Yirmi Dokuzuncu Söz

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dokuzuncu Söz - Sayfa 698

kerrat ile münasebattan neş’et eden bir nevi hükm-ü tecrübîdir. Evet, tek bir ruhun bâdelmemat bekàsı anlaşılsa, şu ruh nev’inin külliyetle bekàsını istilzam eder. Zira, fenn-i mantıkça kat’îdir ki, zâtî bir hassa birtek fertte görünse, bütün efratta dahi o hassanın vücuduna hükmedilir. Çünkü zâtîdir. Zâtî olsa her fertte bulunur. Halbuki, değil bir fert, belki o kadar hadsiz, o kadar hesaba, hasra gelmez müşahedâta istinad eden âsâr ve bekà-i ervâha delâlet eden emârat o derece kat’îdir ki, bize nasıl Yeni Dünya, yani Amerika var ve orada insanlar bulunur, o insanların vücutlarına hiç vehim hatıra gelmez; öyle de, şüphe kabul etmez ki, şimdi âlem-i melekût ve ervahta, ölmüş, vefat etmiş insanların ervâhı pek çok kesretle vardır ve bizimle münasebettardırlar. Mânevî hedâyâmız onlara gidiyor; onların nuranî feyizleri de bizlere geliyor.

Hem hads-i kat’î ile vicdanen hissedilebilir ki, insan öldükten sonra esaslı bir ciheti bâkidir. O esas ise ruhtur. Ruh ise, tahrip ve inhilâle maruz değil. Çünkü basittir; vahdeti var. Tahrip ve inhilâl ve bozulmak ise, kesret ve terkip edilmiş şeylerin şe’nidir. Sabıkan beyan ettiğimiz gibi, hayat, kesrette bir tarz-ı vahdeti temin eder, bir nevi bekàya sebebiyet verir. Demek vahdet ve bekà, ruhta esastır ki, ondan kesrete sirayet eder.

Ruhun fenâsı, ya tahrip ve inhilâl iledir. O tahrip ve inhilâl ise, vahdet yol vermez ki girsin, besâtet bırakmaz ki bozsun. Veyahut idam iledir. İdam ise, Cevâd-ı Mutlakın hadsiz merhameti müsaade etmez ve nihayetsiz cûdu bırakmaz ki, verdiği nimet-i vücudu, o nimet-i vücuda pek müştak ve lâyık olan ruh-u insanîden geri alsın.

ÜÇÜNCÜ MENBA: Ruh, zîhayat, zîşuur, nuranî vücud-u hâricî giydirilmiş, câmi’, hakikattar, külliyet kesb etmeye müstaid bir kanun-u emrîdir. Halbuki, en


Amerika: (bk. bilgiler)Cevâd-ı Mutlak: sınırsız cömertlik ve ikram sahibi Allah (bk. c-v-d; ṭ-l-ḳ)
basit: çeşitli madde veya unsunların karışımından, birleşiminden meydana gelmemişbekà: devamlılık, süreklilik (bk. b-ḳ-y)
bekà-i ervâh: ruhların devamlılığı, ölümsüzlüğü (bk. b-ḳ-y; r-v-ḥ)besâtet: birleşik maddelerden olmama
beyan etme: açıklama (bk. b-y-n)bâdelmemat: öldükten sonra (bk. m-v-t)
bâki: devamlı, kalıcı, ölümsüz (bk. b-ḳ-y)cihet: yön, taraf
câmi’: kapsamlı (bk. c-m-a)cûd: cömertlik (bk. c-v-d)
delâlet: delil olma, işaret etmeefrat: kişiler, şahıslar (bk. f-r-d)
emârat: belirtiler, işaretlerervâh: ruhlar (bk. r-v-ḥ)
fenn-i mantık: mantık ilmifenâ: gelip geçicilik, ölümlülük (bk. f-n-y)
feyiz: ilham, bolluk, bereket (bk. f-y-ḍ)hads-i kat’î: kesin ve doğru sezgi
hadsiz: sayısızhakikattar: hakikatli, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hasr: sınırlama, birşeye mahsus kılmahassa: özellik
hedâyâ: hediyelerhükm-ü tecrübî: tecrübeyle elde edilen sonuç, bilgi (bk. ḥ-k-m)
idam: yok etmeinhilâl: çözülme, dağılma
istilzam etmek: gerektirmekistinad eden: dayanan (bk. s-n-d)
kanun-u emrî: Cenâb-ı Hakkın doğrudan emrinden gelerek vasıtasız işleyen kanunu (bk. ḳ-n-n)kerrat: defalarca
kesb etmek: kazanmakkesret: çokluk (bk. k-s̱-r)
külliyet: fertlerin geneli, genellik (bk. k-l-l)maruz: tesirinde kalmış, uğramış
menba: kaynakmünasebat: ilişkiler, bağlantılar (bk. n-s-b)
münasebettar: alâkalı, ilgili (bk. n-s-b)müstaid: istidatlı, kabiliyetli (bk. a-d-d)
müşahedât: gözlemler (bk. ş-h-d)müştak: çok istekli, arzulu
nev’i: çeşit, türneş’et etmek: doğmak, meydana gelmek
nihayetsiz: sonsuznimet-i vücud: varlık nimeti (bk. n-a-m; v-c-d)
nuranî: nurlu (bk. n-v-r)ruh-u insanî: insan ruhu (bk. r-v-ḥ)
sabıkan: bundan öncesirayet: bulaşmak, yayılmak
tahrip: yıkma, bozmatarz-ı vahdet: birlik hali (bk. v-ḥ-d)
terkip: birleştirme, birleşik olmavahdet: birlik (bk. v-ḥ-d)
vehim: zan, kuruntuvücud-u hâricî: yokluktan veya ilim dairesinden varlık âlemine çıkmış olan (bk. v-c-d)
vücut: varlık (bk. v-c-d)zira: çünkü
zâtî: öznel nitelik, temel özellikzîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y)
zîşuur: şuur sahibi, bilinçli (bk. ẕî; ş-a-r)âlem-i melekût ve ervah: ruhlar âlemi; hiçbir vasıta ve sebebin müdahele etmediği, hüküm ve idaresi doğrudan Allah’ın elinde bulunan âlem (bk. a-l-m; m-l-k; r-v-ḥ)
âsâr: eserlerşe’n: özellik, belirleyici nitelik (bk. ş-e-n)

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dokuzuncu Söz - Sayfa 699

zayıf olan kavânîn-i emriye, sebat ve bekàya mazhardırlar. Çünkü, dikkat edilse, maruz-u tagayyür olan bütün nevilerde birer hakikat-i sabite vardır ki, bütün tagayyürat ve inkılâbat ve etvâr-ı hayat içinde yuvarlanarak suretler değiştirip, ölmeyerek, yaşayarak bâki kalıyor.

İşte, herbir şahs-ı insanî, mahiyetinin câmiiyetiyle ve küllî şuuruyla ve umumî tasavvurâtıyla, bir şahıs iken bir nev’ hükmüne geçmiştir. Bir nev’e gelen ve câri olan kanun, o şahs-ı insanîde dahi câridir.

Madem Fâtır-ı Zülcelâl, insanı câmi’ bir âyine ve küllî bir ubûdiyetle ve ulvî bir mahiyetle yaratmıştır. Her fertteki hakikat-i ruhiye, yüz binler suret değiştirse, izn-i Rabbânî ile ölmeyecek, yaşayarak geldiği gibi gidecek. Öyle ise, o şahs-ı insanînin hakikat-i zîşuuru ve unsur-u zîhayatı olan ruhu dahi, Allah’ın emriyle, izniyle ve ibkàsıyla, daima bâkidir.

DÖRDÜNCÜ MENBA: Ruha bir derece müşabih ve ikisi de âlem-i emirden ve iradeden geldiklerinden masdar itibarıyla ruha bir derece muvafık, fakat yalnız vücud-u hissî olmayan nevilerde hükümran olan kavânîne dikkat edilse ve o namuslara bakılsa görünür ki, eğer o kanun-u emrî vücud-u hâricî giyseydi, o nevilerin birer ruhu olurdu. Halbuki o kanun daima bâkidir. Daima müstemir, sabittir. Hiçbir tagayyürat ve inkılâbat, o kanunların vahdetine tesir etmez, bozmaz. Meselâ, bir incir ağacı ölse, dağılsa, onun ruhu hükmünde olan kanun-u teşekkülâtı, zerre gibi bir çekirdeğinde, ölmeyerek bâki kalır.


İşte, madem en âdi ve zayıf emrî kanunlar dahi böyle bekà ile, devam ile alâkadardır. Elbette, ruh-u insanî, değil yalnız bekà ile, belki ebedü’l-âbâd ile alâkadar olmak lâzım gelir. Çünkü, ruh dahi Kur’ân’ın nassı ile,
blank.gif
1
قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبِّى

[NOT]Dipnot-1
“De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir.” İsrâ Sûresi, 17:85.[/NOT]


Fâtır-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet sahibi olan ve herşeyi harika, üstün san’atıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ẕü; c-l-l)alâkadar: alakalı, ilgili
bekà: devamlılık, süreklilik (bk. b-ḳ-y)bâki: devamlı, sürekli, kalıcı, ölümsüz (bk. b-ḳ-y)
câmiiyet: kapsamlılık (bk. c-m-a)câmi’: kapsamlı, birçok şeyi içine alan (bk. c-m-a)
câri: geçerliebedü’l-âbâd: sonsuzların sonsuzu, âhiret (bk. e-b-d)
emrî kanun: Cenâb-ı Hakkın doğrudan emrinden gelerek vasıtasız işleyen kanunu (bk. ḳ-n-n)etvâr-ı hayat: hayatın durumları, tavırları (bk. ḥ-y-y)
hakikat-i ruhiye: ruh gerçeği (bk. ḥ-ḳ-ḳ; r-v-ḥ)hakikat-i sabite: sabit ve değişmez gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat-i zîşuur: bilinç sahibi hakikat (bk. ḥ-ḳ-ḳ; ẕî; ş-a-r)hükümran: hükmü geçen, hükmeden (bk. ḥ-k-m)
ibkà: sonsuz ve kalıcı hale getirme (bk. b-ḳ-y)inkılâbat: inkılâplar, büyük değişimler
irade: dileme, tercih ve seçim yapma gücü (bk. r-v-d)izn-i Rabbânî: Allah’ın izni (bk. r-b-b)
kanun-u teşekkülât: meydana geliş kanunu (bk. ḳ-n-n)kavânîn: kanunlar (bk. ḳ-n-n)
kavânîn-i emriye: Cenâb-ı Hakkın doğrudan emrinden gelerek vasıtasız işleyen kanunları (bk. ḳ-n-n)küllî: büyük ve kapsamlı (bk. k-l-l)
mahiyet: nitelik, özellikmaruz-u tagayyür: başkalaşmaya ve değişmeye maruz
masdar: kaynakmazhar: sahip olma (bk. ẓ-h-r)
menba: kaynakmuvafık: uygun
müstemir: devamlı, yerleşmişmüşabih: benzeyen
namus: kanun, düstur (bk. n-m-s)nass: Kur’ân’ın açık ve kesin hükmü
nevi: tür, çeşitruh-u insanî: insan ruhu (bk. r-v-ḥ)
sebat: sabitliksuret: şekil, görüntü (bk. ṣ-v-r)
tagayyürat: başkalaşmalar, değişmelertasavvurât: düşünceler, hayaller (bk. ṣ-v-r)
ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d)ulvî: yüce
umumî: genelunsur-u zîhayat: hayat sahibi, canlı unsur (bk. ẕî; ḥ-y-y)
vahdet: birlik (bk. v-ḥ-d)vücud-u hissî olmayan: beş duyuyla hissedilemeyen; görülüp işitilemeyen (bk. v-c-d)
vücud-u hâricî: yokluktan veya ilim dairesinden varlık âlemine çıkmış olan (bk. v-c-d)zerre: atom, en küçük madde parçası
âdi: basit, sıradanâlem-i emir: kanunlar âlemi; Cenâb-ı Hakkın emir ve kudretinin doğrudan hükmettiği âlem (bk. a-l-m)
âyine: aynaşahs-ı insanî: insan şahsı, ferdi
şuur: bilinç, idrak (bk. ş-a-r)

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dokuzuncu Söz - Sayfa 700

ferman-ı celîli ile, âlem-i emirden gelmiş bir kanun-u zîşuur ve bir namus-u zîhayattır ki, kudret-i ezeliye ona vücud-u hâricî giydirmiş.

Demek, nasıl ki sıfat-ı iradeden ve âlem-i emirden gelen şuursuz kavânin, daima veya ağleben bâki kalıyor. Aynen onların bir nevi kardeşi ve onlar gibi sıfat‑ı iradenin tecellîsi ve âlem-i emirden gelen ruh, bekàya mazhar olmak daha ziyade kat’îdir, lâyıktır. Çünkü zîvücuttur, hakikat-i hariciye sahibidir. Hem onlardan daha kavîdir, daha ulvîdir. Çünkü zîşuurdur. Hem onlardan daha daimîdir, daha kıymettardır. Çünkü zîhayattır.

İKİNCİ ESAS

Saadet-i ebediyeye muktazi vardır. Ve o saadeti verecek Fâil-i Zülcelâl de muktedirdir. Hem harab-ı âlem, mevt-i dünya mümkündür. Hem vaki olacaktır. Yeniden ihyâ-yı âlem ve haşir mümkündür; hem vaki olacaktır. İşte bu altı meseleyi, birer birer aklı ikna edecek muhtasar bir tarzda beyan edeceğiz. Zaten Onuncu Sözde, kalbi iman-ı kâmil derecesine çıkaracak derecede burhanlar zikredilmiştir. Şurada ise, yalnız aklı ikna edecek, susturacak, Eski Said’in Nokta Risalesindeki beyanatı tarzında bahsedeceğiz.

Evet, saadet-i ebediyeye muktazi mevcuttur. O muktazinin vücuduna delâlet eden burhan-ı kat’î, On Menba ve Medardan süzülen bir hadsdir.

