilât içinde bir imtiyaz-ı etemm ve gayet mebzûliyet içinde gayet kıymettar eserler ve gayet geniş daire içinde tam



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Gelincik Dağı: (bk. bilgiler)</td><td>Kadîr-i Hakîm: herşeyi hikmetle yaratan sonsuz kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r; ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>Kerîm-i Rahîm: sonsuz ikram ve ihsan sahibi, pek merhametli olan Allah (bk. k-r-m; r-ḥ-m)</td><td>Kudret-i Fâtıra: Yaratıcı Kudret, Allah (bk. ḳ-d-r; f-ṭ-r)</td></tr><tr><td>Sübhan Dağı: (bk. bilgiler)</td><td>basîrâne: görerek (bk. b-ṣ-r)</td></tr><tr><td>ebed: sonu olmayan, sonsuzluk (bk. e-b-d)</td><td>faaliyet: icraat (bk. f-a-l)</td></tr><tr><td>gayr-ı mütenâhi: sonsuz</td><td>hakîmâne: hikmetli bir şekilde (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>hatem: mühür, damga</td><td>haşr: yeniden diriliş; insanların öldükten sonra tekrar diriltilip Allah‘ın huzurunda toplanması (bk. ḥ-ş-r)</td></tr><tr><td>hâtem-i vahidiyet: Allah’ın birlik mührü (bk. v-ḥ-d)</td><td>hüsn-ü san’at: san’at güzelliği (bk. ḥ-s-n; ṣ-n-a)</td></tr><tr><td>icad: yaratma, var etme (bk. v-c-d)</td><td>icraat: faaliyet</td></tr><tr><td>ihtilât: karışıklık</td><td>ihzar: hazırlama (bk. ḥ-ḍ-r)</td></tr><tr><td>imtiyaz-ı etemm: tamamıyla birbirinden farklı olma</td><td>intizam-ı mutlak: sınırsız düzenlilik (bk. n-ẓ-m; ṭ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>intizam-ı tam: tam bir düzenlilik (bk. n-ẓ-m)</td><td>istib’ad: akıldan uzak görme</td></tr><tr><td>kemâl-i hüsn-ü san’at: sanatın mükemmel güzelliği (bk. k-m-l; ḥ-s-n; ṣ-n-a)</td><td>kudret: güç, kuvvet, iktidar (bk. ḳ-d-r)</td></tr><tr><td>kıymettar: değerli</td><td>mebzûliyet: bolluk</td></tr><tr><td>mükemmeliyet-i hilkat: yaratılıştaki mükemmellik (bk. k-m-l; ḫ-l-ḳ)</td><td>mümtaz: seçkin, üstün</td></tr><tr><td>müstesnâ: seçkin, benzeri olmayan</td><td>nev: tür</td></tr><tr><td>nihayetsiz: sonsuz</td><td>nümune: örnek</td></tr><tr><td>seddetmek: tıkamak</td><td>sehavet: cömertlik (bk. c-v-d)</td></tr><tr><td>sehâvet-i mutlaka: sınırsız cömertlik (bk. c-v-d; ṭ-l-ḳ)</td><td>sikke-i tevhid: Allah’ın birlik mührü (bk. v-ḥ-d)</td></tr><tr><td>suhulet: kolaylık</td><td>suhulet-i mutlaka: sınırsız kolaylık (bk. ṭ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td><td>sür’at: hız</td></tr><tr><td>sür’at-i mutlaka: sınırsız hız (bk. ṭ-l-ḳ)</td><td>tasarruf: dilediği gibi kullanma ve yönetme (bk. ṣ-r-f)</td></tr><tr><td>tasarrufât-ı azîme-i bahariye: bahar mevsimindeki büyük tasarruflar, faaliyetler (bk. ṣ-r-f; a-ẓ-m)</td><td>teksir-i efrad: fertlerin çoğaltılması (bk. k-s̱-r; f-r-d)</td></tr><tr><td>vakit be vakit: zaman zaman</td><td>vüs’at: genişlik</td></tr><tr><td>vüs’at-i mutlaka: sınırsız genişlik (bk. ṭ-l-ḳ)</td><td>zemin: yeryüzü</td></tr><tr><td>zât-ı mu’ciznümâ: mu’cize gösteren zât (bk. a-c-z)</td><td>âşikâre: açıkça</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi İkinci Söz - Sayfa 403

bir muvafakat ve gayet suhulet içinde gayet san’atkârâne bedîaları icad etmek, bir anda, her yerde, bir tarzda, her fertte bir san’at-ı hârika, bir faaliyet-i mu’ciznümâ göstermek, elbette ve elbette öyle bir Zâtın hâtemidir ki, hiçbir yerde olmadığı halde, her yerde hazır, nazırdır. Hiçbir şey Ondan gizlenmediği gibi, hiçbir şey Ona ağır gelmez. Zerrelerle yıldızlar, Onun kudretine nisbeten müsavidirler.

Meselâ, o Rahîm-i Zülcemâlin bağıstan-ı kereminden, mu’cizâtının salkımlarından bir tanecik hükmünde gördüğüm, iki parmak kalınlığında bir üzüm asmasına asılmış olan salkımları saydım. Yüz elli beş çıktı. Bir salkımın danesini saydım, yüz yirmi kadar oldu. Düşündüm, dedim: Eğer bu asma çubuğu, ballı su musluğu olsa, daim su verse, şu hararete karşı o yüzer rahmetin şurup tulumbacıklarını emziren salkımlara ancak kifayet edecek. Halbuki, bazan az bir rutubet ancak eline geçer. İşte, bu işi yapan, herşeye kadîr olmak lâzım gelir.

سُبْحَانَ مَنْ تَحَيَّرَ فِى صُنْعِهِ الْعُقُولُ
blank.gif
1


YEDİNCİ LEM’A

Bak, nasıl sahife-i arz üstünde Zât-ı Ehad-i Samedin hâtemlerini az dikkatle görebilirsin. Başını kaldır, gözünü aç, şu kâinat kitab-ı kebirine bir bak. Göreceksin ki, o kâinatın heyet-i mecmuası üstünde, büyüklüğü nisbetinde bir vuzuhla hâtem-i vahdet okunuyor. Çünkü şu mevcudat bir fabrikanın, bir kasrın, bir muntazam şehrin eczaları ve efradları gibi bel bele verip, birbirine karşı muavenet elini uzatıp, birbirinin sual-i hâcetine “Lebbeyk, başüstüne” derler. El ele verip bir intizamla çalışırlar. Baş başa verip zevilhayata hizmet ederler. Omuz omuza verip, bir gayeye müteveccihen bir Müdebbir-i Hakîme itaat ederler.

Evet, güneş ve aydan, gece ve gündüzden, kış ve yazdan tut, tâ nebâtâtın muhtaç ve aç hayvanların imdadına gelmelerinde; ve hayvanların zayıf, şerif insanların



[NOT]Dipnot-1 “İşlerinde akılların hayrette kaldığı o Zât her türlü kusurdan nihayet derecede münezzehtir.” Nevevî, el-Ezkar s. 292; İmam Ali (r.a.), Nehcu’l-Belâğa, s. 428.
[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Müdebbir-i Hakîm: herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan ve idare eden Allah (bk. d-b-r; ḥ-k-m)</td><td>Rahîm-i Zülcemâl: sonsuz güzellik ve merhamet sahibi olan Allah (bk. r-ḥ-m; ẕü; c-m-l)</td></tr><tr><td>Zat-ı Ehad-i Samed: her şeyin Kendisine muhtaç olduğu fakat Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan ve tek olan Allah (bk. v-ḥ-d; ṣ-m-d)</td><td>bağıstan-ı kerem: cömertlik ve ikram bahçesi (bk. k-r-m)</td></tr><tr><td>bedîa: beğenilen ve çok takdir edilen güzel şey (bk. b-d-a)</td><td>daim: devamlı</td></tr><tr><td>ecza: parçalar, bölümler (bk. c-z-e)</td><td>efrad: fertler (bk. f-r-d)</td></tr><tr><td>faaliyet-i mu’ciznümâ: mu’cizeli faaliyet (bk. f-a-l; a-c-z)</td><td>hararet: sıcaklık</td></tr><tr><td>hatem: mühür, damga</td><td>heyet-i mecmua: genel yapı, bütün (bk. c-m-a)</td></tr><tr><td>hâtem-i vahdet: Allah’ın birlik mührü (bk. v-ḥ-d)</td><td>icad: var etme, yaratma (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>imdad: yardım isteme</td><td>intizam: düzenlilik, disiplin (bk. n-ẓ-m)</td></tr><tr><td>kadir: her şeye gücü yeten (bk. ḳ-d-r)</td><td>kasr: saray, köşk</td></tr><tr><td>kifayet etme: yeterli olma</td><td>kitab-ı kebir: büyük kitap (bk. k-t-b; k-b-r)</td></tr><tr><td>kudret: güç, kuvvet, iktidar (bk. ḳ-d-r)</td><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>lebbeyk: “buyurun, emredin” </td><td>mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>muavenet: yardım</td><td>muntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m)</td></tr><tr><td>muvafakat: uygunluk</td><td>mu’cizât: mu’cizeler (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>müsavi: eşit</td><td>müteveccihen: yönelmiş olarak</td></tr><tr><td>nazır: bakan, gözeten (bk. n-ẓ-r)</td><td>nebâtât: bitkiler</td></tr><tr><td>nisbet: oran (bk. n-s-b)</td><td>nisbeten: kıyasla (bk. n-s-b)</td></tr><tr><td>rahmet: şefkat, merhamet, ihsan (bk. r-ḥ-m)</td><td>rutubet: nemlilik, ıslaklık </td></tr><tr><td>sahife-i arz: yeryüzü sahifesi</td><td>san’at-ı hârika: hârika sanat (bk. ṣ-n-a)</td></tr><tr><td>san’atkarane: san’atlı bir şekilde (bk. ṣ-n-a)</td><td>sual-i hâcet: ihtiyacını isteme (bk. h-v-c)</td></tr><tr><td>suhulet: kolaylık</td><td>vuzuh: açıklık</td></tr><tr><td>zerre: atom</td><td>zevilhayat: canlılar (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>şerif: şerefli, değerli</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi İkinci Söz - Sayfa 405

imdadına koşmalarında; hattâ mevadd-ı gıdâiyenin lâtif, nahif yavruların ve meyvelerin imdadına uçmalarında; tâ zerrât-ı taamiyenin hüceyrât-ı beden imdadına geçmelerinde câri olan bir düstur-u teâvünle hareketleri, bütün bütün kör olmayana gösteriyorlar ki, gayet kerîm birtek Mürebbînin kuvvetiyle, gayet hakîm birtek Müdebbirin emriyle hareket ediyorlar.

