Yirmi Birinci Söz

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Birinci Söz

İki Makamdır

Birinci Makam

besmele.jpg


اِنَّ الصَّلٰوةَ كَانَتْ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ كِتَاباً مَوْقوُتاً
blank.gif
1

BİR ZAMAN sinnen, cismen, rütbeten büyük bir adam bana dedi: “Namaz
iyidir. Fakat hergün, hergün beşer defa kılmak çoktur. Bitmediğinden usanç veriyor.”


O zâtın o sözünden hayli zaman geçtikten sonra, nefsimi dinledim. İşittim ki, aynı sözleri söylüyor. Ve ona baktım, gördüm ki, tembellik kulağıyla şeytandan aynı dersi alıyor. O vakit anladım: O zat o sözü bütün nüfus-u emmârenin namına söylemiş gibidir veya söylettirilmiştir. O zaman ben dahi dedim: Madem nefsim emmâredir. Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez. Öyle ise nefsimden başlarım.

Dedim: Ey nefis! Cehl-i mürekkep içinde, tembellik döşeğinde, gaflet uykusunda söylediğin şu söze mukabil, Beş İkazı benden işit.

BİRİNCİ İKAZ

Ey bedbaht nefsim! Acaba ömrün ebedî midir? Hiç kat’î senedin var mı ki, gelecek seneye, belki yarına kadar kalacaksın?

Sana usanç veren, tevehhüm-ü ebediyettir. Keyif için, ebedî dünyada kalacak gibi nazlanıyorsun. Eğer anlasaydın ki ömrün azdır, hem faidesiz gidiyor; elbette onun yirmi dörtten birisini, hakikî bir hayat-ı ebediyenin saadetine medar olacak bir güzel ve hoş ve rahat ve rahmet bir hizmete sarf etmek, usanmak şöyle dursun, belki ciddî bir iştiyak ve hoş bir zevki tahrike sebep olur.


[NOT]Dipnot-1 “Şüphesiz ki namaz, mü’minler üzerine belli vakitler için farz olarak yazılmıştır.” Nisâ Sûresi, 4:103.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>bedbaht: talihsiz</td><td>cehl-i mürekkep: bilmediğinden habersiz kimsenin cehaleti</td></tr><tr><td>ebedî: sonsuz (bk. e-b-d)</td><td>emmâre: kötülüğü emreden</td></tr><tr><td>gaflet: duyarsızlık, mânevî sorumluluklarından habersiz davranma hali (bk. ğ-f-l)</td><td>hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hayat-ı ebediye: sonsuz hayat (bk. ḥ-y-y; e-b-d)</td><td>iştiyak: çok kuvvetli arzu ve istek</td></tr><tr><td>kat’î: kesin</td><td>medar: vesile, dayanak </td></tr><tr><td>mukabil: karşılık</td><td>nefis: kişinin kendisi; insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu (bk. n-f-s)</td></tr><tr><td>nüfûs-u emmâre: kötülüğü emreden nefisler (bk. n-f-s)</td><td>saadet: mutluluk</td></tr><tr><td>sinnen: yaş itibarıyla </td><td>tahrik: harekete geçirme</td></tr><tr><td>tevehhüm-ü ebediyet: sonsuza kadar yaşayacağını sanmak (bk. e-b-d)</td><td>ıslah: iyileştirme, düzeltme (bk. ṣ-l-ḥ)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Birinci Söz - Sayfa 363

İKİNCİ İKAZ

Ey şikemperver nefsim! Acaba, hergün hergün ekmek yersin, su içersin, havayı teneffüs edersin; sana onlar usanç veriyor mu?

Madem vermiyor; çünkü ihtiyaç tekerrür ettiğinden usanç değil, belki telezzüz ediyorsun. Öyle ise, hane-i cismimde senin arkadaşların olan kalbimin gıdası, ruhumun âb-ı hayatı ve lâtife-i Rabbâniyemin havâ-yı nesîmini cezb ve celb eden namaz dahi seni usandırmamak gerektir.

Evet, nihayetsiz teessürat ve elemlere maruz ve müptelâ ve nihayetsiz telezzüzâta ve emellere meftun ve pürsevda bir kalbin kut ve kuvveti, herşeye kadîr bir Rahîm-i Kerîmin kapısını niyaz ile çalmakla elde edilebilir.

Evet, şu fâni dünyada kemâl-i sür’atle vâveylâ-yı firakı koparan giden, ekser mevcudatla alâkadar bir ruhun âb-ı hayatı ise, herşeye bedel bir Mâbûd-u Bâkînin, bir Mahbûb-u Sermedînin çeşme-i rahmetine namaz ile teveccüh etmekle içilebilir.

Evet, fıtraten ebediyeti isteyen ve ebed için halk olunan ve ezelî ve ebedî bir Zâtın âyinesi olan ve nihayetsiz derecede nazik ve letâfetli bulunan zîşuur bir sırr-ı insanî, zînur bir lâtife-i Rabbâniye, şu kasavetli, ezici ve sıkıntılı, geçici ve zulümatlı ve boğucu olan ahvâl-i dünyeviye içinde, elbette teneffüse pek çok muhtaçtır ve ancak namazın penceresiyle nefes alabilir.

ÜÇÜNCÜ İKAZ

Ey sabırsız nefsim! Acaba geçmiş günlerdeki ibadet külfetini ve namazın meşakkatini ve musibet zahmetini bugün düşünüp muztarip olmak; hem gelecek günlerdeki ibadet vazifesini ve namaz hizmetini ve musibet elemini bugün tasavvur edip sabırsızlık göstermek hiç kâr-ı akıl mıdır?

Şu sabırsızlıkta misalin şöyle bir sersem kumandana benzer ki: Düşmanın sağ cenah kuvveti onun sağındaki kuvvetine iltihak etmiş ve ona taze bir kuvvet olduğu halde, o tutar, mühim bir kuvvetini sağ cenaha gönderir, merkezi zayıflaştırır.



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Mahbûb-u Sermedî: varlığı sonsuz sevgili Allah (bk. ḥ-b-b)</td><td>Mâbûd-u Bâkî: ibadete lâyık olan ve varlığı hiçbir zaman son bulmayan Allah (bk. a-b-d; b-ḳ-y)</td></tr><tr><td>Rahîm-i Kerîm: rahmet ve ikram sahibi Allah (bk. r-ḥ-m; k-r-m)</td><td>ahvâl-i dünyeviye: dünyanın halleri</td></tr><tr><td>cenah: kanat, yön</td><td>cezb ve celb etmek: çekmek</td></tr><tr><td>ebed: sonsuzluk (bk. e-b-d)</td><td>ebedî: sonu olmayan, sonsuz (bk. e-b-d) </td></tr><tr><td>ekser: pekçok (bk. k-s̱-r)</td><td>elem: acı, sıkıntı</td></tr><tr><td>emel: arzu, istek</td><td>ezelî: başlangıcı olmayan, sonsuz bk. e-z-l)</td></tr><tr><td>fâni: gelip geçici, ölümlü (bk. f-n-y)</td><td>fıtraten: yaratılış itibarıyla (bk. f-ṭ-r)</td></tr><tr><td>halk olunmak: yaratılmak (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>hane-i cisim: beden, cisim evi</td></tr><tr><td>havâ-yı nesîm: hoş ve hafif rüzgar havası</td><td>iltihak etmek: katılmak </td></tr><tr><td>kadîr: her şeye gücü yeten (bk. ḳ-d-r)</td><td>kasavetli: üzüntülü, sıkıntılı</td></tr><tr><td>kemâl-i sür’atle: çok hızlı (bk. k-m-l)</td><td>kut: gıda </td></tr><tr><td>kâr-ı akıl: akıl kârı</td><td>külfet: yük, zorluk</td></tr><tr><td>letâfetli: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f)</td><td>lâtife-i Rabbaniye: İlâhî hakikatleri hisseden ve mânevî zevkleri alan his, duygu (bk. l-ṭ-f; r-b-b)</td></tr><tr><td>maruz: tesiri altında kalmak</td><td>meftun: düşkün, tutkun, bağımlı </td></tr><tr><td>mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)</td><td>meşakkat: güçlük, sıkıntı</td></tr><tr><td>muztarip olmak: ıztırap çekmek</td><td>müptelâ: düşkün, bağımlı</td></tr><tr><td>nazik: ince, zarif</td><td>nihayetsiz: sonsuz</td></tr><tr><td>niyaz: dua, yalvarma </td><td>pürsevda: sevgiyle dolu</td></tr><tr><td>sırr-ı insani: insanın mânevî duygusu</td><td>tasavvur: zihinde şekillendirme, tasarlama (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>teessürat: üzüntüler</td><td>tekerrür: tekrarlanma</td></tr><tr><td>telezzüz: lezzet alma, lezzetlenme</td><td>telezzüzât: lezzetlenmeler</td></tr><tr><td>teveccüh: yönelme</td><td>vâveylâ-yı firak: ayrılık feryadı (bk. f-r-ḳ)</td></tr><tr><td>zulümatlı: karanlık (bk. ẓ-l-m)</td><td>zînur: nurlu (bk. ẕî; n-v-r)</td></tr><tr><td>zîşuur: şuur sahibi (bk. ẕî; ş-a-r)</td><td>âb-ı hayat: hayat suyu (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>âyine: ayna</td><td>çeşme-i rahmet: rahmet çeşmesi (bk. r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>şikemperver: boğazına düşkün</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Birinci Söz - Sayfa 364

Hem sol cenahta düşmanın askeri yokken ve daha gelmeden, büyük bir kuvvet gönderir, “Ateş et” emrini verir, merkezi bütün bütün kuvvetten düşürtür. Düşman işi anlar, merkeze hücum eder, târümâr eder.

