Yirmi Dördüncü Söz

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dördüncü Söz

Şu Söz Beş Daldır. Dördüncü Dala dikkat et. Beşinci Dala yapış, çık, meyvelerini kopar, al.

besmele.jpg


اَللهُ لاَۤ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ لَهُ اْلاَسْمَاۤءُ الْحُسْنٰى
blank.gif
1

ŞU ÂYET-İ CELÎLENİN şecere-i nuraniyesinin çok hakikatlerinden bir hakikatinin Beş Dalına işaret ederiz.

BİRİNCİ DAL

Nasıl ki bir sultanın kendi hükûmetinin dairelerinde ayrı ayrı ünvanları ve raiyetinin tabakalarında başka başka nam ve vasıfları ve saltanatının mertebelerinde çeşit çeşit isim ve alâmetleri vardır. Meselâ, adliye dairesinde hâkim-i âdil; ve mülkiyede sultan; ve askeriyede kumandan-ı âzam; ve ilmiyede halife—daha buna kıyasen sair isim ve ünvanlarını bilsen anlarsın ki, birtek padişah, saltanatının dairelerinde ve tabaka-i hükûmet mertebelerinde bin isim ve ünvana sahip olabilir. Güya o hâkim, herbir dairede şahsiyet-i mâneviye haysiyetiyle ve telefonuyla mevcut ve hazırdır; bulunur ve bilir. Ve her tabakada kanunuyla, nizamıyla, mümessiliyle meşhud ve nâzırdır; görünür, görür. Ve herbir mertebede, perde arkasında hükmüyle, ilmiyle, kuvvetiyle mutasarrıf ve basîrdir; idare eder, bakar.

Öyle de, Ezel-Ebed Sultanı olan Rabbü’l-Âlemîn için, rububiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şe’n ve namları; ve ulûhiyetinin dairelerinde


[NOT]Dipnot-1 “O Allah ki, Ondan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. En güzel isimler Onundur.” Tâhâ Sûresi, 20:8.[/NOT]


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Ezel-Ebed Sultanı: hüküm ve saltanatı ezelden ebede devam eden Sultan, Allah (bk. e-z-l; e-b-d; s-l-ṭ)</td><td>Rabbü’l-Âlemîn: âlemlerin Rabbi olan Allah (bk. r-b-b; a-l-m)</td></tr><tr><td>alâmet: işaret</td><td>basîr: gören (bk. b-ṣ-r)</td></tr><tr><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>halife: Müslümanların dini reisi (bk. ḫ-l-f)</td></tr><tr><td>haysiyetiyle: özelliğiyle</td><td>hâkim: hükmeden, hükümdâr (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>hâkim-i âdil: adaletli hâkim (bk. ḥ-k-m; a-d-l)</td><td>hükûmet: idare, yönetim (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>kumandan-ı âzam: en büyük kumandan (bk. a-ẓ-m)</td><td>mertebe: derece</td></tr><tr><td>mevcut: var olma (bk. v-c-d)</td><td>meşhud: görünen, bilinen (bk. ş-h-d)</td></tr><tr><td>mutasarrıf: dilediği gibi idare eden (bk. ṣ-r-f)</td><td>mülkiye: yönetim daireleri ve kadroları (bk. m-l-k)</td></tr><tr><td>mümessil: temsilci (bk. m-s̱-l)</td><td>nizam: düzen, kanun (bk. n-ẓ-m)</td></tr><tr><td>nâzır: bakan, gözlemci (bk. n-ẓ-r)</td><td>raiyet: halk</td></tr><tr><td>rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)</td><td>saltanat: egemenlik (bk. s-l-ṭ)</td></tr><tr><td>sultan: hükümdâr, yönetici (bk. s-l-ṭ)</td><td>tabaka: kat, sınıf</td></tr><tr><td>tabaka-i hükûmet: yönetim tabakası (bk. ḥ-k-m)</td><td>ulûhiyet: ilâhlık (bk. e-l-h)</td></tr><tr><td>vasıf: özellik, sıfat (bk. v-ṣ-f)</td><td>âyet-ı celîle: yüce âyet (bk. c-l-l)</td></tr><tr><td>şahsiyet-i mâneviye: mânevî kişilik (bk. a-n-y)</td><td>şecere-i nuraniye: nurlu ağaç (bk. n-v-r)</td></tr><tr><td>şe’n/şuûnat: Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetinde bulunan ve onları tecellîye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler (bk. ş-e-n)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dördüncü Söz - Sayfa 446

başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve nişanları; ve haşmetnümâ icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer temessül ve cilveleri; ve kudretinin tasarrufâtında başka başka, fakat birbirini ihsas eder ünvanları var. Ve sıfatlarının tecelliyâtında başka başka, fakat birbirini gösterir mukaddes zuhurâtı var. Ve ef’âlinin cilvelerinde çeşit çeşit, fakat birbirini ikmal eder hikmetli tasarrufâtı var. Ve rengârenk san’atında ve mütenevvi masnuâtında çeşit çeşit, fakat birbirini temâşâ eder haşmetli rububiyâtı vardır.

Bununla beraber, kâinatın herbir âleminde, herbir taifesinde Esmâ-i Hüsnâdan bir ismin ünvanı tecellî eder. O isim o dairede hâkimdir; başka isimler orada ona tâbidirler, belki onun zımnında bulunurlar.

Hem mahlûkatın herbir tabakasında, az ve çok, küçük ve büyük, has ve âmm, herbirisinde has bir tecellî, has bir rububiyet, has bir isimle cilvesi vardır. Yani, o isim herşeye muhit ve âmm olduğu halde, öyle bir kast ve ehemmiyetle birşeye teveccüh eder; güya o isim yalnız o şeye hastır.
Hem, bununla beraber, Hâlık-ı Zülcelâl herşeye yakın olduğu halde, yetmiş bine yakın nuranî perdeleri vardır. Meselâ, sana tecellî eden Hâlık isminin, mahlûkıyetindeki cüz’î mertebesinden tut, tâ bütün kâinatın Hâlıkı olan mertebe-i kübrâ ve ünvan-ı âzama kadar ne kadar perdeler bulunduğunu kıyas edebilirsin. Demek, bütün kâinatı arkada bırakmak şartıyla mahlûkıyetin kapısından Hâlık isminin müntehâsına yetişirsin, daire-i sıfâta yanaşırsın.

Madem perdelerin birbirine temâşâ eder pencereleri var. Ve isimler birbiri içinde görünüyor. Ve şuûnât birbirine bakar. Ve temessülât birbiri içine girer. Ve ünvanlar birbirini ihsas eder. Ve zuhurat birbirine benzer. Ve tasarrufat birbirine yardım edip itmam eder. Ve rububiyetin mütenevvi terbiyeleri birbirine imdat edip muavenet eder. Elbette gerektir ki, Cenâb-ı Hakkı bir isim, bir unvanla, bir rububiyetle, ve hâkezâ, tanısa, başka ünvanları, rububiyetleri, şe’nleri



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Esmâ-i Hüsnâ: Allah’ın en güzel isimleri (bk. s-m-v; ḥ-s-n)</td><td>Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve şeref sahibi yaratıcı, Allah (bk. ḫ-l-ḳ; ẕü; c-l-l)</td><td>cilve: görünme, yansıma (bk. c-l-y)</td></tr><tr><td>cüz’î: küçük (bk. c-z-e)</td><td>daire-i sıfât: sıfat dairesi (bk. v-ṣ-f)</td></tr><tr><td>ef’âl: fiiller, işler (bk. f-a-l)</td><td>has: özel </td></tr><tr><td>haşmet: heybet, görkem</td><td>haşmetnümâ: ihtişamlı, görkemli</td></tr><tr><td>hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)</td><td>hâkezâ: böylece, bunun gibi</td></tr><tr><td>hâkim: hüküm sahibi, hükmeden, galip (bk. ḥ-k-m)</td><td>ihsas: hissettirme, hatırlatma</td></tr><tr><td>ikmal etme: tamamlama (bk. k-m-l)</td><td>imdat: yardıma yetişme</td></tr><tr><td>itmam: tamamlama</td><td>kast: amaç, hedef (bk. ḳ-ṣ-d)</td></tr><tr><td>kudret: güç, iktidar (bk. ḳ-d-r)</td><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>mahlûkıyet: yaratılmışlık (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>masnuât: sanat eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a)</td><td>mertebe-i kübrâ: en büyük mertebe (bk. k-b-r)</td></tr><tr><td>muavenet: yardım </td><td>muhit: kuşatan, kapsayıcı</td></tr><tr><td>mukaddes: kutsal, her türlü kusur ve eksiklikten yüce (bk. ḳ-d-s)</td><td>müntehâ: en son nokta</td></tr><tr><td>mütenevvi: çeşitli</td><td>nuranî: nurlu (bk. n-v-r)</td></tr><tr><td>rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)</td><td>taife: topluluk, grup</td></tr><tr><td>tasarrufât: tasarruflar, dilediği gibi kullanma ve yönetme (bk. ṣ-r-f)</td><td>tecelliyât: tecellîler, yansımalar (bk. c-l-y)</td></tr><tr><td>tecellî: yansıma (bk. c-l-y)</td><td>temessül: görüntünün belirmesi (bk. m-s̱-l)</td></tr><tr><td>temessülât: görüntülerin belirmesi (bk. m-s̱-l)</td><td>temâşâ etmek: bakmak, seyretmek</td></tr><tr><td>terbiye: belli bir amaca erişecek şekilde geliştirme, olgunlaştırma (bk. r-b-b)</td><td>teveccüh: yönelme</td></tr><tr><td>tâbi: uyan </td><td>zuhurât: görünümler, meydana çıkmalar (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>zımn: iç taraf</td><td>âlem: dünya (bk. a-l-m)</td></tr><tr><td>âmm: genel</td><td>ünvan-ı âzam: en büyük ünvan (bk. a-ẓ-m)</td></tr><tr><td>şe’n/şuûnat: Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetinde bulunan ve onları tecellîye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler (bk. ş-e-n)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dördüncü Söz - Sayfa 447

içinde inkâr etmesin. Belki, herbir ismin cilvesinden sair esmâya intikal etmezse zarar eder. Meselâ, Kadîr ve Hâlık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dalâletine düşebilir. Belki lâzım gelir ki, onun nazarı, daima karşısında Hüve, Hüvallah okusun, görsün. Onun kulağı herşeyden
blank.gif
1
قُلْ هُوَ اللهُ اَحَدٌ dinlesin, işitsin. Onun lisanı Lâ ilâhe illâhû beraber mîzened âlem desin, ilân etsin.

İşte, Kur’ân-ı Mübîn,
blank.gif
2
اَللهُ لاَۤ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ لَهُ اْلاَسْمَاۤءُ الْحُسْنٰى fermanıyla, zikrettiğimiz hakikatlere işaret eder.


Eğer o yüksek hakikatleri yakından temâşâ etmek istersen, git, fırtınalı bir denizden, zelzeleli bir zeminden sor. “Ne diyorsunuz?” de. Elbette “Yâ Celîl, yâ Celîl, yâ Azîz, yâ Cebbâr“ dediklerini işiteceksin.

Sonra, deniz içinde ve zemin yüzünde merhamet ve şefkatle terbiye edilen küçük hayvanattan ve yavrulardan sor. “Ne diyorsunuz?” de. Elbette “Yâ Cemîl, yâ Cemîl, yâ Rahîm, yâ Rahîm“ diyecekler.HAŞİYE-1


[NOT]Dipnot-1 “De ki: O Allah birdir.” İhlâs Sûresi, 112:1.

Dipnot-2
“O Allah ki, Ondan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. En güzel isimler Onundur.” Tâhâ Sûresi, 20:8.

Haşiye-1
Hattâ birgün kedilere baktım. Yalnız yemeklerini yediler, oynadılar, yattılar. Hatırıma geldi: “Nasıl bu vazifesiz canavarcıklara mübarek denilir?” Sonra gece yatmak için uzandım. Baktım, o kedilerden birisi geldi, yastığıma dayandı, ağzını kulağıma getirdi, sarih bir surette “Yâ Rahîm, yâ Rahîm, yâ Rahîm, yâ Rahîm“ diyerek, güya hatırıma gelen itirazı ve tahkiri, taifesi namına reddedip yüzüme çarptı. Aklıma geldi: “Acaba şu zikir bu ferde mi mahsustur, yoksa taifesine mi âmmdır? Ve işitmek yalnız benim gibi haksız bir muterize mi münhasırdır, yoksa herkes dikkat etse bir derece işitebilir mi?” Sonra, sabahleyin başka kedileri dinledim. Çendan onun gibi sarih değil; fakat mütefavit derecede aynı zikri tekrar ediyorlar. Bidâyette hırhırları arkasında “Yâ Rahîm“ fark edilir. Git gide hırhırları, mırmırları aynı “Yâ Rahîm“ olur; mahreçsiz, fasih bir zikr-i hazîn olur. Ağzını kapar, güzel “Yâ Rahîm“ çeker. Yanıma gelen ihvanlara hikâye ettim. Onlar dahi dikkat ettiler, “Bir derece işitiyoruz” dediler. Sonra kalbime geldi: “Acaba şu ismin vech-i tahsisi nedir? Ve niçin şivesiyle zikrederler, hayvan lisanıyla etmiyorlar?” Kalbime geldi: Şu hayvanlar çocuk gibi çok nazdar ve nazik ve insana karışık bir arkadaş olduğundan, çok şefkat ve merhamete muhtaçtırlar. Okşandığı vakit, hoşlarına giden taltifleri gördükleri zaman, o nimete bir hamd olarak, kelbin hilâfına olarak esbabı bırakıp, yalnız kendi Hâlık-ı Rahîminin rahmetini kendi âleminde ilân ile, nevm-i gaflette olan insanları ikaz ve “Yâ Rahîm“ nidâsıyla, kimden medet gelir ve kimden rahmet beklenir, esbap-perestlere ihtar ediyorlar.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Alîm: herşeyi sonsuz ilmiyle bilen Allah (bk. a-l-m)</td><td>Azîz: izzet, şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. a-z-z)</td></tr><tr><td>Cebbâr: azamet ve yücelik sahibi, yarattıklarına istediğini yaptıran Allah (bk. c-b-r)</td><td>Celîl: sonsuz derecede haşmet, yücelik ve azamet sahibi Allah (bk. c-l-l)</td></tr><tr><td>Cemîl: sonsuz güzellik sahibi olan Allah (bk. c-m-l)</td><td>Hâlık: herşeyi var eden, yaratıcı Allah (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>Hüvallah: “O Allah’tır”</td><td>Hüve: O, Allah</td></tr><tr><td>Kadîr: sonsuz güç ve kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r)</td><td>Kur’ân-ı Mübîn: hak ve hakikati açıklayan Kur’ân (bk. b-y-n)</td></tr><tr><td>Lâ ilâhe illâ Hû beraber mîzened âlem: bütün âlem hep beraber “Allah’tan başka ilâh yoktur” der (bk. e-l-h)</td><td>Rahîm: rahmeti herşeyi kuşatan, sonsuz şefkat ve merhamet sahibi Allah (bk. r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>bidâyet: başlangıç</td><td>cilve: görünme, yansıma (bk. c-l-y)</td></tr><tr><td>dalâlet: inançsızlık, hak yoldan sapkınlık (bk. ḍ-l-l)</td><td>esmâ: isimler (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>fasih: güzel, açık ve düzgün konuşan (bk. f-s-ḥ)</td><td>ferman: buyruk</td></tr><tr><td>gaflet: umursamazlık; âhirete, Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız davranma hali (bk. ğ-f-l)</td><td>güya: sanki</td></tr><tr><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hayvanat: hayvanlar (bk. ḥ-y-y</td></tr><tr><td>haşiye: dipnot, açıklayıcı not</td><td>ihvan: kardeşler</td></tr><tr><td>inkâr: kabul etmeme, inanmama (bk. n-k-r)</td><td>intikal: geçme, farkına varma</td></tr><tr><td>mahreçsiz: harfleri doğru çıkarmadan</td><td>mahsus: özel, has</td></tr><tr><td>muteriz: itiraz eden</td><td>mübarek: bereketli, hayırlı (bk. b-r-k)</td></tr><tr><td>münhasır: ait, sınırlı</td><td>mütefavit: farklı farklı</td></tr><tr><td>nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r)</td><td>sair: diğer</td></tr><tr><td>sarih: açık</td><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>tabiat: doğa, canlı cansız varlıklar, maddî âlem (bk. ṭ-b-a)</td><td>tahkir: hor görme</td></tr><tr><td>taife: kavim, grup</td><td>temâşâ etmek: seyretmek</td></tr><tr><td>vech-i tahsis: tahsis yönü, has kılma sebebi</td><td>zelzele: deprem, sarsıntı</td></tr><tr><td>zemin: yeryüzü</td><td>zikir: Allah’ı anma </td></tr><tr><td>zikr-i hazîn: içli zikir, mânevî hüzün veren zikir</td><td>zikretmek: bildirmek, anmak</td></tr><tr><td>âmm: genel</td><td>çendan: gerçi</td></tr><tr><td>şefkat: karşılıksız sevgi ve merhamet (bk. ş-f-ḳ)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dördüncü Söz - Sayfa 448