BİRİNCİ MEDAR: Dikkat edilse, şu kâinatın umumunda bir nizam-ı ekmel, bir intizam-ı kasdî vardır. Her cihette reşahât-ı ihtiyar ve lemeât-ı kast görünür. Hattâ, herşeyde bir nur-u kast, her şe’nde bir ziya-yı irade, her harekette bir



Eski Said: (bk. bilgiler)Fâil-i Zülcelâl: büyüklük ve haşmet sahibi olan fâil, Allah (bk. f-a-l; ẕü; c-l-l)
Nokta Risalesi: Mesnevî-i Nuriye’de yer almaktadır (bk. r-s-l)ağleben: çoğunlukla, genellikle
bekà: devamlılık, süreklilik (bk. b-ḳ-y)beyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n)
beyanat: açıklamalar (bk. b-y-n)burhan: güçlü, mantıkî delil
burhan-ı kat’î: kesin delilbâki: devamlı, sürekli (bk. b-ḳ-y)
cihet: yön, tarafdelâlet: delil olma, işaret etme
ferman-ı celîl: Cenab-ı Allah’ın yücelerden gelen fermanı (bk. c-l-l)hads: güçlü sezgi (bk. ḥ-d-s̱)
hakikat-i hariciye: dışa ait, görünen gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)harab-ı âlem: âlemi yıkıp bozma (bk. a-l-m)
haşir: öldükten sonra âhirette tekrar diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r)ihyâ-yı âlem: âlemi yeniden diriltme (bk. ḥ-y-y; a-l-m)
iman-ı kâmil: tam ve mükemmel iman (bk. e-m-n; k-m-l)intizam-ı kasdî: özellikle ve kasden yapılmış bir düzen (bk. n-ẓ-m; ḳ-ṣ-d)
kanun-u zîşuur: şuur, bilinç sahibi kanun (bk. ḳ-n-n; ẕî; ş-a-r)kat’î: kesin
kavânin: kanunlar (bk. ḳ-n-n)kavî: kuvvetli
kudret-i ezeliye: başlangıcı olmayan, ezelden beri var olan Allah’ın kudreti, güç ve kuvveti (bk. ḳ-d-r; e-z-l)kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
kıymettar: kıymetli, değerlilemeât-ı kast: amaç ve hedefi gösteren parıltılar (bk. ḳ-ṣ-d)
mazhar: erişme, sahip olma (bk. ẓ-h-r)medar: kaynak
menba: kaynakmevcut: var olma (bk. v-c-d)
mevt-i dünya: dünyanın ölümü (bk. m-v-t)muhtasar: kısaca
muktazi: gerekçemuktedir: gücü yeten, iktidar sahibi (bk. ḳ-d-r)
mümkün: olabilir (bk. m-k-n)namus-u zîhayat: hayat sahibi kanun (bk. n-m-s; ẕî; ḥ-y-y)
nevi: türnizam-ı ekmel: en mükemmel ve eksiksiz düzen (bk. n-ẓ-m; k-m-l)
nur-u kast: amaç ve hedef nuru, ışığı (bk. n-v-r; ḳ-ṣ-d)reşahât-ı ihtiyar: irade ve dileme sızıntıları (bk. ḫ-y-r)
saadet: mutluluksaadet-i ebediye: sonsuz mutluluk (bk. e-b-d)
sıfat-ı irade: Allah’ın irade ve dileme niteliği, sıfatı (bk. v-ṣ-f; r-v-d)tarz: şekil, biçim
tecellî: yansıma (bk. c-l-y)ulvî: yüce
umum: bütün, genelvaki: olmuş
vücud: varlık (bk. v-c-d)vücud-u hâricî: yokluktan veya ilim dairesinden varlık âlemine çıkmış olan (bk. v-c-d)
zikretme: anma, belirtmeziya-yı irade: irade ışığı (bk. r-v-d)
ziyade: çok, fazlazîhayat: hayat sahibi, canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y)
zîvücut: varlık sahibi (bk. ẕî; v-c-d)zîşuur: şuur sahibi, bilinçli (bk. ẕî; ş-a-r)
âlem-i emir: kanunlar âlemi; Cenâb-ı Hakkın emir ve kudretinin doğrudan hükmettiği âlem (bk. a-l-m)şe’n: iş, durum, hal (bk. ş-e-n)
şuursuz: bilinçsiz, idraksiz (bk. ş-a-r)

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dokuzuncu Söz - Sayfa 701

lem’a-i ihtiyar, her terkipte bir şule-i hikmet, semerâtının şehadetiyle nazar-ı dikkate çarpıyor.

İşte, eğer saadet-i ebediye olmazsa, şu esaslı nizam, bir suret-i zaife-i vâhiyeden ibaret kalır. Yalancı, esassız bir nizam olur. Nizam ve intizamın ruhu olan mâneviyat ve revâbıt ve niseb, hebâ olup gider.

Demek, nizamı nizam eden, saadet-i ebediyedir. Öyle ise, nizam-ı âlem, saadet-i ebediyeye işaret ediyor.

İKİNCİ MEDAR: Hilkat-i kâinatta bir hikmet-i tâmme görünüyor. Evet, inâyet-i ezeliyenin timsali olan hikmet-i İlâhiye, kâinatın umumunda gösterdiği maslahatların riayeti ve hikmetlerin iltizamı lisanıyla, saadet-i ebediyeyi ilân eder. Çünkü, saadet-i ebediye olmazsa, şu kâinatta bilbedâhe sabit olan hikmetleri, faideleri mükâbere ile inkâr etmek lâzım gelir. Onuncu Sözün Onuncu Hakikati bu hakikati güneş gibi gösterdiğinden, ona iktifâen burada ihtisar ederiz.

ÜÇÜNCÜ MEDAR: Akıl ve hikmet ve istikrâ ve tecrübenin şehadetleriyle sabit olan hilkat-i mevcudattaki adem-i abesiyet ve adem-i israf, saadet-i ebediyeye işaret eder.

Fıtratta israf ve hilkatte abesiyet olmadığına delil, Sâni-i Zülcelâlin, herşeyin hilkatinde en kısa yolu ve en yakın ciheti ve en hafif sureti ve en güzel keyfiyeti ihtiyar ve intihap etmesidir ve bazan birşeyi yüz vazifeyle tavzif etmesidir ve bir ince şeye bin meyve ve gayeleri takmasıdır. Madem israf yok ve abesiyet olmaz. Elbette saadet-i ebediye olacaktır. Çünkü, dönmemek üzere adem, herşeyi abes eder, herşey israf olur.

Umum fıtratta, ezcümle insanda, fenn-i menâfiü’l-âzâ şehadetiyle sabit olan adem-i israf gösteriyor ki, insanda olan hadsiz istidâdât-ı mâneviye ve nihayetsiz



Sâni-i Zülcelâl: herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan, sonsuz büyüklük ve haşmet sahibi Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-l-l)abes: faydasız, gayesiz, boş
abesiyet: faydasızlık ve gayesizlikadem: hiçlik, yokluk
adem-i abesiyet: boş ve anlamsız olmamaadem-i israf: israfsızlık (bk. s-r-f)
bilbedâhe: ap açık bir şekildecihet: taraf, yön
ezcümle: örneğin, meselafenn-i menâfiü’l-âzâ: insan organlarının neye yaradığını araştıran ilim
fıtrat: yaratılış (bk. f-ṭ-r)hadsiz: sayısız
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hebâ olmak: boşa gitmek
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olduğunu gösteren ilim (bk. ḥ-k-m)hikmet-i tâmme: tam ve mükemmel hikmet; eksiksiz ve yerli yerinde iş (bk. ḥ-k-m)
hikmet-i İlâhiye: Allah’ın herşeyi bir sebep ve gayeye yönelik olarak, anlamlı ve yerli yerinde yapması (bk. ḥ-k-m; e-l-h)hilkat: yaratılış (bk. ḫ-l-ḳ)
hilkat-i kâinat: kâinatın, evrenin yaratılışı (bk. ḫ-l-ḳ; k-v-n)hilkat-i mevcudat: varlıkların yaratılışı (bk. ḫ-l-ḳ; v-c-d)
ihtisar: kısaltma, sınırlamaihtiyar: seçme, tercih etme (bk. ḫ-y-r)
iktifâen: yeterli görerekiltizam: gerekli görme
inayet-i ezeliye: ezelî olan Allah’ın inayeti, düzeni, nizamı (bk. a-n-y; e-z-l)inkâr: kabul etmeme, inanmama (bk. n-k-r)
intihap: seçmeintizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m)
israf: savurganlık (bk. s-r-f)istidâdât-ı mâneviye: manevi istidatlar, kabiliyetler (bk. a-d-d; a-n-y)
istikrâ: etraflı bilgilerden umumî bir netice çıkarmakkeyfiyet: özellik, nitelik
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)lem’a-i ihtiyar: irade ve dileme parıltısı (bk. ḫ-y-r)
lisan: dilmaslahat: fayda, gaye (bk. ṣ-l-ḥ)
medar: kaynakmâneviyat: mânevî âleme ait olan şeyler (bk. a-n-y)
mükâbere: büyüklük taslayarak doğruyu kabul etmeme (bk. k-b-r)nazar-ı dikkat: dikkatli bakış (bk. n-ẓ-r)
niseb: bağlar (bk. n-s-b)nizam: düzen (bk. n-ẓ-m)
nizam-ı âlem: âlemin düzeni (bk. n-ẓ-m; a-l-m)revâbıt: bağlantılar
riayet: uyma, gözetmesaadet-i ebediye: sonsuz mutluluk (bk. e-b-d)
semerât: meyveler, neticelersuret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
suret-i zaife-i vâhiye: zayıf ve esassız görüntü (bk. ṣ-v-r)tavzif: vazifelendirme, görevlendirme
terkip: birleştirme; birleşik şeytimsal: suret, görüntü (bk. m-s̱-l)
umum: bütün, genelşehadet: şahitlik (bk. ş-h-d)
şule-i hikmet: hikmet ışıltısı (bk. ḥ-k-m)

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dokuzuncu Söz - Sayfa 702

âmâl ve efkâr ve müyûlât dahi israf edilmeyecektir. Öyle ise, insandaki o esaslı meyl-i tekemmül, bir kemâlin vücudunu gösterir ve o meyl-i saadet, saadet-i ebediyeye namzet olduğunu kat’î olarak ilân eder. Öyle olmazsa, insanın mahiyet-i hakikiyesini teşkil eden o esaslı mâneviyat, o ulvî âmâl, hikmetli mevcudatın hilâfına olarak, israf ve abes olur, kurur, hebâen gider. Şu hakikat, Onuncu Sözün On Birinci Hakikatinde ispat edildiğinden, kısa kesiyoruz.

DÖRDÜNCÜ MEDAR: Pek çok nevilerde, hattâ gece ve gündüzde, kış ve baharda ve cevv-i havada, hattâ insanın şahıslarında, müddet-i hayatında değiştirdiği bedenler ve mevte benzeyen uyku ile haşir ve neşre benzer birer nevi kıyamet, bir kıyamet-i kübrânın tahakkukunu ihsas ediyor, remzen haber veriyorlar.

Evet, meselâ haftalık bizim saatimizin saniye ve dakika ve saat ve günlerini sayan çarklarına benzeyen, Allah’ın dünya denilen büyük saatindeki yevm, sene, ömr-ü beşer, deverân-ı dünya, birbirine mukaddime olarak birbirinden haber veriyor, döner, işlerler. Geceden sonra sabahı, kıştan sonra baharı işledikleri gibi, mevtten sonra subh-u kıyamet o destgâhtan, o saat-i uzmâdan çıkacağını remzen haber veriyorlar.

Bir şahsın müddet-i ömründe başına gelmiş birçok kıyamet çeşitleri vardır. Her gece bir nevi ölmekle, her sabah bir nevi dirilmekle emârât-ı haşri gördüğü gibi, beş altı senede bil’ittifak bütün zerrâtını değiştirerek, hattâ bir senede iki defa tedricî bir kıyamet ve haşir taklidini görmüş. Hem, hayvan ve nebat nevilerinde üç yüz binden ziyade haşir ve neşir ve kıyamet-i nev’iyeyi her baharda müşahede ediyor. İşte, bu kadar emârat ve işârât-ı haşriye ve bu kadar alâmat ve rumuzât-ı neşriye, elbette kıyamet-i kübrânın tereşşuhâtı hükmünde, o haşre işaret ediyorlar.

