Yirmi Beşinci Söz

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Beşinci Söz

Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi

Elde Kur’ân gibi bir mu’cize-i bâki varken,
Başka burhan aramak aklıma zâid görünür.
Elde Kur’ân gibi bir burhan-ı hakikat varken,
Münkirleri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir?
İHTAR: Şu Sözün başında Beş Şuleyi yazmak niyet ettik. Fakat Birinci Şulenin âhirlerinde, eski hurufatla tab etmek için gayet sür’atle yazmaya mecbur olduk. Hattâ bazı gün yirmi otuz sahifeyi iki üç saat içinde yazıyorduk. Onun için, Üç Şuleyi ihtisaren, icmâlen yazarak, İki Şuleyi de şimdilik terk ettik. Bana ait kusurlar ve noksaniyetler ve işkâl ve hatalara nazar-ı insaf ve müsamaha ile bakmalarını, ihvanlarımızdan bekleriz.

Bu Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesindeki ekser âyetlerin herbiri, ya mülhidler tarafından medar-ı tenkit olmuş veya ehl-i fen tarafından itiraza uğramış veya cinnî ve insî şeytanların vesvese ve şüphelerine maruz olmuş âyetlerdir. İşte, bu Yirmi Beşinci Söz öyle bir tarzda o âyetlerin hakikatlerini ve nüktelerini beyan etmiş ki, ehl-i ilhad ve fennin kusur zannettikleri noktalar i’câzın lemeâtı ve belâğat-i Kur’âniyenin kemâlâtının menşeleri olduğu, ilmî kaideleriyle ispat edilmiş. Bulantı vermemek için, onların şüpheleri zikredilmeden cevab-ı kat’î verilmiş.

blank.gif
1
وَالشَّمْسُ تَجْرِى وَالْجِبَالَ اَوْتاَداً gibi, yalnız Yirminci Sözün Birinci Makamında üç dört âyette şüpheleri söylenmiş.


[NOT]Dipnot-1 “Güneş de akıp gider.” Yâsin Sûresi, 36:38. • “Dağları da birer kazık yaptık.” Nebe’ Sûresi, 78:7. [/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Mu’cizât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın mu’cizeleri (bk. a-c-z)</td><td>belâğat-i Kur’âniye: Kur’ân’ın belâğati (bk. b-l-ğ)</td></tr><tr><td>beyan: açıklama (bk. b-y-n)</td><td>burhan: güçlü, mantıkî delil</td></tr><tr><td>burhan-ı hakikat: gerçeklik delili (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>cevab-ı kat’i: şüphe bırakmayacak kesin cevap (bk. c-v-b)</td></tr><tr><td>cinnî: cin taifesinden olan</td><td>ehl-i fen: bilim adamları</td></tr><tr><td>ehl-i ilhad ve fen: dinsizler ve bilim adamları</td><td>ekser: pekçok (bk. k-s̱-r)</td></tr><tr><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hurufat: harfler</td></tr><tr><td>icmâlen: kısaca, özet olarak (bk. c-m-l)</td><td>ihtar: hatırlatma</td></tr><tr><td>ihtisaren: kısaca, özetleyerek</td><td>ihvan: kardeşler</td></tr><tr><td>ilzam: susturma</td><td>insî: insan cinsinden olan</td></tr><tr><td>işkâl: zorlaştırma, güçleştirme </td><td>i’câz: mu’cize oluş (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>kaide: esas, düstur</td><td>kemâlat: mükemmellikler, kusur-suzluklar (bk. k-m-l)</td></tr><tr><td>lemeât: parıltılar</td><td>maruz: bir şeyin karşısında engelsiz şekilde bulunan</td></tr><tr><td>medar-ı tenkit: tenkit nedeni</td><td>menşe: kaynak, esas</td></tr><tr><td>mu’cize-i bâki: devamlı ve kalıcı mu’cize (bk. a-c-z; b-ḳ-y)</td><td>mülhid: dinsiz, inkâr eden</td></tr><tr><td>münkir: inkârcı (bk. n-k-r)</td><td>müsamaha: hoşgörü</td></tr><tr><td>nazar-ı insaf: insaf bakışı (bk. n-ẓ-r)</td><td>noksaniyet: eksiklik</td></tr><tr><td>nükte: ince ve anlamlı söz</td><td>sür’at: hız</td></tr><tr><td>sıklet: ağırlık, mânevî sıkıntı</td><td>tab etmek: basmak</td></tr><tr><td>vesvese: şüphe, kuruntu</td><td>zikredilmek: belirtilmek, hatırlatılmak</td></tr><tr><td>zâid: fazlalık</td><td>âhir: son (bk. e-ḫ-r)</td></tr><tr><td>âyet: Kur’ân’ın herbir cümlesi</td><td>şule: ışık hüzmesi</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Beşinci Söz - Sayfa 489