Semâyı dinle. Nasıl “Yâ Celîl-i Zülcemâl“ diyor. Ve arza kulak ver. Nasıl “Yâ Cemîl-i Zülcelâl“diyor. Ve hayvanlara dikkat et. Nasıl “Yâ Rahmân, yâ Rezzâk“ diyorlar. Bahardan sor. Bak, nasıl “Yâ Hannân, yâ Rahmân, yâ Rahîm, yâ Kerîm, yâ Lâtif, yâ Atûf, ya Musavvir, yâ Münevvir, yâ Muhsin, yâ Müzeyyin“ gibi çok esmâyı işiteceksin. Ve insan olan bir insandan sor. Bak, nasıl bütün Esmâ-i Hüsnâyı okuyor ve cephesinde yazılı; sen de dikkat etsen okuyabilirsin. Güya kâinat azîm bir musika-i zikriyedir. En küçük nağme, en gür nağamâta karışmakla, haşmetli bir letâfet veriyor. Ve hâkezâ, kıyas et.

Fakat, çendan insan bütün esmâya mazhardır; fakat kâinatın tenevvüünü ve melâikenin ihtilâf-ı ibâdâtını intaç eden tenevvü-ü esmâ, insanların dahi bir derece tenevvüüne sebep olmuştur. Enbiyanın ayrı ayrı şeriatleri, evliyanın başka başka tarikatleri, asfiyanın çeşit çeşit meşrepleri şu sırdan neş’et etmiştir. Meselâ, İsâ Aleyhisselâm, sair esmâ ile beraber, Kadîr ismi onda daha galiptir. Ehl-i aşkta Vedûd ismi ve ehl-i tefekkürde Hakîm ismi daha ziyade hâkimdir.



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)</td><td>Atûf: çok şefkatli, pek merhametli olan Allah (bk. a-ṭ-f)</td></tr><tr><td>Celîl-i Zülcemâl: sınırsız güzelliğiyle beraber, sonsuz yücelik ve haşmetiyle sahibi olan Allah (bk. c-l-l; ẕü; c-m-l)</td><td>Cemîl-i Zülcelâl: sınırsız yücelik ve haşmetiyle beraber, sonsuz güzel-lik sahibi Allah (bk. c-m-l; ẕü; c-l-l)</td></tr><tr><td>Esmâ-yi Hüsnâ: Allah’ın en güzel isimleri (bk. s-m-v; ḥ-s-n)</td><td>Hakîm: herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan Allah (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>Hannân: rahmetlerinin en hoş cilvesini gösteren Allah (bk. ḥ-n-n)</td><td>Hâlık-ı Rahîm: sonsuz şefkat ve merhamet sahibi olan yaratıcı, Allah (bk. ḫ-l-ḳ; r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>Kadîr: sonsuz güç ve kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r)</td><td>Kerîm: cömertlik ve ikram sahibi olan Allah (bk. k-r-m)</td></tr><tr><td>Lâtif: çok lütuf ve ihsanda bulunan Allah (bk. l-ṭ-f)</td><td>Muhsin: yarattıklarına bağış ve iyiliklerde bulunan Allah (bk. ḥ-s-n)</td></tr><tr><td>Musavvir: herşeyi istediği sıfat ve surette yaratan Allah (bk. ṣ-v-r)</td><td>Münevvir: herşeyi maddî ve manevî nurlandıran, sonsuz nur sahibi Allah (bk. n-v-r)</td></tr><tr><td>Müzeyyin: herşeyi eşsiz sanatıyla süsleyen, güzelleştiren Allah (bk. z-y-n)</td><td>Rahîm: sonsuz şefkat ve merhamet sahibi Allah (bk. r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>Rezzak: bütün canlıların rızkını veren Allah (bk. r-z-ḳ)</td><td>Râhman: çok merhamet sahibi ve şefkatle bütün yaratıkların rızkını veren Allah (bk. r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>Vedûd: kullarını çok seven ve şefkat eden, Kendisine çok sevgi beslenen Allah (bk. v-d-d)</td><td>arz: yer, dünya</td></tr><tr><td>asfiya: Hz. Peygamber yolundan giden yüksek ilim ve velâyet sahibi hâlis kullar (bk. ṣ-f-y)</td><td>azîm: çok büyük (bk. a-ẓ-m)</td></tr><tr><td>ehl-i aşk: kalpleri Allah sevgisiyle dolu olanlar</td><td>ehl-i tefekkür: varlıklar üzerinde Allah’ı tanımayı sonuç verecek şekilde düşünenler (bk. f-k-r)</td></tr><tr><td>enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)</td><td>esbab: sebepler (bk. s-b-b)</td></tr><tr><td>esbap-perest: Allah’ı unutup sebeplere haddinden fazla değer veren (bk. s-b-b)</td><td>esmâ: isimler (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>evliya: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y)</td><td>hamd: şükür, övgü (bk. ḥ-m-d)</td></tr><tr><td>haşmetli: görkemli, heybetli</td><td>hilâf: ters, aksi</td></tr><tr><td>hâkezâ: bunun gibi</td><td>hâkim: hüküm sahibi, hükmeden, galip (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>ihtar: hatırlatma, uyarma, ikaz</td><td>ihtilâf-ı ibâdât: ibadetlerin farklı farklı olması (bk. a-b-d)</td></tr><tr><td>intaç eden: sonuç veren</td><td>kelb: köpek</td></tr><tr><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td><td>letâfet: hoşluk, güzellik (bk. l-ṭ-f)</td></tr><tr><td>mazhar: görünme ve yansıma yeri (bk. ẓ-h-r)</td><td>medet: yardım</td></tr><tr><td>melâike: melekler (bk. m-l-k)</td><td>meşrep: mânevî haz ve feyiz alınan yol, usül</td></tr><tr><td>musika-i zikriye: zikir musikîsi</td><td>nazdar: nazlı</td></tr><tr><td>nazik: ince, zarif</td><td>nağamat: nağmeler, güzel sesler</td></tr><tr><td>nağme: ahenk, güzel ses</td><td>nevm-i gaflet: gaflet uykusu (bk. ğ-f-l)</td></tr><tr><td>neş’et: doğma, ortaya çıkma</td><td>nidâ: sesleniş</td></tr><tr><td>rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)</td><td>sair: diğer</td></tr><tr><td>semâ: gökyüzü (bk. s-m-v)</td><td>sır: gizem, gizli gerçek</td></tr><tr><td>taltif: lütuf ve ihsanda bulunma (bk. l-ṭ-f)</td><td>tarikat: mânevî yol (bk. ṭ-r-ḳ)</td></tr><tr><td>tenevvü: çeşitlilik</td><td>tenevvü-ü esmâ: isimlerin çeşitliliği (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>ziyade: fazla </td><td>âlem: dünya (bk. a-l-m)</td></tr><tr><td>çendan: gerçi</td><td>İsâ: (bk. bilgiler)</td></tr><tr><td>şefkat: karşılıksız sevgi ve merhamet (bk. ş-f-ḳ)</td><td>şeriat: yol, İlâhî kanun (bk. ş-r-a)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dördüncü Söz - Sayfa 449

İşte, nasıl eğer bir adam hem hoca, hem zâbit, hem adliye kâtibi, hem mülkiye müfettişi olsa, onun herbir dairede birer nisbeti, birer vazifesi, birer hizmeti, birer maaşı, birer mes’uliyeti, birer terakkiyâtı; ve muvaffakiyetsizliğine sebep birer düşman ve rakipleri oluyor. Ve padişaha karşı çok ünvanlarla görünüyor ve görür. Ve çok lisanlarla ondan medet ister ve âmirinin çok ünvanlarına müracaat eder. Ve düşmanların şerrinden kurtulmak için, muavenetini çok suretlerle talep eder.
Öyle de, çok esmâya mazhar ve çok vazifelerle mükellef ve çok düşmanlara müptelâ olan insan, münâcâtında, istiâzesinde çok isimleri zikreder. Nasıl ki, nev-i insanın medâr-ı fahri ve elhak en hakikî insan-ı kâmil olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, Cevşenü’l-Kebîr namındaki münâcâtında bin bir ismiyle dua ediyor, ateşten istiâze ediyor.

İşte, şu sırdandır ki, Sûre-i

قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِ مَلِكِ النَّاسِ اِلٰهِ النَّاسِ مِنْ شَرِّ الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِ
blank.gif
1

de üç ünvan ile istiâzeyi emrediyor ve Bismillâhirrahmânirrahîm’de üç ismiyle istiâneyi gösteriyor.

İKİNCİ DAL

Çok esrarın anahtarlarını tazammun eden iki sırrı beyan eder.

Birinci sır: Evliya ne için usul-i imaniyede ittifak ettikleri halde meşhudatlarında, keşfiyatlarında çok tehalüf ediyorlar. Şuhud derecesinde olan keşifleri bazan hilâf-ı vaki ve muhalif-i hak çıkıyor. Hem niçin ehl-i fikir ve nazar, herbiri kat’î bir burhanla hak telâkki ettikleri efkârlarında, birbirine mütenakız bir surette hakikati görüyorlar ve gösteriyorlar; bir hakikat niçin çok renklere giriyor?


[NOT]Dipnot-1 “De ki: Sığınırım insanların Rabbine, insanların Mâlikine, insanların İlâhına. Sinsice vesvese verenlerin şerrinden...” Nâs Sûresi, 114:1-4.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m)</td><td>Bismillâhirrahmânirrahîm: Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla (bk. s-m-v; r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>Cevşenü’l-Kebir: Peygamberimize Cebrâil’in (a.s.) getirdiği ve “Zırhı çıkar, bu duâyı oku” dediği meşhur duâ (bk. k-b-r)</td><td>Muhammed-i Arabî: Arapların içinden çıkan peygamberimiz Muhammed (a.s.m.) (bk. ḥ-m-d)</td></tr><tr><td>beyan: açıklama (bk. b-y-n)</td><td>burhan: kesin delil</td></tr><tr><td>efkâr: fikirler, düşünceler (bk. f-k-r)</td><td>ehl-i fikir ve nazar: fikir ve dikkat sahipleri (bk. f-k-r; n-ẓ-r)</td></tr><tr><td>elhak: gerçekten (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>esmâ: isimler (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>esrar: sırlar, gizli gerçekler</td><td>evliya: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y)</td></tr><tr><td>hak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hilâf-ı vaki: gerçeğe aykırı</td></tr><tr><td>insan-ı kâmil: mükemmel insan (bk. k-m-l)</td><td>istiâne: yardım isteme</td></tr><tr><td>istiâze: Allah’a sığınma</td><td>ittifak: birleşme, birlik</td></tr><tr><td>kat’î: kesin</td><td>keşfiyat: keşifler, mânevî âlemlerde bazı olayları ve hakikatleri görme (bk. k-ş-f)</td></tr><tr><td>kâtib: yazıcı (bk. k-t-b)</td><td>lisan: dil</td></tr><tr><td>mazhar: görünme ve yansıma yeri (bk. ẓ-h-r)</td><td>medet: yardım</td></tr><tr><td>medâr-ı fahr: övünç vesilesi</td><td>mes’uliyet: sorumluluk</td></tr><tr><td>meşhudat: kalb gözüyle görülen şeyler (bk. ş-h-d)</td><td>muavenet: yardım </td></tr><tr><td>muhalif-i hak: gerçeğe zıt (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>muvaffakiyet: başarı</td></tr><tr><td>mükellef: yükümlü</td><td>mülkiye müfettişi: devletin idarî işlerini ve heyetlerini denetleyen müfettiş, denetçi (bk. m-l-k)</td></tr><tr><td>münâcât: Allah’a yalvarış, dua (bk. n-c-v)</td><td>müptelâ: bağımlı, tutulmuş</td></tr><tr><td>müracaat: başvurma</td><td>mütenakız: birbirine zıt, çelişen</td></tr><tr><td>nam: ad</td><td>nev-i insan: insanlık</td></tr><tr><td>nisbet: bağ (bk. n-s-b)</td><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>talep: isteme (bk. ṭ-l-b)</td><td>tazammun eden: içine alan</td></tr><tr><td>tehalüf: birbirine zıt olma</td><td>telâkki: kabul etme</td></tr><tr><td>terakkiyât: ilerlemeler, yükselmeler</td><td>usul-i imaniye: iman esasları (bk. e-m-n)</td></tr><tr><td>zikretmek: anmak</td><td>zâbit: subay</td></tr><tr><td>şer: kötülük</td><td>şuhud: gözle görme (bk. ş-h-d)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dördüncü Söz - Sayfa 450

İkinci sır: Enbiya-yı sâlife, niçin haşr-i cismanî gibi bir kısım erkân-ı imaniyeyi bir derece mücmel bırakmışlar, Kur’ân gibi tafsilât vermemişler; sonra ümmetlerinden bir kısmı, ileride o mücmel olan erkânı inkâra kadar gitmişler? Hem niçin hakikî ârif olan evliyanın bir kısmı yalnız tevhidde ileri gitmişler? Hattâ derece-i hakkalyakîne kadar gittikleri halde, bir kısım erkân-ı imaniye onların meşreplerinde pek az ve mücmel bir surette görünüyor. Hattâ, onun içindir ki, onlara tebaiyet edenler, ileride o erkân-ı imaniyeye lâzım olan ehemmiyeti vermemişler; hattâ bazıları sapmışlar. Madem bütün erkân-ı imaniyenin inkişafıyla hakikî kemâl bulunur, niçin ehl-i hakikat bazısında çok ileri ve bir kısmında çok geri kalmışlar? Halbuki, bütün esmânın mertebe-i âzamlarının mazharı ve bütün enbiyanın serveri olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ve bütün kütüb-ü mukaddesenin reis-i enveri olan Kur’ân-ı Hakîm, bütün erkân-ı imaniyeyi vâzıh bir surette, pek ciddî bir ifadede ve kasdî bir tarzda tafsil etmişlerdir.