Evet, buna benzersin. Çünkü geçmiş günlerin zahmeti, bugün rahmete kalb olmuş. Elemi gitmiş, lezzeti kalmış. Külfeti, keramete iltihak; ve meşakkati, sevaba inkılâb etmiş. Öyle ise, ondan usanç almak değil, belki yeni bir şevk, taze bir zevk ve devama ciddî bir gayret almak lâzım gelir. Gelecek günler ise madem gelmemişler; şimdiden düşünüp usanmak ve fütur getirmek, aynen o günlerde açlığı ve susuzluğu ile bugün düşünüp bağırıp çağırmak gibi bir divaneliktir.

Madem hakikat böyledir. Âkıl isen, ibadet cihetinde yalnız bugünü düşün. Ve “Onun bir saatini, ücreti pek büyük, külfeti pek az, hoş ve güzel ve ulvî bir hizmete sarf ediyorum” de. O vakit senin acı bir füturun, tatlı bir gayrete inkılâb eder.

İşte, ey sabırsız nefsim! Sen üç sabırla mükellefsin. Birisi, taat üstünde sabırdır. Birisi, mâsiyetten sabırdır. Diğeri, musibete karşı sabırdır. Aklın varsa, şu Üçüncü İkazdaki temsilde görünen hakikati rehber tut, merdâne “Yâ Sabûr“ de, üç sabrı omuzuna al. Cenâb-ı Hakkın sana verdiği sabır kuvvetini eğer yanlış yolda dağıtmazsan, her meşakkate ve her musibete kâfi gelebilir; ve o kuvvetle dayan.

DÖRDÜNCÜ İKAZ

Ey sersem nefsim! Acaba şu vazife-i ubûdiyet neticesiz midir? Ücreti az mıdır ki sana usanç veriyor? Halbuki bir adam sana birkaç para verse veyahut seni korkutsa, akşama kadar seni çalıştırır; ve fütursuz çalışırsın. Acaba bu misafirhane-i dünyada âciz ve fakir kalbine kut ve gınâ; ve elbette bir menzilin olan kabrinde gıda ve ziya; ve herhalde mahkemen olan mahşerde sened ve berat; ve ister istemez üstünden geçilecek Sırat köprüsünde nur ve burâk olacak bir namaz neticesiz midir veyahut ücreti az mıdır?

Bir adam sana yüz liralık bir hediye va’d etse, yüz gün seni çalıştırır. Hulfü’l-va’d edebilir o adama itimad edersin, fütursuz işlersin. Acaba hulfü’l-va’d hakkında muhal olan bir Zât, Cennet gibi bir ücreti ve saadet-i ebediye gibi bir hediyeyi sana va’d etse, pek az bir zamanda, pek güzel bir vazifede seni istihdam



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan yüce Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>Sabûr: günahkârlara ve isyan edenlere ceza vermekte acele etmeyen ve kullarına sabır gücü ihsan eden Allah (bk. ṣ-b-r)</td></tr><tr><td>Sırat köprüsü: Cehennem üzerine kurulu olan ve Cennete girmek için üzerinden geçilmesi gereken köprü</td><td>berat: kurtuluş</td></tr><tr><td>burak: iman ehlini Sırat köprüsünden geçirecek olan binek, âhiret bineği</td><td>cihet: yön</td></tr><tr><td>divanelik: akılsızlık</td><td>elem: acı, sıkıntı</td></tr><tr><td>fütur: usanç</td><td>fütursuz: usanmadan</td></tr><tr><td>gınâ: zenginlik (bk. ğ-n-y)</td><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hulfü’l-va’d: sözünden dönme (bk. v-a-d)</td><td>iltihak etmek: katılmak </td></tr><tr><td>inkılâb etmek: dönüşmek </td><td>istihdam etmek: çalıştırmak</td></tr><tr><td>kalb olmak: dönüşmek</td><td>keramet: Allah’ın bir ikramı olarak, veli kullarda görünen olağanüstü haller (bk. k-r-m)</td></tr><tr><td>kut: gıda</td><td>külfet: yük, zorluk</td></tr><tr><td>mahşer: haşir meydanı (bk. ḥ-ş-r)</td><td>menzil: ev, mekân (bk. n-z-l)</td></tr><tr><td>merdâne: mertçe</td><td>meşakkat: güçlük, sıkıntı</td></tr><tr><td>misafirhane-i dünya: dünya misafirhanesi</td><td>muhal: imkânsız</td></tr><tr><td>musibet: belâ, felaket</td><td>mâsiyet: günah, isyan</td></tr><tr><td>mükellef: yükümlü</td><td>nefis: kişinin kendisi; insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu (bk. n-f-s)</td></tr><tr><td>nur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r)</td><td>rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>saadet-i ebediye: sonsuz mutluluk (bk. e-b-d)</td><td>sarf etmek: harcamak</td></tr><tr><td>taat: itaat, Allah’ın emirlerine uyma</td><td>târumâr etmek: dağıtmak </td></tr><tr><td>ulvî: yüce</td><td>vazife-i ubûdiyet: kulluk görevi (bk. a-b-d)</td></tr><tr><td>va’d etmek: söz vermek (bk. v-a-d)</td><td>ziya: ışık</td></tr><tr><td>âciz: güçsüz (bk. a-c-z)</td><td>âkıl: akıllı</td></tr><tr><td>şevk: şiddetli arzu ve istek</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Birinci Söz - Sayfa 365

etse; sen hizmet etmezsen veya isteksiz, suhre gibi veya usançla, yarım yamalak hizmetinle Onu va’dinde itham ve hediyesini istihfaf etsen, pek şiddetli bir tedibe ve dehşetli bir tâzibe müstehak olacağını düşünmüyor musun? Dünyada hapsin korkusundan en ağır işlerde fütursuz hizmet ettiğin halde, Cehennem gibi bir haps-i ebedînin havfı, en hafif ve lâtif bir hizmet için sana gayret vermiyor mu?

BEŞİNCİ İKAZ

Ey dünyaperest nefsim! Acaba ibadetteki füturun ve namazdaki kusurun meşâgıl-i dünyeviyenin kesretinden midir veyahut derd-i maişetin meşgalesiyle vakit bulamadığından mıdır? Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki bütün vaktini ona sarf ediyorsun?

Sen istidat cihetiyle bütün hayvânâtın fevkinde olduğunu ve hayat-ı dünyeviyenin levâzımâtını tedarikte iktidar cihetiyle bir serçe kuşuna yetişemediğini biliyorsun. Bundan neden anlamıyorsun ki, vazife-i asliyen hayvan gibi çabalamak değil, belki hakikî bir insan gibi hakikî bir hayat-ı daime için sa’y etmektir?

Bununla beraber, meşâgıl-i dünyeviye dediğin, çoğu sana ait olmayan ve fuzulî bir surette karıştığın ve karıştırdığın mâlâyâni meşgalelerdir. En elzemini bırakıp, güya binler sene ömrün var gibi, en lüzumsuz malûmatla vakit geçiriyorsun. Meselâ “Zuhal’in etrafındaki halkaların keyfiyeti nasıldır?” ve “Amerika tavukları ne kadardır?” gibi kıymetsiz şeylerle, kıymettar vaktini geçiriyorsun. Güya kozmoğrafya ilminden ve istatistikçi fenninden bir kemâl alıyorsun!