İşte, şu kâinat içinde câri olan bu tesânüd, bu teâvün, bu tecâvüb, bu teanuk, bu musahhariyet, bu intizam, birtek Müdebbirin tertibiyle idare edildiklerine ve birtek Mürebbînin tedbiriyle sevk edildiklerine kat’iyen şehadet etmekle beraber; şu bilbedâhe san’at-ı eşyada görünen hikmet-i âmme içindeki inâyet-i tamme ve o inâyet içinde parlayan rahmet-i vâsia ve o rahmet üstünde serilen ve rızka muhtaç herbir zîhayatı onun hâcetine lâyık bir tarzda iâşe etmek için serpilen erzak ve iâşe-i umumî, öyle parlak bir hâtem-i tevhiddir ki, bütün bütün aklı sönmeyen anlar ve bütün bütün kör olmayan görür.

Evet,

  • kast ve şuur ve iradeyi gösteren bir perde-i hikmet, umum kâinatı kaplamış,
  • ve o perde-i hikmet üstünde, lütuf ve tezyin ve tahsin ve ihsanı gösteren bir perde-i inâyet serilmiştir,
  • ve o müzeyyen perde-i inâyet üstünde, kendini sevdirmek ve tanıttırmak ve in’âm ve ikram etmek lem’alarını gösteren bir hulle-i rahmet, kâinatı içine almıştır,
  • ve o münevver perde-i rahmet-i âmme üstüne serilen ve terahhumu ve ihsan ve ikramı ve kemâl-i şefkat ve hüsn-ü terbiyeyi ve lütf-u Rububiyeti gösteren bir sofra-i erzak-ı umumiye dizilmiştir.



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Müdebbir: ilmiyle herşeyin sonunu görüp ona göre hikmetle iş yapan Allah (bk. d-b-r)</td><td>Mürebbî: herşeyi terbiye eden, eğiten, yetiştiren Allah (bk. r-b-b)</td></tr><tr><td>bilbedâhe: ap açık bir şekilde</td><td>câri: geçerli, yürürlükte</td></tr><tr><td>düstur-u teâvün: yardımlaşma prensibi</td><td>erzak: rızıklar, yiyecek ve içecekler (bk. r-z-ḳ)</td></tr><tr><td>hakîm: hikmetle iş yapan (bk. ḥ-k-m)</td><td>hikmet-i âmme: herşeyi kuşatan hikmet (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>hulle-i rahmet: rahmet elbisesi (bk. r-ḥ-m)</td><td>hâcet: ihtiyaç (bk. ḥ-v-c)</td></tr><tr><td>hâtem-i tevhid: Allah’ın birlik mührü (bk. v-ḥ-d)</td><td>hüceyrât-ı beden: beden hücreleri</td></tr><tr><td>hüsn-ü terbiye: güzel terbiye (bk. ḥ-s-n; r-b-b)</td><td>ihsan: bağış, iyilik (bk. ḥ-s-n)</td></tr><tr><td>intizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m)</td><td>inâyet-i tamme/inâyet: bütün yararların, hikmetlerin ve faydaların kaynağı olan düzenlilik (bk. a-n-y)</td></tr><tr><td>in’am: nimetlendirme (bk. n-a-m)</td><td>irade: istek, tercih, dileme (bk. r-v-d)</td></tr><tr><td>iâşe etmek: beslemek (bk. a-y-ş)</td><td>iâşe-i umumî: herkesi besleyip geçimini sağlama (bk. a-y-ş)</td></tr><tr><td>kast: bilerek ve isteyerek yapma (bk. ḳ-s-d)</td><td>kat’iyen: kesin olarak</td></tr><tr><td>kemâl-i şefkat: tam ve mükemmel şefkat (bk. k-m-l; ş-f-ḳ)</td><td>kerîm: ikram sahibi, cömert (bk. k-r-m)</td></tr><tr><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td><td>lem’a: parıltı</td></tr><tr><td>lâtif: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f)</td><td>lütf-u Rububiyet: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah‘ın iyilik ve bağışı (bk. l-ṭ-f; r-b-b)</td></tr><tr><td>lütuf: iyilik, ihsan (bk. l-ṭ-f)</td><td>mevadd-ı gıdâiye: gıda maddeleri</td></tr><tr><td>musahhariyet: boyun eğmişlik</td><td>münevver: nurlu, aydınlık (bk. n-v-r)</td></tr><tr><td>müzeyyen: süslü (bk. z-y-n)</td><td>nahif: zayıf</td></tr><tr><td>perde-i hikmet: hikmet perdesi (bk. ḥ-k-m)</td><td>perde-i inâyet: inayet perdesi (bk. a-n-y)</td></tr><tr><td>perde-i rahmet-i âmme: herşeyi kaplayan rahmet perdesi (bk. r-ḥ-m)</td><td>rahmet: şefkat, merhamet, ihsan (bk. r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>rahmet-i vâsia: geniş rahmet (bk. r-ḥ-m)</td><td>san’at-ı eşya: varlıkların san’atlı oluşu (bk. ṣ-n-a)</td></tr><tr><td>sofra-i erzak-ı umumiye: herkesin yararlandığı rızık sofrası (bk. r-z-ḳ)</td><td>tahsin: güzelleştirme (bk. ḥ-s-n)</td></tr><tr><td>teanuk: birbirine sarılma</td><td>tecâvüb: birbirinin ihtiyacına cevap verme (bk. c-v-b)</td></tr><tr><td>tedbir: idare etme, çekip çevirme (bk. d-b-r)</td><td>terahhum: merhamet etme (bk. r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>tertib: düzenleme</td><td>tesânüd: dayanışma (bk. s-n-d)</td></tr><tr><td>tezyin: süsleme (bk. z-y-n)</td><td>teâvün: yardımlaşma</td></tr><tr><td>umum: bütün</td><td>zerrât-ı taamiye: yiyecek zerreleri</td></tr><tr><td>zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y)</td><td>şuur: bilinç, idrak, anlayış (bk. ş-a-r)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi İkinci Söz - Sayfa 405

Evet, şu mevcudata; zerrelerden güneşlere kadar, fertler olsun, neviler olsun, küçük olsun, büyük olsun,


  • semerat ve gayatla ve faideler ve maslahatlarla münakkaş bir kumaş-ı hikmetten muhteşem bir gömlek giydirilmiş,
  • ve o hikmetnümâ suret gömleği üstünde, lütuf ve ihsan çiçekleriyle müzeyyen bir hulle-i inâyet, herşeyin kametine göre biçilmiş,
  • ve o müzeyyen hulle-i inâyet üzerine, tahabbüb ve ikram ve tahannün ve in’âm lem’alarıyla münevver rahmet nişanları takılmış,
  • ve o münevver ve murassâ nişanları ihsan etmekle beraber, zeminin yüzünde bütün zevilhayatın taifelerine kâfi, bütün hâcetlerine vâfi bir sofra-i rızk-ı umumî kurulmuştur.
İşte şu iş, güneş gibi âşikâre, nihayetsiz Hakîm, Kerîm, Rahîm, Rezzâk bir Zât-ı Zülcemâle işaret edip gösteriyor.

Öyle mi? Herşey rızka muhtaç mıdır?

Evet. Bir fert, rızka ve devam-ı hayata muhtaç olduğu gibi, görüyoruz ki, bütün mevcudat-ı âlem, bahusus zîhayat olsa, küllî olsun, cüz’î olsun, küll olsun, cüz olsun, vücudunda, bekàsında, hayatında ve idame-i hayatta maddeten ve mânen çok metâlibi var, çok levâzımâtı var. İftikarâtı ve ihtiyâcâtı öyle şeylere var ki, en ednâsına o şeyin eli yetişmediği, en küçük matlubuna o şeyin kuvveti kâfi gelmediği bir halde, görüyoruz ki, bütün metâlibi ve erzak-ı maddiye ve mâneviyesi,
مِنْ حَيْثُ لاَ يَحْتَسِبُ
blank.gif
1
ummadığı yerlerden kemâl-i intizamla ve vakt-i münasipte ve lâyık bir tarzda, kemâl-i hikmetle ellerine veriliyor. İşte bu iftikar ve ihtiyac-ı