Hem bu Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi gerçi gayet muhtasar ve acele yazılmış ise de, fakat ilm-i belâğat ve ulûm-u Arabiye noktasında, âlimlere hayret verecek derecede âlimâne ve derin ve kuvvetli bir tarzda beyan edilmiş. Gerçi her bahsini her ehl-i dikkat tam anlamaz, istifade etmez. Fakat o bahçede herkesin ehemmiyetli hissesi var. Pek acele ve müşevveş hâletler içinde telif edildiğinden ifade ve ibaresinde kusur var olmasıyla beraber, ilim noktasında çok ehemmiyetli meselelerin hakikatini beyan etmiş.

Said Nursî

endOfSection.gif
endOfSection.gif



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Mu’cizât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın mu’cizeleri (bk. a-c-z)</td><td>bahis: konu</td></tr><tr><td>beyan: açıklama (bk. b-y-n)</td><td>ehl-i dikkat: dikkat sahipleri</td></tr><tr><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hâlet: hal, durum</td></tr><tr><td>ibare: yazılış</td><td>ilm-i belâğat: belâğat ilmi (bk. a-l-m; b-l-ğ)</td></tr><tr><td>istifade: faydalanma</td><td>muhtasar: kısaca, sınırlandırılmış</td></tr><tr><td>müşevveş: dağınık, karışık, düzensiz</td><td>telif edilmek: yazılmak</td></tr><tr><td>ulûm-u Arabiye: Arapça ilimler (bk. a-l-m)</td><td>âlimane: âlimlere yakışır surette (bk. a-l-m)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Beşinci Söz - Sayfa 490

Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi

besmele.jpg


قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَالْجِنُّ عَلٰۤى اَنْ يَاْتوُا بِمِثْلِ هٰذَا الْقُرْاٰنِ لاَ يَاْتُونَ بِمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيراً
blank.gif
1

Mahzen-i mu’cizat ve mu’cize-i kübrâ-yı Ahmediye (a.s.m.) olan Kur’ân-ı Hakîm-i Mu’cizü’l-Beyanın hadsiz vücuh-u i’câzından kırka yakın vücuh-u i’câziyeyi Arabî risalelerimde ve Arabî Risale-i Nur’da ve İşârâtü’l-İ’câz namındaki tefsirimde ve geçen şu yirmi dört Sözlerde işaretler etmişiz. Şimdi, onlardan yalnız beş vechini bir derece beyan ve sair vücuhu içlerinde icmâlen derc ederek ve bir mukaddime ile onun tarif ve mahiyetine işaret edeceğiz.

Mukaddime

Üç cüzdür.
BİRİNCİ CÜZ: Kur’ân nedir, tarifi nasıldır?

Elcevap: On Dokuzuncu Sözde beyan edildiği ve sair Sözlerde ispat edildiği gibi,
Kur’ân,

  • şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi,
  • ve âyât-ı tekvîniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedîsi,
  • ve şu âlem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri,
  • ve zeminde ve gökte gizli esmâ-i İlâhiyenin mânevî hazinelerinin keşşafı,
  • ve sutûr-u hâdisâtın altında muzmer hakaikin miftahı,