Evet, çünkü hakikatte hakikî kemâl-i etemm öyledir. İşte, şu esrarın hikmeti şudur ki:

İnsan çendan bütün esmâya mazhar ve bütün kemâlâta müstaiddir. Lâkin, iktidarı cüz’î, ihtiyarı cüz’î, istidadı muhtelif, arzuları mütefavit olduğu halde, binler perdeler, berzahlar içinde hakikati taharrî eder. Onun için, hakikatin keşfinde ve hakkın şuhudunda berzahlar ortaya düşüyor; bazılar berzahtan geçemiyorlar. Kabiliyetler başka başka oluyor; bazıların kabiliyeti, bazı erkân-ı imaniyenin inkişafına menşe olamıyor. Hem esmânın cilvelerinin renkleri mazhara göre tenevvü ediyor, ayrı ayrı oluyor; bazı mazhar olan zat, bir ismin tam cilvesine medar olamıyor. Hem külliyet ve cüz’iyet, ve zılliyet ve asliyet itibarıyla, cilve-i esmâ



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m)</td><td>Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>Resul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) (bk. r-s-l; k-r-m)</td><td>asliyet: asıl oluş</td></tr><tr><td>berzah: geçit</td><td>cilve: görünme, yansıma (bk. c-l-y)</td></tr><tr><td>cilve-i esmâ: isimlerin görünmesi (bk. c-l-y; s-m-v)</td><td>cüz’î: küçük, az (bk. c-z-e)</td></tr><tr><td>derece-i hakkalyakîn: bizzat yaşayarak kesin bilgi edinme derecesi (bk. ḥ-ḳ-ḳ; y-ḳ-n)</td><td>ehl-i hakikat: hak ve doğruluk üzere olan kimseler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)</td><td>enbiya-yı sâlife: geçmişteki peygamberler (bk. n-b-e)</td></tr><tr><td>erkân: şartlar, esaslar (bk. r-k-n)</td><td>erkân-ı imaniye: imanın esasları (bk. r-k-n; e-m-n)</td></tr><tr><td>esmâ: isimler (bk. s-m-v)</td><td>esrar: sırlar</td></tr><tr><td>evliya: veliler (bk. v-l-y)</td><td>hak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>haşr-i cismanî: öldükten sonra bedenlerin ve vücutların dirilişi (bk. ḥ-ş-r)</td><td>hikmet: sır, bilimsel izah (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>ihtiyar: irade, dileme, tercih (bk. ḫ-y-r)</td><td>iktidar: güç, kudret (bk. ḳ-d-r)</td></tr><tr><td>inkişaf: açığa çıkma (bk. k-ş-f)</td><td>inkâr: kabul etmeme, inanmama (bk. n-k-r)</td></tr><tr><td>istidat: yetenek, kabiliyet (bk. a-d-d)</td><td>itibarıyla: özelliğiyle</td></tr><tr><td>kasdî: bilerek, direkt (bk. ḳ-ṣ-d)</td><td>kemâl: mükemmellik (bk. k-m-l)</td></tr><tr><td>kemâl-i etem: tam mükemmellik (bk. k-m-l)</td><td>kemâlât: mükemmel özellikler, üstünlükler (bk. k-m-l)</td></tr><tr><td>keşif: açığa çıkarma (bk. k-ş-f)</td><td>külliyet: kapsamlılık (bk. k-l-l)</td></tr><tr><td>kütüb-ü mukaddese: kutsal kitaplar; Tevrat, Zebur, İncil, Kur’ân-ı Kerîm (bk. k-t-b; ḳ-d-s)</td><td>mazhar: görünme ve yansıma yeri (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>medar: dayanak, eksen</td><td>menşe: kaynak</td></tr><tr><td>mertebe-i âzam: en yüksek derece (bk. a-ẓ-m)</td><td>meşrep: mânevî haz ve feyiz alınan yol, usül</td></tr><tr><td>muhtelif: çeşitli</td><td>mücmel: kısa, özet halinde (bk. c-m-l)</td></tr><tr><td>müstaid: istidatlı, yetenekli (bk. a-d-d)</td><td>mütefavit: farklı</td></tr><tr><td>reis-i enver: en nurlu başkan (bk. n-v-r)</td><td>server: reis, baş</td></tr><tr><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td><td>tafsil: ayrıntılı olarak açıklama</td></tr><tr><td>tafsilât: ayrıntılar</td><td>taharrî: araştırma</td></tr><tr><td>tebaiyet: tabi olma, uyma</td><td>tenevvü: çeşitlenme</td></tr><tr><td>tevhid: birleme; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma (bk. v-ḥ-d)</td><td>vâzıh: açık, âşikâr</td></tr><tr><td>zılliyet: gölge tarzında tecellî</td><td>ârif: bilgide ileri olan (bk. a-r-f)</td></tr><tr><td>çendan: gerçi</td><td>ümmet: Hz. Peygambere inanıp onun yolundan giden mü’minler</td></tr><tr><td>şuhud: görme, şahid olma (bk. ş-h-d)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dördüncü Söz - Sayfa 451

başka başka suret alıyor; bazı istidat cüz’iyetten geçemiyor ve gölgeden çıkamıyor. Ve istidada göre bazan bir isim galip oluyor, yalnız kendi hükmünü icra ediyor; o istidatta onun hükmü hükümran oluyor. İşte, şu derin sırra ve şu geniş hikmete, esrarlı, geniş ve hakikatle bir derece karışık bir temsille bazı işaretler ederiz.

Meselâ, Zühre namıyla nakışlı bir çiçek ve kamere âşık hayatlı bir Katre ve güneşe bakan safvetli bir Reşha’yı farz ediyoruz ki, herbirisinin bir şuuru, bir kemâli var ve o kemâle bir iştiyakı bulunuyor.
Şu üç şey de, çok hakikatlere işaret etmekle beraber, nefis ve akıl ve kalbin sülûklerine işaret eder ve üç tabaka ehl-i hakikate misaldir.HAŞİYE-1

Birincisi: Ehl-i fikir, ehl-i velâyet, ehl-i nübüvvetin işârâtıdır.

İkincisi: Cismanî cihazatla kemâline sa’y edip hakikate gidenleri; ve nefsin tezkiyesiyle ve aklın istimâliyle mücahede etmekle hakikate gidenleri; ve kalbin tasfiyesiyle ve iman ve teslimiyetle hakikate gidenlerin misalleridir.

Üçüncüsü: Enâniyeti bırakmayan ve âsâra dalan ve yalnız istidlâliyle hakikate giden; ve ilim ve hikmetle ve akıl ve marifetle hakikati aramaya giden; ve iman ve Kur’ân ile, fakr ve ubûdiyetle hakikate çabuk giden, ayrı ayrı istidatta bulunan üç taifenin hikmet-i ihtilâflarına işaret eden temsillerdir.

İşte, şu üç tabakanın terakkiyâtındaki sırrı ve geniş hikmeti Zühre, Katre, Reşha ünvanları altında bir temsille bir derece göstereceğiz.

Meselâ, güneşin, kendi Hâlıkının izniyle ve emriyle, üç çeşit tecellîsi ve in’ikâsı ve ifâzası var: Birisi çiçeklere, birisi kamere ve seyyarelere, birisi şişe ve su gibi parlaklara verdiği ayrı ayrı in’ikâslarıdır.

Birincisi üç tarzdadır:

Biri, küllî ve umumî bir tecellî ve in’ikâsdır ki, bütün çiçeklere birden ifâzasıdır.
Biri de has bir tecellîdir ki, herbir nev’e göre bir hususî in’ikâsı vardır.


[NOT]Haşiye-1 Her tabakada dahi üç taife var. Temsildeki üç misal, her tabakadaki o üç taifeye, belki dokuz taifeye bakar; yoksa üç tabakaya değil.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>Katre: damla</td></tr><tr><td>Reşha: sızıntı</td><td>Zühre: çiçek </td></tr><tr><td>cihazat: organlar, duyular</td><td>cismanî: maddi yapısı olan</td></tr><tr><td>cüz’iyet: küçüklük, parça olma hali (bk. c-z-e)</td><td>ehl-i fikir: düşünce sahipleri (bk. f-k-r)</td></tr><tr><td>ehl-i hakikat: doğru ve hak yolda olan kimseler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>ehl-i nübüvvet: peygamberler (bk. n-b-e)</td></tr><tr><td>ehl-i velâyet: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y)</td><td>enâniyet: benlik, gurur</td></tr><tr><td>esrar: sırlar</td><td>fakr: fakirlik, ihtiyaç hali (bk. f-ḳ-r)</td></tr><tr><td>farz etmek: varsaymak</td><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>has: özel</td><td>haşiye: dipnot, açıklayıcı not</td></tr><tr><td>hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)</td><td>hikmet-i ihtilâf: anlaşmazlığın sebebi (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>hükümran: hükmü geçen, hükmeden (bk. ḥ-k-m)</td><td>icra etmek: yerine getirmek</td></tr><tr><td>ifâza: feyiz verme, bereketlendirme (bk. f-y-ḍ)</td><td>in’ikâs: yansıma</td></tr><tr><td>istidat: yetenek, kabiliyet (bk. a-d-d)</td><td>istidlâl: delil getirme, akıl yürütme</td></tr><tr><td>istimâl: kullanma</td><td>iştiyak: çok arzu ve istek</td></tr><tr><td>işârât: işaretler</td><td>kamer: ay</td></tr><tr><td>kemâl: mükemmellik, olgunluk (bk. k-m-l)</td><td>marifet: bilgi (bk. a-r-f)</td></tr><tr><td>misal: örnek (bk. m-s̱-l)</td><td>mücahede: cihad etme, mücadele (bk. c-h-d)</td></tr><tr><td>nefis: insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet (bk. n-f-s)</td><td>nev’: tür</td></tr><tr><td>safvetli: saf, berrak (bk. ṣ-f-y)</td><td>sa’y: çalışma</td></tr><tr><td>seyyare: gezegen</td><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>sülûk: yol alma</td><td>sır: gizem, gizli gerçek</td></tr><tr><td>taife: grup, topluluk</td><td>tasfiye: saflaştırma, arındırma (bk. ṣ-f-y)</td></tr><tr><td>tecellî: yansıma (bk. c-l-y)</td><td>temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)</td></tr><tr><td>terakkiyât: ilerlemeler</td><td>teslimiyet: kendini Allah’ın iradesine bırakma (bk. s-l-m)</td></tr><tr><td>tezkiye: temize çıkarma</td><td>ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d)</td></tr><tr><td>âsâr: eserler</td><td>şuur: bilinç, idrak (bk. ş-a-r)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dördüncü Söz - Sayfa 452

Biri de cüz’î bir tecellîdir ki, herbir çiçeğin şahsiyetine göre bir ifazasıdır.

Şu temsilimiz o kavle göredir ki, çiçeklerin süslü renkleri, güneşin ziyasındaki yedi rengin istihâle-i in’ikâsiyesinden neş’et ediyor; ve bu kavle göre çiçekler dahi güneşin bir çeşit âyineleridir.

İkincisi: Güneşin, kamere ve seyyarelere, Fâtır-ı Hakîmin izniyle verdiği nur ve feyizdir. Şu küllî ve geniş feyiz ve nurdan sonra, kamer, o ziyanın gölgesi hükmünde olan nuru, güneşten küllî bir surette istifade eder, sonra hususî bir tarzda denizlere ve havaya ve parlak toprağa ve bir suret-i cüz’iyede denizin kabarcıklarına ve toprağın şeffaflarına ve havanın zerrelerine ifade ve ifâzasıdır.

Üçüncüsü: Güneşin, emr-i İlâhî ile, cevv-i havayı ve denizlerin yüzlerini birer âyine ederek, safî ve küllî ve gölgesiz bir in’ikâsı var. Sonra o güneş, denizin kabarcıklarına ve suyun katrelerine ve havanın reşhalarına ve karın şişeciklerine, herbirine birer cüz’î aksi, birer küçük timsalini veriyor.

İşte, güneşin, herbir çiçeğe ve kamere mukabil herbir katreye, herbir reşhaya, mezkûr üç cihette, ikişer tarikle teveccüh ve ifâzası var:

Birinci tarik: Bil’asale, doğrudan doğruya, berzahsız, hicapsızdır. Şu yol, nübüvvetin tarikini temsil eder.

İkinci yol: Berzahlar tavassut eder. Âyine ve mazharların kabiliyetleri, şemsin cilvelerine birer renk takıyor. Şu yol ise, velâyet mesleğini temsil eder.