[NOT]Dipnot-1 “Hiç ummadığı yerlerden…” Talâk Sûresi, 65:3.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Hakîm: herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan Allah (bk. ḥ-k-m)</td><td>Kerîm: sınırsız ikram, ihsan ve cömertlik sahibi Allah (bk. k-r-m)</td></tr><tr><td>Rahîm: rahmeti herşeyi kuşatan Allah (bk. r-ḥ-m)</td><td>Rezzak: bütün canlıların rızkını veren Allah (bk. r-z-ḳ)</td></tr><tr><td>Zât-ı Zülcemâl: sonsuz güzellik sahibi Zât, Allah (bk. ẕü; c-m-l)</td><td>bahusus: özellikle</td></tr><tr><td>bekà: süreklilik (bk. b-ḳ-y)</td><td>cüz: parça (bk. c-z-e)</td></tr><tr><td>cüz’î: ferd, birey (bk. c-z-e)</td><td>devam-ı hayat: hayatın devamı (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>ednâ: en aşağı</td><td>erzak-ı maddiye ve mâneviye: maddi ve mânevî rızıklar (bk. r-z-ḳ; a-n-y)</td></tr><tr><td>gayat: gayeler</td><td>hikmetnümâ: hikmetli (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>hulle-i inâyet: inâyet elbisesi (bk. a-n-y)</td><td>hâcet: ihtiyaç (bk. ḥ-v-c)</td></tr><tr><td>idame-i hayat: hayatı devam ettirme (bk. ḥ-y-y)</td><td>iftikar: fakirlik (bk. f-ḳ-r)</td></tr><tr><td>iftikarât: fakirlik, yoksulluk (bk. f-ḳ-r)</td><td>ihsan: iyilik, bağış (bk. ḥ-s-n)</td></tr><tr><td>ihtiyac-ı mahlûkat: yaratıkların ihtiyacı (bk. ḥ-v-c; ḫ-l-ḳ)</td><td>ihtiyâcât: ihtiyaçlar (bk. h-v-c)</td></tr><tr><td>ikram: bağış, ihsan (bk. k-r-m)</td><td>in’am: nimetlendirme (bk. n-a-m)</td></tr><tr><td>kamet: boy, endam</td><td>kemâl-i hikmet: mükemmel, tam bir hikmet (bk. k-m-l; ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>kemâl-i intizam: tam ve mükemmel bir düzenlilik (bk. k-m-l; n-ẓ-m)</td><td>kumaş-ı hikmet: hikmet kumaşı (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>kâfi: yeterli</td><td>küll: bütün (bk. k-l-l)</td></tr><tr><td>küllî: fertlerden oluşan topluluk, tür, cins (bk. k-l-l)</td><td>lem’a: parıltı</td></tr><tr><td>levâzımat: gerekli olan şeyler</td><td>lütuf: iyilik, ikram (bk. l-ṭ-f)</td></tr><tr><td>maddeten: maddî olarak</td><td>maslahat: fayda, gaye (bk. ṣ-l-ḥ)</td></tr><tr><td>matlub: istek (bk. ṭ-l-b)</td><td>metâlib: istekler (bk. ṭ-l-b)</td></tr><tr><td>mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)</td><td>mevcudat-ı âlem: kâinattaki varlıklar (bk. v-c-d; a-l-m)</td></tr><tr><td>min haysü lâ yahtesib: umulmadık bir şekilde</td><td>muhteşem: görkemli, ihtişamlı</td></tr><tr><td>murassâ: süslenmiş</td><td>mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)</td></tr><tr><td>münakkaş: nakışlı (bk. n-ḳ-ş)</td><td>münevver: nurlu, aydınlanmış (bk. n-v-r)</td></tr><tr><td>müzeyyen: süslü (bk. z-y-n)</td><td>nevi: tür </td></tr><tr><td>nihayetsiz: sonsuz</td><td>nişan: işaret</td></tr><tr><td>rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)</td><td>semerat: meyveler, neticeler</td></tr><tr><td>sofra-i rızk-ı umumî: herkesin yararlandığı rızık sofrası (bk. r-z-ḳ)</td><td>suret: görüntü (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>tahabbüb: kendini sevdirme (bk. ḥ-b-b)</td><td>tahannün: şefkat etme (bk. ḥ-n-n)</td></tr><tr><td>taife: topluluk</td><td>vakt-i münasip: uygun zamanda (bk. n-s-b)</td></tr><tr><td>vâfi: yeterli</td><td>zemin: yer</td></tr><tr><td>zevilhayat: canlılar (bk. ḥ-y-y)</td><td>zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>âşikâre: açıkça</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi İkinci Söz - Sayfa 406

mahlûkat ve bu tarzda imdad ve iâne-i gaybiye, acaba güneş gibi bir Mürebbî-i Hakîm-i Zülcelâli, bir Müdebbir-i Rahîm-i Zülcemâli göstermiyor mu?

SEKİZİNCİ LEM’A

Nasıl ki bir tarlada ekilen bir nevi tohum delâlet eder ki, o tarla herhalde tohum sahibinin taht-ı tasarrufatında olduğunu, hem o tohum dahi tarla mutasarrıfının taht-ı tasarrufunda olduğunu gösterir. Öyle de, şu anâsır denilen mezraa-i masnuat, vâhidiyet ve besâtetle beraber külliyet ve ihâtaları; ve şu mahlûkat denilen semerât-ı rahmet ve mu’cizât-ı kudret ve kelâmât-ı hikmet olan nebatat ve hayvanat, mümaselet ve müşabehetleriyle beraber çok yerlerde intişarı, her tarafta bulunup tavattunları, tek bir Sâni-i Mu’ciznümânın taht-ı tasarrufunda olduklarını öyle bir tarzda gösteriyor ki, güya herbir çiçek, herbir semere, herbir hayvan, o Sâniin birer sikkesidir, birer hâtemidir, birer turrasıdır. Her nerede bulunsa, lisan-ı hâliyle herbirisi der ki: “Ben kimin sikkesiyim; bu yer dahi Onun masnuudur. Ben kimin hâtemiyim; bu mekân dahi Onun mektubudur. Ben kimin turrasıyım; bu vatanım dahi onun mensucudur.”

Demek, en ednâ bir mahlûka rububiyet, bütün anâsırı kabza-i tasarrufunda tutana mahsustur. Ve en basit bir hayvanı tedbir ve tedvir etmek, bütün hayvânâtı, nebâtâtı, masnûâtı kabza-i rububiyetinde terbiye edene has olduğunu, kör olmayan görür.

Evet, herbir fert, sair efrada mümaselet ve misliyet lisanıyla der: “Kim bütün nev’ime mâlik ise, bana mâlik olabilir. Yoksa, yok.” Her nevi, sair nevilerle beraber yeryüzünde intişarı lisanıyla der: “Kim bütün sath-ı arza mâlik ise, bana mâlik olabilir; yoksa yok.”

Arz, sair seyyârât ile bir güneşe irtibatı ve semâvât ile tesânüdü lisanıyla der: “Kim bütün kâinata mâlik ise, bana mâlik O olabilir. Yoksa, yok.”



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Müdebbir-i Rahîm-i Zülcemâl: sonsuz güzellik sahibi, herşeyi şefkat ve merhametle sevk ve idare eden Allah (bk. d-b-r; r-ḥ-m; ẕü; c-m-l)</td><td>Mürebbî-i Hakîm-i Zülcelâl: herşeyi hikmetle yapan ve terbiye eden, sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Allah (bk. r-b-b; ḥ-k-m; ẕü; c-l-l)</td></tr><tr><td>Sâni: herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah (bk. ṣ-n-a)</td><td>Sâni-i Mu’ciznümâ: mu’cize gösteren ve herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; a-c-z)</td></tr><tr><td>anâsır: unsurlar, elementler</td><td>arz: yeryüzü, dünya </td></tr><tr><td>besâtet: basitlik, sâdelik</td><td>delâlet: işaret etme, delil olma</td></tr><tr><td>ednâ: en basit, en küçük</td><td>efrad: fertler (bk. f-r-d)</td></tr><tr><td>has: özel</td><td>hatem: mühür, damga</td></tr><tr><td>hayvanat: hayvanlar (bk. ḥ-y-y)</td><td>ihâta: kuşatma, kapsama</td></tr><tr><td>intişar: yayılma</td><td>irtibat: bağ</td></tr><tr><td>iâne-i gaybiye: görünmeyen âlemden gelen yardım (bk. ğ-y-b)</td><td>kabza-i rububiyet: rububiyet eli (bk. r-b-b)</td></tr><tr><td>kabza-i tasarruf: tasarrufu altında bulundurma (bk. ṣ-r-f)</td><td>kelâmât-ı hikmet: hikmet kelimeleri, sözleri (bk. k-l-m; ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td><td>külliyet: genellik, kapsamlılık (bk. k-l-l)</td></tr><tr><td>lisan-ı hâl: hâl ve beden dili</td><td>mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>mahlûkat: yaratılmışlar (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>mahsus: özgü</td></tr><tr><td>masnu: san’at eseri (bk. ṣ-n-a)</td><td>masnuât: san’at eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a)</td></tr><tr><td>mekân: yer (bk. m-k-n)</td><td>mensuc: dokunmuş, örülmüş</td></tr><tr><td>mezraa-i masnuat: san’at eseri varlıkların tarlası (bk. ṣ-n-a)</td><td>misliyet: benzerlik, misliyet (bk. m-s̱-l)</td></tr><tr><td>mutasarrıf: tasarruf eden (bk. ṣ-r-f)</td><td>mu’cizât-ı kudret: kudret mu’cizeleri (bk. a-c-z; ḳ-d-r)</td></tr><tr><td>mâlik: sahip (bk. m-l-k)</td><td>mümaselet: benzerlik (bk. m-s̱-l)</td></tr><tr><td>müşabehet: benzerlik</td><td>nebatat: bitkiler</td></tr><tr><td>nev’: tür</td><td>rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)</td></tr><tr><td>sair: diğer</td><td>sath-ı arz: yeryüzü, dünya</td></tr><tr><td>semere: meyve </td><td>semerât-ı rahmet: rahmet meyveleri (bk. r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>semâvât: gökler (bk. s-m-v)</td><td>seyyârât: gezegenler</td></tr><tr><td>sikke: madenî para gibi şeyler üzerine vurulan damga, mühür</td><td>taht-ı tasarruf: tasarrufu altında (bk. ṣ-r-f)</td></tr><tr><td>tavattun: vatan edinme, yerleşme</td><td>tedbir: idare etme, ihtiyacını karşılama (bk. d-b-r)</td></tr><tr><td>tedvir: çekip çevirme, idare etme</td><td>tesânüd: dayanışma (bk. s-n-d)</td></tr><tr><td>turra: padişah mührü, imzası</td><td>vâhidiyet: birlik (bk. v-ḥ-d)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi İkinci Söz - 407

Evet, faraza zîşuur bir elmaya biri dese, “Sen benim san’atımsın”; o elma lisan-ı hâl ile ona “Sus,” diyecek. “Eğer bütün yeryüzünde bütün elmaların teşkiline muktedir olabilirsen, belki yeryüzünde münteşir bütün hemcinsimiz olan bütün meyvedarlara, belki bütün bahar sefinesiyle hazine-i rahmetten gelen bütün hedâyâ-yı Rahmâniyeye mutasarrıf olabilirsen, bana rububiyet dâvâ et.” O elma böyle diyecek ve o ahmağın ağzına bir tokat vuracak.