[NOT]Dipnot-1 “De ki: And olsun, eğer bu Kur’ân’ın benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya toplanıp da hepsi birbirine yardımcı olsalar, yine de onun benzerini getiremezler.” İsrâ Sûresi, 17:88.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Arabî: Arapça </td><td>Kur’ân-ı Hakîm-i Mu’cizü’l-Beyan: ifade ve açıklamalarıyla mu’cize olan ve sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m; a-c-z; b-y-n)</td></tr><tr><td>Mu’cizât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın mu’cizeleri (bk. a-c-z)</td><td>beyan: açıklama (bk. b-y-n)</td></tr><tr><td>cüz: kısım, bölüm (bk. c-z-e)</td><td>derc etmek: yerleştirmek</td></tr><tr><td>esmâ-i İlâhiye: Allah’ın isimleri (bk. s-m-v; e-l-h)</td><td>hadsiz: sayısız</td></tr><tr><td>hakaik: hakikatler, gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>icmâlen: kısaca, özetle</td></tr><tr><td>keşşaf: keşf edici, açığa çıkarıcı (bk. k-ş-f)</td><td>kitab-ı kebir-i kâinat: büyük kâinat kitabı (bk. k-t-b; k-b-r; k-v-n)</td></tr><tr><td>mahiyet: iç yüz, asıl esas</td><td>mahzen-i mu’cizât: mu’cizeler mahzeni, deposu (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>miftah: anahtar</td><td>mukaddime: giriş (bk. ḳ-d-m)</td></tr><tr><td>muzmer: gizli, saklı</td><td>mu’cize-i kübrâ-yı Ahmediye: Peygamberimizin en büyük mu’cizesi (bk. a-c-z; k-b-r; ḥ-m-d)</td></tr><tr><td>müfessir: tefsirci, yorumcu (bk. f-s-r) </td><td>mütenevvi: çeşitli</td></tr><tr><td>nam: ad</td><td>risale: küçük kitap (bk. r-s-l)</td></tr><tr><td>sair: diğer</td><td>sutûr-u hâdisât: olaylar dizisi</td></tr><tr><td>tarif: tanım, açıklama (bk. a-r-f)</td><td>tefsir: Kur’ân’ın mânâ bakımından izahı, yorumu (bk. f-s-r)</td></tr><tr><td>tercüman-ı ebedî: ebedî, sonsuz tercüman (bk. e-b-d)</td><td>tercüme-i ezeliye: zamanüstü tercüme (bk. e-z-l)</td></tr><tr><td>vech: yön</td><td>vücuh: yönler</td></tr><tr><td>vücuh-u i’câz: mu’cizelik yönleri (bk. a-c-z)</td><td>zemin: yeryüzü</td></tr><tr><td>âlem-i gayb: görünmeyen âlem (bk. a-l-m; ğ-y-b)</td><td>âlem-i şehadet: görünen âlem (bk. a-l-m; ş-h-d)</td></tr><tr><td>âyât-ı tekvîniye: yaratılışa ait </td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Beşinci Söz - Sayfa 491

  • ve âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanı,
  • ve şu âlem-i şehadet perdesi arkasında olan âlem-i gayb cihetinden gelen iltifâtât-ı ebediye-i Rahmâniye ve hitâbât-ı ezeliye-i Sübhâniyenin hazinesi,
  • ve şu İslâmiyet âlem-i mânevîsinin güneşi, temeli, hendesesi,
  • ve avâlim-i uhreviyenin mukaddes haritası,
  • ve Zât ve sıfât ve esmâ ve şuûn-u İlâhiyenin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, burhan-ı kàtıı, tercüman-ı sâtıı,
  • ve şu âlem-i insaniyetin mürebbîsi,
  • ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyetin mâ ve ziyası,
  • ve nev-i beşerin hikmet-i hakikiyesi,
  • ve insaniyeti saadete sevk eden hakikî mürşidi ve hâdîsi,
  • ve insana hem bir kitab-ı şeriat,
  • hem bir kitab-ı dua,
  • hem bir kitab-ı hikmet,
  • hem bir kitab-ı ubûdiyet,
  • hem bir kitab-ı emir ve davet,
  • hem bir kitab-ı zikir,
  • hem bir kitab-ı fikir,
  • hem bütün insanın bütün hâcât-ı mâneviyesine merci olacak çok kitapları tazammun eden tek, câmi’ bir kitab-ı mukaddestir.
  • Hem bütün evliya ve sıddıkîn ve urefâ ve muhakkıkînin muhtelif meşreplerine ve ayrı ayrı mesleklerine, herbirindeki meşrebin mezâkına lâyık ve o meşrebi tenvir edecek ve herbir mesleğin mesâkına muvafık ve onu tasvir edecek birer risale ibraz eden mukaddes bir kütüphane hükmünde bir kitab-ı semâvîdir.