Bir Sâni-i Hakîm tarafından, nevilerde böyle kıyamet-i nev’iyeyi, yani bütün


Sâni-i Hakîm: herşeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah (bk. ṣ-n-a; ḥ-k-m)abes: faydasız, gayesiz, boş
alâmat: alametler, işaretlerbil’ittifak: ittifakla, birleşerek
cevv-i hava: hava boşluğu, uzaydeverân-ı dünya: dünyanın devreleri
efkâr: fikirler, düşünceler (bk. f-k-r)emârat: belirtiler, izler
emârât-ı haşr: haşrin belirtileri, işaretleri (bk. ḥ-ş-r)hakikat: gerçek ve doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
haşir: öldükten sonra âhirette tekrar diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r)haşir ve neşir: öldükten sonra tekrar diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma ve tekrar dağılıp yayılma (bk. ḥ-ş-r)
hebâen: boşu boşunahikmet: herşeyin bir gayeye yönelik olarak, anlamlı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hilâf: aykırılıkihsas etme: hissettirme
israf: savurganlık (bk. s-r-f)işârât-ı haşriye: haşrin işaretleri (bk. ḥ-ş-r)
kat’î: kesinkemâl: mükemmellik (bk. k-m-l)
kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m)kıyamet-i kübrâ: büyük kıyamet (bk. ḳ-v-m; k-b-r)
kıyamet-i nev’i: bir tür ve cinsin ölüp dirilmesi (bk. ḳ-v-m)mahiyet-i hakikiye: gerçek mahiyet, nitelik (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
medar: kaynakmevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)
mevt: ölüm (bk. m-v-t)meyl-i saadet: mutlu olma eğilimi
meyl-i tekemmül: mükemmelleşme eğilimi (bk. k-m-l)mukaddime: başlangıç, öncü (bk. ḳ-d-m)
mâneviyat: mânevî, soyut şeyler (bk. a-n-y)müddet-i hayat: ömür süresi (bk. ḥ-y-y)
müddet-i ömür: yaşam süresimüyûlât: meyiller, eğilimler
müşahede: gözlemek (bk. ş-h-d)namzet: aday
nebat: bitkinevi: tür, çeşit
remzen: işaretenrumuzât-ı neşriye: âhiretteki dirilişin ince delilleri
saadet-i ebediye: sonsuz mutluluk (bk. e-b-d)saat-i uzmâ: büyük saat (bk. a-ẓ-m)
subh-u kıyamet: kıyamet sabahı (bk. ḳ-v-m)tahakkuk: gerçekleşme (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
tedricî: yavaş yavaş, derece derecetereşşuhât: sızıntılar, izler
teşkil eden: oluşturanulvî: yüce
vücut: varlık (bk. v-c-d)yevm: gün
zerrât: zerreler, hücrelerziyade: fazla
âmâl: ameller, işler, davranışlarömr-ü beşer: insan ömrü

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dokuzuncu Söz - Sayfa 703

nebâtat köklerini ve bir kısım hayvanları aynen baharda ihyâ etmek ve yaprakları ve çiçekleri ve meyveleri gibi sair bir kısım şeyleri aynıyla değil, misliyle iade ederek bir nevi haşir ve neşir yapmak, herbir şahs-ı insanîde kıyamet-i umumiye içinde bir kıyamet-i şahsiyeye delil olabilir. Çünkü, insanın birtek şahsı, başkasının bir nev’i hükmündedir. Zira, fikir nuru, insanın âmâline ve efkârına öyle bir genişlik vermiş ki, mazi ve müstakbeli ihata eder; dünyayı dahi yutsa tok olmaz. Sair nevilerde fertlerin mahiyeti cüz’iyedir, kıymeti şahsiyedir, nazarı mahduttur, kemâli mahsurdur, lezzeti ve elemi ânidir. Beşerin ise, mahiyeti ulviyedir, kıymeti gàliyedir, nazarı âmmdır, kemâli hadsizdir, mânevî lezzeti ve elemi kısmen daimîdir. Öyle ise, bilmüşahede sair nevilerde tekerrür eden bir çeşit kıyametler, haşirler, şu kıyamet-i kübrâ-yı umumiyede her şahs-ı insanî aynıyla iade edilerek haşredilmesine remzeder, haber verir. Onuncu Sözün Dokuzuncu Hakikatinde iki kere iki dört eder derecesinde kat’iyetle ispat edildiğinden, burada ihtisar ederiz.

BEŞİNCİ MEDAR: Beşerin cevher-i ruhunda derc edilmiş gayr-ı mahdut istidadat ve o istidadatta mündemiç olan gayr-ı mahsur kabiliyetler ve o kabiliyetlerden neş’et eden hadsiz meyiller ve o hadsiz meyillerden hasıl olan nihayetsiz emeller ve o nihayetsiz emellerden tevellüt eden gayr-ı mütenâhi efkâr ve tasavvurât-ı insaniye, şu âlem-i şehadetin arkasında bulunan saadet-i ebediyeye elini uzatmış, ona gözünü dikmiş, o tarafa müteveccih olmuş olduğunu ehl-i tahkik görüyor.

İşte, hiç yalan söylemeyen fıtrat ve fıtrattaki şu kat’î ve şedit ve sarsılmaz meyl-i saadet-i ebediye, saadet-i ebediyenin tahakkukuna dair, vicdana bir hads‑i kat’î veriyor. Onuncu Sözün On Birinci Hakikati, bu hakikati gündüz gibi gösterdiğinden, kısa kesiyoruz.



beşer: insanbilmüşahede: görüldüğü gibi (bk. ş-h-d)
cevher-i ruh: ruhun özü (bk. r-v-ḥ)cüz’iye: ferdî (bk. c-z-e)
daimî: devamlıderc etmek: yerleştirmek
efkâr: fikirler, düşünceler (bk. f-k-r)ehl-i tahkik: gerçeği delilleriyle bilen âlimler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
elem: acı, üzüntüemel: arzu, istek
fert: şahıs, kişi (bk. f-r-d)fıtrat: yaratılış (bk. f-ṭ-r)
gayr-ı mahdut: sınırsızgayr-ı mahsur: sınırlanmamış
gayr-ı mütenâhi: sonsuzgàliye: kıymetli, pahalı
hads-i kat’î: kesin ve doğru sezgihadsiz: sınırsız
hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hasıl olma: meydana gelme
haşir ve neşir: yeniden dirilip toplanma ve tekrar dağılıp yayılma (bk. ḥ-ş-r)haşredilme: öldükten sonra âhirette yeniden diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r)
ihata etme: kuşatmaihtisar: kısaltma
ihyâ etmek: hayat vermek, diriltmek (bk. ḥ-y-y)istidadat: istidatlar, kabiliyetler (bk. a-d-d)
kat’iyet: kesinlikkat’î: kesin
kemâl: mükemmel (bk. k-m-l)kıyamet-i kübrâ-yı umumiye: umumî olan büyük kıyamet (bk. ḳ-v-m; k-b-r)
kıyamet-i umumiye: genel, herşeyi içine alan kıyamet (bk. ḳ-v-m)kıyamet-i şahsiye: kişinin kıyameti (bk. ḳ-v-m)
mahdut: sınırlımahiyet: özellik, nitelik
mahsur: sınırlanmışmazi: geçmiş
medar: kaynakmeyil: eğilim, arzu
meyl-i saadet-i ebediye: sonsuz mutluluğa olan eğilim, arzu(bk. e-b-d)misil: benzer (bk. m-s̱-l)
mündemiç: içine alanmüstakbel: gelecek
müteveccih: yönelmenazar: bakış (bk. n-ẓ-r)
nebâtat: bitkilernevi: tür, çeşit
neş’et etme: doğmanihayetsiz: sonsuz
remz: ince, gizli işaretsaadet-i ebediye: sonsuz mutluluk (bk. e-b-d)
sair: diğertahakkuk: gerçekleşme (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
tasavvurât-ı insaniye: insanın düşünceleri, hayalleri (bk. ṣ-v-r)tekerrür: tekrarlanma
tevellüt: doğmaulviye: yüce
zira: çünküâlem-i şehadet: görünen âlem (bk. a-l-m; ş-h-d)
âmm: genelâmâl: ameller, işler
şahs-ı insanî: insanın kişiliğişedit: şiddetli

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dokuzuncu Söz - Sayfa 704

ALTINCI MEDAR: Rahmân-ı Rahîm olan şu mevcudatın Sâni-i Zülcemâlinin rahmeti, saadet-i ebediyeyi gösteriyor. Evet, nimeti nimet eden, nimeti nıkmetlikten halâs eden ve mevcudatı firak-ı ebedîden hasıl olan vâveylâlardan kurtaran saadet-i ebediyeyi, o rahmetin şe’nindendir ki, beşerden esirgemesin. Çünkü, bütün nimetlerin re’si, reisi, gayesi, neticesi olan saadet-i ebediye verilmezse, dünya öldükten sonra âhiret suretinde dirilmezse, bütün nimetler nıkmetlere tahavvül ederler. O tahavvül ise, bilbedâhe ve bizzarure ve umum kâinatın şehadetiyle muhakkak ve meşhud olan rahmet-i İlâhiyenin vücudunu inkâr etmek lâzım gelir. Halbuki, rahmet, güneşten daha parlak bir hakikat-i sabitedir.

Bak, rahmetin cilvelerinden ve lâtif âsârından olan aşk ve şefkat ve akıl nimetlerine dikkat et. Eğer firak-ı ebedî ve hicrân-ı lâyezâlîye, hayat-ı insaniye incirar edeceğini farz etsen, görürsün ki, o lâtif muhabbet en büyük bir musibet olur. O leziz şefkat en büyük bir illet olur. O nuranî akıl en büyük bir belâ olur. Demek rahmet—çünkü rahmettir—hicrân-ı ebedîyi, muhabbet-i hakikiyeye karşı çıkaramaz. Onuncu Sözün İkinci Hakikati bu hakikati gayet güzel bir surette gösterdiğinden, burada ihtisar edildi.

YEDİNCİ MEDAR: Şu kâinatta görünen ve bilinen bütün letâif, bütün mehâsin, bütün kemâlât, bütün incizâbat, bütün iştiyâkat, bütün terahhumat birer mânâdır, birer mazmundur, birer kelime-i mâneviyedir ki, şu kâinatın Sâni-i Zülcelâlinin lütuf ve merhametinin tecelliyâtını, ihsan ve kereminin cilvelerini bizzarure, bilbedâhe kalbe gösterir, aklın gözüne sokuyor.

Madem şu âlemde bir hakikat vardır. Bilbedâhe hakikî rahmet vardır. Madem hakikî rahmet vardır. Saadet-i ebediye olacaktır. Onuncu Sözün Dördüncü Hakikati, İkinci Hakikati ile beraber şu hakikati gündüz gibi aydınlatmıştır.



Rahmân-ı Rahîm: kullarına karşı sınırsız rahmet sahibi olan ve rahmetinin eserleri dünya ve âhireti dolduran Allah (bk. r-ḥ-m)Sâni-i Zülcelâl: herşeyi san’atla yapan büyüklük ve haşmet sahibi Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-l-l)
Sâni-i Zülcemâl: sonsuz güzellik sahibi olan ve herşeyi sanatla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-m-l)belâ: musibet, sıkıntı
beşer: insanbilbedâhe: ap açık bir şekilde
bizzarure: zorunlu olarakcilve: yansıma, görüntü (bk. c-l-y)
farz etmek: varsaymakfirak-ı ebedî: sonsuz ayrılık (bk. f-r-ḳ; e-b-d)
hakikat: gerçek ve doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hakikat-i sabite: sabit ve değişmez gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
halâs etmek: kurtarmakhasıl olma: meydana gelme
hayat-ı insaniye: insan hayatı (bk. ḥ-y-y)hicrân-ı ebedî: sonsuz ayrılık acısı (bk. e-b-d)
hicrân-ı lâyezâlî: yok olmayan ayrılık acısı (bk. z-v-l)ihsan: bağış, iyilik, lütuf (bk. ḥ-s-n)
ihtisar: kısaltmaillet: hastalık
incirar: sonuçlanmaincizâbat: çekicilikler
inkâr: kabul etmeme, inanmama (bk. n-k-r)iştiyâkat: çok kuvvetli arzu ve istekler
kelime-i mâneviye: mânevî, soyut söz (bk. k-l-m; a-n-y)kemâlât: mükemmellikler (bk. k-m-l)
kerem: cömertlik, ikram (bk. k-r-m)kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
letâif: güzel ve hoş şeyler (bk. l-ṭ-f)leziz: lezzetli
lâtif: hoş, güzel (bk. l-ṭ-f)lütuf: iyilik, ihsan, bağış (bk. ḥ-s-n)
mazmun: anlam, kavrammedar: kaynak
mehâsin: güzellikler (bk. ḥ-s-n)merhamet: şefkat, acıma, iyilik etme (bk. r-ḥ-m)
mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)meşhud: görünen (bk. ş-h-d)
muhabbet: sevgi (bk. ḥ-b-b)muhabbet-i hakikiye: gerçek sevgi (bk. ḥ-b-b; ḥ-ḳ-ḳ)
muhakkak: kesin (bk. ḥ-ḳ-ḳ)musibet: felaket, belâ
mânâ: anlam (bk. a-n-y)nuranî: nurlu, parlak (bk. n-v-r)
nıkmet: azap, ceza, nimetin zıttırahmet: merhamet, şefkat (bk. r-ḥ-m)
rahmet-i İlâhiye: Allah’ın herşeyi kuşatan sonsuz rahmeti (bk. r-ḥ-m; e-l-h)reis: başkan
re’s: başsaadet-i ebediye: sonsuz mutluluk (bk. e-b-d)
suret: şekil (bk. ṣ-v-r)tahavvül: dönüşme
tecelliyât: yansımalar (bk. c-l-y)terahhumat: şefkat ve marhamet göstermeler (bk. r-ḥ-m)
umum: bütünvâveylâ: feryad
vücud: varlık (bk. v-c-d)âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki sonsuz hayat (bk. e-ḫ-r)
âlem: dünya (bk. a-l-m)âsâr: eserler
şefkat: içten ve karşılıksız merhamet, sevgi (bk. ş-f-ḳ)şehadet: şahitlik (bk. ş-h-d)
şe’n: özellik, belirleyici nitelik (bk. ş-e-n)

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dokuzuncu Söz - Sayfa 705

SEKİZİNCİ MEDAR: İnsanın fıtrat-ı zîşuuru olan vicdanı, saadet-i ebediyeye bakar, gösterir. Evet, kim kendi uyanık vicdanını dinlerse, “Ebed, ebed!” sesini işitecektir. Bütün kâinat o vicdana verilse, ebede karşı olan ihtiyacının yerini dolduramaz. Demek o vicdan, o ebed için mahlûktur. Demek, bu vicdanî olan incizap ve cezbe, bir gaye-i hakikiyenin ve bir hakikat-i cazibedârın yalnız cezbiyle olabilir. Onuncu Sözün On Birinci Hakikatinin Hâtimesi bu hakikati göstermiştir.

DOKUZUNCU MEDAR: Sadık, masduk, musaddak olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmın ihbarıdır. Evet, o zâtın sözleri saadet-i ebediyenin kapılarını açmıştır ve onun kelâmları saadet-i ebediyeye karşı birer penceredir. Zaten bütün enbiyanın icmâını ve bütün evliyanın tevatürünü elinde tutmuş, bütün kuvvetiyle bütün dâvâları, tevhid-i İlâhîden sonra şu haşir ve saadet noktasında temerküz ediyor. Acaba şu kuvveti sarsacak birşey var mıdır? Onuncu Sözün On İkinci Hakikati şu hakikati pek zâhir bir surette göstermiştir.