Eğer desen, “Beni namazdan ve ibadetten alıkoyan ve fütur veren öyle lüzumsuz şeyler değil, belki derd-i maişetin zarurî işleridir.” Öyle ise, ben de sana derim ki:

Eğer yüz kuruş bir gündelikle çalışsan, sonra biri gelse, dese ki: “Gel, on dakika kadar şurayı kaz; yüz lira kıymetinde bir pırlanta ve bir zümrüt bulacaksın.” Sen ona “Yok, gelmem. Çünkü on kuruş gündeliğimden kesilecek, nafakam azalacak” desen, ne kadar divanece bir bahane olduğunu elbette bilirsin.
Aynen onun gibi, sen şu bağında nafakan için işliyorsun. Eğer farz namazı terk etsen, bütün sa’yin semeresi, yalnız dünyevî ve ehemmiyetsiz ve bereketsiz bir nafakaya münhasır kalır. Eğer sen istirahat ve teneffüs vaktini, ruhun rahatına, kalbin teneffüsüne medar olan namaza sarf etsen, o vakit, bereketli nafaka-i



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Zuhal: Satürn gezegeni</td><td>derd-i maişet: geçim derdi (bk. a-y-ş)</td></tr><tr><td>divanece: akılsızca</td><td>dünyaperest: dünyaya tutkun</td></tr><tr><td>dünyevî: dünyaya ait</td><td>elzem: çok gerekli olan</td></tr><tr><td>fen: bilim</td><td>fevkinde: üstünde</td></tr><tr><td>fuzulî: lüzumsuz</td><td>fütur: usanç</td></tr><tr><td>fütursuz: usanmadan</td><td>hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>haps-i ebedi: sonsuz hapis (bk. e-b-d)</td><td>havf: korku</td></tr><tr><td>hayat-ı daime: devamlı hayat (bk. ḥ-y-y)</td><td>hayat-ı dünyeviye: dünya hayatı (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>hayvânât: hayvanlar (bk. ḥ-y-y)</td><td>iktidar: kuvvet, güç (bk. ḳ-d-r)</td></tr><tr><td>istidat: yetenek, kabiliyet (bk. a-d-d)</td><td>istihfaf: hafife alma</td></tr><tr><td>itham: suçlama</td><td>kemâl: kusursuzluk, mükemmellik (bk. k-m-l)</td></tr><tr><td>kesret: çokluk (bk. k-s̱-r)</td><td>keyfiyet: nitelik, özellik</td></tr><tr><td>kozmoğrafya: gökbilimi, astronomi</td><td>kıymettar: kıymetli, değerli</td></tr><tr><td>levâzımat: gerekli şeyler</td><td>lâtif: hoş, güzel (bk. l-ṭ-f)</td></tr><tr><td>malûmat: bilgiler (bk. a-l-m)</td><td>medar: sebep, vesile</td></tr><tr><td>meşgale: meşguliyet, iş</td><td>meşâgıl-i dünyeviye: dünya meşguliyetleri</td></tr><tr><td>mâlâyâni: anlamsız, faydasız (bk. mâ-lâ)</td><td>münhasır: sınırlı</td></tr><tr><td>müstehak: hak eden (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>nafaka: geçim için gerekli olan şey</td></tr><tr><td>sa’y: çalışma </td><td>semere: ürün </td></tr><tr><td>suhre: zoraki, angarya iş gören</td><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>tedarik: elde etme </td><td>tedip: edeplendirme, haddini bildirme</td></tr><tr><td>tâzip: azap verme, cezalandırma</td><td>vazife-i asliye: asıl görev</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Birinci Söz - Sayfa 366

dünyeviye ile beraber, senin nafaka-i uhreviyene ve zâd-ı âhiretine ehemmiyetli bir menba olan iki maden-i mânevî bulursun.

Birinci maden: Bütün bağındaki HAŞİYE-1 yetiştirdiğin, çiçekli olsun, meyveli olsun, her nebatın, her ağacın tesbihatından, güzel bir niyetle, bir hisse alıyorsun.

İkinci maden: Hem bu bağdan çıkan mahsulâttan kim yese-hayvan olsun, insan olsun, inek olsun, sinek olsun, müşteri olsun, hırsız olsun-sana bir sadaka hükmüne geçer. Fakat o şartla ki, sen Rezzâk-ı Hakikî namına ve izni dairesinde tasarruf etsen ve Onun malını Onun mahlûkatına veren bir tevziat memuru nazarıyla kendine baksan...

İşte, bak, namazı terk eden ne kadar büyük bir hasâret eder. Ne kadar ehemmiyetli bir serveti kaybeder. Ve sa’ye pek büyük bir şevk veren ve amelde büyük bir kuvve-i mânevî temin eden o iki neticeden ve o iki madenden mahrum kalır, iflâs eder. Hattâ ihtiyarlandıkça bahçecilikten usanır, fütur gelir. “Neme lâzım,” der. “Ben zaten dünyadan gidiyorum. Bu kadar zahmeti niçin çekeceğim?” diyecek, kendini tembelliğe atacak. Fakat evvelki adam der: “Daha ziyade ibadetle beraber sa’y-i helâle çalışacağım. Tâ kabrime daha ziyade ışık göndereceğim, âhiretime daha ziyade zahîre tedarik edeceğim.”

Elhasıl: Ey nefis! Bil ki, dünkü gün senin elinden çıktı. Yarın ise, senin elinde senet yok ki ona mâliksin. Öyle ise, hakikî ömrünü, bulunduğun gün bil; lâakal günün bir saatini, ihtiyat akçesi gibi, hakikî istikbal için teşkil olunan bir sandukça-i uhreviye olan bir mescide veya bir seccadeye at.
Hem bil ki, her yeni gün, sana, hem herkese bir yeni âlemin kapısıdır. Eğer namaz kılmazsan, senin o günkü âlemin zulümatlı ve perişan bir halde gider, senin aleyhinde âlem-i misalde şehadet eder. Zira herkesin, her günde, şu âlemden bir mahsus âlemi var.
Hem o âlemin keyfiyeti, o adamın kalbine ve ameline tâbidir. Nasıl ki, âyinende görünen muhteşem bir saray, âyinenin rengine bakar. Siyah ise siyah görünür; kırmızı ise kırmızı görünür. Hem onun keyfiyetine bakar. O âyine şişesi düzgünse, sarayı güzel gösterir. Düzgün değilse çirkin gösterir. En nazik şeyleri kaba gösterdiği misillü, sen kalbinle, aklınla, amelinle, gönlünle, kendi


[NOT]Haşiye-1 Bu Makam, bir bağda, bir zâta bir derstir ki, bu tarzla beyan edilmiş.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Rezzâk-ı Hakikî: gerçek rızık verici olan Allah (bk. r-z-ḳ; ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>amel: iş, fiil </td></tr><tr><td>beyan: açıklama (bk. b-y-n)</td><td>elhasıl: kısaca, özetle</td></tr><tr><td>fütur: usanç</td><td>hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hasâret: ziyan</td><td>haşiye: dipnot açıklayıcı not</td></tr><tr><td>ihtiyat akçesi: tedbir akçesi, yedek para</td><td>istikbal: gelecek</td></tr><tr><td>keyfiyet: nitelik, özellik</td><td>kuvve-i mânevî: mânevî kuvvet (bk. a-n-y)</td></tr><tr><td>lâakal: en az </td><td>maden-i mânevî: mânevî kaynak (bk. a-n-y)</td></tr><tr><td>mahlukât: yaratılmışlar (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>mahsulât: ürünler </td></tr><tr><td>mahsus: özel</td><td>menba: kaynak </td></tr><tr><td>misillü: gibi (bk. m-s̱-l)</td><td>mâlik: sahip (bk. m-l-k)</td></tr><tr><td>nafaka-i dünyeviye: dünya hayatında geçinmek için lüzumlu olan şey</td><td>nafaka-i uhreviye: âhiret hayatında geçinmek için lüzumlu olan şey (bk. e-ḫ-r)</td></tr><tr><td>nazar: bakış (bk. n-ẓ-r)</td><td>nebat: bitki </td></tr><tr><td>sandukça-i uhreviye: âhiret sandığı (bk. e-ḫ-r)</td><td>sa’y: çalışma </td></tr><tr><td>sa’y-i helâl: helâl çalışma</td><td>tasarruf etmek: kullanmak (bk. ṣ-r-f)</td></tr><tr><td>tedarik: elde etme</td><td>tesbihat: Allah’ı öven ve kusurdan yüce tutan sözler (bk. s-b-ḥ)</td></tr><tr><td>tevziat: dağıtım </td><td>teşkil olunmak: oluşturulmak</td></tr><tr><td>tâbi: uyan</td><td>zahîre: azık </td></tr><tr><td>ziyade: çok, fazla</td><td>zulümatlı: karanlık (bk. ẓ-l-m)</td></tr><tr><td>zâd-ı âhiret: âhiret azığı (bk. e-ḫ-r)</td><td>âlem-i misal: görüntüler âlemi (bk. a-l-m; m-s̱-l)</td></tr><tr><td>âyine: ayna</td><td>şehadet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d)</td></tr><tr><td>şevk: şiddetli arzu ve istek</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Birinci Söz - Sayfa 367

âleminin şeklini değiştirirsin. Ya aleyhinde, ya lehinde şehadet ettirebilirsin. Eğer namazı kılsan, o namazınla o âlemin Sâni-i Zülcelâline müteveccih olsan, birden, sana bakan âlemin tenevvür eder. Adeta namazın bir elektrik lâmbası ve namaza niyetin onun düğmesine dokunması gibi, o âlemin zulümâtını dağıtır ve o hercümerc-i dünyeviyedeki karma karışık perişaniyet içindeki tebeddülât ve harekât, hikmetli bir intizam ve mânidar bir kitabet-i kudret olduğunu gösterir.

blank.gif
1
اَللهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ âyet-i pür-envârından bir nuru senin kalbine serper. Senin o günkü âlemini, o nurun in’ikâsıyla ışıklandırır, senin lehinde nuraniyetle şehadet ettirir.