İşte, Zühre, Katre, Reşha, herbirisi, evvelki yolda diyebilirler ki: “Ben umum âlem güneşinin bir âyinesiyim.” Fakat ikinci yolda öyle diyemez. Belki “Ben kendi güneşimin âyinesiyim”; veyahut “Nev’ime tecellî eden güneşin âyinesiyim” der. Çünkü güneşi öyle tanıyor. Bütün âleme bakar bir güneşi göremiyor. Halbuki, o şahsın veyahut nev’inin veya cinsinin güneşi, dar berzah içinde mahdut bir kayıt altında ona görünüyor. Halbuki kayıtsız, berzahsız, mutlak güneşin âsârını o mukayyet güneşe veremiyor. Çünkü bütün yeryüzünü ısıtmak, tenvir etmek, umum nebâtat, hayvânâtın hayatlarını tahrik etmek ve seyyârâtı etrafında döndürmek gibi haşmetnümâ eserleri, o dar kayıt ve mahdut berzah içinde gördüğü


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Fâtır-ı Hakîm: herşeyi hikmetle ve harika üstün sanatıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ḥ-k-m)</td><td>Katre: damla</td></tr><tr><td>Reşha: sızıntı</td><td>Zühre: çiçek</td></tr><tr><td>berzah: geçit</td><td>bil’asale: bizzat</td></tr><tr><td>cevv-i hava: hava boşluğu</td><td>cihet: yön</td></tr><tr><td>cilve: görünme, yansıma (bk. c-l-y)</td><td>cüz’î: ferdî, küçük (bk. c-z-e)</td></tr><tr><td>emr-i İlâhî: Allah’ın emri (bk. e-l-h)</td><td>evvelki: önceki</td></tr><tr><td>feyz: bolluk, bereket (bk. f-y-ḍ)</td><td>hayvânât: hayvanlar (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>haşmetnümâ: ihtişamlı, görkemli</td><td>hicap: perde</td></tr><tr><td>hususî: özel</td><td>ifade: faydalandırma</td></tr><tr><td>ifâza: feyiz verme, bereketlendirme (bk. f-y-ḍ)</td><td>in’ikâs: yansıma</td></tr><tr><td>istihâle-i in’ikâsiye: yansımanın başkalaşması, farklı bir keyfiyet alması</td><td>kamer: ay</td></tr><tr><td>kavl: söz</td><td>küllî: geniş, kapsamlı (bk. k-l-l)</td></tr><tr><td>mahdut: sınırlı</td><td>mazhar: görünme ve yansıma yeri (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>mezkûr: sözü geçen</td><td>mukabil: karşı</td></tr><tr><td>mukayyet: kayıtlı</td><td>mutlak: şart ve kayıt altında olmayan, sınırsız (bk. ṭ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>nebâtât: bitkiler</td><td>nev’: tür, çeşit</td></tr><tr><td>neş’et etme: doğma, ortaya çıkma</td><td>nur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r)</td></tr><tr><td>nübüvvet: peygamberlik (bk. n-b-e)</td><td>safî: temiz, katıksız (bk. ṣ-f-y)</td></tr><tr><td>seyyarat: gezegenler</td><td>seyyare: gezegen</td></tr><tr><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td><td>suret-i cüz’iye: küçük suret (bk. ṣ-v-r; c-z-e)</td></tr><tr><td>tahrik: harekete geçirme</td><td>tarik: yol</td></tr><tr><td>tarz: şekil, biçim</td><td>tavassut: vasıta olma, aracılık etme</td></tr><tr><td>tecellî: yansıma (bk. c-l-y)</td><td>temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)</td></tr><tr><td>tenvir: aydınlatma (bk. n-v-r)</td><td>teveccüh: yönelme</td></tr><tr><td>timsal: suret, görüntü (bk. m-s̱-l)</td><td>umum: bütün</td></tr><tr><td>velâyet: velîlik (bk. v-l-y)</td><td>zerre: atom</td></tr><tr><td>ziya: ışık</td><td>âsâr: eserler</td></tr><tr><td>âyine: ayna</td><td>şahsiyet: kişilik, yapı</td></tr><tr><td>şems: güneş</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dördüncü Söz - Sayfa 453

güneşe, şuhud-u kalbî ile veremiyor. Belki, o âsâr-ı acîbeyi, eğer o şuurlu farz ettiğimiz üç şey, o kayıt altında gördüğü güneşe verse de, sırf aklî ve imanî bir tarzda; ve o mukayyed, ayn-ı mutlak olduğunu bir teslimiyetle verebilir. Fakat, o insan gibi akıllı farz ettiğimiz Zühre, Katre, Reşha, şu hükümleri, yani pek büyük âsârı güneşlerine isnad etmeleri, aklîdir, şuhudî değil. Belki, bazan hükm-ü imanîleri, şuhud-u kevniyelerine müsademe eder; pek güçlükle inanabilirler.

İşte, hakikate dar gelen ve bazı köşelerinde hakikatin âzâları görünen ve hakikatle karışık şu temsil içine üçümüz de girmeliyiz. Üçümüz de kendimizi Zühre, Katre, Reşha farz edeceğiz. Zira onlarda farz ettiğimiz şuur kâfi gelmiyor; biz aklımızı dahi onlara katmalıyız. Yani, onlar maddî güneşlerinden nasıl feyiz alıyorlar; biz de mânevî güneşimizden öyle alıyoruz, anlamalıyız.

İşte, sen, ey dünyayı unutmayan ve maddiyâta tevaggul eden ve nefsi kesafet peydâ eden arkadaş! Sen Zühre ol. Nasıl ki o Zühre çiçeği, ziya-yı şemsten inhilâl etmiş bir renk alıyor; ve o renk içinde şemsin timsalini karıştırıp kendine ziynetli bir suret giydiriyor. Zira senin istidadın dahi ona benzer.
Hem şu esbaba dalmış Eski Said gibi mektepli feylesof ise, kamere âşık olan Katre olsun ki, kamer, güneşten aldığı ziya zıllini ona verir ve onun gözbebeğine bir nur verir, o da o nurla parlar. Fakat o Katre, o nurla yalnız kameri görür, güneşi göremez; belki imanıyla görebilir.

Hem şu herşeyi doğrudan doğruya Cenâb-ı Haktan bilir, esbabı bir perde telâkki eder fakir adam, o da Reşha olsun. Öyle bir Reşha ki, kendi zâtında fakirdir. Hiçbir şeyi yok ki, ona dayanıp Zühre gibi kendine güvensin. Hiçbir rengi yok ki onunla görünsün. Başka şeyleri de tanımıyor ki ona teveccüh etsin. Hâlis bir safveti var ki, doğrudan doğruya güneşin timsalini gözbebeğinde saklıyor.

Şimdi, madem biz bu üç şey yerine geçtik. Kendimize bakmalıyız: Bizde ne var, ne yapacağız?
İşte, bakıyoruz ki, bir Zât-ı Kerîm, ihsanıyla bizi gayet derece tezyin ve tenvir ve terbiye ediyor. İnsan ise, ihsan edene perestiş eder. Perestişe lâyık olana kurbiyet



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, şeref ve azamet sahibi yüce Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>Eski Said: (bk. bilgiler)</td></tr><tr><td>Katre: damla</td><td>Reşha: sızıntı </td></tr><tr><td>Zât-ı Kerîm: sonsuz cömertlik ve ikram sahibi Zât, Allah (bk. k-r-m)</td><td>Zühre: çiçek</td></tr><tr><td>ayn-ı mutlak: kayıtlı ve sınırlı olmayanın ta kendisi (bk. ṭ-l-ḳ)</td><td>esbab: sebepler (bk. s-b-b)</td></tr><tr><td>farz etmek: varsaymak</td><td>feyiz: bolluk, bereket (bk. f-y-ḍ)</td></tr><tr><td>feylesof: filozof, felsefeci</td><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) </td></tr><tr><td>hâlis: katıksız, saf (bk. ḫ-l-ṣ)</td><td>hükm-ü imanî: imanî hüküm (bk. ḥ-k-m; e-m-n)</td></tr><tr><td>ihsan: bağış, iyilik (bk. ḥ-s-n)</td><td>inhilâl: çözülüp açılmış, dağılmış</td></tr><tr><td>isnad: dayandırma (bk. s-n-d)</td><td>istidat: yetenek, kabiliyet (bk. a-d-d)</td></tr><tr><td>kamer: ay</td><td>kesafet peyda etmek: katılaşmak</td></tr><tr><td>kurbiyet: yakınlık</td><td>kâfi: yeterli</td></tr><tr><td>maddiyât: maddi şeyler</td><td>mukayyed: kayıtlı</td></tr><tr><td>müsademe: çarpışma</td><td>nefis: insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet (bk. n-f-s)</td></tr><tr><td>nur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r)</td><td>perestiş: taparcasına sevme</td></tr><tr><td>safvet: arılık, berraklık (bk. ṣ-f-y)</td><td>suret: şekil, görüntü (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>telâkki: kabul etme</td><td>temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)</td></tr><tr><td>tenvir: aydınlatma (bk. n-v-r)</td><td>terbiye: besleme, yetiştirme (bk. r-b-b)</td></tr><tr><td>tevaggul: dalma, derinliğine girme</td><td>teveccüh: yönelme</td></tr><tr><td>tezyin: süsleme (bk. z-y-n)</td><td>timsal: nümune, örnek (bk. m-s̱-l)</td></tr><tr><td>ziya: ışık</td><td>ziya-yı şems: güneşin ışığı</td></tr><tr><td>ziynetli: süslü (bk. z-y-n)</td><td>zıll: gölge</td></tr><tr><td>âsâr: eserler</td><td>âsâr-ı acîbe: hayrette bırakan eserler</td></tr><tr><td>âzâ: organlar</td><td>şems: güneş</td></tr><tr><td>şuhud-u kalbî: kalbin görmesi (bk. ş-h-d)</td><td>şuhud-u kevniye: kâinatta görünüp yaşanan şeyler, gözlemler (bk. ş-h-d; k-v-n)</td></tr><tr><td>şuhudî: görürcesine, açıkça (bk. ş-h-d)</td><td>şuur: bilinç, idrak, anlayış (bk. ş-a-r)</td></tr><tr><td>şuurlu: bilinçli (bk. ş-a-r)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dördüncü Söz - Sayfa 454

ister ve görmek talep eder. Öyle ise, herbirimiz, istidadımıza göre, o muhabbet cazibesiyle sülûk edeceğiz.

Ey Zühre-misal! Sen gidiyorsun. Fakat çiçek olarak git. İşte gittin. Terakki ede ede, tâ bir mertebe-i külliyeye geldin. Güya bütün çiçeklerin hükmüne geçtin. Halbuki, Zühre kesif bir âyinedir. Onda, ziyadaki yedi renk inhilâl ve inkisar eder. Şemsin aksini gizler. Sen sevdiğin güneşin yüzünü görmekte muvaffak olamazsın. Çünkü, kayıtlı olan renkler, hususiyetler dağıtıyor, perde çekiyor, gösteremiyor. Sen şu halde suretlerin, berzahların ortaya girmesiyle neş’et eden firaktan kurtulamazsın. Lâkin bir şartla kurtulabilirsin ki, sen kendi nefsinin muhabbetine dalmış olan başını kaldırasın ve nefsin mehâsiniyle telezzüz ve iftihar eden nazarını çekesin, gökyüzündeki güneşin yüzüne atasın. Hem, başaşağı, celb-i rızık için toprağa bakan yüzünü, yukarıdaki şemse çeviresin. Çünkü sen onun âyinesisin. Vazifen âyinedarlıktır. Bilsen, bilmesen, hazine-i rahmet kapısı olan toprak tarafından senin rızkın gelecektir.

Evet, nasıl bir çiçek, güneşin küçücük bir âyinesidir. Şu koca güneş dahi, gök denizinde, Şems-i Ezelînin Nur isminden tecellî eden bir lem’anın katre-misal bir âyinesidir. Ey kalb-i insanî! Sen nasıl bir güneşin âyinesi olduğunu bundan bil. Bu şartı yaptıktan sonra kemâlini bulursun. Fakat güneşi nefsülemirde nasılsa öyle göremezsin; o hakikati çıplak anlamazsın. Belki, senin sıfatlarının renkleri ona bir renk verir; ve kesafetli dürbünün bir suret takar; ve kayıtlı kabiliyetin bir kayıt altına alır.

Şimdi, sen dahi, ey Katre içine giren hakîm feylesof! Senin katre-i fikrin dürbünüyle, felsefenin merdiveniyle, tâ kamere kadar terakki ettin, kamere girdin. Bak, kamer kendi zâtında kesafetli, zulümatlıdır. Ne ziyası var, ne hayatı. Senin sa’yin beyhude, ilmin faidesiz gitti. Sen ye’sin zulümâtından ve kimsesizliğin vahşetinden ve ervâh-ı habisenin iz’âcâtından ve o vahşetin dehşetinden şu şartlarla kurtulabilirsin ki: Tabiat gecesini terk edip hakikat güneşine teveccüh etsen ve yakînen inansan ki, şu gece nurları gündüz güneşinin ışıklarının gölgeleridir.



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Katre: damla</td><td>Katre-i fikr: düşünce damlası (bk. f-k-r)</td></tr><tr><td>Katre-misal: damla gibi (bk. m-s̱-l)</td><td>Nur: bütün varlıkları aydınlatan ve her çeşit nuru yaratan Allah (bk. n-v-r)</td></tr><tr><td>Zühre-misal: çiçek gibi (bk. m-s̱-l)</td><td>aks: yansıma</td></tr><tr><td>berzah: geçit</td><td>beyhude: boşuna</td></tr><tr><td>cazibe: çekim gücü</td><td>celb-i rızık: rızık elde etme (bk. r-z-ḳ)</td></tr><tr><td>dehşet: korku, ürkme</td><td>ervâh-ı habise: kötü ruhlar (bk. r-v-ḥ)</td></tr><tr><td>feylesof: filozof, felsefeci</td><td>firak: ayrılık (bk. f-r-k)</td></tr><tr><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hakîm: hikmetli, hikmet sahibi (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>hazine-i rahmet: rahmet hazinesi (bk. r-ḥ-m)</td><td>hususiyet: özellik</td></tr><tr><td>iftihar: övünme</td><td>inhilâl: çözülüp açılmış, dağılmış</td></tr><tr><td>inkisar: kırılma</td><td>istidat: kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d)</td></tr><tr><td>iz’âcât: rahatsız etmeler</td><td>kalb-i insanî: insan kalbi </td></tr><tr><td>kamer: ay</td><td>kemâl: mükemmellik (bk. k-m-l)</td></tr><tr><td>kesafet: yoğunluk, katılık</td><td>kesif: yoğun, katı</td></tr><tr><td>lem’a: parıltı</td><td>lâkin: ama, fakat</td></tr><tr><td>mehâsin: güzellikler (bk. ḥ-s-n)</td><td>mertebe-i külliye: büyük ve kapsamlı mertebe (bk. k-l-l)</td></tr><tr><td>muhabbet: sevgi (bk. ḥ-b-b)</td><td>muvaffak: başarılı</td></tr><tr><td>nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r)</td><td>nefsülemir: işin gerçeği, aslı (bk. n-f-s)</td></tr><tr><td>neş’et etmek: doğmak</td><td>sa’y: çalışma</td></tr><tr><td>suret: şekil, biçim; görüntü (bk. ṣ-v-r)</td><td>sülûk etmek: yol almak</td></tr><tr><td>tabiat: doğa, canlı cansız bütün varlıklar, maddî âlem (bk. ṭ-b-a)</td><td>talep etmek: istemek (bk. ṭ-l-b)</td></tr><tr><td>tecellî: yansıma (bk. c-l-y)</td><td>telezzüz: lezzetlenme</td></tr><tr><td>terakki: yükselme, ilerleme </td><td>teveccüh: yönelme</td></tr><tr><td>vahşet: ürküntü, korku</td><td>yakînen: kesin olarak (bk. y-ḳ-n)</td></tr><tr><td>ye’s: ümitsizlik</td><td>ziya: ışık </td></tr><tr><td>zulümat: karanlık (bk. ẓ-l-m)</td><td>zât: kendi, öz</td></tr><tr><td>âyine: ayna</td><td>âyinedarlık: aynalık</td></tr><tr><td>Şems-i Ezelî: Ezelî Güneş, bu tabir ezelden beri bütün varlıkları aydınlatan Allah için bir benzetme olarak kullanılır (bk. e-z-l)</td><td>şems: güneş</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dördüncü Söz - Sayfa 455

Bu şartı yaptıktan sonra sen kemâlini bulursun. Fakir ve karanlıklı kamer yerine, haşmetli güneşi bulursun. Fakat sen dahi, öteki arkadaşın gibi, güneşi safi göremezsin. Belki senin aklın ve felsefen ünsiyet ve ülfet ettikleri perdeler arkasında ve ilim ve hikmetin nescettiği hicapların halfinde ve kabiliyetin verdiği bir renk içinde görebilirsin.

İşte, Reşha-misal üçüncü arkadaşınız ki, hem fakirdir, hem renksizdir. Güneşin hararetiyle çabuk tebahhur eder, enâniyetini bırakır, buhara biner, havaya çıkar. İçindeki madde-i kesife, nâr-ı aşk ile ateş alır, ziya ile nura döner. O ziyanın cilvelerinden gelen bir şuaa yapışır, yanaşır.