DOKUZUNCU LEM’A

Cüzde, cüz’îde, küllde, küllîde, küll-i âlemde, hayatta, zîhayatta, ihyâda olan sikkelerden, hâtemlerden, turralardan bazılarına işaret ettik. Şimdi, nevilerde hesapsız sikkelerden bir sikkeye işaret edeceğiz.

Evet, nasıl ki meyvedar bir ağacın hesapsız semereleri, bir terbiye-i vâhide, bir kanun-u vahdetle, birtek merkezden idare edildiklerinden, külfet ve meşakkat ve masraf o kadar suhulet peydâ eder ki, kesretle terbiye edilen tek bir semereye müsâvi olurlar. Demek kesret ve taaddüd-ü merkez, her semere için, kemiyetçe bütün ağaç kadar külfet ve masraf ve cihazat ister. Fark yalnız keyfiyetçedir. Nasıl ki, birtek nefere lâzım techizat-ı askeriyeyi yapmak için, orduya lâzım bütün fabrikalar kadar fabrikalar lâzımdır. Demek, iş vahdetten kesrete geçse, efrad adedince, kemiyet cihetiyle külfet ziyadeleşir. İşte, her nevide bilmüşahede görünen suhulet-i fevkalâde, elbette vahdetten, tevhidden gelen bir yüsr ve suhulet eseridir.

Elhasıl:
Bir cinsin bütün envâı, bir nev’in bütün efradı, âzâ-yı esasîde muvafakat ve müşabehetleri nasıl ispat ederler ki, tek bir Sâniin masnularıdır. Çünkü vahdet-i kalem ve ittihad-ı sikke öyle ister. Öyle de, bu meşhud suhulet-i mutlaka ve külfetsizlik, vücub derecesinde icab eder ki, bir Sâni-i Vâhidin eserleri olsun.




<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Sâni: herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah (bk. ṣ-n-a)</td><td>Sâni-i Vâhid: tek olan ve herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; v-ḥ-d)</td></tr><tr><td>bilmüşahede: görüldüğü gibi (bk. ş-h-d)</td><td>cihazat: donanım</td></tr><tr><td>cüz: parça (bk. c-z-e)</td><td>cüz’î: ferd (bk. c-z-e)</td></tr><tr><td>efrad: fertler (bk. f-r-d)</td><td>elhasıl: özetle, sonuç olarak</td></tr><tr><td>envâ: çeşitler, türler</td><td>faraza: varsayalım ki</td></tr><tr><td>hatem: mühür, damga</td><td>hazine-i rahmet: rahmet hazinesi (bk. r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>hedâyâ-yı Rahmâniye: çok şefkatli ve merhametli olan Allah’ın hediyeleri (bk. r-ḥ-m)</td><td>hemcins: aynı cinsten olan </td></tr><tr><td>ihyâ: diriltme, hayat verme (bk. ḥ-y-y)</td><td>ittihad-ı sikke: mühür birliği</td></tr><tr><td>kanun-u vahdet: birlik kanunu (bk. ḳ-n-n; v-ḥ-d)</td><td>kemiyetçe: sayıca</td></tr><tr><td>kesret: çokluk (bk. k-s̱-r)</td><td>keyfiyet: nitelik, özellik</td></tr><tr><td>külfet: güçlük</td><td>küll: bütün (bk. k-l-l)</td></tr><tr><td>küll-i âlem: âlemin bütünü (bk. k-l-l; a-l-m)</td><td>küllî: fertlerden oluşan topluluk, tür, cins (bk. k-l-l)</td></tr><tr><td>lisan-ı hâl: hâl ve beden dili</td><td>masnu: sanat eseri (bk. ṣ-n-a)</td></tr><tr><td>meyvedar: meyveli</td><td>meşakkat: zahmet, zorluk</td></tr><tr><td>meşhud: görünen (bk. ş-h-d)</td><td>muktedir: gücü yeten, güç ve iktidar sahibi (bk. ḳ-d-r)</td></tr><tr><td>mutasarrıf: tasarruf sahibi (bk. ṣ-r-f)</td><td>muvafakat: uygunluk</td></tr><tr><td>münteşir: yayılmış olan </td><td>müsâvi: eşit, denk</td></tr><tr><td>müşabehet: benzeme</td><td>nefer: asker, er</td></tr><tr><td>nevi: tür, çeşit</td><td>rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)</td></tr><tr><td>sefine: gemi</td><td>semere: meyve </td></tr><tr><td>sikke: madenî para gibi şeyler üzerine vurulan damga, mühür</td><td>suhulet: kolaylık</td></tr><tr><td>suhulet peydâ etmek: kolaylık kazanmak</td><td>suhulet-i fevkalâde: olağanüstü kolaylık</td></tr><tr><td>suhulet-i mutlaka: tam bir kolaylık (bk. ṭ-l-ḳ)</td><td>taaddüd-ü merkez: merkezin çokluğu</td></tr><tr><td>techizat-ı askeriye: askerî donanım</td><td>terbiye-i vâhide: tek terbiye (bk. v-ḥ-d)</td></tr><tr><td>tevhid: birleme; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma (bk. v-ḥ-d)</td><td>teşkil: oluşma</td></tr><tr><td>turra: padişah mührü, imzası</td><td>vahdet: birlik, teklik (bk. v-ḥ-d)</td></tr><tr><td>vahdet-i kalem: kalem birliği (bk. v-ḥ-d)</td><td>vücub: zorunluluk (bk. v-c-b)</td></tr><tr><td>yüsr: kolaylık</td><td>ziyadeleşme: fazlalaşma, artma</td></tr><tr><td>zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y) </td><td>zîşuur: şuurlu, bilinçli (bk. ẕî; ş-a-r)</td></tr><tr><td>âzâ-yı esasî: temel organlar</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi İkinci Söz - 408

Yoksa, imtinâ derecesine çıkan bir suubet, o cinsi in’idâma ve o nev’i ademe götürecekti.

Velhasıl, Cenâb-ı Hakka isnad edilse, bütün eşya birtek şey gibi bir suhulet peydâ eder. Eğer esbaba isnad edilse, herbir şey bütün eşya kadar suubet peydâ eder. Madem öyledir; kâinatta şu görünen fevkalâde ucuzluk ve şu göz önündeki hadsiz mebzûliyet, sikke-i vahdeti güneş gibi gösterir. Eğer, gayet mebzûliyetle elimize geçen şu san’atlı meyveler Vâhid-i Ehadin malı olmazsa, bütün dünyayı verseydik birtek narı yiyemezdik.

ONUNCU LEM’A

Tecellî-i cemâliyeyi gösteren hayat nasıl bir burhan-ı ehadiyettir, belki bir çeşit tecellî-i vahdettir. Tecellî-i celâli izhar eden memat dahi bir burhan-ı vâhidiyettir.

Evet, Meselâ, وَ ِللهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى
blank.gif
1
nasıl ki güneşe karşı parlayan ve akan büyük bir ırmağın kabarcıkları ve zemin yüzünün mütelemmi şeffâfâtı, güneşin aksini ve ışığını göstermek suretiyle güneşe şehadet ettikleri gibi; o katarâtın ve şeffâfâtın gurubuyla, gitmeleriyle beraber, arkalarından yeni gelen katarat taifeleri ve şeffâfat kabileleri üstünde yine güneşin cilveleri haşmetle devamı ve ışığının tecellîsi ve noksansız istimrarı kat’iyen şehadet eder ki, sönüp yanan, değişip tazelenen, gelip parlayan misalî güneşçikler ve ışıklar ve nurlar bir bâki, daimî, âli, tecellîsi zevâlsiz birtek güneşin cilveleridir. Demek o parlayan kataratlar, zuhuruyla ve gelmeleriyle güneşin vücudunu gösterdikleri gibi; guruplarıyla, zevâlleriyle güneşin bekàsını ve devamını ve birliğini gösteriyorlar.

Aynen öyle de, şu mevcudat-ı seyyâle, vücutlarıyla ve hayatlarıyla Vâcibü’l-Vücudun vücub-u vücuduna ve ehadiyetine şehadet ettikleri gibi; zevâlleriyle, ölümleriyle o Vâcibü’l-Vücudun ezeliyetine, sermediyetine ve ehadiyetine şehadet ederler.


[NOT]Dipnot-1 “En yüce sıfatlar Allah’ındır.” Nahl Sûresi, 16:60.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Cenâb-ı Hakk: Hakkın tâ kendisi olan, şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>Vâcibü’l-Vücud: varlığı zorunlu olan ve var olmak için hiçbir şeye ihtiyacı olmayan Allah (bk. v-c-b; v-c-d)</td></tr><tr><td>Vâhid-i Ehad: birliği herşeyi kaplayan ve herbir şeyde görülen Allah (bk. v-ḥ-d)</td><td>adem: yokluk</td></tr><tr><td>akis: yansıma</td><td>bekà: devamlılık (bk. b-ḳ-y)</td></tr><tr><td>burhan-ı ehadiyet: Allah’ın herbir varlıkta görünen birlik delili (bk. v-ḥ-d)</td><td>burhan-ı vâhidiyet: Allah’ın bütün varlıkları kaplayan birlik delili (bk. v-ḥ-d)</td></tr><tr><td>bâki: sürekli, kalıcı (bk. b-ḳ-y)</td><td>cilve: yansıma (bk. c-l-y)</td></tr><tr><td>daimî: devamlı</td><td>ehadiyet: birlik (bk. v-ḥ-d)</td></tr><tr><td>esbab: sebepler (bk. s-b-b)</td><td>ezeliyet: varlığının başlangıcı olmaması, sonsuzluk (bk. e-z-l)</td></tr><tr><td>eşya: şeyler, varlıklar</td><td>fevkalâde: olağanüstü</td></tr><tr><td>gurub: batma</td><td>hadsiz: sınırsız</td></tr><tr><td>haşmet: göz kamaştırıcı büyüklük, görkem</td><td>imtinâ: imkansızlık</td></tr><tr><td>in’idâm: yok olma</td><td>isnad edilmek: dayandırılmak (bk. s-n-d)</td></tr><tr><td>istimrar: devamlılık</td><td>izhar eden: gösteren (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>kabile: topluluk </td><td>katarât: damlalar</td></tr><tr><td>kat’iyen: kesinlikle</td><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>mebzûliyet: bolluk</td><td>memat: ölüm (bk. m-v-t)</td></tr><tr><td>mevcudat-ı seyyâle: devamlı akıp giden varlıklar (bk. v-c-d)</td><td>mütelemmi: parıldayan</td></tr><tr><td>nev’: tür</td><td>sermediyet: daimîlik, süreklilik</td></tr><tr><td>sikke-i vahdet: Allah’ın birlik mührü (bk. v-ḥ-d)</td><td>suhulet peydâ etmek: kolaylık kazanmak</td></tr><tr><td>suubet: zorluk</td><td>suubet peydâ etmek: zorluk kazanmak</td></tr><tr><td>taife: topluluk, grup</td><td>tecellî: yansıma, görünüm (bk. c-l-y)</td></tr><tr><td>tecellî-i celâli: büyüklük ve haşmetin yansıması (bk. c-l-y; c-l-l)</td><td>tecellî-i cemâl: güzelliğin yansıması (bk. c-l-y; c-m-l)</td></tr><tr><td>tecellî-i vahdet: Allah’ın birlik tecellisi (bk. c-l-y; v-ḥ-d)</td><td>velhasıl: kısacası</td></tr><tr><td>vücub-u vücud: varlığının zorunlu oluşu (bk. v-c-b; v-c-d)</td><td>vücud: varlık (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>zemin: yer</td><td>zevâl: geçip gitme (bk. z-v-l)</td></tr><tr><td>zevâlsiz: batmayan (bk. z-v-l)</td><td>zuhur: meydana çıkma (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>âli: yüce, yüksek</td><td>şeffâfât: şeffaf şeyler</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi İkinci Söz - 409