ONUNCU MEDAR: On üç asırda yedi vech ile i’câzını muhafaza eden ve, Yirmi Beşinci Sözde ispat edildiği üzere, kırk adet envâ-ı i’câzıyla mu’cize olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın ihbârât-ı kat’iyesidir. Evet, o Kur’ân’ın nefs-i ihbarı, haşr-i cismanînin keşşafıdır ve şu tılsım-ı muğlâk-ı âlemin ve şu remz-i hikmet-i kâinatın miftahıdır.

Hem o Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın tazammun ettiği ve mükerreren tefekküre emredip nazara vaz eylediği berâhin-i akliye-i kat’iye binlerdir. Ezcümle, bir kıyas-ı temsilîyi tazammun eden
blank.gif
1
قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِىۤ اَنْشَاَهَاۤ اَوَّلَ مَرَّةٍ


[NOT]Dipnot-1
“De ki: Onu hiçten bu derece hikmetli bir surette kim inşa etmişse, Odur ki onu âhirette diriltecektir.” Yâsin Sûresi, 36:79.[/NOT]



Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m)Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân: açıklamalarıyla mu’cize olan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n)
Muhammed-i Arabî: Arapların içinden çıkan peygamberimiz Muhammed (a.s.m.) (bk. ḥ-m-d)berâhin-i akliye-i kat’iye: kesin aklî deliller
cezb: çekmecezbe: kendinden geçme
ebed: sonu olmayan, sonsuzluk (bk. e-b-d)enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)
envâ-ı i’câz: mucizelik çeşitleri (bk. a-c-z)evliya: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y)
ezcümle: meselâ, örneğinfıtrat-ı zîşuur: şuurlu yaratılış (bk. f-ṭ-r; ẕî; ş-a-r)
gaye-yi hakikiye: gerçek gaye, amaç (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hakikat: gerçek ve doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat-i cazibedâr: çekici hakikat, cazibeli gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)haşir: öldükten sonra âhirette tekrar diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r)
haşr-i cismanî: bedenle birlikte diriliş (bk. ḥ-ş-r)hâtime: sonuç, son bölüm
icmâ: fikir birliği (bk. c-m-a)ihbar: haber verme
ihbârât-ı kat’iye: kesin haberlerincizap: kendine çekme
i’câz: mucize oluş (bk. a-c-z)kelâm: söz, konuşma (bk. k-l-m)
keşşaf: keşfedici, açığa çıkarıcı (bk. k-ş-f)kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
kıyas-ı temsilî: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)mahlûk: yaratılmış (bk. ḫ-l-ḳ)
masduk: tasdik edilmiş (bk. s-d-ḳ)medar: kaynak
miftah: anahtarmuhafaza: koruma (bk. ḥ-f-ẓ)
musaddak: doğrulanmış (bk. ṣ-d-ḳ)mu’cize: insanların yapmada aciz kaldıkları ve ancak Allah tarafından peygamberlere verilen olağanüstü hâl ve hareket (bk. a-c-z)
mükerreren: tekrarlanazar: dikkat (bk. n-ẓ-r)
nefs-i ihbar: ihbarın kendisi (bk. n-f-s)remz-i hikmet-i kâinat: kâinattaki hikmetin ince işareti (bk. ḥ-k-m; k-v-n)
saadet: mutluluksaadet-i ebediye: sonsuz mutluluk (bk. e-b-d)
sadık: doğru söyleyen (bk. s-d-ḳ)suret: şekil (bk. ṣ-v-r)
tazammun etme: içine almatefekkür: etraflıca ve derinlemesine düşünme (bk. f-k-r)
temerküz: bir merkezde toplanmatevatür: doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber
tevhid-i İlâhî: Allah’ın birliği (bk. e-l-h; v-ḥ-d)tılsım-ı muğlâk-ı âlem: kâinattaki anlaşılması zor sır (bk. a-l-m)
vaz: koyma, yerleştirmevech: yön
vicdanî: vicdana aitzâhir: açık (bk. ẓ-h-r)

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dokuzuncu Söz - Sayfa 706

ve
blank.gif
1
وَقَدْ خَلَقَكُمْ اَطْوَارًا ve bir delil-i adalete işaret eden

blank.gif
2
وَمَا رَبُّكَ بِظَلاَّمٍ لِلْعَبِيدِ gibi pek çok âyat ile haşr-i cismanîdeki saadet-i ebediyeyi gösterecek pek çok dürbünleri nazar-ı beşerin dikkatine vaz etmiştir. Kur’ân’ın sair âyetlerle izah ettiği şu وَقَدْ خَلَقَكُمْ اَطْوَارًا ve

قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِىۤ اَنْشَاَهَاۤ اَوَّلَ مَرَّةٍ
blank.gif
3
deki kıyas-ı temsilînin hülâsasını Nokta Risalesinde şöyle beyan etmişiz ki:

Vücud-u insan, tavırdan tavra geçtikçe acip ve muntazam inkılâplar geçiriyor. Nutfeden alâkaya, alâkadan mudgaya, mudgadan azm ve lâhme, azm ve lâhimden halk-ı cedîde, yani insan suretine inkılâbı, gayet dakik düsturlara tâbidir. O tavırların herbirisinin öyle kavânîn-i mahsusa ve öyle nizâmât-ı muayyene ve öyle harekât-ı muttarıdaları vardır ki, cam gibi, altında bir kast, bir irade, bir ihtiyar, bir hikmetin cilvelerini gösterir.

İşte, şu tarzda o vücudu yapan Sâni-i Hakîm, her sene bir libas gibi o vücudu değiştirir. O vücudun değiştirilmesi ve bekàsı için, inhilâl eden eczaların yerini dolduracak, çalışacak yeni zerrelerin gelmesi için bir terkibe muhtaçtır. İşte o beden hücreleri, muntazam bir kanun-u İlâhî ile yıkıldığından, yine muntazam bir kanun-u Rabbânî ile tamir etmek için, rızık namıyla bir madde-i lâtifeyi ister ki, o beden uzuvlarının ayrı ayrı hacetleri nisbetinde, Rezzâk-ı Hakikî, bir kanun-u mahsusla taksim ve tevzi ediyor.Şimdi, o Rezzâk-ı Hakîmin gönderdiği o madde-i lâtifenin etvârına bak. Göreceksin ki,


[NOT]Dipnot-1
“O sizi halden hale sokarak yarattı.” Nuh Sûresi, 71:14.
Dipnot-2
“Rabbin, kullarına haksızlık edecek değildir.” Fussılet Sûresi, 41:46.
Dipnot-3
“De ki: Onu hiçten bu derece hikmetli bir surette kim inşa etmişse, Odur ki onu âhirette diriltecektir.” Yâsin Sûresi, 36:79.[/NOT]



Nokta Risalesi: Mesnevî-i Nuriye’de yer almaktadır (bk. r-s-l)Rezzâk-ı Hakikî: gerçek rızık verici Allah (bk. r-z-ḳ; ḥ-ḳ-ḳ)
Rezzâk-ı Hakîm: hikmet sahibi rızık verici Allah (bk. r-z-ḳ; ḥ-k-m)Sâni-i Hakîm: herşeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah (bk. ṣ-n-a; ḥ-k-m)
acip: şaşırtıcı, hayret vericialâka: kan pıhtısı, embriyo
azm: kemikbekà: süreklilik, devamlılık (bk. b-ḳ-y)
beyan: açıklama (bk. b-y-n)cilve: görüntü, yansıma (bk. c-l-y)
dakik: incedelil-i adalet: adalet delili (bk. a-d-l)
düstur: kural, prensipecza: parçalar (bk. c-z-e)
etvâr: haller, tavırlarhacet: ihtiyaç (bk. ḥ-v-c)
halk-ı cedîd: yeni yaratılış (bk. ḫ-l-ḳ)harekât-ı muttarıda: birbirini düzenli şekilde izleyen hareketler
haşr-i cismanî: bedenle birlikte diriliş (bk. ḥ-ş-r)hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hülâsa: özetihtiyar: seçim, istek, tercih (bk. ḫ-y-r)
inhilâl: bozulma, dağılmainkılâp: değişim, dönüşüm
irade: dileme, tercih (bk. r-v-d)kanun-u Rabbânî: Allah’ın kanunu (bk. ḳ-n-n; r-b-b)
kanun-u mahsus: özel kanun (bk. ḳ-n-n)kanun-u İlâhî: Allah’ın kanunu (bk. ḳ-n-n; e-l-h)
kast: amaç, hedef (bk. ḳ-ṣ-d)kavânîn-i mahsusa: özel kanunlar (bk. ḳ-n-n)
kıyas-ı temsilî: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)libas: elbise
lâhm: etmadde-i lâtife: güzel ve hoş madde (bk. l-ṭ-f)
mudga: et parçasımuntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m)
nazar-ı beşer: insanın dikkati (bk. n-ẓ-r)nisbet: oran (bk. n-s-b)
nizâmât-ı muayyene: belirli düzenler (bk. n-ẓ-m)nutfe: memelilerin yaratıldığı su, meni
saadet-i ebediye: sonsuz mutluluk (bk. e-b-d)sair: diğer
suret: şekil, görünüş (bk. ṣ-v-r)taksim: bölüştürme, paylaştırma
terkip: birleştirme, senteztevzi: dağıtma
tâbi: bağlıuzuv: organ
vaz etme: koyma, yerleştirmevücud-u insan: insan bedeni (bk. v-c-d)
zerre: atom, en küçük madde parçasıâyat: ayetler

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dokuzuncu Söz - Sayfa 707

o maddenin zerrâtı, bir kafile gibi küre-i havada, toprakta, suda dağılmışken, birden hareket emrini almışlar gibi bir hareket-i kasdîyi işmam eden bir keyfiyetle toplanıyorlar. Güya onlardan herbir zerre bir vazifeyle bir muayyen mekâna gitmek için memurdur gibi, gayet muntazam toplanıyorlar. Hem gidişatından görünüyor ki, bir Fâil-i Muhtarın bir kanun-u mahsusuyla sevk edilip, cemâdat âleminden mevâlide, yani zîhayat âlemine girerler. Sonra, nizâmât-ı muayyene ve harekât-ı muttarıda ile ve desâtir-i mahsusa ile, rızık olarak bir bedene girip, o beden içinde dört matbahta pişirildikten sonra ve dört inkılâbât-ı acîbeyi geçirdikten sonra ve dört süzgeçten süzüldükten sonra, bedenin aktârına yayılarak, bütün muhtaç olan âzâların muhtelif ve ayrı ayrı derece-i ihtiyaçlarına göre, Rezzâk-ı Hakikînin inâyetiyle ve muntazam kanunlarıyla inkısam ederler.

İşte, o zerrattan hangi zerreye bir nazar-ı hikmetle baksan göreceksin ki, basîrâne, muntazamâne, semîâne, alîmâne sevk olunan o zerreye, kör ittifak, kanunsuz tesadüf, sağır tabiat, şuursuz esbab hiç ona karışamaz. Çünkü, herbirisi, unsur-u muhitten tut, tâ beden hücresine kadar, hangi tavra girmişse, o tavrın kavânîn-i muayyenesiyle güya ihtiyaren amel ediyor, muntazaman giriyor. Hangi tabakaya sefer etmişse, öyle muntazam adım atıyor ki, bilbedâhe bir Sâik-i Hakîmin emriyle gidiyor gibi görünüyor. İşte, böyle muntazam tavırdan tavra, tabakadan tabakaya, git gide, hedef-i maksadından ayrılmayarak, tâ makam-ı lâyıkına, meselâ Tevfik’in gözbebeğine emr-i Rabbânî ile girer, oturur, çalışır. İşte bu halde, yani erzaktaki tecellî-i rububiyet gösteriyor ki, iptidâ o zerreler muayyen idiler, muvazzaf idiler, o makamlar için namzet idiler. Güya herbirisinin alnında


Fâil-i Muhtar: kendi istek ve iradesi ile iş gören Fâil, Allah (bk. f-a-l; ḫ-y-r)Rezzâk-ı Hakikî: gerçek rızık verici olan Allah (bk. r-z-ḳ; ḥ-ḳ-ḳ)
Sâik-i Hakîm: herşeyi hikmetli bir şekilde bir amaca yönlendiren Allah (bk. ḥ-k-m)Tevfik: (bk. bilgiler-Şamlı Hâfız Tevfik Göksu)
aktâr: her tarafalîmâne: bilerek (bk. a-l-m)
amel etmek: davranmakbasîrâne: görerek (bk. b-ṣ-r)
bilbedâhe: ap açık bir şekildecemâdat âlemi: cansız varlıklar âlemi (bk. a-l-m)
derece-i ihtiyaç: ihtiyaç derecesi (bk. ḥ-v-c)desâtir-i mahsusa: özel kurallar
emr-i Rabbânî: Allah’ın emri (bk. r-b-b)erzak: rızıklar (bk. r-z-ḳ)
esbap: sebepler (bk. s-b-b; s-b-b)gayet: çok
gidişat: hal, vaziyetgüya: sanki
hareket-i kasdî: amaçlı bir hareket (bk. ḳ-ṣ-d)harekât-ı muttarıda: birbirini izleyen düzenli hareketler
hedef-i maksad: asıl gaye, kastedilen hedef (bk. ḳ-ṣ-d)ihtiyaren: kendi istek ve tercihiyle (bk. ḫ-y-r)
inkılâbât-ı acîbe: şaşırtıcı ve hayret verici değişimlerinkısam etme: bölünme, kısımlara ayrılma
inâyet: yardım, ikram, düzen, nizam (bk. a-n-y)iptidâ: başlangıç
ittifak: birleşme, birlikişmam: hissettirme
kafile: grup, toplulukkanun-u mahsus: özel kanun (bk. ḳ-n-n)
kavânîn-i muayyene: belirli kanunlar (bk. ḳ-n-n)keyfiyet: nitelik, özellik
küre-i hava: hava küresi, atmosfermakam: konum, yer
makam-ı lâyık: lâyık olduğu makammatbah: mutfak
memur: görevlimevâlid: doğumla çoğalanlar
muayyen: belirlenmişmuhtelif: çeşitli
muntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m)muntazaman: düzenli olarak
muntazamâne: düzenli şekilde (bk. n-ẓ-m)muvazzaf: görevli
namzet: adaynazar-ı hikmet: varlıklardaki anlam ve ince sırları araştıran bakış (bk. n-ẓ-r; ḥ-k-m)
nizâmât-ı muayyene: belirlenmiş düzenler (bk. n-ẓ-m)semîâne: işiterek (bk. s-m-a)
sevk etme: göndermetabiat: kâinat ve içindekiler, canlı cansız varlıklar, maddî âlem (bk. ṭ-b-a)
tavır: durumtecellî-i rububiyet: rububiyetin yansıması (bk. c-l-y; r-b-b)
tesadüf: rastlantıunsur-u muhit: her yeri kaplayan unsur
zerre: atom, en küçük madde parçasızerrât: atomlar, en küçük madde parçaları
zîhayat âlemi: canlılar âlemi (bk. ẕî; ḥ-y-y; a-l-m)âzâ: organlar
şuursuz: bilinçsiz (bk. ş-a-r)

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dokuzuncu Söz - Sayfa 708

ve cephesinde “Filân hücrenin rızkı olacak” yazılı gibi bir intizamın vücudu, her adamın alnında kalem-i kader ile rızkı yazılı olduğuna ve rızkı üstünde isminin yazılı olmasına işaret eder.