Ey Reşha-misal! Madem doğrudan doğruya güneşe âyinedarlık ediyorsun. Sen hangi mertebede bulunursan bulun, ayn-ı şemse karşı, aynelyakîn bir tarzda, safi bakılacak bir delik, bir pencere bulursun. Hem o şemsin âsâr-ı acîbesini ona vermekte müşkülât çekmeyeceksin. Ona lâyık haşmetli evsâfını tereddütsüz verebilirsin. Saltanat-ı zâtiyesinin dehşetli âsârını ona vermekte hiçbir şey senin elinden tutup ondan vazgeçiremez. Seni ne berzahların darlığı, ne kabiliyetlerin kaydı, ne âyinelerin küçüklüğü seni şaşırtmaz, hilâf-ı hakikate sevk etmez. Çünkü sen safi, hâlis, doğrudan doğruya ona baktığın için anlamışsın ki, mazharlarda görünen ve âyinelerde müşahede olunan güneş değil, belki bir nevi cilveleridir, bir çeşit renkli akisleridir. Çendan o akisler onun ünvanlarıdır; fakat bütün âsâr-ı haşmetini gösteremiyorlar.

İşte, şu hakikatle karışık temsilde, böyle başka başka üç tarikle kemâle gidilir. Ve o kemâlâtın mezâyâsında ve mertebe-i şuhudun tafsilâtında başka başkadırlar. Fakat neticede ve hakka iz’an ve hakikati tasdikte ittifak ederler.

İşte, nasıl bir gece adamı ki, hiç güneşi görmemiş, yalnız kamer âyinesinde bir gölgesini görüyor. Güneşe mahsus haşmetli ziyayı, dehşetli cazibeyi aklına sığıştıramıyor. Belki görenlere teslim olup taklit ediyor. Öyle de, veraset-i Ahmediye (a.s.m.) ile Kadîr ve Muhyî gibi isimlerin mertebe-i uzmâsına yetişmeyen,


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Kadîr: sonsuz güç ve kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r)</td><td>Muhyî: bütün canlılara hayat veren Allah (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>Reşha-misal: sızıntı misali (bk. m-s̱-l)</td><td>akis: yansıma</td></tr><tr><td>ayn-ı şems: güneşin kendisi</td><td>aynelyakin: gözle görür kesinlikte (bk. y-ḳ-n)</td></tr><tr><td>berzah: geçit</td><td>cazibe: çekim gücü</td></tr><tr><td>cilve: görünme, yansıma (bk. c-l-y)</td><td>enâniyet: benlik</td></tr><tr><td>evsâf: vasıflar, özellikler (bk. v-ṣ-f)</td><td>hak: doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>half: arka</td></tr><tr><td>hararet: sıcaklık, ısı</td><td>haşmet: ihtişam, görkem</td></tr><tr><td>hicap: örtü, perde</td><td>hikmet: yüksek bilgi (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>hilâf-ı hakikat: gerçeğe aykırılık (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hâlis: içten, katıksız (bk. ḫ-l-ṣ)</td></tr><tr><td>iz’an: kesin şekilde inanma</td><td>kamer: ay </td></tr><tr><td>kemâl: mükemmellik, olgunluk (bk. k-m-l)</td><td>kemâlât: mükemmellikler (bk. k-m-l)</td></tr><tr><td>madde-i kesife: yoğun, katı madde</td><td>mahsus: özel, has</td></tr><tr><td>mazhar: ayna, görünme yeri (bk. ẓ-h-r)</td><td>mertebe: derece</td></tr><tr><td>mertebe-i uzmâ: en büyük mertebe (bk. a-ẓ-m)</td><td>mertebe-i şuhud: görme derecesi (bk. ş-h-d)</td></tr><tr><td>mezâyâ: meziyetler, üstün özellikler</td><td>müşahede olunmak: görünmek (bk. ş-h-d)</td></tr><tr><td>müşkilât: zorluk</td><td>nesc etmek: dokumak</td></tr><tr><td>nevi: tür, çeşit</td><td>nur: aydınlık (bk. n-v-r)</td></tr><tr><td>nâr-ı aşk: aşk ateşi</td><td>safi: temiz, duru; halis (bk. ṣ-f-y)</td></tr><tr><td>saltanat-ı zâtiye: bizzat Kendisinin hükmettiği saltanat, egemenlik (bk. s-l-ṭ)</td><td>tafsilât: ayrıntı</td></tr><tr><td>tarik: yol (bk. ṭ-r-ḳ)</td><td>tasdik: onaylama, doğruluğunu kabul etme (bk. ṣ-d-ḳ)</td></tr><tr><td>tebahhur: buharlaşma</td><td>temsil: kıyaslama tarzında benzetme (bk. m-s̱-l)</td></tr><tr><td>tereddütsüz: şüphede kalmayacak şekilde</td><td>veraset-i Ahmediye: Peygamberimize varis olma, onun izinden gitme (bk. ḥ-m-d)</td></tr><tr><td>ziya: ışık</td><td>âsâr: işler</td></tr><tr><td>âsâr-ı acîbe: şaşırtıcı işler</td><td>âsâr-ı haşmet: haşmet ve büyüklüğün kendine lâyık eserleri, neticeleri</td></tr><tr><td>âyine: ayna</td><td>âyinedar: ayna olma</td></tr><tr><td>çendan: gerçi</td><td>ülfet: alışkanlık</td></tr><tr><td>ünsiyet: alışkanlık, âşinalık</td><td>şems: güneş</td></tr><tr><td>şua: ışık, parıltı</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dördüncü Söz - Sayfa 456

haşr-i âzamı ve kıyamet-i kübrâyı taklidî olarak kabul eder, “Aklî bir mesele değildir” der. Çünkü, hakikat-ı haşir ve kıyamet, İsm-i Âzamın ve bazı esmânın derece-i âzamının mazharıdır. Kimin nazarı oraya çıkmazsa, taklide mecburdur. Kimin fikri oraya girse, haşir ve kıyameti, gece gündüz, kış ve bahar derecesinde kolay görür, itminan-ı kalble kabul eder.

İşte şu sırdandır ki, haşir ve kıyameti, en âzam mertebede, en ekmel tafsilâtla Kur’ân zikrediyor ve İsm-i Âzamın mazharı olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm ders veriyor. Ve eski peygamberler ise, hikmet-i irşadın iktizasıyla, bir derece basit ve iptidaî bir halde olan ümmetlerine, haşri en âzam bir derecede, en geniş bir tafsilâtla ders vermemişler.

Hem şu sırdandır ki, bir kısım ehl-i velâyet, bazı erkân-ı imaniyeyi mertebe-i uzmâsında görmemişler veya gösterememişler. Hem şu sırdandır ki, marifetullahta derecât-ı ârifîn çok tefavüt ediyor.
Daha bunlar gibi çok esrar, şu hakikatten inkişaf eder. Şimdi şu temsil, hem bir derece hakikati ihsas ettiğinden, hem hakikat çok geniş ve çok derin olduğundan, biz dahi temsille iktifa ediyoruz. Haddimizin ve takatimizin fevkinde olan esrara girişmeyeceğiz.

ÜÇÜNCÜ DAL

Kıyamet alâmetlerinden ve âhirzaman vukuatından ve bazı a’mâlin fazilet ve sevaplarından bahseden ehâdis-i şerife güzelce anlaşılmadığından, akıllarına güvenen bir kısım ehl-i ilim, onların bir kısmına zayıf veya mevzu demişler. İmanı zayıf ve enâniyeti kavî bir kısım da inkâra kadar gitmişler. Şimdi tafsile girişmeyeceğiz. Yalnız “On İki Asıl”ı beyan ederiz.
BİRİNCİ ASIL: Yirminci Sözün âhirindeki sual ve cevapta izah ettiğimiz meseledir. İcmâli şudur ki:



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m)</td><td>alâmet: işaret</td></tr><tr><td>a’mâl: ameller, işler</td><td>beyan: açıklama (bk. b-y-n)</td></tr><tr><td>derece-i âzam: en büyük derece (bk. a-ẓ-m)</td><td>derecât-ı ârifîn: ariflerin dereceleri (bk. a-r-f)</td></tr><tr><td>ehl-i ilim: ilim ehli, âlimler (bk. a-l-m)</td><td>ehl-i velâyet: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y)</td></tr><tr><td>ehâdis-i şerife: Peygamberimizin yüce sözleri (bk. ḥ-d-s̱)</td><td>ekmel: en mükemmel (bk. k-m-l)</td></tr><tr><td>enâniyet: benlik, gurur</td><td>erkân-ı imaniye: imanın esasları (bk. r-k-n; e-m-n)</td></tr><tr><td>esmâ: isimler (bk. s-m-v)</td><td>esrar: sırlar</td></tr><tr><td>fazilet: erdem, üstünlük (bk. f-ḍ-l)</td><td>fevkinde: üstünde</td></tr><tr><td>hadd: yetki</td><td>hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hakikat-ı haşir ve kıyamet: kıyamet ve haşir gerçeği (bk. ḥ-ḳ-ḳ; ḥ-ş-r; ḳ-v-m)</td><td>haşr-i âzam/haşir: en büyük haşir; öldükten sonra âhirette yeniden diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r; a-ẓ-m)</td></tr><tr><td>hikmet-i irşad: olması gereken keyfiyette doğru yolu gösterme ve yaşatmanın gayesi (bk. ḥ-k-m; r-ş-d)</td><td>icmâl: özet, kısaltılmış (bk. c-m-l)</td></tr><tr><td>ihsas: hissettirme</td><td>iktifa: yetinme</td></tr><tr><td>iktiza: bir şeyin gereği</td><td>inkişaf: açığa çıkma (bk. k-ş-f)</td></tr><tr><td>inkâr: kabul etmeme, inanmama (bk. n-k-r)</td><td>iptidaî: ilkel</td></tr><tr><td>itminan-ı kalb: kalben tam kanaatle inanma</td><td>kavî: kuvvetli</td></tr><tr><td>kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m)</td><td>kıyamet-i kübrâ: büyük kıyâmet, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m; k-b-r)</td></tr><tr><td>marifetullah: Allah’ı tanıma ve bilme (bk. r-k-n; a-r-f)</td><td>mazhar: görünme yeri (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>mertebe: derece</td><td>mertebe-i uzma: en büyük mertebe (bk. a-ẓ-m)</td></tr><tr><td>mevzu: uydurma hadis</td><td>nazar: bakış (bk. n-ẓ-r)</td></tr><tr><td>tafsil: ayrıntı</td><td>tafsilât: ayrıntılar</td></tr><tr><td>takat: güç, kuvvet</td><td>tefavüt etmek: farklılık göstermek</td></tr><tr><td>temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)</td><td>vukuat: olaylar</td></tr><tr><td>zikretmek: bildirmek, hatırlatmak</td><td>âhir: son (bk. e-ḫ-r)</td></tr><tr><td>âhirzaman: dünya hayatının kıyamete yakın son devresi (bk. e-ḫ-r)</td><td>âzam: en büyük (bk. a-ẓ-m)</td></tr><tr><td>İsm-i Âzam: Cenâb-ı Hakkın binbir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı (bk. s-m-v; a-ẓ-m)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dördüncü Söz - Sayfa 457

Din bir imtihandır, bir tecrübedir; ervâh-ı âliyeyi ervâh-ı sâfileden tefrik eder. Öyle ise, ileride herkese gözle görülecek vukuatı öyle bir tarzda bahsedecek ki, ne bütün bütün meçhul kalsın, ne de bedihî olup herkes ister istemez tasdike mecbur kalsın. Akla kapı açacak, ihtiyarı elinden almayacak. Zira, eğer tamamen bedâhet derecesinde bir alâmet-i kıyamet görülse, herkes tasdike muztar olsa, o vakit kömür gibi bir istidat, elmas gibi bir istidatla beraber kalır. Sırr-ı teklif ve netice-i imtihan zayi olur.

İşte, bunun için, Mehdî ve Süfyan meseleleri gibi çok meselelerde çok ihtilâf olmuş. Hem rivâyât dahi çok muhteliftir; birbirine zıt hükümler olmuş.

İKİNCİ ASIL: Mesâil-i İslâmiyenin tabakatı vardır. Biri bir burhan-ı kat’î istese, diğeri bir zann-ı galibî ile iktifa eder, başkası yalnız bir kabul-u teslimi ve reddetmemek ister. Öyle ise, esâsât-ı imaniyeden olmayan mesâil-i fer’iye veya vukuat-ı zamaniyenin herbirinde bir iz’ân-ı yakîn ile bir burhan-ı kat’î istenilmez. Belki yalnız reddetmemek ve teslimiyetle ilişmemektir.

ÜÇÜNCÜ ASIL: Zaman-ı Sahabede Benî İsrail ve Nesârâ ulemalarından çoğu İslâmiyete girdiler. Eski malûmatları dahi onlarla beraber Müslüman oldu; bazı hilâf-ı vaki malûmât-ı sâbıkaları, İslâmiyetin malı olarak tevehhüm edildi.

DÖRDÜNCÜ ASIL: Ehâdis-i şerife râvilerinin bazı kavilleri veyahut istinbat ettikleri mânâları, metn-i hadisten telâkki ediliyordu. Halbuki, insan hatadan hâli olmadığı için, hilâf-ı vaki bazı istinbatları veya kavilleri hadis zannedilerek zaafına hükmedilmiş.

BEŞİNCİ ASIL:
blank.gif
1
اِنَّ فِى اُمَّتِى مُحَدَّثوُنَ yani
blank.gif
2
مُلْهَمُونَ sırrınca, bazı ehl-i


[NOT]Dipnot-1 “Ümmetimin içinde muhaddesûn vardır.” Buhari, Fadâilü’s-Sahâbe: 6, Enbiyâ: 54; Müslim, Fadâilü’s-Sahâbe: 23; Tirmizi, Menâkıb: 17; Müsned, 6:55; el-Kurtubî, el-Câmi’li Ahkâm’l-Kur’ân 13:174.