Evet, gece-gündüz, kış ve yaz, asırlar ve devirlerin değişmesiyle gurup ve ufûl içinde teceddüd eden ve tazelenen masnûât-ı cemile, mevcudat-ı lâtife, elbette bir âli ve sermedî ve dâimü’t-tecellî bir Cemâl Sahibinin vücud ve bekà ve vahdetini gösterdikleri gibi; o masnuat, esbab-ı zahiriye-i süfliyeleriyle beraber zevâl bulup ölmeleri, o esbabın hiçliğini ve bir perde olduğunu gösteriyorlar. Şu hal kat’iyen ispat eder ki, şu san’atlar, şu nakışlar, şu cilveler, bütün esmâsı kudsiye ve cemîle olan bir Zât-ı Cemîl-i Zülcelâlin tazelenen san’atlarıdır, tahavvül eden nakışlarıdır, taharrük eden âyineleridir, birbiri arkasından gelen sikkeleridir, hikmetle değişen hâtemleridir.

Elhâsıl: Şu kitab-ı kebir-i kâinat, nasıl ki vücud ve vahdete dair âyât-ı tekvîniyeyi bize ders veriyor. Öyle de, o Zât-ı Zülcelâlin bütün evsâf-ı kemâliye ve cemâliye ve celâliyesine de şehadet eder ve kusursuz ve noksansız kemâl-i Zâtîsini ispat ederler. Çünkü, bedihîdir ki:

  • Bir eserde kemâl, o eserin menşe ve mebdei olan fiilin kemâline delâlet eder.
  • Fiilin kemâli ise, ismin kemâline,
  • ve ismin kemâli, sıfatın kemâline,
  • ve sıfatın kemâli, şe’n-i zâtînin kemâline,
  • ve şe’nin kemâli, o zât-ı zîşuûnun kemâline, hadsen ve zarureten ve bedâheten delâlet eder.
Meselâ, nasıl ki kusursuz bir kasrın mükemmel olan nukuş ve tezyinatı, arkalarında bir usta ef’âlinin mükemmeliyetini gösterir. O ef’âlin mükemmeliyeti, o fâil ustanın rütbelerini gösteren ünvanları ve isimlerinin mükemmeliyetini gösterir. Ve o esmâ ve ünvanlarının mükemmeliyeti, o ustanın san’atına dair sıfatlarının mükemmeliyetini gösterir. Ve o san’at ve sıfatların mükemmeliyeti, o



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Cemâl Sahibi: sonsuz derecede güzellik sahibi, Allah (bk. c-m-l)</td><td>Zât-ı Cemîl-i Zülcelâl: sınırsız yücelik ve haşmet ve sonsuz güzellik sahibi olan Zât, Allah (bk. c-m-l; ẕü; c-l-l)</td></tr><tr><td>Zât-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Zât, Allah (bk. ẕü; c-l-l)</td><td>bedihî: açık, aşikâr</td></tr><tr><td>bedâheten: ap açık bir şekilde </td><td>bekà: süreklilik, kalıcılık (bk. b-ḳ-y)</td></tr><tr><td>cemîle: çok güzel (bk. c-m-l)</td><td>cilve: yansıma, görünme (bk. c-l-y)</td></tr><tr><td>delâlet: işaret etme, delil olma</td><td>devir: çağ</td></tr><tr><td>dâimü’t-tecellî: sürekli tecellî eden (bk. c-l-y)</td><td>ef’âl: fiiller (bk. f-a-l)</td></tr><tr><td>elhâsıl: özetle, sonuç olarak</td><td>esbab: sebepler (bk. s-b-b)</td></tr><tr><td>esbab-ı zahiriye-i süfliye: görünürdeki alçak ve bayağı sebepler (bk. s-b-b; ẓ-h-r)</td><td>esmâ: isimler (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>evsâf-ı kemâliye ve cemâliye ve celâliye: Cenâb-ı Allah’ın mükemmel, güzel ve haşmetli vasıfları, sıfatları (bk. v-ṣ-f; k-m-l; c-m-l; c-l-l)</td><td>fâil: işi yapan (bk. f-a-l)</td></tr><tr><td>gurup: batma</td><td>hadsen: sezgiyle (bk. ḥ-d-s̱)</td></tr><tr><td>hatem: mühür, damga</td><td>hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>kasr: saray, köşk</td><td>kat’iyen: kesinlikle</td></tr><tr><td>kemâl: mükemmellik, kusursuzluk (bk. k-m-l)</td><td>kemâl-i Zâtî: Allah’ın zâtının mükemmelliği, kusursuzluğu (bk. k-m-l) </td></tr><tr><td>kitab-ı kebir-i kâinat: büyük kâinat kitabı (bk. k-t-b; k-b-r; k-v-n)</td><td>kudsiye: kutsal, kusursuz ve yüce (bk. ḳ-d-s)</td></tr><tr><td>masnuat: san’at eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a)</td><td>masnûât-ı cemile: güzel sanat eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a; c-m-l)</td></tr><tr><td>mebde’: başlangıç</td><td>menşe: kaynak</td></tr><tr><td>mevcudat-ı lâtife: çok hoş ve güzel varlıklar (bk. v-c-d; l-ṭ-f)</td><td>nakış: işleme (bk. n-ḳ-ş)</td></tr><tr><td>nukuş: işlemeler (bk. n-ḳ-ş)</td><td>sermedî: daimi, sürekli</td></tr><tr><td>sikke: mühür, işaret</td><td>sıfat: özellik, vasıf (bk. v-ṣ-f)</td></tr><tr><td>taharrük: hareket etme</td><td>tahavvül: değişme</td></tr><tr><td>teceddüd etme: yenilenme</td><td>tezyinat: süslemeler (bk. z-y-n)</td></tr><tr><td>ufûl: batma</td><td>vahdet: Allah’ın birliği (bk. v-ḥ-d)</td></tr><tr><td>vücud: varlık (bk. v-c-d)</td><td>zarureten: zorunlu olarak </td></tr><tr><td>zevâl bulma: gelip geçme (bk. z-v-l)</td><td>zât-ı zîşuûn: zâtî özellik ve niteliklere sahip olan zât (bk. ẕî; ş-e-n)</td></tr><tr><td>âli: yüce, yüksek</td><td>âyine: ayna</td></tr><tr><td>âyât-ı tekvîniye: yaratılışa ait âyetler, deliller (bk. k-v-n)</td><td>şehadet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d)</td></tr><tr><td>şe’n: istidat ve kabiliyet; mimarlık, marangozluk ve ressamlık gibi (bk. ş-e-n)</td><td>şe’n-i zâtî: zâtında olan istidat ve kabiliyet (bk. ş-e-n)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi İkinci Söz - Sayfa 411

san’at sahibinin “şuûn-u zâtiye” denilen kabiliyet ve istidad-ı zâtiyesinin mükemmeliyetini gösterir. Ve o şuûn ve kabiliyet-i zâtiyenin mükemmeliyeti, o ustanın mahiyet-i zâtiyesinin mükemmeliyetini gösterdiği misillü, aynen öyle de:

Şu kusursuz, fütursuz,
blank.gif
1
هَلْ تَرٰى مِنْ فُطُورٍ sırrına mazhar olan şu âsâr-ı meşhude-i âlem, şu mevcudat-ı muntazama-i kâinatta olan san’at ise, bilmüşahede, bir Müessir-i Zi’l-iktidarın kemâl-i ef’âline delâlet eder. O kemâl-i ef’âl ise, bilbedâhe, o Fâil-i Zülcelâlin kemâl-i esmâsına delâlet eder. O kemâl-i esma ise, bizzarure, o esmânın Müsemmâ-i Zülcemâlinin kemâl-i sıfatına delâlet ve şehadet eder. O kemâl-i sıfat ise, bilyakîn, o Mevsûf-u Zülkemâlin kemâl-i şuûnuna delâlet ve şehadet eder. O kemâl-i şuûn ise, bihakkılyakîn, o zîşuûnun kemâl-i Zâtına öyle delâlet eder ki, bütün kâinatta görünen bütün envâ-ı kemâlât, Onun kemâline nisbeten sönük bir zıll-i zâif suretinde bir Zât-ı Zülkemâlin âyât-ı kemâli ve rumûz-u celâli ve işârât-ı cemâli olduğunu gösterir.