Acaba mümkün müdür ki, bu derece nihayetsiz bir kudret ve muhit bir hikmetle rububiyet eden ve zerrattan tâ seyyârâta kadar bütün mevcudatı kabza-i tasarrufunda tutmuş ve intizam ve mizan dairesinde döndüren Sâni-i Zülcelâl, neş’e-i uhrâyı yapmasın veya yapamasın?

İşte, çok âyât-ı Kur’âniye, şu hikmetli neş’e-i ûlâyı nazar-ı beşere vaz ediyor; haşir ve kıyametteki neş’e-i uhrâyı ona temsil ederek istib’âdı izale eder. Der: قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِىۤ اَنْشَاَهَاۤ اَوَّلَ مَرَّةٍ
blank.gif
1
Yani, “Sizi hiçten bu derece hikmetli bir surette kim inşa etmişse, Odur ki sizi âhirette diriltecektir.” Hem der ki:

blank.gif
2
وَهُوَ الَّذِى يَبْدَؤُا الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ وَهُوَ اَهْوَنُ عَلَيْهِYani, “Sizin haşirde iadeniz, dirilmeniz, dünyadaki hilkatinizden daha kolay, daha rahattır.”

Nasıl ki bir taburun askerleri istirahat için dağılsa, sonra bir boruyla çağırılsa, kolay bir surette tabur bayrağı altında toplanmaları, yeniden bir tabur teşkil etmekten çok kolay ve çok rahattır. Öyle de, bir bedende birbiriyle imtizaçla ünsiyet ve münasebet peydâ eden zerrât-ı esasiye, Hazret-i İsrâfil Aleyhisselâmın sûru ile Hâlık-ı Zülcelâlin emrine “Lebbeyk” demeleri ve toplanmaları, aklen birinci icaddan daha kolay, daha mümkündür. Hem bütün zerrelerin toplanmaları belki lâzım değil. Nüveler ve tohumlar hükmünde olan ve hadiste acbü’z-zeneb
blank.gif
3


[NOT]Dipnot-1
Yâsin Sûresi, 36:79.

Dipnot-2
“Halkı önce yaratan, sonra tekrar diriltecek olan Odur; bu ise Onun için daha da kolaydır.” Rum Sûresi, 30:27.

Dipnot-3
bk. Buhari, Tefsîru Sûreti Zümer: 3, Tefsîru Sûreti Nebe’: 1; Müslim, Fiten: 141-143; Ebû Dâvud, Sünnet: 22; Nesâî, Cenâiz: 117; İbn-i Mâce, Zühd: 32; Muvatta, Cenâiz: 49; Müsned: 2:322, 428, 499, 3:28.[/NOT]




Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)Hazret-i İsrafil: (bk. bilgiler)
Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi, herşeyi yoktan yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; ẕü; c-l-l)Sâni-i Zülcelâl: herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan, sonsuz büyüklük ve yücelik sahibi Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-l-l)
acbü’z-zeneb: kuyruk sokumundan bulunan ve insanın tekrar yaratılışında çekirdek görevini görecek olan hücre; bir tür genetik şifrecephe: yüz
hadis: Peygamberimize ait söz, emir veya davranış (bk. ḥ-d-s̱)haşir: insanın öldükten sonra âhirette diriltilerek tekrar Allah’ın huzurunda toplanması (bk. ḥ-ş-r)
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)hikmetli: herşeyi bir gaye ve maksada yönelik olarak, anlamlı ve yerli yerinde yapılması (bk. ḥ-k-m)
hilkat: yaratılış (bk. ḫ-l-ḳ)icad: vücut verme, yoktan yaratma (bk. v-c-d)
imtizaç: kaynaşmaintizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m)
inşa: yapma, vücuda getirme (bk. n-ş-e)istib’âd: akıldan uzak görme
izale: gidermekabza-i tasarrufunda: tasarrufu altında (bk. ṣ-r-f)
kalem-i kader: kader kalemi, Allah’ın olacak hadiseleri olmadan önce bilip yazması (bk. ḳ-d-r)kudret: güç, kuvvet, iktidar (bk. ḳ-d-r)
kıyamet: kâinatın ölümünden sonra, bütün ölülerin dirilip ayağa kalkmaları, mahşerde toplanmaları (bk. ḳ-v-m)lebbeyk: “buyurunuz, emredersiniz”
mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)mizan: ölçü, denge (bk. v-z-n)
muhit: kuşatıcı, kapsamlımünasebet peyda etmek: ilişki kurmak (bk. n-s-b)
nazar-ı beşer: insanın dikkatli bakış (bk. n-ẓ-r)neş’e-i uhrâ: âhirette ikinci kez diriltilme (bk. e-ḫ-r)
neş’e-i ûlâ: insanın ilk yaratılışınihayetsiz: sonsuz
nüve: çekirdekrububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)
seyyârât: gezegenlersuret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
sûr: kıyamet gününde Hz. İsrafil’in (a.s.) üfleyeceği borutabur: bir askeri birlik
temsil: benzetme (bk. m-s̱-l)teşkil etme: oluşturma
vaz: yerleştirme, koymavücut: varlık (bk. v-c-d)
zerrat: zerreler, maddenin en küçük parçalarızerre: atom, en küçük parça
zerrât-ı esasiye: asıl parçalarâhiret: öteki dünya, öldükten sonraki sonsuz hayat (bk. e-ḫ-r)
âyât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın âyetleriünsiyet: alışkanlık, âşinalık

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dokuzuncu Söz - Sayfa 709

tabir edilen ecza-yı esasiye ve zerrât-ı asliye, ikinci neş’e için kâfi bir esastır, temeldir. Sâni-i Hakîm, beden-i insanîyi onların üstünde bina eder.

Üçüncü âyet olan
blank.gif
1
وَمَا رَبُّكَ بِظَلاَّمٍ لِلْعَبِيدِ gibi âyetlerin işaret ettikleri kıyas-ı adlînin hülâsası şudur ki:

Âlemde çok görüyoruz ki, zalim, fâcir, gaddar insanlar gayet refah ve rahatla; ve mazlum ve mütedeyyin adamlar gayet zahmet ve zilletle ömür geçiriyorlar. Sonra ölüm gelir, ikisini müsavi kılar. Eğer şu müsavat nihayetsiz ise, bir nihayeti yoksa, zulüm görünür. Halbuki, zulümden tenezzühü, kâinatın şehadetiyle sabit olan adalet ve hikmet-i İlâhiye, bu zulmü hiçbir cihetle kabul etmediğinden, bilbedâhe, bir mecma-i âhari iktiza ederler ki, birinci cezasını, ikinci mükâfâtını görsün. Tâ, şu intizamsız, perişan beşer, istidadına münasip tecziye ve mükâfat görüp, adalet-i mahzâya medar ve hikmet-i Rabbâniyeye mazhar ve hikmetli mevcudat-ı âlemin bir büyük kardeşi olabilsin.

Evet, şu dâr-ı dünya, beşerin ruhunda mündemiç olan hadsiz istidatların sünbüllenmesine müsait değildir. Demek başka âleme gönderilecektir. Evet, insanın cevheri büyüktür, öyle ise ebede namzettir. Mahiyeti âliyedir. Öyle ise cinayeti dahi azîmdir, sair mevcudata benzemez. İntizamı da mühimdir. İntizamsız olamaz, mühmel kalamaz, abes edilmez, fenâ-yı mutlakla mahkûm olamaz, adem-i sırfa kaçamaz. Ona, Cehennem ağzını açmış, bekliyor. Cennet ise, âguş-u nazdârânesini açmış, gözlüyor. Onuncu Sözün Üçüncü Hakikati bu ikinci misalimizi gayet güzel gösterdiğinden, burada kısa kesiyoruz.


İşte, misal için şu iki âyet-i kerime gibi pek çok berâhin-i lâtife-i akliyeyi tazammun


[NOT]Dipnot-1
“Rabbin, kullarına haksızlık edecek değildir.” Fussilet Sûresi, 41:46.[/NOT]



Sâni-i Hakîm: herşeyi hikmetle ve sanatla yapan Allah (bk. ṣ-n-a; ḥ-k-m)abes: faydasız, boşuna
adalet ve hikmet-i İlâhiye: Allah’ın adaleti ve hikmeti (bk. a-d-l; ḥ-k-m; e-l-h)adalet-i mahzâ: tam ve mükemmel adalet; “ferdin hukuku asla fedâ edilemez” diyen adalet (bk. a-d-l)
adem-i sırf: tam anlamıyla yoklukazîm: büyük (bk. a-ẓ-m)
beden-i insanî: insan bedeniberâhin-i lâtife-i akliye: akla dayalı ince, güzel deliller (bk. l-ṭ-f)
beşer: insanbilbedâhe: ap açık bir şekilde
bina etme: üzerine kurma, yapmacevher: asıl, öz
cihet: yön, tarafdâr-ı dünya: dünya yurdu
ebed: sonsuzluk (bk. e-b-d)ecza-yı esasiye: asıl parçalar (bk. c-z-e)
fenâ-yı mutlak: kesin yokoluş (bk. f-n-y; ṭ-l-ḳ)fâcir: günahkâr
gaddar: çok zulmedenhadsiz: sayısız
hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hikmet-i Rabbâniye: Allah’ın hikmeti (bk. ḥ-k-m; r-b-b)hülâsa: özet
iktiza: gerektirmeintizam: düzen (bk. n-ẓ-m)
istidat: kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d)kâfi: yeterli
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)kıyas-ı adlî: adaletle ilgili kıyas (bk. a-d-l)
mahiyet: özellik, nitelik, esasmahkûm: hükümlü (bk. ḥ-k-m)
mazhar: sahip (bk. ẓ-h-r)mazlum: zulme uğramış (bk. ẓ-l-m)
mecma-i âhar: âhirette toplanma (bk. c-m-a; e-ḫ-r)medar: sebep
mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)mevcudat-ı âlem: âlemdeki varlıklar (bk. v-c-d; a-l-m)
misal: örnek (bk. m-s̱-l)mühmel: başıboş, ihmal edilmiş
mükâfât: ödülmünasip: uygun (bk. n-s-b)
mündemiç: içinde bulunanmüsavat: eşitlik
müsavi: eşit, denkmütedeyyin: dindar
namzet: adayneş’e: yaratılış
nihayet: sonnihayetsiz: sonsuz
sair: diğertabir: adlandırma, ifade (bk. a-b-r)
tecziye: cezalandırmatenezzüh: uzak ve temiz olma (bk. n-z-h)
zerrât-ı asliye: temel zerrelerzillet: hor ve hakir
âguş-u nazdârâne: nazlı bir şekilde sarmalayan kucakâlem: dünya (bk. a-l-m)
âliye: yüce, yüksekâyet-i kerime: şerefli âyet, Kur’ân’ın herbir cümlesi (bk. k-r-m)
şehadet: şâhitlik (bk. ş-h-d)

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dokuzuncu Söz - Sayfa 710

eden sair ayetleri dahi kıyas eyle, tetebbu et. İşte, Menâbi-i Aşere ve On Medar, bir hads-i kat’î, bir burhan-ı katıı intaç ediyorlar. Ve o pek esaslı hads ve o pek kuvvetli burhan, haşir ve kıyamete dâi ve muktazinin vücuduna kat’iyen delâlet ettikleri gibi, Sâni-i Zülcelâlin dahi—Onuncu Sözde kat’iyen ispat edildiği üzere—Hakîm, Rahîm, Hafîz, Âdil gibi ekser Esmâ-i Hüsnâsı, haşir ve kıyametin gelmesini ve saadet-i ebediyenin vücudunu iktiza ederler ve saadet-i ebediyenin tahakkukuna kat’î delâlet ederler. Demek haşir ve kıyamete muktazi o derece kuvvetlidir ki, hiçbir şek ve şüpheye medar olamaz.

ÜÇÜNCÜ ESAS

Fâil muktedirdir. Evet, nasıl haşrin muktazisi, şüphesiz mevcuttur. Haşri yapacak Zât da nihayet derecede muktedirdir. Onun kudretinde noksan yoktur. En büyük ve en küçük şeyler Ona nisbeten birdirler. Bir baharı halk etmek, bir çiçek kadar kolaydır.

Evet, bir Kadîr ki, şu âlem, bütün güneşleri, yıldızları, avâlimi, zerrâtı, cevâhiri, nihayetsiz lisanlarla Onun azametine ve kudretine şehadet eder. Hiçbir vehim ve vesvesenin hakkı var mıdır ki, haşr-i cismanîyi o kudretten istib’âd etsin?