Sakın deme, “Benim namazım nerede, şu hakikat-i namaz nerede?” Zira, bir hurma çekirdeği, bir hurma ağacı gibi, kendi ağacını tavsif eder. Fark yalnız icmal ve tafsil ile olduğu gibi; senin ve benim gibi bir âmînin—velev hissetmezse—namazı, büyük bir velînin namazı gibi şu nurdan bir hissesi var, şu hakikatten bir sırrı vardır—velev şuurun taallûk etmezse. Fakat derecâta göre inkişaf ve tenevvürü ayrı ayrıdır. Nasıl bir hurma çekirdeğinden tâ mükemmel bir hurma ağacına kadar, ne kadar merâtip bulunur. Öyle de, namazın derecatında da daha fazla meratip bulunabilir. Fakat bütün o merâtipte, o hakikat-i nuraniyenin esası bulunur.

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى مَنْ قَالَ (اَلصَّلٰوةُ عِمَادُ الدِّينِ) وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِۤ اَجْمَعِينَ
blank.gif
2


endOfSection.gif
endOfSection.gif


[NOT]Dipnot-1 “Allah göklerin ve yerin nurudur.” Nur Sûresi, 24:35.

Dipnot-2
Allahım! “Namaz dinin direğidir”(Tirmizî, İmân: 8; İbni Mâce, Fiten: 12; Müsned, 5:231, 237; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2:76.) buyuran zâta ve bütün âl ve ashâbına salât ve selâm et.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Sâni-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan ve herşeyi sanatla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-l-l)</td><td>derecât: dereceler</td></tr><tr><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hakikat-i namaz: gerçek namaz; namazın gerçek mahiyeti, esası (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hakikat-i nuraniye: parlak hakikat (bk. ḥ-ḳ-ḳ; n-v-r)</td><td>harekât: hareketler</td></tr><tr><td>hercümerc-i dünyeviye: dünyanın kargaşaları</td><td>hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>icmal: özet (bk. c-m-l)</td><td>inkişaf: açığa çıkma (bk. k-ş-f)</td></tr><tr><td>intizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m)</td><td>in’ikâs: yansıma</td></tr><tr><td>kitabet-i kudret: kudret yazması (bk. k-t-b; ḳ-d-r)</td><td>merâtip: mertebeler</td></tr><tr><td>mânidar: anlamlı (bk. a-n-y)</td><td>müteveccih: yönelme</td></tr><tr><td>nuraniyet: parlaklık, aydınlık (bk. n-v-r)</td><td>taallûk etmek: ilgili olmak</td></tr><tr><td>tafsil: ayrıntılandırma</td><td>tavsif etmek: özelliklerini anlatmak (bk. v-ṣ-f)</td></tr><tr><td>tebeddülât: değişiklikler</td><td>tenevvür: nurlanma, aydınlanma (bk. n-v-r) </td></tr><tr><td>velev: eğer, gerçi</td><td>velî: Allah dostu (bk. v-l-y)</td></tr><tr><td>zulümat: karanlıklar (bk. ẓ-l-m)</td><td>âmî: cahil</td></tr><tr><td>âyet-i pür-envâr: nurlarla dolu âyet (bk. n-v-r)</td><td>şehadet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Birinci Söz - Sayfa 368

Yirmi Birinci Sözün İkinci Makamı

Kalbin beş yarasına beş merhemi tazammun eder.


besmele.jpg


رَبِّ اَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ وَاَعُوذُ بِكَ رَبِّ اَنْ يَحْضُرُونِ
blank.gif
1

EY MARAZ-I VESVESE İLE MÜPTELÂ! Biliyor musun, vesvesen neye benzer? Musibete benzer. Ehemmiyet verdikçe şişer; ehemmiyet vermezsen söner. Ona büyük nazarıyla baksan büyür; küçük görsen küçülür. Korksan ağırlaşır, hasta eder; havf etmezsen hafif olur, mahfî kalır. Mahiyetini bilmezsen devam eder, yerleşir; mahiyetini bilsen, onu tanısan, gider.


Öyle ise, şu musibetli vesvesenin aksâm-ı kesiresinden kesîrü’l-vuku olan yalnız Beş Vechini beyan edeceğim; belki sana ve bana şifa olur. Zira şu vesvese öyle birşeydir ki, cehil onu davet eder, ilim onu tard eder. Tanımazsan gelir, tanısan gider.

BİRİNCİ VECİH – BİRİNCİ YARA

Şeytan, evvelâ şüpheyi kalbe atar. Eğer kalb kabul etmezse, şüpheden şetme döner. Hayale karşı şetme benzer bazı pis hatıraları ve münâfi-i edep çirkin halleri tasvir eder. Kalbe “Eyvah!” dedirtir, ye’se düşürtür. Vesveseli adam zanneder ki, kalbi, Rabbine karşı sû-i edepte bulunuyor. Müthiş bir halecan ve heyecan hisseder. Bundan kurtulmak için huzurdan kaçar, gaflete dalmak ister. Bu yaranın merhemi budur:

Bak, ey biçare vesveseli adam! Telâş etme. Çünkü senin hatırına gelen şetim değil, belki tahayyüldür. Tahayyül-ü küfür, küfür olmadığı gibi; tahayyül-ü şetm dahi şetm değildir. Zira, mantıkça, tahayyül, hüküm değildir. Şetm ise hükümdür.


[NOT]Dipnot-1 “Ey Rabbim, şeytanların vesveselerinden Sana sığınırım. Onların yanımda bulunmalarından da, ey Rabbim, Sana sığınırım.” Mü’minûn Sûresi, 23:97-98.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>aksâm-ı kesire: çok kısımlar (bk. k-s̱-r)</td><td>beyan: açıklama (bk. b-y-n)</td></tr><tr><td>biçare: çaresiz</td><td>cehil: câhillik, bilgisizlik</td></tr><tr><td>evvelâ: önce</td><td>gaflet: umursamazlık, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma (bk. ğ-f-l)</td></tr><tr><td>halecan: titreme, çarpıntı</td><td>havf etmek: korkmak</td></tr><tr><td>kesîrü’l-vuku: çok ve sık vuku bulan (bk. k-s̱-r)</td><td>mahfî: gizli</td></tr><tr><td>mahiyet: nitelik, esas, iç yüz</td><td>maraz-ı vesvese: şüphe ve kuruntu hastalığı</td></tr><tr><td>musibet: belâ, sıkıntı</td><td>münâfi-i edep: edebe aykırı</td></tr><tr><td>müptelâ: bağımlı, tutulmuş</td><td>nazar: bakış (bk. n-ẓ-r)</td></tr><tr><td>sû-i edep: edepsizlik</td><td>tahayyül: hayal etme (bk. ḫ-y-l)</td></tr><tr><td>tahayyül-ü küfür: küfrü hayal etme (bk. ḫ-y-l; k-f-r)</td><td>tahayyül-ü şetm: çirkin ve kötü şeyleri hayal etme (bk. ḫ-y-l)</td></tr><tr><td>tard etmek: kovmak</td><td>tasvir: resimleme, suret verme (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>tazammun: içine alma, içerme</td><td>vecih: yön, yüz</td></tr><tr><td>vesvese: şüphe, kuruntu</td><td>ye’s: ümitsizlik</td></tr><tr><td>zira: çünkü</td><td>şetm: çirkin söz, kötü düşünce</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Birinci Söz - Sayfa 369

Hem bununla beraber, o çirkin sözler, senin kalbinin sözleri değil. Çünkü senin kalbin, ondan müteessir ve müteessiftir. Belki kalbe yakın olan lümme-i şeytanîden geliyor. Vesvesenin zararı, tevehhüm-ü zarardır. Yani, onu zararlı tevehhüm etmekle, kalben mutazarrır olmaktır. Çünkü hükümsüz bir tahayyülü hakikat tevehhüm eder. Hem şeytanın işini kendi kalbine mal eder; onun sözünü ondan zanneder. Zarar anlar, zarara düşer. Zaten şeytanın da istediği odur.