Dipnot-2
Kendilerine ilhâm olunan kimseler.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Benî İsrail: İsrailoğulları, Yahudiler</td><td>Mehdî: âhirzamanda gelip dini takviye edecek ve Müslümanların imanlarını yenileyecek olan zât (bk. h-d-y)</td></tr><tr><td>Nesârâ: Hıristiyanlar</td><td>Süfyan: âhirzamanda gelip İslâm dinini yıkmak için çalışacak olan dinsiz ve münafık şahıs</td></tr><tr><td>alâmet-i kıyamet: kıyâmet alâmeti, işareti (bk. ḳ-v-m)</td><td>bedihî: açık, âşikar</td></tr><tr><td>bedâhet: ap açıklık</td><td>burhan-ı kat’î: kesin delil</td></tr><tr><td>ehl-i keşif: maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözleme yeteneğine sahip insanlar (bk. k-ş-f)</td><td>ehâdis-i şerife: Peygamberimizin yüce sözleri (bk. ḥ-d-s̱)</td></tr><tr><td>ervâh-ı sâfile: alçak ruhlar (bk. r-v-ḥ)</td><td>ervâh-ı âliye: yüksek ruhlar (bk. r-v-ḥ)</td></tr><tr><td>esâsât-ı imaniye: imanın esasları (bk. e-m-n)</td><td>hilâf-ı vaki: gerçeğe aykırı</td></tr><tr><td>hâli: uzak, boş</td><td>ihtilâf: uyuşmazlık, ayrılık</td></tr><tr><td>ihtiyar: irade, seçme gücü (bk. ḫ-y-r)</td><td>iktifa: yetinme</td></tr><tr><td>istidat: kabiliyet, meziyet (bk. a-d-d)</td><td>istinbat: gizli bir mânâyı ortaya çıkarma</td></tr><tr><td>iz’ân-ı yakîn: kesin delile dayalı olan sağlam inanç (bk. y-ḳ-n)</td><td>kabul-u teslim: teslimiyet ile kabul etmek (bk. s-l-m)</td></tr><tr><td>kavil: söz, görüş</td><td>malûmat: bilgiler (bk. a-l-m)</td></tr><tr><td>malûmat-ı sâbıka: geçmişteki bilgiler (bk. a-l-m)</td><td>mesâil-i fer’iye: teferruata dair olan meseleler (bk. m-s̱-l)</td></tr><tr><td>mesâil-i İslâmiye: İslâmî meseleler (bk. s-l-m)</td><td>metn-i hadis: hadisin metni, sözel kısım (bk. ḥ-d-s̱)</td></tr><tr><td>meçhul: bilinmeyen</td><td>muhtelif: değişik, çeşitli</td></tr><tr><td>muztar: mecbur, çaresiz</td><td>netice-i imtihan: imtihan neticesi</td></tr><tr><td>rivâyât: Peygamberimizden duyulan şeylerin nakledilmesi</td><td>râvi: rivâyet eden, nakleden</td></tr><tr><td>sırr-ı teklif: sorumluluk ve imtihan sırrı</td><td>tabakat: tabakalar </td></tr><tr><td>tasdik: doğruluğunu kabul etme, onaylama (bk. ṣ-d-ḳ)</td><td>tefrik: ayırma</td></tr><tr><td>telâkki etmek: kabul etmek</td><td>teslimiyet: bir görüşe, bir fikre teslim olma, onu kabul etme (bk. s-l-m)</td></tr><tr><td>tevehhüm edilmek: sanılmak</td><td>ulema: âlimler (bk. a-l-m)</td></tr><tr><td>vukuat: olaylar</td><td>vukuat-ı zamaniye: zamanın olayları</td></tr><tr><td>zaaf: zayıflık</td><td>zaman-ı Sahabe: Sahabelerin zamanı</td></tr><tr><td>zann-ı galibî: üstün gelen kanaat</td><td>zayi olmak: kaybolmak</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dördüncü Söz - Sayfa 458

keşif ve ehl-i velâyet olan muhaddisîn-i muhaddesun ilhamlarıyla gelen bazı maânî, hadis telâkki edilmiş. Halbuki ilham-ı evliya, bazı ârızalarla hata olabilir. İşte, bu neviden bir kısım hilâf-ı hakikat çıkabilir.

ALTINCI ASIL: Beynennas iştihar bulmuş bazı hikâyeler bulunuyor ki, durub-u emsal hükmüne geçer, hakikî mânâsına bakılmaz. Ne maksat için sevk edilir, ona bakılır. İşte, bu neviden, beynennas teârüf etmiş bazı kıssa ve hikâyâtı, Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bir maksad-ı irşadî için temsil ve kinaye nev’inden zikredivermiş. Şu nevi meselelerin mânâ-yı hakikîsinde kusur varsa, örf ve âdât-ı nâsa aittir ve teârüf ve tesâmu-u umumîye râcidir.

YEDİNCİ ASIL: Pek çok teşbih ve temsiller bulunuyor ki, mürur-u zamanla veya ilmin elinden cehlin eline geçmesiyle hakikat-i maddiye telâkki ediliyor, hataya düşer. Meselâ, “Sevr” ve “Hut” isminde ve âlem-i misalde sevr ve hut timsalinde, berrî ve bahrî hayvânat nâzırlarından iki melâiketullah, adeta bir koca öküz ve cismanî bir balık zannedilerek hadîse ilişilmiş.

Hem meselâ, bir vakit huzur-u Nebevîde derin bir ses işitildi. Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti ki: “Bu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp, tâ ancak bu dakika Cehennemin dibine düşen bir taşın gürültüsüdür.”
blank.gif
1
İşte bu hadisi işiten, hakikate vasıl olmayan, inkâra sapar. Halbuki, yirmi dakika o hadisten sonra kat’iyen sabittir ki, biri geldi, Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma dedi ki: “Meşhur münafık yirmi dakika evvel öldü.” Yetmiş yaşına giren o münafık, Cehennemin bir taşı olarak, bütün müddet-i ömrü tedennîde, esfel-i sâfilîne, küfre sukuttan ibaret olduğunu, gayet beliğane bir surette, Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm beyan etmiştir. Cenâb-ı Hak, o vefat dakikasında o sesi işittirip ona alâmet etmiştir.


[NOT]Dipnot-1 bk. Müslim, Cennet, 31; Müsned, 3:341, 346.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m)</td><td>Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, şeref ve azamet sahibi yüce Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>Resul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) (bk. r-s-l; k-r-m)</td><td>alâmet: işaret</td></tr><tr><td>bahrî: denize ait</td><td>beliğane: beliğ bir şekilde (bk. b-l-ğ)</td></tr><tr><td>berrî: karaya ait</td><td>beyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n)</td></tr><tr><td>beynennas: insanlar arasında</td><td>cehl: cahillik, bilgisizlik</td></tr><tr><td>cismanî: maddi yapısı olan</td><td>durub-u emsal: atasözleri (bk. m-s̱-l)</td></tr><tr><td>ehl-i velâyet: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y)</td><td>esfel-i sâfilîn: aşağıların en aşağısı</td></tr><tr><td>ferman etmek: buyurmak</td><td>hadis: Peygamberimize ait söz, emir veya davranış (bk. ḥ-d-s̱)</td></tr><tr><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) </td><td>hakikat-i maddiye: maddî gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hakikî: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hayvânat: hayvanlar (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>hikâyât: hikâyeler</td><td>hilâf-ı hakikat: gerçeğe aykırı (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hut: büyük balık</td><td>huzur-u Nebevî: Peygamberin huzuru, yanı (bk. ḥ-ḍ-r; n-b-e)</td></tr><tr><td>ilham: Allah’tan kalbe gelen ve doğan mânâlar</td><td>ilham-ı evliya: evliyanın kalbine doğan mânâ (bk. v-l-y)</td></tr><tr><td>inkâr: kabul etmeme, inanmama (bk. n-k-r)</td><td>iştihar: meşhur olma</td></tr><tr><td>kat’iyen: kesinlikle</td><td>kinaye: bir sözü üstü kapalı olarak ifade etme</td></tr><tr><td>küfür: inkar, inançsızlık (bk. k-f-r)</td><td>kıssa: ibretli hikâye</td></tr><tr><td>maksad-ı irşadî: yol gösterme gayesi (bk. ḳ-ṣ-d; r-ş-d)</td><td>maksat: gaye (bk. ḳ-ṣ-d)</td></tr><tr><td>maânî: mânâlar (bk. a-n-y)</td><td>melâiketullah: Allah’ın melekleri (bk. m-l-k)</td></tr><tr><td>muhaddisîn-i muhaddesun: Allah tarafından ilhama mazhar olan hadisçiler (bk. ḥ-d-s̱)</td><td>mânâ-yı hakikî: gerçek mânâ (bk. a-n-y; ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>müddet-i ömür: ömür süresi</td><td>münafık: iki yüzlü, inanmadığı halde inanmış görünen kişi</td></tr><tr><td>mürur-u zaman: zamanın geçmesi</td><td>nevi: tür, çeşit</td></tr><tr><td>nev’: tür</td><td>nâzır: gözlemci (bk. n-ẓ-r)</td></tr><tr><td>râci: ait</td><td>sevr: öküz</td></tr><tr><td>sukut: düşme, alçalma</td><td>tedennî: alçalma, gerileme</td></tr><tr><td>telâkki: kabul etme</td><td>telâkki etmek: kabul etmek</td></tr><tr><td>temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)</td><td>tesâmu-u umumîye: genel duyuş, halkta oluşmuş yaygın kanaat (bk. s-m-a)</td></tr><tr><td>teârüf etmek: bilinmek (bk. a-r-f)</td><td>teşbih: benzetme</td></tr><tr><td>timsal: suret, görüntü (bk. m-s̱-l)</td><td>vasıl olma: ulaşma, kavuşma</td></tr><tr><td>zikretmek: bildirmek</td><td>âdât-ı nâs: insanların adetleri</td></tr><tr><td>âlem-i misal: bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem (bk. a-l-m; m-s̱-l)</td><td>ârıza: aksama</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dördüncü Söz - Sayfa 459

SEKİZİNCİ ASIL: Cenâb-ı Hakîm-i Mutlak, şu dâr-ı tecrübe ve meydan-ı imtihanda, çok mühim şeyleri, kesretli eşya içinde saklıyor. O saklamakla, çok hikmetler, çok maslahatlar bağlıdır. Meselâ, Leyle-i Kadri umum Ramazan’da, saat-i icâbe-i duayı Cuma gününde, makbul velîsini insanlar içinde, eceli ömür içinde ve kıyametin vaktini ömr-ü dünya içinde saklamış.

Zira, ecel-i insan muayyen olsa, yarı ömrüne kadar gaflet-i mutlaka, yarıdan sonra darağacına adım adım gitmek gibi bir dehşet verecek. Halbuki, âhiret ve dünya muvazenesini muhafaza etmek ve her vakit havf ve recâ ortasında bulunmak maslahatı, iktiza eder ki, her dakika hem ölmek, hem yaşamak mümkün olsun. Şu halde, müphem tarzdaki yirmi sene müphem bir ömür, bin sene muayyen bir ömre müreccahtır.

İşte, kıyamet dahi, şu insan-ı ekber olan dünyanın ecelidir. Eğer vakti taayyün etseydi, bütün kurun-u ûlâ ve vustâ gaflet-i mutlakaya dalacak idiler ve kurun-u uhrâ dehşette kalacaktı. İnsan nasıl hayat-ı şahsiyesiyle, hanesinin ve köyünün bekàsıyla alâkadardır. Öyle de, hayat-ı içtimaiye ve nev’iyesiyle, küre-i arzın ve dünyanın yaşamasıyla alâkadardır. Kur’ân
blank.gif
1
اِقْتَرَبَتِ السَّاعَةُ der, “Kıyamet yakındır” ferman ediyor. Bin bu kadar sene geçtikten sonra gelmemesi, yakınlığına halel vermez. Zira kıyamet dünyanın ecelidir. Dünyanın ömrüne nisbeten bin veya iki bin sene, bir seneye nisbetle bir iki gün veya bir iki dakika gibidir. Saat-i kıyamet yalnız insaniyetin eceli değil ki, onun ömrüne nisbet edilip baîd görülsün. İşte bunun içindir ki, Hakîm-i Mutlak, kıyameti, Mugayyebât-ı Hamseden olarak ilminde saklıyor. İşte, bu ipham sırrındandır ki, her asır, hattâ asr-ı hakikatbîn olan Asr-ı Saadet dahi daima kıyametten korkmuşlar. Hattâ bazıları “Şerâiti hemen hemen çıkmış” demişler.


[NOT]Dipnot-1 Kamer Sûresi, 54:1.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Asr-ı Saadet: Peygamberimizin yaşadığı dönem, mutluluk asrı</td><td>Cenâb-ı Hakîm-i Mutlak: sınırsız hikmet sahibi yüce Allah (bk. ḥ-k-m; ṭ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>Hakîm-i Mutlak: sınırsız hikmet sahibi olan Allah (bk. ḥ-k-m; ṭ-l-ḳ)</td><td>Leyle-i Kadr: Kadir gecesi (bk. ḳ-d-r)</td></tr><tr><td>Mugayyebât-ı Hamse: beş bilinmeyen şey (bk. ğ-y-b)</td><td>alâkadar: alâkalı, ilgili</td></tr><tr><td>asr-ı hakikatbîn: gerçeği gören asır (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>baîd: uzak</td></tr><tr><td>bekà: süreklilik, devamlılık (bk. b-ḳ-y)</td><td>darağacı: idam sehpası</td></tr><tr><td>dehşet: korku, ürküntü</td><td>dâr-ı tecrübe: deneme yeri</td></tr><tr><td>ecel: ölüm vakti</td><td>ecel-i insan: insanın ölüm vakti</td></tr><tr><td>ferman etmek: buyurmak</td><td>gaflet-i mutlaka: sınırsız bir şekilde umursamazlık; âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma (bk. ğ-f-l; ṭ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>halel: zarar, eksiklik</td><td>hane: ev</td></tr><tr><td>havf: korku</td><td>hayat-ı içtimaiye: toplum hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a)</td></tr><tr><td>hayat-ı şahsiye: özel hayat (bk. ḥ-y-y)</td><td>hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>iktiza: gerektirme</td><td>insan-ı ekber: en büyük insan (bk. k-b-r)</td></tr><tr><td>insaniyet: insanlık</td><td>ipham: gizleme</td></tr><tr><td>kesretli: çok (bk. k-s̱-r)</td><td>kurun-u uhrâ: yakın çağ (bk. e-ḫ-r)</td></tr><tr><td>kurun-u ûlâ ve vusta: ilk ve orta çağ</td><td>küre-i arz: yeryüzü, dünya</td></tr><tr><td>kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m)</td><td>makbul: kabul görmüş; değer ve itibar sahibi </td></tr><tr><td>maslahat: gaye, fayda (bk. ṣ-l-ḥ)</td><td>meydan-ı imtihan: sınav meydanı</td></tr><tr><td>muayyen: belli</td><td>muhafaza: koruma (bk. ḥ-f-ẓ)</td></tr><tr><td>muvazene: denge</td><td>mühim: önemli</td></tr><tr><td>müphem: belirsiz</td><td>müreccah: tercih edilme</td></tr><tr><td>nev’i: tür</td><td>nisbet edilmek: bağ kurulmak (bk. n-s-b)</td></tr><tr><td>nisbeten: kıyasla (bk. n-s-b)</td><td>recâ: ümit</td></tr><tr><td>saat-i icâbe-i dua: duaların kabul edildiği saat (bk. c-v-b; d-a-v)</td><td>saat-i kıyamet: kıyâmet vakti (bk. ḳ-v-m)</td></tr><tr><td>taayyün: belirlenme</td><td>umum: bütün </td></tr><tr><td>velî: Allah dostu (bk. v-l-y)</td><td>zira: çünkü</td></tr><tr><td>âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r)</td><td>ömr-ü dünya: dünyanın ömrü</td></tr><tr><td>şerâit: şartlar, belirtiler</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dördüncü Söz - Sayfa 460

İşte bu hakikati bilmeyen insafsız insanlar derler ki: “Âhiretin tafsilâtını ders alan müteyakkız kalbli, keskin nazarlı olan Sahabelerin fikirleri, niçin bin sene hakikatten uzak olarak fikirleri düşmüş gibi, istikbal-i dünyevîde bin dört yüz sene sonra gelecek bir hakikati asırlarında karib zannetmişler?”