Evet, bilmüşahede, bir Kadîr-i Zülcelâl, şu âlem içinde, her asırda birer yeni ve muntazam dünyayı halk eden; hattâ her senede birer yeni, seyyar, muntazam kâinatı icad eden; hattâ her günde birer yeni, muntazam âlem yapan; daima şu semâvât ve arz yüzünde ve birbiri arkasında geçici dünyaları, kâinatları kemâl-i hikmetle halk eden, değiştiren; ve asırlar ve seneler, belki günler adedince muntazam âlemleri zaman ipine asan ve onunla azamet-i kudretini gösteren; ve yüz bin çeşit haşrin nakışlarıyla tezyin ettiği koca bahar çiçeğini küre-i arzın başına



Esmâ-i Hüsnâ: Allah’ın güzel isimleri (bk. s-m-v; ḥ-s-n)Hafîz: herşeyi koruyan, bütün özellikleriyle kaydedip muhafaza eden Allah (bk. ḥ-f-ẓ)
Hakîm: herşeyi hikmetle yapan Allah (bk. ḥ-k-m)Kadîr: herşeye gücü yeten, herşeyi yapabilen, sonsuz güç ve kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r)
Kadîr-i Zülcelâl: sonsuz büyüklük ve haşmet sahibi ve herşeye gücü yeten Allah (bk. ḳ-d-r; ẕü; c-l-l)Menâbi-i Aşere: on kaynak
Rahîm: sonsuz merhamet ve şefkat sahibi Allah (bk. r-ḥ-m)Sâni-i Zülcelâl: herşeyi san’atla yapan sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-l-l)
arz: yer, dünyaavâlim: âlemler (bk. a-l-m)
azamet: büyüklük (bk. a-ẓ-m)bilmüşahede: gözle görüldüğü gibi (bk. ş-h-d)
burhan: güçlü, mantıkî delil, kanıtburhan-ı kat’î: kesin delil
cevâhir: cevherler, özlerdelâlet: delil olma, işaret etme
dâi: sebepekser: pekçok (bk. k-s̱-r)
fâil: işi yapan (bk. f-a-l)hads: sezgi (bk. ḥ-d-s)
hads-i kat’î: kesin ve doğru sezgi (bk. ḥ-d-s̱)halk etmek: yaratmak (bk. ḫ-l-ḳ)
haşir: öldükten sonra âhirette tekrar diriltilip, Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r)haşr-i cismanî: bedenle birlikte dirilme (bk. ḥ-ş-r)
icad: yaratma, var etme (bk. v-c-d)iktiza: gerektirme
intaç etme: netice vermeistib’âd: akıldan uzak görme
kat’iyen: kesinliklekat’î: kesin
kemâl-i hikmet: tam ve eksiksiz hikmet (bk. k-m-l; ḥ-k-m)kudret: güç, kuvvet, iktidar (bk. ḳ-d-r)
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)küre-i arz: yerküre, dünya
kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması; kâinatın ölümünden sonra, bütün ölülerin dirilip ayağa kalkmaları (bk. ḳ-v-m)lisan: dil
medar: sebep, dayanakmevcut: var olma (bk. v-c-d)
muktazi: gerekçemuktedir: gücü yeten, iktidar sahibi (bk. ḳ-d-r)
muntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m)nakış: işleme (bk. n-ḳ-ş)
nihayet: sonnihayetsiz: sonsuz
nisbeten: oranla, kıyasla (bk. n-s-b)noksan: eksik
saadet-i ebediye: sonsuz mutluluk (bk. e-b-d)sair: diğer
semâvât: gökler (bk. s-m-v)seyyar: gezen, dolaşan
tahakkuk: gerçekleşme (bk. ḥ-ḳ-ḳ)tazammun: içine alma
tetebbu: derinliğine inceleyip tanımatezyin: süsleme (bk. z-y-n)
vehim: kuruntu, varsayımvesvese: şüphe, tereddüt
vücut: varlık (bk. v-c-d)zerrât: atomlar, en küçük parçalar
Âdil: sonsuz adalet sahibi Allah (bk. a-d-l)âlem: kâinat, evren (bk. a-l-m)
şehadet: şahitlik (bk. ş-h-d)şek: tereddüt

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dokuzuncu Söz - Sayfa 711

birtek çiçek gibi takan ve onunla kemâl-i hikmetini, cemâl-i san’atını izhar eden bir Zât, nasıl kıyameti getirecek, nasıl bu dünyayı âhiretle değiştirecek denilir mi?

Şu Kadîrin kemâl-i kudretini ve hiçbir şey Ona ağır gelmediğini ve en büyük şey, en küçük şey gibi Onun kudretine ağır gelmediğini ve hadsiz efrat birtek fert gibi o kudrete kolay geldiğini şu âyet-i kerime ilân ediyor:

مَا خَلْقُكُمْ وَلاَبَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ
blank.gif
1


Şu âyetin hakikatini Onuncu Sözün Hâtimesinde icmâlen ve Nokta Risalesinde ve Yirminci Mektupta izahen beyan etmişiz. Şu makam münasebetiyle, Üç Mesele suretinde bir parça izah ederiz.

İşte, kudret-i İlâhiye zâtiyedir. Öyle ise acz tahallül edemez.
Hem melekûtiyet-i eşyaya taallûk eder. Öyle ise mevâni tedahül edemez.
Hem nisbeti kanunîdir. Öyle ise, cüz, külle müsavi gelir; ve cüz’î, küllî hükmüne geçer.
İşte, şu üç meseleyi ispat edeceğiz.

BİRİNCİ MESELE: Kudret-i Ezeliye, Zât-ı Akdes-i İlâhiyenin lâzime-i zaruriye-i zâtiyesidir. Yani, bizzarure Zâtın lâzımesidir; hiçbir cihet-i infikâki olamaz. Öyle ise, kudretin zıddı olan acz, o kudreti istilzam eden Zâta bilbedâhe ârız olamaz. Çünkü, o halde cem-i zıddeyn lâzım gelir.

Madem acz, Zâta ârız olamaz. Bilbedâhe, o Zâtın lâzımı olan kudrete tahallül edemez. Madem acz, kudretin içine giremez. Bilbedâhe, o kudret-i zâtiyede merâtip olamaz. Çünkü, herşeyin vücut merâtibi, o şeyin zıtlarının tedahülü iledir.

[NOT]Dipnot-1
“Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de, tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir.” Lokman Sûresi, 31:28.[/NOT]




Kadîr: herşeye gücü yeten, herşeyi yapabilen, sonsuz güç ve kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r)Nokta Risalesi: Mesnevî-i Nuriye’de yer almaktadır (bk. r-s-l)
Zât-ı Akdes-i İlâhî: her türlü kusur ve noksandan sonsuz derece uzak olan Zât, Allah (bk. ḳ-d-s; e-l-h)acz: âcizlik, güçsüzlük (bk. a-c-z)
beyan etme: açıklama (bk. b-y-n)bilbedâhe: ap açık şekilde
bizzarure: zorunlu olarakcem-i zıddeyn: iki zıddın bir arada olması (bk. c-m-a)
cemâl-i san’at: sanatın güzelliği (bk. c-m-l; ṣ-n-a)cihet-i infikâk: ayrılma, çözülme yönü
cüz: parça (bk. c-z-e)cüz’î: fert (bk. c-z-e)
efrat: fertler, bireyler (bk. f-r-d)fert: birey (bk. f-r-d)
hadsiz: sayısızhakikat: gerçek mahiyet, esas (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hâtime: sonuç, son bölümicmâl: özetleme (bk. c-m-l)
istilzam: gerektirmeizhar etmek: göstermek (bk. ẓ-h-r)
kanunî: kanuna ait (bk. ḳ-n-n)kemâl-i hikmet: hikmetin mükemmelliği (bk. k-m-l; ḥ-k-m)
kemâl-i kudret: kudretin mükemmelliği (bk. k-m-l; ḳ-d-r)kudret: güç, kuvvet, iktidar (bk. ḳ-d-r)
kudret-i ezeliye: başlangıcı olmayan, ezelden beri var olan Allah’ın kudreti, güç ve kuvveti (bk. ḳ-d-r; e-z-l)kudret-i zâtiye: iktidar; temel, öznel kudret (bk. ḳ-d-r)
kudret-i İlâhiye: Allah’ın güç ve kuvveti (bk. ḳ-d-r; e-l-h)küll: bütün (bk. k-l-l)
küllî: tür, aynı fertlerden oluşan mânevî şahıs (bk. k-l-l)kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması; kâinatın ölümünden sonra, bütün ölülerin dirilip ayağa kalkmaları, mahşerde toplanmaları (bk. ḳ-v-m)
lâzime-i zaruriye-i zâtiye: zâtının ayrılmaz ve zorunlu gerekliliğilâzıme: gereklilik
makam: konum, yermelekûtiyet-i eşya: varlıkların görünmeyen, içyüzü (bk. m-l-k)
merâtip: mertebelermevâni: maniler, engeller
münasebet: ilişki, bağlantı (bk. n-s-b)müsavi: eşit, denk
nisbet: bağ (bk. n-s-b)suret: şekil (bk. ṣ-v-r)
taallûk: ilgili olmatahallül: araya girme, müdahale etme
tedahül: içine girme, dahil olmavücut: varlık (bk. v-c-d)
zâtiye: kendisinden olanâhiret: öteki dünya, öldükten sonraki sonsuz hayat (bk. e-ḫ-r)
ârız: yaklaşma, ilişmeâyet-i kerime: şerefli âyet, Kur’an’ın herbir cümlesi (bk. k-r-m)

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dokuzuncu Söz - Sayfa 712

Meselâ hararetteki merâtip, burûdetin tahallülü iledir. Hüsündeki derecat, kubhun tedahülü iledir. Ve hâkezâ, kıyas et. Fakat mümkinatta hakikî ve tabiî lüzum-u zâtî olmadığından, mümkinatta zıtlar birbirine girebilmiş, mertebeler tevellüt ederek ihtilâfat ile tagayyürât-ı âlem neş’et etmiştir.

Madem ki kudret-i ezeliyede merâtip olamaz. Öyle ise, makdûrat dahi, bizzarure, kudrete nisbeti bir olur. En büyük en küçüğe müsavi ve zerreler yıldızlara emsal olur. Bütün haşr-i beşer birtek nefsin ihyâsı gibi, bir baharın icadı birtek çiçeğin sun’u gibi o kudrete kolay gelir. Eğer esbaba isnad edilse, o vakit birtek çiçek, bir bahar kadar ağır olur. Şu Sözün İkinci Makamının dördüncü Allahu ekber mertebesinin âhir fıkrasının haşiyesinde, hem Yirmi İkinci Sözde, hem Yirminci Mektupta ve zeylinde ispat edilmiş ki, hilkat-i eşya Vâhid-i Ehade verilse, bütün eşya birşey gibi kolay olur. Eğer esbaba verilse, birşey bütün eşya kadar külfetli, ağır olur.

İKİNCİ MESELE ki, kudret melekûtiyet-i eşyaya taallûk eder. Evet, kâinatın âyine gibi iki yüzü var. Biri mülk ciheti ki, âyinenin renkli yüzüne benzer. Diğeri melekûtiyet ciheti ki, âyinenin parlak yüzüne benzer.

Mülk ciheti ise, zıtların cevelângâhıdır. Güzel-çirkin, hayır-şer, küçük-büyük, ağır-kolay gibi emirlerin mahall-i vürududur. İşte, şunun içindir ki, Sâni-i Zülcelâl, esbab-ı zâhirîyi tasarrufât-ı kudretine perde etmiştir—tâ, dest-i kudret, zâhir akla göre hasis ve nâlâyık emirlerle bizzat mübaşereti görünmesin. Çünkü azamet ve izzet öyle ister. Fakat o vesait ve esbaba hakikî tesir vermemiştir. Çünkü vahdet-i ehadiyet öyle ister.



Allahu ekber: “Allah en büyüktür” (bk. k-b-r)Sâni-i Zülcelâl: herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan, sonsuz büyüklük ve haşmet sahibi Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-l-l)
Vâhid-i Ehad: bir olan ve birliği herbir şeyde görülen Allah (bk. v-ḥ-d)azamet: büyüklük (bk. a-ẓ-m)
bizzarure: zorunlu olarakburûdet: soğukluk
cevelângâh: gezip dolaşılan yercihet: taraf, yön
derecat: derecelerdest-i kudret: kudret eli (bk. ḳ-d-r)
emir: işemsal: denk, benzer (bk. m-s̱-l)
esbab: sebepler (bk. s-b-b)esbab-ı zâhirî: görünürdeki sebepler (bk. s-b-b; ẓ-h-r)
fıkra: kısım, bölümhakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hararet: sıcaklıkhasis: âdi, değersiz
hayır: iyilik (bk. ḫ-y-r)haşiye: dipnot, açıklayıcı not
haşr-i beşer: insanların öldükten sonra âhirette yeniden diriltilip Allah’ın huzurunda toplanması (bk. ḥ-ş-r)hilkat-i eşya: varlıkların yaratılışı (bk. ḫ-l-ḳ)
hâkezâ: böylece, bunun gibihüsün: güzellik (bk. ḥ-s-n)
icad: var etme, yaratma (bk. v-c-d)ihtilâfat: ihtilaflar, farklılıklar
ihyâ: hayat verme, diriltme (bk. ḥ-y-y)isnad: dayandırma (bk. s-n-d)
izzet: şeref, değer, yücelik (bk. a-z-z)kubh: çirkinlik
kudret: güç, kuvvet, iktidar (bk. ḳ-d-r)kudret-i ezeliye: Allah’ın ezelden beri var olan kudreti, güç ve kuvveti (bk. ḳ-d-r; e-z-l)
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)külfetli: zor, güç
lüzum-u zâtî: varlığının zorunlu şartı ve ayrılmaz temel özelliğimahall-i vürud: geldiği, göründüğü yer
makdûrat: Allah’ın kudretiyle gerçekleştirdiği işler (bk. ḳ-d-r)melekûtiyet: bir şeyin görünmeyen iç yüzü, aslı, hakikati (bk. m-l-k)
melekûtiyet-i eşya: varlıkların görünmeyen iç yüzü, aslı, hakikati (bk. m-l-k)merâtip: mertebeler, dereceler
mübaşeret: temasmülk: herşeyin görünen dış yüzü (bk. m-l-k)
mümkinât: varlığı ile yokluğu imkân dahilinde olanlar, Allah’ın var etmesine bağlı olanlar (bk. m-k-n)müsavi: eşit, denk
nefis: can, kişi (bk. n-f-s)neş’et: doğma, ortaya çıkma
nisbet: oran (bk. n-s-b)nâlâyık: layık olmayan
sun’: yapılmataallûk etmek: ilgilendirmek
tabiî: kendiliğinden, doğal (bk. ṭ-b-a)tagayyürât-ı âlem: âlemdeki değişmeler, başkalaşmalar (bk. a-l-m)
tahallül: araya girmetasarrufât-ı kudret: Allah’ın kudretiyle dilediği gibi icraat ve faaliyetlerde bulunması (bk. ṣ-r-f; ḳ-d-r)
tedahül: içine girme, dahil olmatesir: etki
tevellüt: doğma, meydana gelmevahdet-i ehadiyet: Allah’ın birliği ve tekliği; her bir varlık üzerinde görünen tecellîlerin bir olan Allah’a ait olması (bk. v-ḥ-d)
vesait: vasıtalar, araçlarzerre: atom, en küçük parça
zeyl: ilâve, ekzâhir: görünen (bk. ẓ-h-r)
âhir: son (bk. e-ḫ-r)âyine: ayna
şer: kötülük

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dokuzuncu Söz - Sayfa 713

Melekûtiyet ciheti ise, herşeyde parlaktır, temizdir. Teşahhusâtın renkleri, muzahrafatları ona karışmaz. O cihet, vasıtasız, kendi Hâlıkına müteveccihtir. Onda terettüb-ü esbab, teselsül-ü ilel yoktur. Ona illiyet, mâlûliyet giremez. Eğri büğrüsü yoktur. Mâniler müdahale edemezler. Zerre, şemse kardeş olur.