İKİNCİ VECİH

Budur ki, mânâlar kalbden çıktıkları vakit, suretlerden çıplak olarak hayale girerler, oradan suretleri giyerler. Hayal ise, her vakit bir sebep tahtında bir nevi suretleri nesceder. Ehemmiyet verdiği şeyin suretlerini yol üstünde bırakır. Hangi mânâ geçse, ya ona giydirir, ya takar, ya bulaştırır, ya perde eder. Eğer mânâlar münezzeh ve temiz iseler, suretler mülevves ve rezil ise, giymek yoktur, fakat temas var. Vesveseli adam, teması, telebbüsle iltibas eder. “Eyvah!” der. “Kalbim ne kadar bozulmuş. Bu sefillik, bu hisset-i nefs, beni matrud eder.” Şeytan onun şu damarından çok istifade eder.

Şu yaranın merhemi şudur: Dinle ey biçare! Nasıl ki senin namazın edeb-i nezihânesinin vesilesi olan zahirî taharete, batnının bâtınındaki necaset ona tesir etmez ve bozmaz. Öyle de, maânî-i mukaddesenin, suret-i mülevveseye mücavereti zarar etmez. Meselâ, sen âyât-ı İlâhiyeyi tefekkür ediyorsun. Birden, bir maraz, ya bir iştiha, ya bevl gibi bir emr-i müheyyic şiddetle senin hissine dokunuyor. Elbette senin hayalin, devâ-i illet ve kaza-i hâcetin levazımatını görecek, bakacak, onlara münasip süflî suretleri nescedecek. Ve gelen mânâlar ortalarından geçecekler. Geçeceklere ne beis vardır, ne televvüs var ve ne zarar var ve ne hatar var. Yalnız hatar ise, hasr-ı nazardır, zann-ı zarardır.

ÜÇÜNCÜ VECİH

Budur ki: Eşya mabeynlerinde bazı münasebât-ı hafiye bulunur. Hattâ, hiç ümit etmediğin şeyler içinde münasebet ipleri bulunur. Ya bizzat bulunur; veya senin hayalin, meşgul olduğu san’ata göre o ipleri yapmış, onları birbiriyle bağlamış.


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>beis: sakınca</td><td>bevl: idrar</td></tr><tr><td>biçare: çaresiz</td><td>bâtın: iç</td></tr><tr><td>devâ-i illet: hastalığın devâsı</td><td>edeb-i nezihâne: temiz edep (bk. n-z-h)</td></tr><tr><td>emr-i müheyyic: heyecan verici iş</td><td>eşya: şeyler, varlıklar</td></tr><tr><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hasr-ı nazar: dikkati yöneltme (bk. n-ẓ-r)</td></tr><tr><td>hatar: tehlike</td><td>his: duygu</td></tr><tr><td>hisset-i nefs: nefsin aşağılığı (bk. n-f-s)</td><td>iltibas: karıştırma</td></tr><tr><td>iştiha: fazla istek</td><td>kaza-i hâcet: ihtiyaç giderme (bk. ḳ-ḍ-y, ḥ-v-c)</td></tr><tr><td>levazımat: gerekli şeyler</td><td>lümme-i şeytani: şeytanın verdiği kuruntu</td></tr><tr><td>mabeyn: ara</td><td>maraz: hastalık</td></tr><tr><td>matrud: kovulmuş</td><td>maân-i mukaddese: kutsal mânâlar (bk. a-n-y; ḳ-d-s)</td></tr><tr><td>mutazarrır: zarar gören</td><td>mücaveret: komşuluk</td></tr><tr><td>mülevves: kirli, pis</td><td>münasebet: ilişki, bağlantı (bk. n-s-b)</td></tr><tr><td>münasebât-ı hafiye: gizli münasebetler (bk. n-s-b)</td><td>münasip: uygun (bk. n-s-b)</td></tr><tr><td>münezzeh: temiz, kusurdan uzak (bk. n-z-h)</td><td>müteessif: hayıflanmış, eseflenmiş</td></tr><tr><td>müteessir: etkilenmiş, üzüntülü</td><td>necaset: pislik</td></tr><tr><td>nescetme: dokuma, örme</td><td>nevi: çeşit</td></tr><tr><td>sefillik: aşağılık, çirkinlik</td><td>suret: görüntü (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>suret-i mülevves: kirli ve çirkin görünüş (bk. ṣ-v-r)</td><td>süflî: aşağılık</td></tr><tr><td>taharet: temizlik</td><td>tahtında: altında</td></tr><tr><td>tefekkür: düşünme (bk. f-k-r)</td><td>telebbüs: giyme</td></tr><tr><td>televvüs: kirlenme</td><td>tevehhüm: kuruntuya kapılma, olmayan şeyi var zannetme</td></tr><tr><td>tevehhüm-ü zarar: zarar zannetmek</td><td>vesvese: şüphe, kuruntu</td></tr><tr><td>zahirî: görünürdeki (bk. ẓ-h-r)</td><td>zann-ı zarar: zararlı sanma</td></tr><tr><td>âyât-ı İlâhiye: Allah’ın âyetleri (bk. e-l-h)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Birinci Söz - Sayfa 370

Şu sırr-ı münasebettendir ki, bazan bir mukaddes şeyi görmek, bir mülevves şeyi hatıra getirir. Fenn-i beyanda beyan olunduğu gibi, “Hariçte uzaklık sebebi olan zıddiyet ise, hayalde sebeb-i kurbiyettir.” Yani, iki zıddın suretlerinin cem’ine vasıta, bir münasebet-i hayaliyedir. Bu münasebetle gelen tahattura “tedâi-yi efkâr” tabir edilir. Meselâ, sen namazda, münacatta, Kâbe karşısında, huzur-u İlâhîde iken, âyâtı tefekkürde olduğun bir halde, şu tedâi-yi efkâr, seni tutup en uzak mâlâyâniyât-ı rezileye sevk eder.

Senin başın böyle bir tedâi-yi efkâra müptelâ ise, sakın telâş etme. Belki intibaha geldiğin anda dön. “Aman, ne kusur ettim!” deyip tetkikle meşgul olup durma; tâ o zayıf münasebet, senin dikkatinle kuvvet peyda etmesin. Zira, teessür gösterdikçe, ehemmiyet verdikçe, senin o zayıf tahatturun melekeye döner, bir maraz-ı hayalî olur. Korkma, maraz-ı kalbî değil. Şu nevi tahattur ise, galiben ihtiyarsızdır. Hususan, hassas asabîlerde daha galiptir. Şeytan şu nevi vesvesenin madenini çok işlettirir.

Şu yaranın merhemi şudur ki:

Tedâi-yi efkâr, galiben ihtiyarsızdır; onda mes’uliyet yoktur. Hem tedâide mücaveret var, temas ve ihtilât yoktur. Onun için, efkârın keyfiyetleri birbirine sirayet etmez, birbirine zarar vermez. Nasıl ki, şeytan ile melek-i ilham, kalb taraflarında mücaveretleri var. Ve füccar ve ebrârın karâbetleri ve bir meskende durmaları zarar vermez. Öyle de, tedâi-yi efkâr saikasıyla, istemediğin pis hayalât gelip nezih efkârın içine girse, zarar vermez-meğer kasten olsa veya zarar zannıyla onunla ziyade meşgul olsa. Hem bazan kalb yoruluyor. Fikir, kendini eğlendirmek için rastgele birşeyle meşgul olur. Şeytan fırsat bulur. Pis şeyleri önüne serpiyor, sürüyor.