GÜNEŞLER KUVVETİNDE ON BİRİNCİ LEM’A

On Dokuzuncu Sözde tarif edilen ve kitab-ı kebirin âyet-i kübrâsı ve o Kur’ân-ı Kebirdeki ism-i âzamı ve o şecere-i kâinatın çekirdeği ve en münevver meyvesi ve o saray-ı âlemin güneşi ve âlem-i İslâmiyetin bedr-i münevveri ve rububiyet-i İlâhiyenin dellâl-ı saltanatı ve tılsım-ı kâinatın keşşâf-ı zîhikmeti


[NOT]Dipnot-1 “En küçük bir kusur görüyor musun?” Mülk Sûresi, 67:3.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Fâil-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Fâil, Allah (bk. f-a-l; ẕü; c-l-l)</td><td>Kur’ân-ı Kebir: büyük Kur’an (bk. k-b-r)</td></tr><tr><td>Mevsûf-u Zülkemâl: sonsuz kemâl sahibi ve mükemmel sıfatlarla vasıflanan Allah (bk. v-ṣ-f; ẕü; k-m-l)</td><td>Müessir-i Zi’l-iktidar: güç ve iktidar sahibi Yaratıcı (bk. ẕî; ḳ-d-r)</td></tr><tr><td>Müsemmâ-i Zülcemâl: sonsuz güzellik sahibi ve en güzel isimlerle isimlendirilen Allah (bk. s-m-v; ẕü; c-m-l) </td><td>Zât-ı Zülkemâl: sonsuz mükemmellik sahibi Zât, Allah (bk. ẕü; k-m-l)</td></tr><tr><td>bedr-i münevver: parlak dolunay (bk. n-v-r)</td><td>bihakkılyakîn: yaşamış gibi birşeyi kesin olarak bilme (bk. ḥ-ḳ-ḳ; y-ḳ-n)</td></tr><tr><td>bilbedâhe: açık bir şekilde</td><td>bilmüşahede: görüldüğü gibi (bk. ş-h-d)</td></tr><tr><td>bilyakîn: kesinlikle (bk. y-ḳ-n)</td><td>bizzarure: zorunlu olarak</td></tr><tr><td>dellâl-ı saltanat: saltanatın ilancısı (bk. s-l-ṭ)</td><td>delâlet: işaret etme, delil olma</td></tr><tr><td>envâ-ı kemâlât: mükemmelliklerin türleri, çeşitleri (bk. k-m-l)</td><td>esmâ: isimler (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>fütursuz: usanmadan</td><td>ism-i âzam: en büyük isim (bk. s-m-v; a-z-m)</td></tr><tr><td>istidad-ı zâtiye: zâtındaki istidat, kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d)</td><td>işârât-ı cemâl: sonsuz güzelliğin işaretleri (bk. c-m-l)</td></tr><tr><td>kemâl: kusursuzluk, mükemmellik (bk. k-m-l)</td><td>kemâl-i Zât: Zâtın kemâli, mükemmelliği (bk. k-m-l)</td></tr><tr><td>kemâl-i ef’âl: fiillerdeki mükemmellik (bk. k-m-l; f-a-l)</td><td>kemâl-i esmâ: isimlerin mükemmelliği (bk. k-m-l; s-m-v)</td></tr><tr><td>kemâl-i sıfat: sıfatların mükemmelliği (bk. k-m-l; v-ṣ-f)</td><td>kemâl-i şuûn: zâtî niteliklerin mükemmelliği; yaratıcılık ve rızık vericilik gibi Cenâb-ı Hakkın Zâtında bulunan kutsal özelliklerin mükemmelliği (bk. k-m-l; ş-e-n)</td></tr><tr><td>keşşâf-ı zîhikmet: hikmet sahibi keşfedici (bk. k-ş-f; ẕî; ḥ-k-m)</td><td>kitab-ı kebir: büyük kitap, kâinat (bk. k-t-b; k-b-r)</td></tr><tr><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td><td>mahiyet-i zâtiye: zâtının niteliği, özelliği </td></tr><tr><td>mazhar: ayna olma (bk. ẓ-h-r)</td><td>mevcudat-ı muntazama-i kâinat: kâinattaki düzenli varlıklar (bk. v-c-d; n-ẓ-m; k-v-n)</td></tr><tr><td>misillü: gibi (bk. m-s̱-l)</td><td>münevver: nurlu (bk. n-v-r)</td></tr><tr><td>nisbeten: kıyasla (bk. n-s-b)</td><td>rububiyet-i İlâhiye: Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b; e-l-h)</td></tr><tr><td>rumûz-u celâl: sonsuz haşmet ve görkemin işaretleri (bk. c-l-l)</td><td>saray-ı âlem: dünya sarayı (bk. a-l-m)</td></tr><tr><td>tılsım-ı kâinat: kâinatın tılsımı, gizemi (bk. k-v-n)</td><td>zîşuûn: şuûn sahibi </td></tr><tr><td>zıll-i zâif: zayıf gölge</td><td>âlem-i İslâmiyet: İslam dünyası (bk. a-l-m; s-l-m)</td></tr><tr><td>âsâr-ı meşhude-i âlem: âlemdeki görünen eserler (bk. ş-h-d; a-l-m)</td><td>âyet-i kübrâ: en büyük delil (bk. k-b-r)</td></tr><tr><td>âyât-ı kemâl: mükemmelliğin delilleri (bk. k-m-l)</td><td>şecere-i kâinat: kâinat ağacı (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>şehâdet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d)</td><td>şuûn ve kabiliyet-i zâtiye: zâti nitelikler; istidatlar ve kabiliyetler (bk. ş-e-n)</td></tr><tr><td>şuûn-u zâtiye: zâtî nitelikler, özellikler (bk. ş-e-n)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi İkinci Söz - Sayfa 411

olan Seyyidimiz Muhammedü’l-Emin Aleyhissalâtü Vesselâm, bütün enbiyayı sâyesi altına alan risalet cenâhı ve bütün âlem-i İslâmı himayesine alan İslâmiyet cenahlarıyla, hakikatin tabakatında uçan ve bütün enbiya ve mürselîni, bütün evliya ve sıddıkîni ve bütün asfiya ve muhakkıkîni arkasına alıp, bütün kuvvetiyle vahdâniyeti gösterip, arş-ı ehadiyete yol açıp gösterdiği iman-ı billâh ve ispat ettiği vahdâniyet-i İlâhiyeye, hiç vehim ve şüphenin haddi var mı ki kapatabilsin ve perde olabilsin?

Madem On Dokuzuncu Sözde ve On Dokuzuncu Mektupta o burhan-ı kàtıın âbülhayat-ı marifetinden On Dört Reşha ve On Dokuz İşârât ile o zât-ı mu’ciznümânın envâ-ı mu’cizâtıyla beraber icmâlen bir derece tarif ve beyan etmişiz. Şurada, şu işaretle iktifa edip, o vahdâniyetin burhan-ı kàtıını tezkiye eden ve sıdkına şehadet eden esâsâta işaret suretinde bir salâvat-ı şerife ile hatmederiz:

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مَنْ دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِكَ وَوَحْدَانِيَّتِكَ وَشَهِدَ عَلٰى اَوْصَافِ جَلاَلِكَ وَجَمَالِكَ وَكَمَالِكَ اَلشَّاهِدُ الصَّادِقُ الْمُصَدَّقُ وَالْبُرْهَانُ النَّاطِقُ الْمُحَقَّقُ، سَيِّدُ اْلاَنْبِيَاۤءِ وَالْمُرْسَلِينَ، اَلْحَامِلُ سِرَّ اِجْمَاعِهِمْ وَتَصْدِيقِهِمْ وَمُعْجِزَاتِهِم.. وَاِمَامُ اْلاَوْلِيَاۤءِ وَالصِّدِّيقِينَ، اَلْحَاوِى سِرَّ اِتِّفَاقِهِمْ وَتَحْقِيقِهِمْ وَكَرَامَاتِهِمْ.. ذُوالْمُعْجِزَاتِ اْلباَهِرَةِ وَالْخَوَارِقِ الظَّاهِرَةِ وَالدَّلاَئِلِ الْقَاطِعَةِ الْمُحَقَّقَةِ الْمُصَدَّقَةِ لَهُ.. ذُوالْخِصَالِ الْغَالِيَةِ فِى ذَاتِهِ، وَاْلاَخْلاَقِ الْعَالِيَةِ فِى وَظِيفَتِهِ، وَالسَّجَايَا السَّامِيَةِ فِى شَرِيعَتِهِ الْمُكَمَّلَةِ الْمُنَزَّهَةِ عَنِ الْخِلاَفِ، مَهْبِطُ الْوَحْىِ الرَّبَّانِىِّ بِاِجْمَاعِ الْمُنْزِلِ وَالْمُنْزَلِ وَالْمُنَزَّلِ عَلَيْه، سَيَّارُ عَالَمِ الْغَيْبِ وَالْمَلَكُوتِ، مُشَاهِدُ اْلاَرْوَاحِ وَمُصَاحِبُ