Elcevap: Çünkü, Sahabeler, feyz-i sohbet-i Nübüvvetten, herkesten ziyade dâr-ı âhireti düşünerek, dünyanın fenâsını bilerek, kıyametin ipham vaktindeki hikmet-i İlâhiyeyi anlayarak, ecel-i şahsî gibi dünyanın eceline karşı dahi daima muntazır bir vaziyet alarak, âhiretlerine ciddî çalışmışlar. Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm “Kıyameti bekleyiniz, intizar ediniz” tekrar etmesi, şu hikmetten ileri gelmiş bir irşad-ı Nebevîdir. Yoksa vuku-u muayyene dair bir vahyin hükmüyle değildir ki hakikatten uzak olsun. İllet ayrıdır, hikmet ayrıdır. İşte, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın bu nevi sözleri, hikmet-i iphamdan ileri geliyor.

Hem şu sırdandır ki, Mehdî, Süfyan gibi âhirzamanda gelecek eşhasları, çok zaman evvel, hattâ Tâbiîn zamanında onları beklemişler, yetişmek emelinde bulunmuşlar. Hattâ bazı ehl-i velâyet “Onlar geçmiş” demişler. İşte bu da, kıyamet gibi, hikmet-i İlâhiye iktiza eder ki, vakitleri taayyün etmesin. Çünkü her zaman, her asır, kuvve-i mâneviyenin takviyesine medar olacak ve yeisten kurtaracak Mehdî mânâsına muhtaçtır. Bu mânâda her asrın bir hissesi bulunmak lâzımdır. Hem gaflet içinde fenalara uymamak ve lâkaytlıkta nefsin dizginini bırakmamak için, nifakın başına geçecek müthiş şahıslardan her asır çekinmeli ve korkmalı. Eğer tayin edilseydi, maslahat-ı irşad-ı umumî zayi olurdu.

Şimdi, Mehdî gibi eşhasın hakkındaki rivâyâtın ihtilâfâtı ve sırrı şudur ki:


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m)</td><td>Mehdî: âhirzamanda gelip dini takviye edecek ve Müslümanların imanlarını yenileyecek olan zât (bk. h-d-y)</td></tr><tr><td>Resul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) (bk. r-s-l; k-r-m)</td><td>Sahabe: Peygamberimizi (a.s.m.) dünya gözüyle görüp onun yolundan gidenler</td></tr><tr><td>Süfyan: âhirzamanda gelip İslâm dinini yıkmak için çalışacak olan dinsiz ve münafık şahıs</td><td>Tâbiin: sahabeleri gören mü’minler</td></tr><tr><td>dâr-ı âhiret: âhiret yurdu (bk. e-ḫ-r)</td><td>ecel: ölüm zamanı</td></tr><tr><td>ecel-i şahsi: kişinin ölüm vakti</td><td>ehl-i velâyet: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y)</td></tr><tr><td>eşhas: şahıslar</td><td>fenâ: gelip geçicilik; kötü (bk. f-n-y)</td></tr><tr><td>feyz-i sohbet-i Nübüvvet: Peygamberimizin (a.s.m.) sohbetinin feyzi, bereketi (bk. f-y-ḍ; n-b-e)</td><td>gaflet: umursamazlık, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma (bk. ğ-f-l) </td></tr><tr><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>hikmet-i ipham: bir şeyi gizlemenin hikmeti (bk. ḥ-k-m)</td><td>hikmet-i İlâhiye: İlâhî hikmet; Allah’ın gözettiği fayda ve gaye (bk. ḥ-k-m; e-l-h)</td></tr><tr><td>ihtilâfât: farklılıklar, ihtilaflar</td><td>iktiza: gerektirme</td></tr><tr><td>illet: esas sebep</td><td>intizar etmek: beklemek</td></tr><tr><td>ipham: gizli bırakmak</td><td>irşad-ı Nebevî: Peygamberin doğru yolu göstermesi (bk. r-ş-d; n-b-e)</td></tr><tr><td>istikbal-i dünyevî: dünyanın geleceği</td><td>karib: yakın</td></tr><tr><td>kuvve-i mâneviye: mânevî kuvvet, moral gücü (bk. a-n-y)</td><td>kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m)</td></tr><tr><td>lâkayt: duyarsız, ilgisiz</td><td>maslahat-ı irşad-ı umumî: herkese doğru yolu göstermenin gerektirdiği hikmet (bk. ṣ-l-ḥ; r-ş-d)</td></tr><tr><td>medar: sebep, dayanak </td><td>muntazır: bekleyen, hazır</td></tr><tr><td>müteyakkız: uyanık, gözü açık</td><td>müthiş: dehşet veren, korkutan</td></tr><tr><td>nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r)</td><td>nefis: insanı daima kötülüğe, maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet (bk. n-f-s)</td></tr><tr><td>nevi: tür, çeşit</td><td>nifak: münafıklık, ikiyüzlülük</td></tr><tr><td>rivâyât: rivâyetler, Peygamberimizden duyulan şeylerin nakledilmesi</td><td>sır: gizem, gizli gerçek </td></tr><tr><td>taayyün: belirlenme</td><td>tafsilât: ayrıntılar</td></tr><tr><td>takviye: kuvvetlendirme, güçlendirme</td><td>vahy: bir emrin veya hakikatin Allah tarafından Peygambere bildirilmesi (bk. v-ḥ-y)</td></tr><tr><td>vuku-u muayyen: belirlenmiş olay </td><td>yeis: ümitsizlik</td></tr><tr><td>zayi olmak: kaybolmak</td><td>ziyade: fazla, çok</td></tr><tr><td>âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r)</td><td>âhirzaman: dünya hayatının kıyamete yakın son devresi (bk. e-ḫ-r)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dördüncü Söz - Sayfa 461

Ehâdisi tefsir edenler, metn-i ehâdisi tefsirlerine ve istinbatlarına tatbik etmişler. Meselâ, merkez-i saltanat o vakit Şam’da veya Medine’de olduğundan, vukuat-ı Mehdiye veya Süfyâniyeyi, merkez-i saltanat civarında olan Basra, Kûfe, Şam gibi yerlerde tasavvur ederek öyle tefsir etmişler. Hem de o eşhasın şahs-ı mânevîsine veya temsil ettikleri cemaate ait âsâr-ı azîmeyi o eşhasın zatlarında tasavvur ederek öyle tefsir etmişler ki, o eşhas-ı harika çıktıkları vakit bütün halk onları tanıyacak gibi bir şekil vermişler. Halbuki, demiştik: Bu dünya tecrübe meydanıdır. Akla kapı açılır, fakat ihtiyarı elinden alınmaz. Öyle ise, o eşhas, hattâ o müthiş Deccal dahi çıktığı zaman, çokları, hattâ kendisi de bidâyeten Deccal olduğunu bilmez. Belki nur-u imanın dikkatiyle o eşhas-ı âhirzaman tanınabilir.

Alâmet-i kıyametten olan Deccal hakkındaki hadis-i şerifte “Birinci günü bir sene, ikinci günü bir ay, üçüncü günü bir hafta, dördüncü günü eyyâm-ı saire gibidir. Çıktığı zaman dünya işitir. Kırk günde dünyayı gezer”
blank.gif
1
rivâyet ediliyor. İnsafsız insanlar bu rivâyete muhal demişler—hâşâ—şu rivâyetin inkâr ve iptaline gitmişler. Halbuki, ve’l-ilmü indallah, hakikati şu olmak gerektir ki:

Âlem-i küfrün en kesafetlisi olan şimalde, tabiiyyunun fikr-i küfrîsinden süzülen bir cereyan-ı azîmin başına geçecek ve Ulûhiyeti inkâr edecek bir şahsın şimal tarafından çıkmasına işaret ve şu işaret içinde bir remz-i hikmet vardır ki, kutb-u şimalîye yakın dairede bütün sene, bir gece bir gündüzdür; altı ayı gece, altı ayı gündüzdür. “Deccalın bir günü bir senedir” o daire yakınında zuhuruna işarettir. “İkinci günü bir aydır” demekten murat, şimalden bu tarafa geldikçe bazan olur, yazın bir ayında güneş gurub etmez. Şu dahi, Deccal şimalden çıkıp âlem-i medeniyet tarafına tecavüzüne işarettir; günü Deccala isnat etmekle şu işarete işaret eder. Daha bu tarafa geldikçe, bir haftada güneş gurub etmiyor.


[NOT]Dipnot-1 bk. Müslim, Fiten: 110; Ebû Dâvud, Melâhim: 14; Tirmizi, Fiten: 59; İbn-i Mâce, Fiten: 33; Müsned, 4:181.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td> ehâdis: hadisler, Peygamberimize ait söz, emir veya davranışlar (bk. ḥ-d-s̱)</td><td>Basra: (bk. bilgiler)</td></tr><tr><td>Deccal: kıyamet kopmadan önce gelen, İslâmı kaldırmaya kalkan, dinlere savaş açan yalancı ve aldatıcı kimse</td><td>Kûfe: (bk. bilgiler)</td></tr><tr><td>Medine: (bk. bilgiler)</td><td>Ulûhiyet: Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı (bk. e-l-h)</td></tr><tr><td>alâmet-i kıyamet: kıyametin alâmetleri (bk. ḳ-v-m)</td><td>bidâyeten: başlangıçta</td></tr><tr><td>cereyan-ı azîm: büyük akım (bk. a-ẓ-m)</td><td>eyyâm-ı saire: diğer günler</td></tr><tr><td>eşhas: şahıslar</td><td>eşhas-ı harika: harika, olağanüstü şahıslar</td></tr><tr><td>eşhas-ı âhirzaman: âhirzamanda etkin olan şahıslar (bk. e-ḫ-r)</td><td>fikr-i küfrî: küfür felsefesi, düşüncesi (bk. f-k-r; k-f-r)</td></tr><tr><td>gurub: batma</td><td>hadis-i şerif: Peygamberimize ait söz, emir veya davranışlar (bk. ḥ-d-s̱)</td></tr><tr><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hâşâ: asla, kesinlikle öyle değil</td></tr><tr><td>ihtiyar: irade, seçim gücü (bk. ḫ-y-r)</td><td>inkâr: kabul etmeme, inanmama (bk. n-k-r)</td></tr><tr><td>isnat: dayandırma (bk. s-n-d)</td><td>istinbat: bir söz veya bir işten gizli bir mana ve hüküm çıkarma, içtihad etme</td></tr><tr><td>kesafetli: yoğun, katı</td><td>kutb-u şimalî: kuzey kutbu</td></tr><tr><td>merkez-i saltanat: saltanatın merkezi (bk. s-l-ṭ)</td><td>metn-i ehâdis: hadislerin metni, sözleri (bk. ḥ-d-s̱)</td></tr><tr><td>muhal: imkânsız</td><td>murat: kasıt, amaç (bk. r-v-d)</td></tr><tr><td>nur-u iman: iman nuru (bk. n-v-r; e-m-n)</td><td>remz-i hikmet: bilimsel işaret (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>rivâyet: Peygamberimizden duyulan şeylerin nakledilmesi</td><td>tabiiyyun: tabiatçılar, herşeyin tabiatın tesiriyle var olduğunu iddia edenler (bk. ṭ-b-a)</td></tr><tr><td>tasavvur: düşünme (bk. ṣ-v-r)</td><td>tatbik: uygulama</td></tr><tr><td>tecavüz: saldırma</td><td>tefsir: yorumlama (bk. f-s-r)</td></tr><tr><td>ve’l-ilmü indallah: bilgi Allah katındadır (bk. a-l-m)</td><td>vukuat-ı Mehdiye ve Süfyaniye: Mehdinin ve Süfyanın gelmesiyle ortaya çıkacak olaylar (bk. h-d-y)</td></tr><tr><td>zuhur: belirme, görünme (bk. ẓ-h-r)</td><td>âlem-i küfr: küfür ve inkâr dünyası (bk. a-l-m; k-f-r)</td></tr><tr><td>âlem-i medeniyet: medenî dünya (bk. a-l-m)</td><td>âsâr-ı azîme: büyük eserler (bk. a-ẓ-m)</td></tr><tr><td>Şam: (bk. bilgiler)</td><td>şahs-ı mânevi: mânevî şahıs, kollektif kişilik (bk. a-n-y)</td></tr><tr><td>şimal: kuzey</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dördüncü Söz - Sayfa 462

Daha gele gele, tulû ve gurub ortasında üç saat devam ediyor. Ben Rusya’da esarette iken böyle bir yerde bulundum. Bize yakın, bir hafta güneş gurub etmeyen bir yer vardı; seyir için oraya gidiyorlardı. “Deccalın çıktığı vakit umum dünya işitecek” olan kaydı, telgraf ve radyo halletmiştir. Kırk günde gezmesini de, merkebi olan şimendifer ve tayyare halletmiştir. Eskiden bu iki kaydı muhal gören mülhidler şimdi âdi görüyorlar.

Alâmet-i kıyametten olan Ye’cüc ve Me’cüce ve Sedde dair bir risalede bir derece tafsilen yazdığımdan, ona havale edip şurada yalnız şunu deriz ki: Eskiden Mançur, Moğol ünvanıyla içtimaat-ı beşeriyeyi zîrüzeber eden taifeler ve Sedd-i Çinînin yapılmasına sebebiyet verenler, kıyamete yakın, yine anarşistlik gibi bir fikirle medeniyet-i beşeriyeyi zîrüzeber edecekleri, rivâyetlerde vardır.

Bazı mülhidler derler: “Bu kadar acaibi yapan ve yapacak taifeler nerede?”

Elcevap: Çekirge gibi bir âfat, bir mevsimde pek çok kesretle bulunur. Mevsim değiştikçe, memleketi fesada veren kesretli o taifelerin hakikatleri, mahdut bazı fertlerde saklanıyor. Yine zamanı geldikçe, emr-i İlâhî ile, o mahdut fertlerden gayet kesretli aynı fesat yine başlar. Güya onların hakikat-i milliyetleri inceliyor, kopmuyor; yine mevsimi geldikçe zuhur ediyor.