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>avâlim-i uhreviye: âhiret âlemleri (bk. a-l-m; e-ḫ-r)</td><td>burhan-ı katı: kesin delil</td></tr><tr><td>cihet: yön, taraf</td><td>câmi’: kapsamlı (bk. c-m-a)</td></tr><tr><td>esmâ: isimler (bk. s-m-v)</td><td>evliya: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y)</td></tr><tr><td>hendese: plan ve geometri</td><td>hikmet-i hakikiye: her şeyin belirli gayelere yönelik olarak, olması gereken keyfiyette bulunduğunu gösteren gerçek ilim, bilgi (bk. ḥ-k-m; ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hitâbât-ı ezeliye-i Sübhâniye: kusur ve aczden yüce olan Allah’ın ezelî konuşmaları (bk. ḫ-ṭ-b; e-z-l; s-b-ḥ)</td><td>hâcât-ı mâneviye: mânevî ihtiyaçlar (bk. ḥ-v-c; a-n-y)</td></tr><tr><td>hâdî: hidâyet edici (bk. h-d-y)</td><td>ibraz etmek: meydana koymak</td></tr><tr><td>iltifâtât-ı ebediye-i Rahmâniye: sonsuz merhamet sahibi Allah’ın teveccühleri (bk. e-b-d; r-ḥ-m)</td><td>insaniyet-i kübrâ: en büyük insanlık (bk. k-b-r)</td></tr><tr><td>kavl-i şârih: açıklayıcı söz</td><td>kitab-ı dua: dua kitabı (bk. k-t-b; d-a-v)</td></tr><tr><td>kitab-ı emir ve davet: davet ve emir kitabı (bk. k-t-b)</td><td>kitab-ı fikir: fikir kitabı (bk. k-t-b; f-k-r)</td></tr><tr><td>kitab-ı hikmet: hikmet kitabı (bk. k-t-b; ḥ-k-m)</td><td>kitab-ı mukaddes: her türlü kusur ve noksandan yüce kutsal kitap (bk. k-t-b; ḳ-d-s) </td></tr><tr><td>kitab-ı semâvî: Allah’ın gönderdiği kitap (bk. k-t-b; s-m-v)</td><td>kitab-ı ubûdiyet: kulluk kitabı (bk. k-t-b; a-b-d)</td></tr><tr><td>kitab-ı zikir: zikir kitabı (bk. k-t-b)</td><td>kitab-ı şeriat: şeriat kitabı (bk. k-t-b; ş-r-a)</td></tr><tr><td>lisan: dil</td><td>merci: kaynak</td></tr><tr><td>meslek: yol, usül</td><td>mesâk: maksat</td></tr><tr><td>mezâk: zevk</td><td>meşreb: manevi haz ve feyiz alınan yol</td></tr><tr><td>muhakkikîn: gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen âlimler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>muhtelif: çeşitli</td></tr><tr><td>mukaddes: kutsal, her türlü kusur ve noksandan uzak (bk. ḳ-d-s)</td><td>muvafık: uygun</td></tr><tr><td>: su</td><td>mürebbî: terbiye edici (bk. r-b-b)</td></tr><tr><td>mürşid: doğru yolu gösterici (bk. r-ş-d)</td><td>nev-i beşer: insanlık</td></tr><tr><td>risale: kitap (bk. r-s-l)</td><td>saadet: mutluluk</td></tr><tr><td>sıddıkîn: daima doğruluk üzere ve Allah’a ve peygambere sadakatte en ileride olanlar (bk. ṣ-d-ḳ)</td><td>sıfât: vasıflar, özellikler (bk. v-ṣ-f)</td></tr><tr><td>tasvir etmek: anlatmak, ifade etmek (bk. ṣ-v-r)</td><td>tazammun etmek: içine almak</td></tr><tr><td>tefsir-i vâzıh: açık yorum (bk. f-s-r)</td><td>tenvir etmek: nurlandırmak (bk. n-v-r)</td></tr><tr><td>tercüman-ı satı: parlak tercüman</td><td>urefâ: ârifler, Allah’ı isim ve sıfatlarıyla hakkıyla tanıyanlar (bk. a-r-f)</td></tr><tr><td>ziya: ışık</td><td>âlem-i gayb: görünmeyen âlem (bk. a-l-m; ğ-y-b)</td></tr><tr><td>âlem-i insaniyet: insanlık âlemi (bk. a-l-m)</td><td>âlem-i mânevî: mânevî alem (bk. a-l-m; a-n-y)</td></tr><tr><td>âlem-i şehadet: görünen âlem (bk. a-l-m; ş-h-d)</td><td>şuûn-u İlâhiye: İlâhî fiiller, işler (bk. ş-e-n; e-l-h)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Beşinci Söz - Sayfa 492