DÖRDÜNCÜ VECİH

Amelin en iyi suretini taharrîden neş’et eden bir vesvesedir ki, takvâ zannıyla teşeddüt ettikçe, hal ona şiddetlenir. Hattâ bir dereceye varır ki, o adam amelin


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Kâbe: (bk. bilgiler)</td><td>amel: dinin emirlerini yerine getirmek</td></tr><tr><td>asabî: sinirli</td><td>beyan: açıklama (bk. b-y-n)</td></tr><tr><td>cem’: bir araya gelme (bk. c-m-a)</td><td>ebrâr: iyi kimseler</td></tr><tr><td>efkâr: fikirler, düşünceler (bk. f-k-r)</td><td>fenn-i beyan: konuşma bilimi (bk. b-y-n)</td></tr><tr><td>füccar: günahkârlar</td><td>galiben: çoğunlukla</td></tr><tr><td>galip: daha kuvvetli, baskın </td><td>hariç: dış</td></tr><tr><td>hayalât: hayaller (bk. ḫ-y-l)</td><td>hususan: özellikle</td></tr><tr><td>huzur-u İlâhî: Allah’ın huzuru (bk. ḥ-ḍ-r; e-l-h)</td><td>ihtilât: karışma</td></tr><tr><td>ihtiyar: irade, tercih (bk. ḫ-y-r)</td><td>intibah: uyanış</td></tr><tr><td>karâbet: yakınlık</td><td>kasten: bilerek ve isteyerek (bk. ḳ-s-d)</td></tr><tr><td>keyfiyet: durum, esas</td><td>kuvvet peyda etmek: kuvvet kazanmak</td></tr><tr><td>maden: kaynak</td><td>maraz-ı hayalî: hayalî hastalık (bk. ḫ-y-l)</td></tr><tr><td>maraz-ı kalbî: kalbî hastalık</td><td>melek-i ilham: ilham meleği (bk. m-l-k)</td></tr><tr><td>meleke: alışkanlık (bk. m-l-k)</td><td>mesken: yer, ev (bk. s-k-n)</td></tr><tr><td>mes’uliyet: sorumluluk</td><td>mukaddes: kutsal (bk. ḳ-d-s)</td></tr><tr><td>mâlâniyât-ı reziliye: kötü ve çirkin şeyler (bk. mâ-lâ)</td><td>mücaveret: komşuluk</td></tr><tr><td>mülevves: kirli, pis</td><td>münacat: dua, yakarış (bk. n-c-v)</td></tr><tr><td>münasebet: ilişki, bağlantı (bk. n-s-b)</td><td>münasebet-i hayaliye: hayalî münasebet, bağlantı (bk. n-s-b; ḫ-y-l)</td></tr><tr><td>müptelâ: bağımlı, tutkun</td><td>nevi: çeşit</td></tr><tr><td>nezih: temiz, pak (bk. n-z-h)</td><td>neş’et etmek: meydana gelmek</td></tr><tr><td>saika: sevk etme</td><td>sebeb-i kurbiyet: yakınlık sebebi (bk. s-b-b)</td></tr><tr><td>sirayet: bulaşma</td><td>suret: şekil, görüntü (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>sırr-ı münasebet: münasebet, ilişki sırrı (bk. n-s-b)</td><td>tabir: ifade (bk. a-b-r)</td></tr><tr><td>taharrî: araştırma</td><td>tahattur: hatırlama</td></tr><tr><td>takvâ: Allah’tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyma (bk. v-ḳ-y)</td><td>tedâi: çağrışım</td></tr><tr><td>tedâi-yi efkâr: fikirlerin çağrışımı (bk. f-k-r)</td><td>teessür: üzüntü</td></tr><tr><td>tefekkür: düşünme (bk. f-k-r)</td><td>tetkik: inceleme</td></tr><tr><td>teşeddüt: şiddetlenme</td><td>vesvese: şüphe, kuruntu</td></tr><tr><td>ziyade: fazla</td><td>zıddiyet: zıtlık</td></tr><tr><td>âyât: âyetler</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Birinci Söz - Sayfa 371

daha evlâsını ararken harama düşer. Bazan bir sünnetin araması, bir vâcibi terk ettiriyor. “Acaba amelim sahih oldu mu?” der, iade eder. Bu hal devam eder, gayet ye’se düşer. Şeytan şu halinden istifade eder, onu yaralar. Şu yaranın iki merhemi var.

BİRİNCİ MERHEM: Bu gibi vesvese, ehl-i i’tizâle lâyıktır. Çünkü onlar derler: “Medar-ı teklif olan ef’al ve eşya, kendi zâtında, âhiret itibarıyla ya hüsnü var, sonra o hüsne binaen emredilmiş; veya kubhu var, sonra ona binaen nehyedilmiş. Demek eşyada, âhiret ve hakikat nokta-i nazarında olan hüsün ve kubh zâtîdir; emir ve nehy-i İlâhî ona tâbidir.” Bu mezhebe göre, insan her işlediği amelde şöyle bir vesvese gelir: “Acaba amelim nefsülemirdeki güzel surette yapılmış mıdır?”

Amma mezheb-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat derler ki: “Cenâb-ı Hak bir şeye emreder, sonra hasen olur. Nehyeder, sonra kabih olur.” Demek emirle güzellik, nehiyle çirkinlik tahakkuk eder. Hüsün ve kubh, mükellefin ıttılaına bakar ve ona göre takarrur eder. Şu hüsün ve kubh ise, surî ve dünyaya bakan yüzünde değil, belki âhirete bakan yüzdedir. Meselâ sen namaz kıldın veya abdest aldın. Halbuki namazını ve abdestini fesada verecek bir sebep, nefsülemirde varmış; lâkin sen ona hiç muttali olmadın. Senin namazın ve abdestin hem sahihtir, hem hasendir. Mûtezile der: “Hakikatte kabih ve fâsittir. Lâkin senden kabul edilir. Çünkü cehlin var, bilmedin; ve özrün var.” Öyle ise, Ehl-i Sünnet mezhebine göre zahir-i şeriate muvafık olarak işlediğin ameline “Acaba sahih olmuş mu?” deyip vesvese etme. Fakat “Kabul olmuş mu?” de, gururlanma, ucbe girme.

İKİNCİ MERHEM: Dinde harec yoktur.
blank.gif
1
لاَحَرَجَ فِى الدِّينِ Madem dört mezhep haktır. Madem istiğfara müncer olan derk-i kusur ise, gurura müncer olan hüsn-ü amelin rüyetine—böyle vesveseli adama—müreccahtır. Yani, böyle


[NOT]Dipnot-1 “Dinde zorluk yoktur.” (Şer’î bir hükümdür.)[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Ehl-i Sünnet ve Cemaat: Hz. Muhammed’in sünnetine uyan, onun yolundan giden büyük Müslüman topluluk (bk. s-n-n; c-m-a)</td><td>Mûtezile: kendi akıllarını temel unsur kabul edip, Kur’ân ve sünneti ona uydurmaya çalışan Ehl-i Sünnet dışı bâtıl bir mezhep</td></tr><tr><td>binâen: –dayanarak, dolayı</td><td>cehl: cahillik, bilgisizlik</td></tr><tr><td>derk-i kusur: kusurunu anlama</td><td>ef’al: fiiller, işler (bk. f-a-l)</td></tr><tr><td>ehl-i i’tizâl: Mûtezile mezhebinin mensupları</td><td>evlâ: daha iyi</td></tr><tr><td>eşya: şeyler, varlıklar</td><td>fesada vermek: bozmak</td></tr><tr><td>fâsit: bozuk </td><td>hak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>harec: zorluk</td></tr><tr><td>hasen: güzel (bk. ḥ-s-n)</td><td>hüsn-ü amel: güzel amel (bk. ḥ-s-n)</td></tr><tr><td>hüsün: güzellik (bk. ḥ-s-n)</td><td>istifade: faydalanma, yararlanma</td></tr><tr><td>istiğfar: Allah’tan bağışlanma dileme (bk. ğ-f-r)</td><td>kabih: çirkin</td></tr><tr><td>kubh: çirkinlik</td><td>lâkin: fakat</td></tr><tr><td>medar-ı teklif: görev ve sorumluluk sebebi</td><td>mezheb-i hak: doğru mezhep (bk. ẕ-h-b; ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>mezhep: dinde tutulan yol (bk. ẕ-h-b)</td><td>muttali olma: bilme</td></tr><tr><td>muvafık: uygun</td><td>mükellef: yükümlü</td></tr><tr><td>müncer olan: sonuçlanan</td><td>müreccah: tercih edilen</td></tr><tr><td>nefsülemir: işin kendisi, aslı (bk. n-f-s)</td><td>nehy-i İlâhî: Allah’ın yasaklaması (bk. e-l-h)</td></tr><tr><td>nehyetmek: yasaklamak</td><td>nokta-i nazar: görüş, bakış açısı (bk. n-ẓ-r)</td></tr><tr><td>rüyet: görme</td><td>sahih: doğru, kusursuz</td></tr><tr><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td><td>surî: görünüşteki</td></tr><tr><td>sünnet: Resulullahın söz ve hareketlerine dayanan yüce prensipler (bk. s-n-n)</td><td>tahakkuk: gerçekleşme (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>takarrur: karar bulma</td><td>tâbi: uyan</td></tr><tr><td>ucb: kendini beğenme, gurur</td><td>vesvese: şüphe, kuruntu</td></tr><tr><td>vâcib: yerine getirilmesi zorunlu olup, yapılmadığı takdirde günahı olan İlâhî emir (bk. v-c-b)</td><td>ye’s: ümitsizlik</td></tr><tr><td>zahir-i şeriat: şeriatın görünürdeki yönü (bk. ẓ-h-r; ş-r-a)</td><td>zâtî: kendinden olma</td></tr><tr><td>âhiret: öteki dünya (bk. e-ḫ-r)</td><td>ıttıla: bilgi sahibi olma</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Birinci Söz - Sayfa 372

vesveseli adam, amelini güzel görüp gurura düşmektense, amelini kusurlu görse, istiğfar etse, daha evlâdır.