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Aleyhissalâtü vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m)</td><td>Muhammedü’l-Emin: “güvenilir Muhammed” mânâsında Peygamberimize verilen bir ünvan (bk. ḥ-m-d; e-m-n)</td></tr><tr><td>arş-ı ehadiyet: Allah’ın birliğinin en azami mertebede göründüğü makam (bk. a-r-ş; v-ḥ-d)</td><td>asfiya: Hz. Peygamber yolundan giden yüksek ilim ve velâyet sahibi halis kullar (bk. ṣ-f-y)</td></tr><tr><td>beyan: açıklama (bk. b-y-n)</td><td>burhan-ı katı’: sağlam, keskin delil</td></tr><tr><td>cenâh: taraf, kanat</td><td>enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)</td></tr><tr><td>envâ-ı mu’cizât: mu’cizelerin çeşitleri (bk. a-c-z)</td><td>esâsât: esaslar, temeller</td></tr><tr><td>evliya: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y)</td><td>hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hatmetme: bitirme, son verme</td><td>himaye: koruma </td></tr><tr><td>icmâlen: kısaca, özet olarak (bk. c-m-l)</td><td>iktifa: yetinme</td></tr><tr><td>iman-ı billâh: Allah’a iman (bk. e-m-n)</td><td>işârât: işaretler</td></tr><tr><td>muhakkıkîn: gerçeği bulup araştıran İslam âlimleri (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>mürselîn: peygamberler (bk. r-s-l)</td></tr><tr><td>reşha: sızıntı</td><td>risalet: peygamberlik (bk. r-s-l)</td></tr><tr><td>salâvat-ı şerife: Peygamberimize edilen rahmet ve esenlik duası (bk. ṣ-l-v)</td><td>seyyid: efendi</td></tr><tr><td>suret: şekil (bk. ṣ-v-r)</td><td>sâye: koruma </td></tr><tr><td>sıddıkîn: daima doğruluk üzere ve Allah’a ve peygambere sadakatte en ileride olanlar (bk. ṣ-d-ḳ)</td><td>sıdk: doğruluk (bk. ṣ-d-ḳ)</td></tr><tr><td>tabakat: tabakalar, dereceler</td><td>tezkiye: iyi hal üzere şahitlik etme</td></tr><tr><td>vahdâniyet: Allah’ın birliği ve tekliği (bk. v-ḥ-d)</td><td>vahdâniyet-i İlâhiye: Allah’ın bir ve tek olması (bk. v-ḥ-d; e-l-h)</td></tr><tr><td>vehim: kuruntu</td><td>zât-ı mu’ciznümâ: mu’cize gösteren zât (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>âbülhayat-ı marifet: hayat suyu gibi, kan gibi insana lâzım olan Allah’ı tanıtıcı bilgi (bk. ḥ-y-y; a-r-f)</td><td>âlem-i İslâm: İslam dünyası (bk. a-l-m; s-l-m)</td></tr><tr><td>şehadet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi İkinci Söz - Sayfa 412

الْمَلٰۤئِكَةِ، اَنْمُوذَجُ كَمَالِ الْكَاۤئِنَاتِ شَخْصاً وَنَوْعاً وَجِنْساً، اَنْوَرُ ثَمَرَاتِ شَجَرَةِ الْخِلْقَةِ، سِرَاجُ الْحَقِّ، بُرْهَانُ الْحَقِيقَةِ، تِمْثَالُ الرَّحْمَةِ، مِثَالُ الْمَحَبَّةِ، كَشَّافُ طِلْسِمِ الْكَاۤئِنَاتِ، دَلاَّلُ سَلْطَنَةِ الرُّبوُبِيَّةِ، الْمُرْمِزُ بِعُلْوِيَّةِ شَخْصِيَّتِهِ الْمَعْنَوِيَّةِ اِلٰۤى اَنَّهُ نَصْبُ عَيْنِ فَاطِرِ الْعَالَمِ فِى خَلْقِ الْكَاۤئِنَاتِ، ذُو الشَّرِيعَةِ الَّتِى هِىَ بِوُسْعَةِ دَسَاتِيرِهَا وَقُوَّتِهَا تُشِيرُ اِلٰۤى اَنَّهَا نِظَامُ نَاظِمِ الْكَوْنِ وَوَضْعُ خَالِقِ الْكَاۤئِنَاتِ.
نَعَمْ، اِنَّ نَاظِمَ الْكَاۤئِنَاتِ بِهٰذَا النِّظاَمِ اْلاَتَمِّ اْلاَكْمَلِ هُوَ نَاظِمُ هٰذَا الدِّينِ بِهٰذاَ النِّظَامِ اْلاَحْسَنِ اْلاَجْمَلِ، سَيِّدُنَا نَحْنُ مَعَاشِرَ بَنِى اٰدَمَ وَمُهْدِينَا اِلَى اْلاِيمَانِ نَحْنُ مَعاَشِرَ اْلمُؤْمِنِينَ، مُحَمَّدٌ بْنُ عَبْدِ اللهِ بْنِ عَبْدِ الْمُطَّلِبِ عَلَيْهِ اَفْضَلُ الصَّلَوَاتِ وَاَتَمُّ التَّسْلِيمَاتِ مَادَامَتِ اْلاَرْضُ وَالسَّمٰوَاتُ. فَاِنَّ ذٰلِكَ الشَّاهِدَ الصَّادِقَ الْمُصَدَّقَ يَشْهَدُ عَلٰى رُؤُوسِ اْلاَشْهَادِ مُناَدِياً، وَمُعَلِّماً ِلاَجْيَالِ الْبَشَرِ خَلْفَ اْلاَعْصَارِ وَاْلاَقْطَارِ، نِداَءً عُلْوِياًّ بِجَمِيعِ قُوَّتِهِ وَبِغَايَةِ جِدِّيَّتِهِ وَبِنِهَايَةِ وُثُوقِهِ وَبِقُوَّةِ اِطْمِئْناَنِهِ وَبِكَمَالِ اِيمَانِهِ: (اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ).
blank.gif
1


[NOT]Dipnot-1 Allahım! Vücub-u vücuduna ve vahdâniyetine delâlet ve celâline ve cemâline ve kemâline şehadet eden o zâta rahmet et ki, o, bütün kâinatın ve bütün enbiya ve evliyanın tasdikiyle musaddak şahid-i sadık ve bütün ehl-i tahkikin tahkikatıyla müeyyed burhan-ı nâtık, bütün enbiya ve mürselînin icmâ ve tasdik ve mu’cizelerinin sırrına mazhar olan efendisi, bütün evliya ve sıddıkînin ittifak ve tahkikat ve kerametlerini hâvi olan imamı, hakkaniyeti hadsiz tahkikatla teyid ve tasdik edilen mu’cizât-ı bâhire ve havârık-ı zâhire ve delâil-i kàtıa sahibi, zâtında güzel hasletlerin en nihayet merâtibini, vazifesinde ahlâk-ı ulviyeyi, hilâftan münezzeh olan şeriat-i mükemmelesinde en yüksek seciyeleri câmi’, Kur’ân’ı indirenin, indirilen Kur’ân’ın ve kendisine Kur’ân indirilen zâtın ittifakıyla vahy-i Rabbânînin mazharı, âlem-i gayb ve âlem-i melekûtu seyr ü seyahat ve temâşâ eden, ervâhı müşahede ve melâikeye refakat eden, şahsen ve nev’en ve cinsen kâinatın bütün kemâlâtının fihristesi, şecere-i hilkatin en münevver meyvesi, hakkın sirâcı, hakikatin burhanı, rahmetin timsali, muhabbetin misali, kâinat tılsımının keşşâfı, saltanat-ı Rububiyetin dellâlı, şahsiyet-i mâneviyesinin remz-i ulviyetiyle, Fâtır-ı Âlemin bu kâinatı onu nazara alarak halk ettiği anlaşılan, düsturlarının vüs’ati ve kuvvetinin işaretiyle Kâinat Nâzımının nizâmı olduğu ve Hâlık-ı Kâinat tarafından vaz edildiği zahir olan şeriatin sahibidir-evet, bu nizâm-ı ahsen ve ecmeli câmi’ olan bu dinin nâzımı, ancak bu nizâm-ı etem ve ekmel olan bu kâinatın Nâzımı olabilir. Yer ve gökler var oldukça salâvâtın en efdali ve selâmetin en etemmi, biz Âdemoğulları topluluğunun efendisi ve biz mü’minler topluluğunun imana hidayet edicisi olan Abdullah ibnü Abdilmuttalib oğlu Muhammed’in üzerine olsun. Bu doğru söyleyen ve doğrulanan vahdâniyet şahidi, bütün şahitlerin başları üzerinde bir nidâ edici ve beşer taifelerine bir muallim olarak, bütün kuvvetiyle ve gayet-i ciddiyetiyle ve nihayet-i vusukuyla ve kuvvet-i itmi’nânı ve kemâl-i imânıyla, asırların ve kıt’aların gerisinden ulvî bir nidâ ile seslenip, “Allah’tan başka ibâdete lâyık hiçbir ilâh bulunmadığına şehadet ederim. O birdir ve Onun hiçbir şeriki yoktur” diye ilân ediyor.[/NOT]
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi İkinci Söz - Sayfa 413

GÜNEŞLER KUVVETİNDE ON İKİNCİ LEM’A

Şu Yirmi İkinci Sözün On İkinci Lem’ası öyle bir bahr-i hakaiktir ki, bütün yirmi iki Söz, ancak onun yirmi iki katresi; ve öyle bir menba-ı envardır ki, şu yirmi iki Söz, o güneşten ancak yirmi iki lem’asıdır. Evet, o yirmi iki adet Sözlerin herbirisi, semâ-i Kur’ân’da parlayan birtek necm-i âyetin bir lem’ası ve bahr-i Furkan’dan akan bir âyetin ırmağından tek bir katresi ve bir kenz-i âzam‑ı Kitabullahta herbiri bir sandukça-i cevahir olan âyetlerin birtek âyetinin birtek incisidir.

İşte, On Dokuzuncu Sözün On Dördüncü Reşhasında bir nebze tarif edilen o kelâmullah İsm-i Âzamdan, Arş-ı Âzamdan, Rububiyetin tecellî-i âzamından nüzul edip, ezeli ebede raptedecek, ferşi Arşa bağlayacak bir vüs’at ve ulviyet içinde, bütün kuvvetiyle ve âyâtının bütün kat’iyetiyle, mükerreren Lâ ilâhe illâ Hû der, bütün kâinatı işhad eder ve şehadet ettirir. Evet, Lâ ilâhe illâ Hû beraber mîzened âlem.