İKİNCİ CÜZ VE TETİMME-İ TARİF: Kur’ân Arş-ı Âzamdan, İsm-i Âzamdan, her ismin mertebe-i âzamından geldiği için, On İkinci Sözde beyan ve ispat edildiği gibi,

Kur’ân,


  • bütün âlemlerin Rabbi itibarıyla Allah’ın kelâmıdır;
  • hem bütün mevcudatın İlâhı ünvanıyla Allah’ın fermanıdır;
  • hem bütün semâvât ve arzın Hâlıkı namına bir hitaptır;
  • hem rububiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâlemedir;
  • hem saltanat-ı âmme-i Sübhâniye hesabına bir hutbe-i ezeliyedir;
  • hem rahmet-i vâsia-i muhîta nokta-i nazarında bir defter-i iltifâtât-ı Rahmâniyedir;
  • hem Ulûhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazan şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır;
  • hem İsm-i Âzamın muhitinden nüzul ile Arş-ı Âzamın bütün muhâtına bakan ve teftiş eden hikmetfeşan bir kitab-ı mukaddestir.
Ve şu sırdandır ki, “Kelâmullah” ünvanı, kemâl-i liyakatle Kur’ân’a verilmiş ve daima da veriliyor. Kur’ân’dan sonra sair enbiyanın kütüp ve suhufları derecesi gelir. Sair nihayetsiz kelimât-ı İlâhiyenin ise, bir kısmı dahi has bir itibarla, cüz’î bir ünvanla, hususî bir tecelliyle, cüz’î bir isimle ve has bir rububiyetle ve mahsus bir saltanatla ve hususî bir rahmetle zahir olan ilhâmât suretinde bir mükâlemedir. Melek ve beşer ve hayvânâtın ilhamları, külliyet ve hususiyet itibarıyla çok muhteliftir.