Madem böyledir. Sen vesveseyi at. Şeytana de ki: Şu hal bir harecdir. Hakikat-i hale muttali olmak güçtür, dindeki yüsre münafidir.
blank.gif
1
لاَحَرَجَ فِى الدِّينِ
blank.gif
2
اَلدِّينُ يُسْرٌ esasına muhaliftir. Elbette böyle amelim bir mezheb-i hakka muvafık gelir. O bana kâfidir. Hem lâakal ben aczimi itiraf ederek, ibadeti lâyıkı vechile eda edemediğimden istiğfar ve tazarru ile merhamet-i İlâhiyeye dehâlet edip, kusurum affolunmak, kusurlu amelim kabul olunmak için mütezellilâne bir niyaza vesiledir.

BEŞİNCİ VECİH

Mesâil-i imâniyede şüphe suretinde gelen vesvesedir. Biçare vesveseli adam, bazan tahayyülü taakkul ile iltibas eder. Yani, hayale gelen bir şüpheyi, akla girmiş bir şüphe tevehhüm edip, itikadına halel gelmiş zanneder. Hem bazan tevehhüm ettiği bir şüpheyi, imana zarar veren bir şek zanneder. Hem bazan tasavvur ettiği bir şüpheyi, tasdik-i aklîye girmiş bir şüphe zanneder. Hem bazan bir emr-i küfrîde tefekkürü, küfür zanneder. Yani, dalâletin esbabını anlamak suretinde kuvve-i müfekkirenin cevelânını ve tetkikatını ve bîtarafâne muhakemesini, hilâf-ı iman zanneder. İşte, telkinât-ı şeytaniyenin eseri olan şu zanlardan ürkerek, “Eyvah! Kalbim bozulmuş, itikadıma halel gelmiş” der. O haller galiben ihtiyarsız olduğundan, cüz-ü ihtiyarîsiyle ıslah edemediğinden ye’se düşer. Bu yaranın merhemi şudur ki:

Tahayyül-ü küfür, küfür olmadığı gibi, tevehhüm-ü küfür dahi küfür değildir.


[NOT]Dipnot-1 “Dinde zorluk yoktur.” (Şer’î bir hükümdür.)

Dipnot-2
“Din kolaylıktır.” Buhari, Îmân: 29; Nesâî, Îmân: 28; Müsned, 5:69.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>acz: güçsüzlük (bk. a-c-z)</td><td>amel: dinin emirlerini yerine getirme</td></tr><tr><td>biçare: çaresiz</td><td>bîtarafâne: tarafsız </td></tr><tr><td>cevelân: dolaşma</td><td>cüz-ü ihtiyarî: insanın elindeki seçim gücü, irade (bk. c-z-e; ḫ-y-r)</td></tr><tr><td>dalâlet: hak yoldan sapkınlık inançsızlık (bk. ḍ-l-l)</td><td>dehâlet etmek: sığınmak</td></tr><tr><td>eda etmek: yerine getirmek</td><td>emr-i küfrî: inkârla ilgili husus (bk. k-f-r)</td></tr><tr><td>esbab: sebepler (bk. s-b-b)</td><td>evlâ: daha iyi</td></tr><tr><td>galiben: çoğunlukla</td><td>hakikat-i hal: işin aslı, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) </td></tr><tr><td>halel: zarar, eksiklik</td><td>harec: zorluk</td></tr><tr><td>hilâf-ı iman: imana zıt (bk. e-m-n)</td><td>ihtiyar: irade, istek, tercih (bk. ḫ-y-r)</td></tr><tr><td>iltibas: karıştırma</td><td>istiğfar: Allah’tan bağışlanma dileme (bk. ğ-f-r)</td></tr><tr><td>itikad: inanç</td><td>kuvve-i müfekkire: düşünme duygusu (bk. f-k-r)</td></tr><tr><td>kâfi: yeterli</td><td>küfür: inkâr, inançsızlık (bk. k-f-r)</td></tr><tr><td>lâakal: en az</td><td>merhamet-i İlâhiye: Allah’ın merhameti (bk. r-ḥ-m; e-l-h)</td></tr><tr><td>mesâil-i imâniye: imanî meseleler (bk. m-s̱-l; e-m-n)</td><td>mezheb-i hak: doğru mezhep (bk. ẕ-h-b; ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>muhakeme: değerlendirme (bk. ḥ-k-m)</td><td>muhalif: zıt</td></tr><tr><td>muttali: bilme, bilgiye ulaşma</td><td>muvafık: uygun</td></tr><tr><td>münafi: aykırı</td><td>mütezellilâne: kendi kusur ve aczini bilerek</td></tr><tr><td>niyaz: dua, yalvarma</td><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>taakkul: akıl erdirme</td><td>tahayyül: hayal etme (bk. ḫ-y-l)</td></tr><tr><td>tahayyül-ü küfür: küfrü hayal etme (bk. ḫ-y-l; k-f-r)</td><td>tasavvur: zihinde şekillendirme, tasarlama (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>tasdik-i aklî: aklen doğrulama (bk. ṣ-d-ḳ)</td><td>tazarru: yakarış, dua</td></tr><tr><td>tefekkür: düşünme (bk. f-k-r)</td><td>telkinât-ı şeytaniye: şeytanın telkinleri</td></tr><tr><td>tetkikat: araştırmalar, incelemeler</td><td>tevehhüm: zannetme, kuruntuya kapılma</td></tr><tr><td>tevehhüm-ü küfür: küfrü tevehhüm etme; küfür olmadığını kesin bildiği halde, küfürmüş gibi vehimlenme (bk. k-f-r)</td><td>vechile: yönüyle</td></tr><tr><td>vesvese: şüphe, kuruntu</td><td>ye’s: ümitsizlik</td></tr><tr><td>yüsr: kolaylık</td><td>ıslah: iyileştirme (bk. ṣ-l-ḥ)</td></tr><tr><td>şek: şüphe, tereddüt</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Birinci Söz - Sayfa 373

Tasavvur-u dalâlet, dalâlet olmadığı gibi, tefekkür-ü dalâlet dahi dalâlet değildir. Çünkü hem tahayyül, hem tevehhüm, hem tasavvur, hem tefekkür, tasdik-i aklîden ve iz’ân-ı kalbîden ayrıdırlar, başkadırlar. Onlar bir derece serbesttirler. Cüz-ü ihtiyariyeyi pek dinlemiyorlar. Teklif-i dinî altına çok giremiyorlar. Tasdik ve iz’an öyle değiller. Bir mizana tâbidirler.

Hem tahayyül, tevehhüm, tasavvur, tefekkür, nasıl ki tasdik ve iz’an değiller. Öyle de, şüphe ve tereddüt sayılmazlar. Fakat, eğer lüzumsuz tekrar ede ede müstekar bir hale gelse, o vakit hakikî bir nevi şüphe, ondan tevellüt edebilir.

Hem bîtarafâne muhakeme namıyla veya insaf namına deyip, şıkk-ı muhalifi iltizam ede ede, tâ öyle bir hale gelir ki, ihtiyarsız taraf-ı muhalifi iltizam eder. Ona vâcip olan hakkın iltizamı kırılır. O da tehlikeye düşer. Hasmın veya şeytanın bir vekil-i fuzulîsi olacak bir halet, zihninde takarrur eder.