Evet, o Kur’ân’a selim bir kalb gözüyle baksan göreceksin ki, cihât-ı sittesi öyle parlıyor, öyle şeffaftır ki, hiçbir zulmet, hiçbir dalâlet, hiçbir şüphe ve rayb, hiçbir hile içine girmeye ve daire-i ismetine duhule fürce bulamaz. Çünkü üstünde sikke-i i’câz, altında burhan ve delil, arkasında nokta-i istinadı mahz-ı vahy-i Rabbânî, önünde saadet-i dâreyn, sağında aklı istintak edip tasdikini temin, solunda vicdanı istişhad ederek teslimini tesbit, içi bilbedâhe sâfi hidayet-i Rahmâniye, üstü bilmüşahede halis envâr-ı imaniye, meyveleri biaynilyakîn kemâlât-ı insaniye ile müzeyyen asfiya ve muhakkıkîn-i evliya ve sıddıkîn olan o



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Arş-ı Âzam: Cenab-ı Hakkın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer (bk. a-r-ş; a-z-m)</td><td>Lâ ilâhe illâ Hû beraber mîzened âlem: bütün âlem hep beraber “Allah’tan başka ilâh yoktur” der (bk. e-l-h)</td></tr><tr><td>Rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)</td><td>arş: göğün en yüksek katı (bk. a-r-ş)</td></tr><tr><td>asfiya: Hz. Peygamber yolundan giden yüksek ilim ve velâyet sahibi hâlis kullar (bk. ṣ-f-y)</td><td>bahr-i Furkan: hak ile bâtılı ayıran Kur’ân’ın denizi (bk. f-r-ḳ)</td></tr><tr><td>bahr-i hakaik: hakikatler, gerçekler denizi (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>biaynilyakîn: gözle görerek kesin bilgi edinme (bk. y-ḳ-n)</td></tr><tr><td>bilbedâhe: açık bir şekilde </td><td>bilmüşahede: gözle görüldüğü gibi (bk. ş-h-d)</td></tr><tr><td>burhan: güçlü delil, kanıt</td><td>cihât-ı sitte: altı yön</td></tr><tr><td>daire-i ismet: masumluk dairesi</td><td>dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l)</td></tr><tr><td>duhul: girme</td><td>ebed: sonsuzluk (bk. e-b-d)</td></tr><tr><td>envâr-ı imaniye: iman nurları (bk. n-v-r; e-m-n)</td><td>ezel: başlangıcı olmayan, sonsuzluk (bk. e-z-l)</td></tr><tr><td>ferş: yer</td><td>fürce: girilecek yer, delik</td></tr><tr><td>halis: katıksız, saf (bk. ḫ-l-ṣ)</td><td>hidayet-i Rahmâniye: Allah’ın hidayeti (bk. h-d-y; r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>istintak: konuşturma</td><td>istişhad: şahid olmasını isteme (bk. ş-h-d)</td></tr><tr><td>işhad: şahid gösterme (bk. ş-h-d)</td><td>katre: damla</td></tr><tr><td>kat’iyet: kesinlik</td><td>kelâmullah: Allah’ın kelâmı, Kur’an (bk. k-l-m)</td></tr><tr><td>kemâlât-ı insaniye: insanî mükemmellikler (bk. k-m-l)</td><td>kenz-i âzam-ı Kitabullah: bir hazine olan Allah’ın kitabı (bk. a-z-m; k-t-b)</td></tr><tr><td>lem’a: parıltı</td><td>mahz-ı vahy-ı Rabbânî: Allah’ın vahyinin bizzat kendisi (bk. v-ḥ-y; r-b-b)</td></tr><tr><td>menba-ı envar: nurlar kaynağı (bk. n-v-r)</td><td>muhakkıkîn-i evliya: evliyadan gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen âlimler (bk. ḥ-ḳ-ḳ; v-l-y)</td></tr><tr><td>mükerreren: defalarca</td><td>müzeyyen: süslü (bk. z-y-n)</td></tr><tr><td>nebze: az miktar</td><td>necm-i âyet: âyet yıldızı</td></tr><tr><td>nokta-i istinad: dayanak noktası (bk. s-n-d)</td><td>nüzul: inme (bk. n-z-l)</td></tr><tr><td>rapt: bağlama</td><td>rayb: şüphe</td></tr><tr><td>reşha: sızıntı</td><td>saadet-i dâreyn: dünya ve âhiret mutluluğu</td></tr><tr><td>sandukça-i cevahir: cevherler sandığı</td><td>selim: sağlam, temiz (bk. s-l-m)</td></tr><tr><td>semâ-i Kur’ân: Kur’an’ın semâsı, yüceliği (bk. s-m-v)</td><td>sikke-i i’câz: mu’cizelik mührü (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>sâfi: saf, temiz (bk. ṣ-f-y)</td><td>sıddıkîn: daima doğruluk üzere ve Allah’a ve peygambere sadakatte en ileride olanlar (bk. ṣ-d-ḳ)</td></tr><tr><td>tasdik: doğrulama (bk. ṣ-d-ḳ)</td><td>tecellî-i âzam: en büyük tecellî, görünüm (bk. c-l-y; a-ẓ-m)</td></tr><tr><td>ulviyet: yücelik</td><td>vüs’at: genişlik</td></tr><tr><td>zulmet: karanlık (bk. ẓ-l-m)</td><td>âyât: âyetler</td></tr><tr><td>İsm-i Âzam: Cenab-ı Hakkın binbir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı (bk. s-m-v; a-z-m)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi İkinci Söz - Sayfa 414

lisan-ı gaybın sinesine kulağını yapıştırıp dinlesen; derinden derine, gayet mûnis ve mukni, nihayet ciddî ve ulvî ve burhanla mücehhez bir sadâ-yı semâvî işiteceksin ki, öyle bir kat’iyetle Lâ ilâhe illâ Hû der ve tekrar eder ki, hakkalyakîn derecesinde söylediğini, aynelyakîn gibi bir ilm-i yakîni sana ifade ve ifaza ediyor.

Elhasıl: Herbirisi birer güneş olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile Furkan-ı Ahkem ki;

Biri: Âlem-i Şehadetin lisanı olarak bin mu’cizat içinde bütün enbiya ve asfiyanın taht-ı tasdiklerinde İslâmiyet ve risalet parmaklarıyla işaret ederek bütün kuvvetiyle gösterdiği bir hakikati,

Diğeri: Âlem-i Gaybın lisanı hükmünde, kırk vücuh-u i’câz içinde, kâinatın bütün âyât-ı tekvîniyesinin taht-ı tasdiklerinde, hakkaniyet ve hidayet parmaklarıyla işaret edip bütün ciddiyetle gösterdiği aynı hakikati, acaba o hakikat, güneşten daha bâhir, gündüzden daha zâhir olmaz mı?

Ey dalâlet-âlûd mütemerrid insancık!HAŞİYE-1 Ateşböceğinden daha sönük kafa fenerinle nasıl şu güneşlere karşı gelebilirsin, onlardan istiğnâ edebilirsin, üflemekle onları söndürmeye çalışırsın? Tuuuh, tuf senin o münkir aklına! Nasıl o iki lisan-ı gayb ve şehadet, bütün âlemlerin Rabbi ve şu kâinatın Sahibi namına ve Onun hesabına söyledikleri sözleri ve dâvâları inkâr edebilirsin? Ey biçare ve sinekten daha âciz, daha hakir! Sen necisin ki, şu kâinatın Sahib-i Zülcelâlini tekzibe yelteniyorsun?

endOfSection.gif
endOfSection.gif



[NOT]Haşiye-1 Bu hitap, Kur’ân’ı kaldırmaya çalışanadır.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m)</td><td>Furkan-ı Ahkem: doğruyu yanlıştan en hikmetli ve sağlam şekilde ayıran Kur’ân-ı Kerim (bk. f-r-ḳ; ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>Lâ ilâhe illâ Hû: Ondan başka ilâh yoktur (bk. e-l-h)</td><td>Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah (bk. r-b-b)</td></tr><tr><td>Resul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) (bk. r-s-l; k-r-m)</td><td>Sahib-i Zülcelâl: büyüklük ve haşmet sahibi ve herşeyin sahibi Allah (bk. ẕü; c-l-l)</td></tr><tr><td>aynelyakin: gözle görerek kesin bilgi edinme (bk. y-ḳ-n)</td><td>biçare: çaresiz, zavallı</td></tr><tr><td>burhan: güçlü, mantıkî delil</td><td>bâhir: açık, âşikar</td></tr><tr><td>dalâlet-âlûd: sapıklık ve inkârla bulaşık (bk. ḍ-l-l)</td><td>elhasıl: özetle, sonuç olarak</td></tr><tr><td>enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)</td><td>hakikat: gerçek, en hikmetli ve sağlam şekilde ayıran (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hakir: hor ve değersiz</td><td>hakkalyakin: bizzat yaşayarak kesin bilgi edinme (bk. ḥ-ḳ-ḳ; y-ḳ-n)</td></tr><tr><td>hakkaniyet: doğruluk, gerçeklik (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>haşiye: dipnot, açıklayıcı not</td></tr><tr><td>hidayet: doğru ve hak yolu gösterme (bk. h-d-y)</td><td>ifaza: feyizlendirme (bk. f-y-ḍ) </td></tr><tr><td>ilm-i yakîn: ilmî delillere dayanan kesin bilgi (bk. a-l-m; y-ḳ-n)</td><td>istiğna etme: yüz çevirip bakmama, eldekini yeter bulma, tokgönüllülük (bk. ğ-n-y)</td></tr><tr><td>kat’iyet: kesinlik</td><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>lisan-ı gayb: görünmeyen âlemin dili (bk. ğ-y-b)</td><td>lisan-ı gayb ve şehadet: görünen ve görünmeyen âlemlerin dili (bk. ğ-y-b; ş-h-d)</td></tr><tr><td>mukni: iknâ edici</td><td>mu’cizat: mu’cizeler (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>mûnis: canayakın, dost</td><td>mücehhez: cihazlanmış, donanmış</td></tr><tr><td>münkir: inkârcı (bk. n-k-r)</td><td>mütemerrid: inatçı</td></tr><tr><td>risalet: peygamberlik (bk. r-s-l)</td><td>sadâ-yı semâvî: semâvî ses (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>taht-ı tasdikinde: doğrulaması, onayı altında (bk. ṣ-d-ḳ)</td><td>tekzib: yalanlama</td></tr><tr><td>ulvî: yüce, yüksek</td><td>vücuh-u i’câz: mu’cizelik yönleri (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>zâhir: açık, gözle görünür (bk. ẓ-h-r)</td><td>âciz: güçsüz (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>âlem: dünya (bk. a-l-m)</td><td>âlem-i gayb: görünmeyen alem (bk. a-l-m; ğ-y-b)</td></tr><tr><td>âlem-i şehadet: görünen alem (bk. a-l-m; ş-h-d)</td><td>âyât-ı tekvîniye: kâinatta Allah’ın varlığına ve birliğine delil olan varlıklar (bk. k-v-n)</td></tr></tbody></table>
 
Üst