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Arş-ı Âzam: Allah’ın sınırsız egemenliğinin ve büyüklüğünün tecelli ettiği yer (bk. a-r-ş; a-ẓ-m)</td><td>Hâlık: yaratıcı Allah (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>Rab: herbir varlığı terbiye edip idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah (bk. r-b-b)</td><td>Ulûhiyet: ilâhlık (bk. e-l-h)</td></tr><tr><td>arz: yer, dünya</td><td>azamet-i haşmet: ihtişamın büyüklüğü (bk. a-ẓ-m)</td></tr><tr><td>beyan: açıklama (bk. b-y-n)</td><td>beşer: insan</td></tr><tr><td>cihet: yön</td><td>cüz: kısım, bölüm (bk. c-z-e)</td></tr><tr><td>cüz’î: ferde bakan (bk. c-z-e)</td><td>defter-i iltifâtât-ı Rahmâniye: sonsuz merhamet sahibi olan Allah’ın iltifatlarını içine alan defter (bk. r-h-m)</td></tr><tr><td>enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)</td><td>ferman: buyruk, emir</td></tr><tr><td>has: özel</td><td>haysiyetiyle: münasebetiyle</td></tr><tr><td>hayvânât: hayvanlar (bk. ḥ-y-y)</td><td>hikmetfeşan: hikmet yayan (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>hitap: konuşma (bk. ḫ-ṭ-b)</td><td>hususiyet: özel oluş</td></tr><tr><td>hususî: özel</td><td>hutbe-i ezeliye: ezelî, zamanüstü hutbe (bk. ḫ-t-b; e-z-l)</td></tr><tr><td>ilham: Allah tarafından kalbe gelen mânâ</td><td>ilhamat: ilhamlar, Allah tarafından kalbe gelen mânâlar</td></tr><tr><td>itibar: özellik</td><td>kelimât-ı İlâhiye: Allah’a ait kelimeler (bk. k-l-m; e-l-h)</td></tr><tr><td>kelâm: söz (bk. k-l-m)</td><td>kelâmullah: Allah’ın kelâmı, sözü (bk. k-l-m)</td></tr><tr><td>kemâl-i liyakat: tam layık olma (bk. k-m-l)</td><td>kitab-ı mukaddes: her türlü kusur ve noksandan yüce kitap (bk. k-t-b; ḳ-d-s) </td></tr><tr><td>külliyet: genel, kapsamlılık (bk. k-l-l)</td><td>kütüp: kitaplar (bk. k-t-b)</td></tr><tr><td>mecmua: kitap (bk. c-m-a)</td><td>melek: nurdan yaratılmış varlık (bk. m-l-k)</td></tr><tr><td>mertebe-i âzam: en büyük mertebe (bk. a-ẓ-m)</td><td>mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>muhabere: haberleşme</td><td>muhit: kapsayan, kuşatıcı</td></tr><tr><td>muhât: kapsama alanı</td><td>mükâleme: karşılıklı konuşma (bk. k-l-m)</td></tr><tr><td>nihayetsiz: sonsuz, sınırsız</td><td>nokta-i nazar: bakış noktası (bk. n-ẓ-r)</td></tr><tr><td>nüzul: inme (bk. n-z-l)</td><td>rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>rahmet-i vâsia-i muhîta: Allah’ın herşeyi kuşatan geniş rahmeti (bk. r-ḥ-m)</td><td>rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)</td></tr><tr><td>rubûbiyet-i mutlaka: Allah’ın herşeyi kuşatan sınırsız ve sonsuz rablığı (bk. r-b-b; ṭ-l-ḳ)</td><td>sair: diğer</td></tr><tr><td>saltanat: hakimiyet, egemenlik (bk. s-l-ṭ)</td><td>saltanat-ı âmme-i Sübhâniye: her türlü kusurdan yüce olan Allah’ın herşeyi kuşatan egemenliği (bk. s-l-ṭ; s-b-ḥ)</td></tr><tr><td>semâvat: gökler (bk. s-m-v)</td><td>suhuf: bâzı peygamberlere gelen sahife halindeki kitaplar</td></tr><tr><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td><td>tecelli: yansıma (bk. c-l-y)</td></tr><tr><td>teftiş: denetleme</td><td>tetimme-i tarif: tanımın tamamlayıcısı, devamı (bk. a-r-f)</td></tr><tr><td>zahir olmak: görünmek (bk. ẓ-h-r)</td><td>İlâh: kendisine ibadet edilen, Allah (bk. e-l-h)</td></tr><tr><td>İsm-i Âzam: Cenab-ı Hakkın binbir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı (bk. s-m-v; a-ẓ-m)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Beşinci Söz - Sayfa 493

ÜÇÜNCÜ CÜZ:

Kur’ân,

  • asırları muhtelif bütün enbiyanın kütüplerini ve meşrepleri muhtelif bütün evliyanın risalelerini ve meslekleri muhtelif bütün asfiyanın eserlerini icmâlen tazammun eden,
  • ve cihât-ı sittesi parlak ve evham ve şübehâtın zulümâtından musaffâ,
  • ve nokta-i istinadı, bilyakîn, vahy-i semâvî ve kelâm-ı ezelî,
  • ve hedefi ve gayesi, bilmüşahede, saadet-i ebediye,
  • içi, bilbedâhe, hâlis hidayet,
  • üstü, bizzarure, envâr-ı iman,
  • altı, biilmilyakîn, delil ve burhan,
  • sağı, bittecrübe, teslim-i kalb ve vicdan,
  • solu, biaynilyakîn, teshir-i akıl ve iz’an,
  • meyvesi, bihakkılyakîn, rahmet-i Rahmân ve dâr-ı cinân,
  • makamı ve revacı, bilhads-i sâdık, makbul-ü melek ve ins ü cân bir kitab-ı semâvîdir.
Kur’ân’ın tarifine dair üç cüz’ündeki sıfatların herbiri başka yerlerde kat’î ispat edilmiş veya ispat edilecektir. Dâvâmız mücerret değil, herbirisi burhan-ı kat’î ile müberhendir.