Aynen öyle de, bir zaman dünyayı hercümerc eden o taifeler, izn-i İlâhî ile, mevsimi geldiği vakit, aynı o taife, medeniyet-i beşeriyeyi hercümerc edecekler. Fakat onların muharrikleri başka bir surette tezahür eder.لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللهُ
blank.gif
1


DOKUZUNCU ASIL: Mesâil-i imaniyeden bir kısmın netâici, şu mukayyet ve dar âleme bakar. Diğer bir kısmı, geniş ve mutlak olan âlem-i âhirete bakar. Amellerin fazilet ve sevabına dair ehâdis-i şerifenin bir kısmı, tergib ve terhîbe münasip bir tesir vermek için belâğatli bir üslûpta geldiğinden, dikkatsiz insanlar


[NOT]Dipnot-1 “Gaybı ancak Allah bilir.” Neml Sûresi, 27:65; Tirmizi, Sevâbü’l-Kur’ân: 7; Dârimî, Fedâilü’l-Kur’ân: 21.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Mançur: Asya’nın kuzeydoğusunda yaşayan bir kavim</td><td>Rusya: (bk. bilgiler)</td></tr><tr><td>Sed: (Sedd-i Zülkarneyn) Zülkarneyn’in Yecüc ve Mecüc kavminden korunmak isteyenler için yaptırdığı çok büyük ve sağlam set, kale</td><td>Sedd-i Çinî: Çin Seddi (bk. bilgiler – Çin)</td></tr><tr><td>Ye’cüc ve Me’cüc: Kur’ân-ı Kerimde bahsi geçen ve ortalığı fitne, fesat ve anarşiye boğacak olan kavimler, anarşist topluluk</td><td>acaib: şaşırtıcı, garip şeyler</td></tr><tr><td>alâmet-i kıyamet: kıyamet alâmeti (bk. ḳ-v-m)</td><td>amel: davranış, iş</td></tr><tr><td>belâğat: maksada ve hale uygun güzel söz söyleme (bk. b-l-ğ)</td><td>ehâdis-i şerife: Peygamberimize ait söz, emir veya davranışlar (bk. ḥ-d-s̱)</td></tr><tr><td>emr-i İlâhî: Allah’ın emri (bk. e-l-h)</td><td>fazilet: değer, üstün (bk. f-ḍ-l)</td></tr><tr><td>fesat: bozgunluk</td><td>gurub: güneşin batışı</td></tr><tr><td>güya: sanki</td><td>hakikat: asıl, esas, mahiyet (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hakikat-i milliyet: millî yapıları (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hercümerc: karma karışık</td></tr><tr><td>izn-i İlâhî: Allah’ın izni (bk. e-l-h)</td><td>içtimaat-ı beşeriye: insanlığın toplumsal hayatı (bk. c-m-a)</td></tr><tr><td>kesret: çokluk (bk. k-s̱-r)</td><td>kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m)</td></tr><tr><td>mahdut: sınırlı</td><td>medeniyet-i beşeriye: insanlık medeniyeti</td></tr><tr><td>mesâil-i imaniye: imanî meseleler (bk. m-s̱-l; e-m-n)</td><td>muhal: imkansız</td></tr><tr><td>muharrik: harekete geçirici, tahrik edici</td><td>mukayyet: kayıtlı, sınırlı</td></tr><tr><td>mutlak: kayıtsız, sınırsız (bk. ṭ-l-ḳ)</td><td>mülhid: dinsiz</td></tr><tr><td>münasip: uygun (bk. n-s-b)</td><td>netâic: neticeler, sonuçlar </td></tr><tr><td>risale: küçük kitap (bk. r-s-l)</td><td>seyir: bakma</td></tr><tr><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td><td>tafsilen: ayrıntılı olarak</td></tr><tr><td>taife: grup, topluluk</td><td>tayyare: uçak</td></tr><tr><td>tergib: şevklendirme, isteklendirme</td><td>terhîb: korkutma</td></tr><tr><td>tezahür: belirme, görünme (bk. ẓ-h-r)</td><td>tulû: güneşin doğuşu</td></tr><tr><td>umum: bütün</td><td>zuhur: görünme, ortaya çıkma (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>zîrüzeber: alt üst, darma dağınık</td><td>âdi: basit, sıradan</td></tr><tr><td>âfat: bela, büyük felaket</td><td>âlem: dünya (bk. a-l-m)</td></tr><tr><td>âlem-i âhiret: âhiret âlemi (bk. a-l-m; e-ḫ-r)</td><td>üslûp: tarz, biçim</td></tr><tr><td>şimendifer: tren</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dördüncü Söz - Sayfa 463

onları mübalâğalı zannetmişler. Halbuki, bütün onlar ayn-ı hak ve mahz-ı hakikat olduklarından, mücazefe ve mübalâğa, içlerinde yoktur.

Ezcümle, en ziyade insafsızların zihnini kurcalayan şu hadistir ki:

لَوْ وَزِنَتِ الدُّنْياَ عِنْدَ اللهِ جَناَحَ بَعُوضَةٍ مَا شَرِبَ الْكَافِرُ مِنْهَا جُرْعَةَ مَاۤءٍ
blank.gif
1

ev kemâ kàl. Meâl-i şerifi: “Dünyanın, Cenâb-ı Hakkın yanında bir sinek kanadı kadar kıymeti olsaydı, kâfirler bir yudum suyu ondan içmeyecek idiler.” Hakikati şudur ki: عِنْدَ اللهِtabiri, “âlem-i bekàdan” demektir. Evet, âlem-i bekàdan bir sinek kanadı kadar bir nur, madem ebedîdir, yeryüzünü dolduracak muvakkat bir nurdan daha çoktur. Demek koca dünyayı bir sinek kanadıyla muvazene değil; belki herkesin kısacık ömrüne yerleşen hususî dünyasını, âlem-i bekàdan bir sinek kanadı kadar daimî bir feyz-i İlâhîye ve bir ihsan-ı İlâhîye muvazeneye gelmediği demektir.

Hem dünyanın iki yüzü var, belki üç yüzü var: Biri, Cenâb-ı Hakkın esmâsının âyineleridir. Diğeri âhirete bakar, âhiret tarlasıdır. Diğeri fenâya, ademe bakar. Bildiğimiz, marzî-i İlâhî olmayan, ehl-i dalâletin dünyasıdır. Demek, Esmâ‑i Hüsnânın âyineleri ve mektubât-ı Samedâniye ve âhiretin mezraası olan koca dünya değil; belki âhirete zıt ve bütün hatîâtın menşei ve beliyyâtın menbaı olan, dünyaperestlerin dünyasının, âlem-i âhirette ehl-i imana verilen sermedî bir zerresine değmediğine işarettir.

İşte, en doğru ve ciddî şu hakikat nerede? Ve insafsız ehl-i ilhâdın fehmettikleri mânâ nerede? O insafsız ehl-i ilhâdın en mübalâğa, en mücazefe zannettikleri mânâ nerede?
Hem meselâ, insafsız ehl-i ilhâdın mübalâğa zannettikleri, hattâ muhal bir mübalâğa ve mücazefe tevehhüm ettikleri biri de, amellerin sevabına dair ve bazı


[NOT]Dipnot-1 bk. Tirmizi, Zühd: 13; el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:306; Ebû Naîm el-Isbahânî, Hilyetü’l-Evliyâ, 3:253.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, şeref ve azamet sahibi yüce Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>Esmâ-i Hüsnâ: Allah’ın en güzel isimleri (bk. s-m-v; ḥ-s-n)</td></tr><tr><td>adem: yokluk, hiçlik</td><td>amel: davranış, iş</td></tr><tr><td>ayn-ı hak: hakkın, doğrunun ta kendisi (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>beliyyât: belâlar, musibetler </td></tr><tr><td>dünyaperest: dünyaya düşkün</td><td>ebedî: sonu olmayan, sonsuz (bk. e-b-d)</td></tr><tr><td>ehl-i dalâlet: hak yoldan sapmış inançsız kimseler (bk. ḍ-l-l)</td><td>ehl-i ilhâd: inkârcılar, dinsizler</td></tr><tr><td>ehl-i iman: iman edenler, inananlar (bk. e-m-n)</td><td>esmâ: isimler (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>ev kemâ kâl: veya nasıl söylemiş ise...</td><td>ezcümle: meselâ, örneğin</td></tr><tr><td>fehmetmek: anlamak</td><td>fena: gelip geçicilik, yok oluş (bk. f-n-y)</td></tr><tr><td>feyz-i İlâhiye: Allah’ın feyzi, lütfu (bk. f-y-ḍ; e-l-h)</td><td>hadis: Peygamberimize ait söz, emir veya davranışlar (bk. ḥ-d-s̱)</td></tr><tr><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hatîât: hatalar</td></tr><tr><td>hususî: özel</td><td>ihsan-ı İlâhî: Allah’ın ihsanı, ikramı, bağışı (bk. ḥ-s-n; e-l-h)</td></tr><tr><td>mahz-ı hakikat: gerçeğin ta kendisi (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>marzî-i İlâhî: Allah’ın rızasına uygun olan iş (bk. e-l-h)</td></tr><tr><td>mektubat-ı Samedâniye: Allah tarafından gönderilmiş birer mektup gibi, şuur sahiplerine İlâhî san’atı anlatan eserler (bk. k-t-b; ṣ-m-d)</td><td>menba: kaynak</td></tr><tr><td>menşe: kaynak</td><td>mezraa: tarla</td></tr><tr><td>meâl-i şerif: şerefli, yüce mânâ</td><td>muhal: imkansız</td></tr><tr><td>muvakkat: geçici </td><td>muvazene: karşılaştırma (bk. v-z-n)</td></tr><tr><td>mübalağa: abartı (bk. b-l-ğ)</td><td>mücazefe: aldatma</td></tr><tr><td>sermedî: daimi, sürekli </td><td>tabir: ifade (bk. a-b-r)</td></tr><tr><td>tevehhüm etmek: zannetmek, sanmak</td><td>zerre: atom, maddenin en küçük parçası</td></tr><tr><td>ziyade: çok, fazla</td><td>âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r)</td></tr><tr><td>âlem-i bekà: dev</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dördüncü Söz - Sayfa 464

surelerin faziletleri hakkında gelen rivâyetlerdir. Meselâ, Fâtiha’nın Kur’ân kadar sevabı vardır;
blank.gif
1
Sûre-i İhlâs, sülüs-ü Kur’ân;
blank.gif
2
Sûre-i İzâ Zülzileti’l-Ardu, rub’u;
blank.gif
3
Sûre-i Kul Yâ Eyyühe’l-Kâfirûn, rub’u;
blank.gif
4
Sûre-i Yâsin, on defa Kur’ân kadar olduğuna rivâyet vardır. İşte, insafsız ve dikkatsiz insanlar demişler ki: “Şu muhaldir. Çünkü Kur’ân içinde Yâsin ve öteki faziletli olanlar da vardır. Onun için mânâsız olur.”

Elcevap: Hakikati şudur ki: Kur’ân-ı Hakîmin herbir harfinin bir sevabı var, bir hasenedir. Fazl-ı İlâhîden, o harflerin sevabı sünbüllenir, bazan on tane verir, bazan yetmiş, bazan yedi yüz (Âyetü’l-Kürsî harfleri gibi), bazan bin beş yüz (Sûre-i İhlâsın harfleri gibi), bazan on bin (Leyle-i Beratta okunan âyetler ve makbul vakitlere tesadüf edenler gibi) ve bazan otuz bin (meselâ, haşhaş tohumunun kesreti misillü, Leyle-i Kadîrde okunan âyetler gibi). Ve “O gece bin aya mukabil” işaretiyle, bir harfinin o gecede otuz bin sevabı olur, anlaşılır. İşte, Kur’ân-ı Hakîm, tezâuf-u sevabıyla beraber, elbette muvazeneye gelmez ve gelemiyor. Belki asıl sevabıyla, bazı surelerle muvazeneye gelebilir.

Meselâ, içinde mısır ekilmiş bir tarla farz edelim ki, bin tane ekilmiş. Bazı habbeleri yedi sünbül vermiş farz etsek, herbir sünbülde yüzer dane olmuşsa, o vakit tek bir habbe, bütün tarlanın iki sülüsüne mukabil oluyor. Meselâ birisi de on sünbül vermiş, herbirinde iki yüz dane vermiş. O vakit bir tek habbe, asıl tarladaki habbelerin iki misli kadardır. Ve hâkezâ, kıyas et.

Şimdi, Kur’ân-ı Hakîmi, nuranî, mukaddes bir mezraa-i semâviye tasavvur ediyoruz. İşte, herbir harfi, asıl sevabıyla birer habbe hükmündedir. Onların sünbülleri nazara alınmayacak. Sûre-i Yâsin, İhlâs, Fâtiha, Kul Yâ Eyyühe’l-Kâfirûn, İzâ Zülzileti’l-Ardu gibi, sair faziletlerine dair rivâyet edilen sûre ve âyetlerle muvazene edilebilir. Meselâ, Kur’ân-ı Hakîmin üç yüz bin altı yüz yirmi harfi olduğundan, Sûre-i İhlâs, Besmeleyle beraber altmış dokuzdur. Üç defa altmış dokuz, iki yüz yedi harftir. Demek, Sûre-i İhlâsın herbir harfinin haseneleri bin beş yüze yakındır. İşte, Sûre-i Yâsinin hurufatı hesap edilse, Kur’ân-ı


[NOT]Dipnot-1 bk. Buhari, Tefsîru Sûreti: 1:1, 15:3, Fedâilü’l-Kur’ân: 9; Tirmizi, Sevâbu’l-Kur’ân: 1; Nesâî, İftitâh: 26; Muvatta, Nidâ: 38; Müsned, 4:211, 5:114.

Dipnot-2
bk. Tirmizi, Sevâbü’l-Kur’ân: 10, 11; İbn-i Mâce, Edeb: 52; Ebû Dâvud, Vitir: 18; Nesâî, İftitah: 69; Muvatta’, Kur’ân: 17, 19.

Dipnot-3
bk. Tirmizi, Sevâbü’l-Kur’ân: 9; Müsned, 3:147, 221.

Dipnot-4
bk. Tirmizi, Sevâbü’l-Kur’ân: 9; Müsned, 3:147, 221.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m)</td><td>Leyle-i Berat: Berat Gecesi</td></tr><tr><td>Leyle-i Kadir: Kadir Gecesi (bk. ḳ-d-r)</td><td>farz etmek: varsaymak</td></tr><tr><td>fazilet: değer ve üstünlük (bk. f-ḍ-l)</td><td>fazl-ı İlahî: Allah’ın lütfu, ihsanı (bk. f-ḍ-l; e-l-h)</td></tr><tr><td>habbe: dane, tohum</td><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hasene: sevap (bk. ḥ-s-n)</td><td>hurufat: harfler</td></tr><tr><td>hâkezâ: bunun gibi</td><td>iki sülüs: üçte iki</td></tr><tr><td>kesret: çokluk (bk. k-s̱-r)</td><td>makbul: kabul görmüş</td></tr><tr><td>mezraa-i semâviye: semâvi tarla (bk. s-m-v)</td><td>muhal: imkânsız</td></tr><tr><td>mukabil: karşılık</td><td>mukaddes: her türlü çirkinlikten ve eksiklikten arınmış, kutsal (bk. ḳ-d-s)</td></tr><tr><td>muvazene: karşılaştırma (bk. v-z-n)</td><td>nazar: dikkat (bk. n-ẓ-r)</td></tr><tr><td>nuranî: nurlu, aydınlık (bk. n-v-r)</td><td>rivâyet: Peygamberimizden duyulan şeylerin nakledilmesi</td></tr><tr><td>rub’: dörtte bir</td><td>sair: diğer</td></tr><tr><td>sülüs-ü Kur’ân: Kur’ân’ın üçte biri</td><td>tasavvur: düşünme, hayal etme (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>tesadüf etme: rastgelme</td><td>tezâuf-u sevab: sevabın katlanması</td></tr><tr><td>Âyetü’l-Kürsî: Allah’ın varlığından ve bir kısım mühim sıfatlarından bahseden Bakara Sûresinin 255. âyeti</td></tr></tbody></table>
 
Üst