Elhasıl, o kudret hem basittir, hem nâmütenâhidir, hem zâtîdir. Mahall-i taallûk-u kudret ise, hem vasıtasız, hem lekesiz, hem isyansızdır. Öyle ise, o kudretin dairesinde, büyük küçüğe karşı tekebbürü yok; cemaat ferde karşı rüçhanı olamaz; küll, cüz’e nisbeten, kudrete karşı fazla nazlanamaz.


ÜÇÜNCÜ MESELE ki, kudretin nisbeti kanunîdir. Yani, çoğa-aza, büyüğe-küçüğe bir bakar. Şu mesele-i gàmızayı birkaç temsille zihne takrib edeceğiz.


İşte, kâinatta şeffafiyet, mukabele, muvazene, intizam, tecerrüt, itaat birer emirdir ki, çoğu aza, büyüğü küçüğe müsavi kılar.


Birinci temsil: Şeffafiyet sırrını gösterir. Meselâ, şemsin feyz-i tecellîsi olan timsali ve aksi, denizin yüzünde ve denizin herbir katresinde aynı hüviyeti gösterir. Eğer küre-i arz, perdesiz güneşe karşı muhtelif cam parçalarından mürekkep olsa, şemsin aksi, herbir parçada ve bütün zemin yüzünde müzahametsiz, tecezzîsiz, tenakussuz bir olur. Eğer faraza şems fâil-i muhtar olsaydı ve feyz-i ziyasını, timsal-i aksini iradesiyle verseydi, bütün zemin yüzüne verdiği feyzi, bir zerreye verdiği feyizden daha ağır olamazdı.


İkinci temsil: Mukabele sırrıdır. Meselâ, zîhayat fertlerden, yani insanlardan terekküp eden bir daire-i azîmenin nokta-i merkeziyesindeki ferdin elinde bir mum ve daire-i muhitteki fertlerin ellerinde de birer âyine farz edilse, nokta-i merkeziyenin muhit âyinelerine verdiği feyiz ve cilve-i akis müzahametsiz, tecezzîsiz, tenakussuz, nisbeti birdir.


Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)aks: yansıma
cemaat: topluluk (bk. c-m-a)cihet: taraf, yön
cilve-i akis: yansımanın görüntüsü (bk. c-l-y)cüz’: parça (bk. c-z-e)
daire-i azîme: büyük daire (bk. a-ẓ-m)daire-i muhit: çevredeki, etraftaki daire
elhasıl: özetle, sonuç olarakfaraza: varsayalım ki
farz etmek: varsaymakfert: kişi, şahıs (bk. f-r-d)
feyiz: bolluk, bereket (bk. f-y-ḍ)feyz-i tecellî: yansımanın bereketi (bk. f-y-ḍ; c-l-y)
feyz-i ziya: ışığın bereketi (bk. f-y-ḍ)fâil-i muhtar: dilediğini yapmakta serbest olan fâil (bk. f-a-l; ḫ-y-r)
hüviyet: mahiyet, özellikilliyet: sebeplilik
intizam: tertip, düzen (bk. n-ẓ-m)irade: dileme, tercih (bk. r-v-d)
isyan: itaatsizlik, emre uymamaitaat: emre uyma
kanunî: kanun şeklinde (bk. ḳ-n-n)katre: damla
kudret: güç, kuvvet, iktidar (bk. ḳ-d-r)kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
küll: bütün (bk. k-l-l)küre-i arz: yerküre, dünya
mahall-i taallûk-u kudret: kudretin alakalı olduğu yer (bk. ḳ-d-r)melekûtiyet: birşeyin görünmeyen iç yüzü, aslı, hakikati (bk. m-l-k)
mesele-i gàmıza: anlaşılması zor meselemuhit: çevre, etraf
muhtelif: çeşitlimukabele: birbirinin karşısında olma
muvazene: denge (bk. v-z-n)muzahrafat: süprüntüler, atıklar
mâlûliyet: bir sebebe bağlılıkmâni: engel
müdahale: karışmamürekkep: birleşik
müsavi: eşit, denkmüteveccih: yönelmiş
müzahamet: birbirine zahmet verme, sıkışmanisbet: münasebet, bağ (bk. n-s-b)
nisbeten: oranla, kıyasla (bk. n-s-b)nokta-i merkeziye: merkez nokta
nâmütenâhi: sonsuzrüçhan: üstünlük
takrib: yaklaştırmatecerrüt: sıyrılma, soyutlanma
tecezzî: bölünme, parçalanma (bk. c-z-e)tekebbür: büyüklenme (bk. k-b-r)
temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)tenakus: eksilme, noksanlaşma
terekküp: birleşme, meydana gelmeterettüb-ü esbab: sebeplerin sıralanışı (bk. s-b-b)
teselsül-ü ilel: sebeplerin zinciri, arka arkaya gelmesiteşahhusât: şahıslanmalar, somutlaşmalar
timsal: görüntü (bk. m-s̱-l)timsal-i aks: yansımanın görüntüsü (bk. m-s̱-l)
zemin: yerzerre: atom, en küçük parça
zâtî: kendisine aitzîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y)
âyine: aynaşeffafiyet: şeffaflık, saydamlık
şems: güneş

<tbody>
</tbody>

 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dokuzuncu Söz - Sayfa 714

Üçüncü temsil:Muvazene sırrıdır. Meselâ, hakikî ve hassas ve çok büyük bir mizan bulunsa, iki gözünde iki güneş veya iki yıldız veya iki dağ veya iki yumurta veya iki zerre, herhangisi bulunursa bulunsun, sarf olunacak aynı kuvvetle o hassas, azîm terazinin bir gözü göğe, biri zemine inebilir.

Dördüncü temsil:İntizam sırrıdır. Meselâ, en azîm bir gemi, en küçük bir oyuncak gibi çevrilebilir.

Beşinci temsil:Tecerrüt sırrıdır. Meselâ, teşahhusattan mücerred bir mahiyet, bütün cüz’iyâtına, en küçüğünden en büyüğüne, tenakus etmeden, tecezzî etmeden bir bakar, girer. Teşahhusât-ı zâhiriye cihetindeki hususiyetler müdahale edip şaşırtmaz. O mahiyet-i mücerredin nazarını tağyir etmez. Meselâ iğne gibi bir balık, balina balığı gibi o mahiyet-i mücerredeye mâliktir. Bir mikrop, bir gergedan gibi, mahiyet-i hayvaniyeyi taşıyor.

Altıncı temsil:İtaat sırrını gösterir. Meselâ, bir kumandan, “Arş” emriyle bir neferi tahrik ettiği gibi, aynı emirle bir orduyu tahrik eder.

Şu temsil-i itaat sırrının hakikati şudur ki: Kâinatta, bittecrübe, herşeyin bir nokta-i kemâli vardır. O şeyin, o noktaya bir meyli vardır. Muzaaf meyil, ihtiyaç olur. Muzaaf ihtiyaç, iştiyak olur. Muzaaf iştiyak, incizap olur. Ve incizap, iştiyak, ihtiyaç, meyil, Cenâb-ı Hakkın evâmir-i tekvîniyesinin, mahiyet-i eşya tarafından birer habbe ve nüve-i imtisalidirler. Mümkinat mahiyetlerinin mutlak kemâli, mutlak vücuttur. Hususî kemâli, istidatlarını kuvveden fiile çıkaran, ona mahsus bir vücuttur.

İşte, bütün kâinatın kün emrine itaati, birtek nefer hükmünde olan bir zerrenin itaati gibidir. İrade-i ezeliyeden gelen kün emr-i ezelîsine mümkinatın itaati ve imtisalinde yine iradenin tecellîsi olan meyil ve ihtiyaç ve şevk ve incizap, birden,


Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)arş: “haydi, ileri!”
azîm: büyük (bk. a-z-m)bilkuvve: potansiyel
bittecrübe: tecrübe edilmişcihet: taraf, yön
cüz’iyât: parçalar, kısımlar (bk. c-z-e)emr-i ezelî: ezelî olan Allah’ın emri (bk. e-z-l)
evâmir-i tekvîniye: Allah’ın kâinata koyduğu yaratılışa ait kanunlar (bk. k-v-n)fiil: iş, hareket (bk. f-a-l)
habbe: tohum, danehakikat: gerçek mahiyet, esas (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikî: gerçek ve doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hassas: çok duyarlı
hususiyet: özellikhususî: özel
imtisal: uyma, boyun eğmeincizap: kendine çekme
intizam: tertip, düzen (bk. n-ẓ-m)irade: dileme, tercih (bk. r-v-d)
irade-i ezeliye: ezelî olan Allah’ın iradesi (bk. r-v-d; e-z-l)istidat: kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d)
itaat: emre uymaiştiyak: çok kuvvetli arzu ve istek
kemâl: mükemmellik, olgunluk (bk. k-m-l)kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
kün: Allah’ın birşeye “Ol” deyince onu hemen olduruveren emri (bk. k-v-n)mahiyet: nitelik, özellik, esas
mahiyet-i eşya: varlıkların mahiyeti, temel özelliğimahiyet-i hayvaniye: hayvanî mahiyet, özellik
mahiyet-i mücerrede: soyutlanmış mahiyet, soyut özmahsus: özel
meyil: eğilim, istek, arzumizan: terazi (bk. v-z-n)
mutlak: kesin (bk. ṭ-l-ḳ)muvazene: denge (bk. v-z-n)
muzaaf: kat katmâlik: sahip (bk. m-l-k)
mücerred: soyutlanmışmümkinat: varlığı ile yokluğu imkân dahilinde olup Allah’ın var etmesine bağlı olanlar (bk. m-k-n)
nazar: bakış (bk. n-ẓ-r)nefer: asker, er
nokta-i kemâl: mükemmellik noktası (bk. k-m-l)nüve-i imtisal: emre uymayı sağlayan eşyanın mahiyetindeki temel çekirdek, özellik
sarf: harcama (bk. ṣ-r-f)tahrik: harekete geçirme
tağyir: değiştirmetecellî: yansıma, görünme (bk. c-l-y)
tecerrüt: soyutlanma, sıyrılmatecezzî: bölünme, parçalanma (bk. c-z-e)
temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)temsil-i itaat: emre uyma benzetmesi (bk. m-s̱-l)
tenakus: eksilme, noksanlaşmateşahhusat: şahıslanmalar, somutlaşmalar
teşahhusât-ı zâhiriye: dış belirmeler, dış kimlik (bk. ẓ-h-r)vücut: varlık (bk. v-c-d)
zemin: yerzerre: atom, en küçük parça
şevk: şiddetli arzu ve istek

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dokuzuncu Söz - Sayfa 715

beraber mündemiçtir. Lâtif su, nazik bir meyille incimad emrini aldığı vakit demiri parçalaması, itaat sırrının kuvvetini gösterir.

Şu altı temsil, hem nâkıs, hem mütenâhi, hem zayıf, hem tesir-i hakikîsi yok olan mümkinat kuvvetinde ve fiilinde bilmüşahede görünse, elbette hem gayr-ı mütenâhi, hem ezelî, hem ebedî, hem bütün kâinatı adem-i sırftan icad eden ve bütün ukulü hayrette bırakan, hem âsâr-ı azametiyle tecellî eden kudret-i ezeliyeye nisbeten, şüphesiz herşey müsavidir. Hiçbir şey Ona ağır gelmez.

Gaflet olunmaya, şu altı sırrın küçük mizanlarıyla o kudret tartılmaz ve münasebete giremez. Yalnız fehme takrib ve istib’âdı izale için zikredilir.

ÜÇÜNCÜ ESASIN NETİCE VE HÜLÂSASI: Madem kudret-i ezeliye gayr-ı mütenâhidir. Hem Zât-ı Akdese lâzime-i zaruriyedir. Hem herşeyin lekesiz, perdesiz melekûtiyet ciheti Ona müteveccihtir. Hem Ona mukabildir. Hem, tesâvi-i tarafeynden ibaret olan imkân itibarıyla muvazenettedir. Hem, şeriat-i fıtriye-i kübrâ olan nizam-ı fıtrata ve kavânîn-i âdetullaha mutîdir. Hem, mânilerden ve ayrı ayrı hususiyetlerden, melekûtiyet ciheti mücerred ve sâfidir. Elbette, en büyük şey, en küçük şey gibi, o kudrete ziyade nazlanmaz, mukavemet etmez. Öyle ise, haşirde bütün zevil’ervâhın ihyâsı, bir sineğin baharda ihyâsından daha ziyade kudrete ağır olmaz. Öyle ise, مَا خَلْقُكُمْ وَلاَبَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ
blank.gif
1
fermanı mübalâğasızdır, doğrudur, haktır. Öyle ise, müddeâmız olan “Fâil muktedirdir” o cihette hiçbir mâni yoktur, kat’î bir surette tahakkuk etti.