endOfSection.gif
endOfSection.gif



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>asfiya: Hz. Peygamberin yolundan giden ilim ve velayet sahibi insanlar (bk. ṣ-f-y)</td><td>biaynilyakîn: gözle görür kesinlikte (bk. y-ḳ-n)</td></tr><tr><td>bihakkılyakîn: yaşamış gibi bir kesinlikte (bk. ḥ-ḳ-ḳ; y-ḳ-n)</td><td>biilmilyakîn: ilmî delillerle elde edilen kesinlikte (bk. a-l-m; y-ḳ-n)</td></tr><tr><td>bilbedâhe: ap açık</td><td>bilhads-i sâdık: doğru bir sezgiyle (bk. ṣ-d-ḳ)</td></tr><tr><td>bilmüşahede: göründüğü üzere (bk. ş-h-d)</td><td>bilyakîn: şüphesiz, tereddütsüz (bk. y-ḳ-n)</td></tr><tr><td>bittecrübe: tecrübeyle</td><td>bizzarure: zorunlu olarak</td></tr><tr><td>burhan: mantıkî, güçlü delil</td><td>burhan-ı kat’î: sağlam delil</td></tr><tr><td>cihât-ı sitte: altı yön</td><td>cüz: bölüm, kısım (bk. c-z-e)</td></tr><tr><td>dâr-ı cinân: cennet yurdu</td><td>enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)</td></tr><tr><td>envâr-ı iman: iman nurları (bk. n-v-r; e-m-n)</td><td>evham: vehimler, kuruntular</td></tr><tr><td>evliya: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y)</td><td>hidayet: doğru yol (bk. h-d-y)</td></tr><tr><td>hâlis: saf, katıksız (bk. ḫ-l-ṣ)</td><td>icmâlen: kısaca, özetle (bk. c-m-l)</td></tr><tr><td>kat’î: kesin olarak</td><td>kelâm-ı ezelî: ezelî söz (bk. k-l-m; e-z-l) </td></tr><tr><td>kitab-ı semâvî: İlâhî kitap (bk. k-t-b; s-m-v)</td><td>kütüp: kitaplar (bk. k-t-b)</td></tr><tr><td>makbul-ü melek ve ins ve cânn: cinler, insanlar ve meleklerin kabul edip beğendiği şey (bk. m-l-k)</td><td>meslek: yol, usül</td></tr><tr><td>meşrep: mânevî haz ve feyiz alınan yol; usül, metod</td><td>muhtelif: çeşitli</td></tr><tr><td>musaffâ: arınmış, safileşmiş (bk. ṣ-f-y)</td><td>müberhen: delillerle ispatlanmış</td></tr><tr><td>mücerret: soyut</td><td>nokta-i istinad: dayanak noktası (bk. s-n-d)</td></tr><tr><td>rahmet-i Rahmân: rahmeti sınırsız olan Allah’ın şefkat ve merhameti (bk. r-ḥ-m)</td><td>revac: kıymet, değer</td></tr><tr><td>risale: kitap (bk. r-s-l)</td><td>saadet-i ebediye: sonsuz mutluluk (bk. e-b-d)</td></tr><tr><td>tazammun: içine alma, içerme</td><td>teshir-i akıl ve izân: aklı ve idraki etki ve itaat altına alma</td></tr><tr><td>teslim-i kalb ve vicdan: kalbin ve vicdanın teslim oluşu (bk. s-l-m)</td><td>vahy-i semâvî: Allah’ın peygambere vahyettiği şey (bk. v-ḥ-y; s-m-v)</td></tr><tr><td>zulümât: karanlıklar (bk. ẓ-l-m)</td><td>şübehât: şüpheler</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Beşinci Söz - Sayfa 494

Birinci Şule
Bu Şulenin Üç Şuası var.