Şu nevi vesvesenin en mühimi budur ki: Vesveseli adam, imkân-ı zâtî ile imkân-ı zihnîyi birbiriyle iltibas eder. Yani, birşeyi zâtında mümkün görse, o şeyi zihnen dahi mümkün ve aklen meşkûk tevehhüm eder. Halbuki, ilm-i kelâmın kaidelerindendir ki, imkân-ı zâtî ise yakîn-i ilmîye münâfi değil ve zaruret-i zihniyeye zıddiyeti yoktur. Meselâ, şu dakikada Karadeniz’in yere batması, zâtında mümkündür ve o imkân-ı zâtî ile muhtemeldir. Halbuki, yakînen o denizin yerinde olduğunu hükmediyoruz, şüphesiz biliyoruz. Ve o ihtimal-i imkânî ve o imkân-ı zâtî bize şek vermez, bir şüphe getirmez, yakînimizi bozmaz. Meselâ şu güneş, zâtında mümkündür ki, bugün gurub etmesin veya yarın tulû etmesin. Halbuki bu imkân yakînimize zarar vermez, şüphe getirmez.

İşte, bunun gibi, meselâ hakaik-ı imâniyeden olan hayat-ı dünyeviyenin gurubuna ve hayat-ı uhreviyenin tulûuna imkân-ı zâtî cihetinde gelen vehimler, yakîn-i



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>aklen: akıl bakımından</td><td>bitarafâne: tarafsız bir şekilde</td></tr><tr><td>cihet: yön</td><td>cüz-ü ihtiyarî: insanın elindeki seçim gücü, irade (bk. c-z-e; ḫ-y-r)</td></tr><tr><td>dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l)</td><td>gurub: batma</td></tr><tr><td>hak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hakaik-i imâniye: iman hakikatleri (bk. ḥ-ḳ-ḳ; e-m-n)</td></tr><tr><td>hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>halet: durum, hal</td></tr><tr><td>hasım: düşman</td><td>hayat-ı dünyeviye: dünya hayatı (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>hayat-ı uhreviye: âhiret hayatı (bk. ḥ-y-y; e-ḫ-r)</td><td>ihtimal-i imkânî: mümkün olma ihtimali (bk. m-k-n)</td></tr><tr><td>ihtiyar: irade, tercih (bk. ḫ-y-r)</td><td>ilm-i kelâm: kelâm ilmi (bk. a-l-m; k-l-m)</td></tr><tr><td>iltibas: karıştırma</td><td>iltizam: taraf tutma</td></tr><tr><td>imkân-ı zihnî: bir şeyin mümkün olabileceğini zihinde düşünmek (bk. m-k-n)</td><td>imkân-ı zâtî: bir şeyin aslında mümkün olması (bk. m-k-n)</td></tr><tr><td>insaf: merhamet ve adâlet dâiresinde hareket</td><td>iz’an: kesin şekilde inanma</td></tr><tr><td>iz’ân-ı kalbî: kalben kabul etme</td><td>kaide: kural</td></tr><tr><td>meşkûk: şüpheli</td><td>mizan: ölçü (bk. v-z-n)</td></tr><tr><td>muhakeme: değerlendirme (bk. ḥ-k-m)</td><td>muhtemel: ihtimal dahilinde</td></tr><tr><td>münâfi: aykırı, zıt</td><td>müstekar: kararlı, yerleşmiş</td></tr><tr><td>nevi: çeşit, tür</td><td>tahayyül: hayal etme (bk. ḫ-y-l)</td></tr><tr><td>takarrur: karar kılma, yerleşme</td><td>taraf-ı muhalif: karşı taraf</td></tr><tr><td>tasavvur: zihinde şekillendirme, tasarlama (bk. ṣ-v-r)</td><td>tasavvur-u dalâlet: inançsızlığı zihinde şekillendirme (bk. ṣ-v-r; ḍ-l-l)</td></tr><tr><td>tasdik: doğruluğunu kabul etme, onaylama (bk. ṣ-d-ḳ)</td><td>tasdik-i aklî: aklen doğrulama (bk. ṣ-d-ḳ)</td></tr><tr><td>tefekkür: düşünme (bk. f-k-r)</td><td>tefekkür-ü dalâlet: inançsızlığı düşünme (bk. f-k-r; ḍ-l-l)</td></tr><tr><td>teklif-i dinî: dinin yükümlülükleri</td><td>tereddüt: şüphede kalma</td></tr><tr><td>tevehhüm: olmayan şeyi varmış gibi düşünme, kuruntuya kapılma</td><td>tevellüt: doğma, meydana gelme</td></tr><tr><td>tulû: doğma</td><td>tâbi: uyma</td></tr><tr><td>vehim: kuruntu, olmayan şeyi varmış gibi gösteren düşünce</td><td>vekil-i fuzulî: gereksiz vekil</td></tr><tr><td>vesvese: şüphe, kuruntu</td><td>vâcip: zorunlu (bk. v-c-b)</td></tr><tr><td>yakîn: kesinlik (bk. y-ḳ-n)</td><td>yakîn-i ilmî: kesin ve sağlam bilgi (bk. y-ḳ-n; a-l-m)</td></tr><tr><td>yakînen: kesin olarak (bk. y-ḳ-n)</td><td>zaruret-i zihniye: zihnin zorunlulukları</td></tr><tr><td>zâtı: kendisi</td><td>zıddiyet: zıtlık, karşıtlık</td></tr><tr><td>şek: şüphe</td><td>şıkk-ı muhalif: karşı taraf</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Birinci Söz - Sayfa 374

imânîye zarar vermez. Hem
blank.gif
1
لاَعِبْرَةَ ِلْلاِحْتِمَالِ الْغَيْرِ النَّاشِئِ عَنْ دَلِيلٍ yani, “Bir delilden neş’et etmeyen bir ihtimalin hiç ehemmiyeti yoktur” olan kaide-i meşhure, hem usulü’d-din, hem usulü’l-fıkhın kaide-i mukarreresindendir.

Eğer desen: “Bu derece mü’minlere muzır ve müz’iç olan vesvese ne hikmete binaen bize belâ olmuş?”

Elcevap: İfrâta varmamak, hem galebe çalmamak şartıyla, asl-ı vesvese teyakkuza sebeptir, taharrîye dâîdir, ciddiyete vesiledir. Lâkaytlığı atar, tehâvünü def eder. Onun için, Hakîm-i Mutlak, şu dâr-ı imtihanda, şu meydan-ı müsabakada bize bir kamçı-yı teşvik olarak, vesveseyi şeytanın eline vermiş, beşerin başına vuruyor. Şayet ziyade incitse, Hakîm-i Rahîme şekvâ etmeli,
blank.gif
2
اَعوُذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ demeli.


endOfSection.gif
endOfSection.gif



[NOT]Dipnot-1 bk. Ömer Nasuhî Bilmen, Hukuk-i İslâmiye ve Istılahât-ı Fıkhiyye Kamusu 1:279.

Dipnot-2
“Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah’a sığınırım.”[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Hakîm-i Mutlak: herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan, sınırsız hikmet sahibi Allah (bk. ḥ-k-m; ṭ-l-ḳ)</td><td>Hakîm-i Rahîm: sonsuz şefkat ve merhamet sahibi ve herşeyi hikmetle yapan Allah (bk. ḥ-k-m; r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>asl-ı vesvese: vesvesenin aslı</td><td>beşer: insan</td></tr><tr><td>binaen: –dayanarak, dolayı</td><td>def etme: ortadan kaldırma</td></tr><tr><td>dâr-ı imtihan: imtihan yeri</td><td>dâî: sebep </td></tr><tr><td>galebe çalmak: üstün gelmek</td><td>hikmet: sebep, gaye (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>ifrât: aşırılık</td><td>kaide-i meşhur: bilinen kural</td></tr><tr><td>kaide-i mukarrere: kesinleşmiş kural</td><td>kamçı-yı teşvik: teşvik kamçısı</td></tr><tr><td>lâkaytlık: ilgisizlik, duyarsızlık</td><td>meydan-ı müsabaka: yarış meydanı</td></tr><tr><td>muzır: zararlı</td><td>müz’iç olan: sıkıntı veren</td></tr><tr><td>mü’min: iman etmiş (bk. e-m-n)</td><td>neş’et: meydana gelme</td></tr><tr><td>taharrî: araştırma, inceleme</td><td>tehâvün: aldırış etmeme</td></tr><tr><td>teyakkuz: uyanıklık</td><td>usulü’d-din: din metodolojisi, kelâm ilmi</td></tr><tr><td>usulü’l-fıkh: fıkıh metodolojisi</td><td>vesvese: şüphe, kuruntu</td></tr><tr><td>yakîn-i imânîye: imanın kesinliği (bk. y-ḳ-n; e-m-n)</td><td>ziyade: fazla</td></tr><tr><td>şekvâ: şikayet</td></tr></tbody></table>
 
Üst