[NOT]Dipnot-1
“Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de, tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir.” Lokman Sûresi, 31:28.[/NOT]


Zât-ı Akdes: bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah (bk. ḳ-d-s)adem-i sırf: tam bir yokluk
bilmüşahede: gözle görüldüğü gibi (bk. ş-h-d)cihet: yön, taraf
ebedî: sonsuz, sonu olmayan (bk. e-b-d)ezelî: varlığının başlangıcı olmayıp devamlı var olan (bk. e-z-l)
fehm: anlayış, kavrayışferman: buyruk, emir
fiil: iş, hareket (bk. f-a-l)fâil: işi yapan (bk. f-a-l)
gaflet: dalgınlık, dikkatsizlik (bk. ğ-f-l)gayr-ı mütenâhi: sonu olmayan
hak: doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)haşir: öldükten sonra âhirette tekrar diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r)
hususiyet: özellikhülâsa: özet
icad: yaratma, yoktan var etme (bk. v-c-d)ihyâ: diriltme, hayat verme (bk. ḥ-y-y)
imkân: mümkün olma, olabilirlik (bk. m-k-n)incimad: donma
istib’âd: akıldan uzak görmeitaat: emre uyma
izale: gidermekat’i: kesin
kavânîn-i âdetullah: Allah’ın kâinatta yürürlükte olan kanunları (bk. ḳ-n-n)kudret: güç, kuvvet, iktidar (bk. ḳ-d-r)
kudret-i ezeliye: ezelî olan Allah’ın kudreti, sonsuz güç ve kuvveti (bk. ḳ-d-r; e-z-l)kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
lâtif: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f)lâzıme-i zaruriye: varlığı zorunlu ve mutlaka gerekli olan, zâtında bulunmaması imkânsız olan
melekûtiyet: birşeyin görünmeyen iç yüzü, aslı, hakikati (bk. m-l-k)meyil: eğilim, istek, arzu
mizan: terazi (bk. v-z-n)mukabil: karşı
mukavemet: dayanmamuktedir: gücü yeten, iktidar sahibi (bk. ḳ-d-r)
mutî: itaat eden, emre uyanmuvazenet: denge (bk. v-z-n)
mâni: engelmübalâğa: abartı (bk. b-l-ğ)
mücerred: hâlis, saf, katışıksızmüddeâ: iddia edilen şey
mümkinât: varlığı ile yokluğu imkân dahilinde olanlar, Allah’ın var etmesine bağlı olanlar (bk. m-k-n)münasebet: bağlantı, ilişki (bk. n-s-b)
mündemiç: içinde bulunan, içine yerleşenmüsavi: eşit, denk
mütenâhi: sona eren, bitenmüteveccih: yönelik
nisbeten: oranla, kıyasla (bk. n-s-b)nizam-ı fıtrat: yaratılıştaki düzen (bk. n-ẓ-m; f-ṭ-r)
nâkıs: eksik, noksansuret: şekil (bk. ṣ-v-r)
sâfi: temiz, arınmış (bk. ṣ-f-y)tahakkuk: gerçekleşme (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
takrib: yaklaştırmatecellî: yansıma, görünme (bk. c-l-y)
temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)tesir-i hakikî: gerçek tesir (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
tesâvi-i tarafeyn: iki tarafın birbirine eşit olmasıukul: akıllar
zevil’-ervâh: ruh sahiplari (bk. r-v-ḥ)zikretmek: anmak
âsâr-ı azamet: büyüklük eserleri (bk. a-ẓ-m)şeriat-i fıtriye-i kübrâ: Allah’ın yaratılışa koyduğu, bütün varlıkların tabi olduğu büyük kanun (bk. ş-r-a; f-ṭ-r; k-b-r)

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dokuzuncu Söz - Sayfa 716

DÖRDÜNCÜ ESAS

Nasıl kıyamet ve haşre muktazi var; ve haşri getirecek Fâil dahi muktedirdir. Öyle de, şu dünyanın kıyamet ve haşre kabiliyeti vardır. İşte, “Şu mahal kabildir” olan müddeâmızda dört mesele vardır:

Birincisi: Şu âlem-i dünyanın imkân-ı mevtidir.

İkincisi:
O mevtin vukuudur.

Üçüncüsü: O harap olmuş, ölmüş dünyanın, âhiret suretinde tamir ve dirilmesinin imkânıdır.

Dördüncüsü:
O mümkün olan tamir ve ihyânın vuku bulmasıdır.BİRİNCİ MESELE: Şu kâinatın mevti mümkündür. Çünkü birşey kanun-u tekâmülde dahil ise, o şeyde alâküllihal neşvünemâ vardır. Neşvünemâ ve büyümek varsa, ona alâküllihal bir ömr-ü fıtrî vardır. Ömr-ü fıtrîsi varsa, alâküllihal bir ecel-i fıtrîsi vardır. Gayet geniş bir istikrâ ve tetebbu ile sabittir ki, öyle şeyler mevtin pençesinden kendini kurtaramaz.

Evet, nasıl ki insan küçük bir âlemdir, yıkılmaktan kurtulamaz. Âlem dahi büyük bir insandır; o dahi ölümün pençesinden kurtulamaz. O da ölecek, sonra dirilecek; veya yatıp, sonra subh-u haşirle gözünü açacaktır.

Hem nasıl ki kâinatın bir nüsha-i musağğarası olan bir şecere-i zîhayat tahrip ve inhilâlden başını kurtaramaz. Öyle de, şecere-i hilkatten teşa’ub etmiş olan silsile-i kâinat, tamir ve tecdit için tahripten, dağılmaktan kendini kurtaramaz. Eğer dünyanın ecel-i fıtrîsinden evvel, irade-i ezeliyenin izniyle hâricî bir maraz veya muharrip bir hadise başına gelmezse ve onun Sâni-i Hakîmi dahi ecel-i fıtrîden evvel onu bozmazsa, herhalde, hattâ fennî bir hesapla, birgün gelecek ki


Sâni-i Hakîm: herşeyi hikmetle ve sanatla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ḥ-k-m)alâküllihal: ister istemez, her durumda (bk. k-l-l)
ecel-i fıtrî: Allah tarafından belirlenmiş ölüm anı (bk. f-ṭ-r)evvel: önce
fennî: bilimselfâil: işi yapan (bk. f-a-l)
hadise: olay (bk. ḥ-d-s̱)harap: yıkılma, bozulma
haşir: öldükten sonra âhirette tekrar diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r)hâricî: dışardan
ihyâ: diriltme, hayat verme (bk. ḥ-y-y)imkân: mümkün olma, olabilirlik (bk. m-k-n)
imkân-ı mevt: ölümün mümkün olması (bk. m-k-n; m-v-t)inhilâl: dağılma, çözülme
irade-i ezeliye: ezelî olan Allah’ın irâdesi (bk. r-v-d; e-z-l)istikrâ: etraflı bilgilerden genel bir netice çıkarmak
kabil: mümkünkanun-u tekâmül: olgunlaşma, mükelleşme kanunu (bk. ḳ-n-n; k-m-l)
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması; kâinatın ölümünden sonra, bütün ölülerin dirilip ayağa kalkmaları (bk. ḳ-v-m)
mahal: yer, mekânmaraz: hastalık, illet
mevt: ölüm (bk. m-v-t)muharrip: tahrip eden, bozan
muktazi: gerekçemuktedir: gücü yeten, iktidar sahibi (bk. ḳ-d-r)
müddeâ: iddia edilen şeymümkün: imkân dahilinde olan, olabilir (bk. m-k-n)
neşvünemâ: büyüme ve gelişmenüsha-i musağğara: küçültülmüş örnek
silsile-i kâinat: kâinattaki varlıklar zinciri (bk. k-v-n)subh-u haşir: haşir sabahı (bk. ḥ-ş-r)
suret: şekil (bk. ṣ-v-r)tahrip: yıkılma, bozulma
tecdit: yenilemetetebbu: araştırıp incelemek, derinliğine inceleyip tanımak
teşa’ub: şubelere ve bölümlere ayrılmavuku: gerçekleşme, meydana gelme
âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r)âlem: kâinat, evren (bk. a-l-m)
âlem-i dünya: dünya âlemi (bk. a-l-m)ömr-ü fıtrî: Allah tarafından belirlenmiş ömür süresi (bk. f-ṭ-r)
şecere-i hilkat: yaratılış ağacı (bk. ḫ-l-ḳ)şecere-i zîhayat: canlı ağaç (bk. ẕî; ḥ-y-y)

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dokuzuncu Söz - Sayfa 717

اِذَا السَّمَاۤءُ انْفَطَرَتْ وَاِذَا الْكَوَاكِبُ انْتَثَرَتْ وَاِذَا الْبِحَارُ فُجِّرَتْ
blank.gif
1


mânâları ve sırları, Kadîr-i Ezelînin izniyle tezahür edip, o dünya olan büyük insan sekerâta başlayıp, acip bir hırıltıyla ve müthiş bir savtla fezayı çınlatıp dolduracak, bağırıp ölecek, sonra emr-i İlâhî ile dirilecektir.

İnce remizli bir mesele: Nasıl ki su, kendi zararına olarak incimad eder. Buz, buzun zararına temeyyu eder. Lüb, kışrın zararına kuvvetleşir. Lâfız, mânâ zararına kalınlaşır. Ruh, ceset hesabına zayıflaşır. Ceset, ruh hesabına inceleşir. Öyle de, âlem-i kesif olan dünya, âlem-i lâtif olan âhiret hesabına, hayat makinesinin işlemesiyle şeffaflaşır, lâtifleşir. Kudret-i fâtıra, gayet hayret verici bir faaliyetle, kesif, câmid, sönmüş, ölmüş eczalarda nur-u hayatı serpmesi bir remz-i kudrettir ki, âlem-i lâtif hesabına şu âlem-i kesifi nur-u hayatla eritiyor, yandırıyor, ışıklandırıyor, hakikatini kuvvetleştiriyor.

Evet, hakikat ne kadar zayıfsa da, ölmez, suret gibi mahvolmaz. Belki teşahhuslarda, suretlerde seyrüsefer eder. Hakikat büyür, inkişaf eder, gittikçe genişlenir. Kışır ve suret ise eskileşir, inceleşir, parçalanır; sabit ve büyümüş hakikatin kàmetine yakışmak için, daha güzel olarak tazeleşir. Ziyade ve noksan noktasında, hakikat ile suret mâkûsen mütenasiptirler. Yani suret kalınlaştıkça hakikat inceleşir. Suret inceleştikce, hakikat o nisbette kuvvet bulur.

İşte, şu kanun, kanun-u tekâmüle dahil olan bütün eşyaya şamildir. Demek, herhalde bir zaman gelecek ki, kâinat hakikat-i uzmâsının kışır ve sureti olan âlem-i şehadet, Fâtır-ı Zülcelâlin izniyle parçalanacak, sonra daha güzel bir surette tazelenecektir.

blank.gif
2
يَوْمَ تُبَدَّلُ اْلاَرْضُ غَيْرَ اْلاَرْضِ sırrı tahakkuk edecektir. Elhasıl, dünyanın mevti mümkün, hem hiç şüphe getirmez ki mümkündür.


[NOT]Dipnot-1
“Gök yarıldığı zaman; yıldızlar saçıldığı zaman; denizler kaynayıp birbirine karıştığı zaman.” İnfitar Sûresi, 82:1-3.

Dipnot-2
“O gün yeryüzü başka bir şekle girer.” İbrahim Sûresi, 14:48.[/NOT]



Fâtır-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet sahibi olan ve herşeyi harika, üstün sanatıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ẕü; c-l-l)Kadîr-i Ezelî: varlığının başlangıcı olmayıp sonsuz olan ve herşeye gücü yeten Allah (bk. ḳ-d-r; e-z-l)
câmid: cansız, sert, katıecza: parçalar, bölümler (bk. c-z-e)
elhasıl: özetle, sonuç olarakemr-i İlâhî: Allah’ın emri (bk. e-l-h)
feza: uzay, gökyüzühakikat: gerçek mahiyet, iç yüz, esas (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat-i uzmâ: en büyük hakikat (bk. ḥ-ḳ-ḳ; a-ẓ-m)incimad: donma
inkişaf etme: açılma, gelişme (bk. k-ş-f)kanun-u tekâmül: gelişme ve mükemmelleşme kanunu (bk. ḳ-n-n; k-m-l)
kesif: katı, yoğun, saydam olmayankudret-i fâtıra: yaratıcı kudret (bk. ḳ-d-r; f-ṭ-r)
kàmet: boy, endamkâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
kışır: kabuklâfız: söz, kelime
lâtif: ince, cismanî olmayan (bk. l-ṭ-f)lüb: öz, iç
mahvolma: yok olmamevt: ölüm (bk. m-v-t)
mâkûsen mütenasip: ters orantılı (bk. n-s-b)mânâ: anlam (bk. a-n-y)
müthiş: dehşet veren, korkutannisbet: oran, ölçü (bk. n-s-b)
noksan: eksiknur-u hayat: hayat ışığı (bk. n-v-r; ḥ-y-y)
remiz: işaretremz-i kudret: kudret işareti (bk. ḳ-d-r)
savt: sessekerât: ölüm anı
seyrüsefer etme: gidip gelme, dolaşmasuret: şekil, görünüş (bk. ṣ-v-r)
sır: gizli gerçektahakkuk: gerçekleşme (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
temeyyu: erimetezahür: görünme, meydana çıkma (bk. ẓ-h-r)
teşahhus: şahıslanma, maddi yapıya sahip olmaziyade: fazla
âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r)âlem-i kesif: katı ve yoğun olan madde âlemi (bk. a-l-m)
âlem-i lâtif: nurlu ve şeffaf olan âhiret (bk. a-l-m; l-ṭ-f)âlem-i şehadet: görünen âlem, dünya (bk. a-l-m; ş-h-d)
şamil: içine alan, kapsamlışeffaf: saydam

<tbody>
</tbody>


 
Üst