BİRİNCİ ŞUA

Derece-i i’cazda belâğat-i Kur’âniyedir. O belâğat ise, nazmın cezaletinden ve hüsn-ü metanetinden ve üslûplarının bedâatinden, garip ve müstahsenliğinden ve beyanının beraatinden, fâik ve safvetinden ve maânîsinin kuvvet ve hakkaniyetinden ve lâfzının fesahatinden, selâsetinden tevellüd eden bir belâğat-i harikulâdedir ki, benî Âdemin en dâhi ediplerini, en harika hatiplerini, en mütebahhir ulemasını muârazaya davet edip bin üç yüz senedir meydan okuyor. Onların damarlarına şiddetle dokunuyor. Muârazaya davet ettiği halde, kibir ve gururlarından başını semâvâta vuran o dâhiler, ona muâraza için ağız açamayıp, kemâl‑i zilletle boyun eğdiler.

İşte, belâğatindeki vech-i i’câzı iki suretle işaret ederiz.

BİRİNCİ SURET: İ’câzı vardır ve mevcuttur. Çünkü, Ceziretü’l-Arap ahalisi o asırda ekseriyet-i mutlaka itibarıyla ümmî idi. Ümmîlikleri için, mefahirlerini ve vukuat-ı tarihiyelerini ve mehâsin-i ahlâka yardım edecek durub-u emsallerini, kitabet yerine şiir ve belâğat kaydıyla muhafaza ediyorlardı. Mânidar bir kelâm, şiir ve belâğat cazibesiyle eslâftan ahlâfa hafızalarda kalıp gidiyordu. İşte, şu ihtiyac-ı fıtrî neticesi olarak, o kavmin mânevî çarşı-yı ticaretlerinde en ziyade revaç bulan, fesahat ve belâğat metâı idi. Hattâ bir kabilenin beliğ bir edibi, en büyük bir kahraman-ı millîsi gibiydi. En ziyade onunla iftihar ediyorlardı. İşte, İslâmiyetten sonra âlemi zekâlarıyla idare eden o zeki kavim, şu en revaçlı ve medar-ı iftiharları ve ona şiddet-i ihtiyaçla muhtaç olan belâğatte akvâm-ı



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Ceziretü’l-Arap: Arabistan yarım-adası (bk. bilgiler)</td><td>ahlâf: halefler, sonradan gelenler</td></tr><tr><td>bedâat: benzersizlik, eşsiz güzellik, orijinallik (bk. b-d-a)</td><td>beliğ: belâğat sahibi (bk. b-l-ğ)</td></tr><tr><td>belâğat: sözün düzgün, kusursuz, halin ve makamın icabına göre yerinde söylenmesi (bk. b-l-ğ)</td><td>belâğat-i Kur’âniye: Kur’ân’ın belâğatı (bk. b-l-ğ)</td></tr><tr><td>belâğat-i harikulâde: olağanüstü söyleyiş güzelliği (bk. b-l-ğ) </td><td>benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar</td></tr><tr><td>beraat: harika, parlak</td><td>beyan: açıklama (bk. b-y-n)</td></tr><tr><td>cazibe: çekim</td><td>cezâlet: akıcı ve güçlü ifade, güzel anlatım (bk. c-z-l)</td></tr><tr><td>derece-i i’caz: mu’cizelik derecesi (bk. a-c-z)</td><td>durub-u emsal: meşhur atasözleri (bk. m-s̱-l)</td></tr><tr><td>dâhi: son derece zeki </td><td>edip: edebiyatçı</td></tr><tr><td>ekseriyet-i mutlaka: büyük çoğunluk (bk. k-s̱-r; ṭ-l-ḳ)</td><td>eslâf: selefler, geçmiştekiler</td></tr><tr><td>fesâhat: dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması (bk. f-ṣ-ḥ)</td><td>fâik: üstün</td></tr><tr><td>hakkaniyet: hak oluş, doğruluk (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hüsn-ü metanet: metanetin ve sağlamlığın güzelliği (bk. ḥ-s-n)</td></tr><tr><td>iftihar etmek: övünmek</td><td>ihtiyac-ı fıtrî: yaratılıştan gelen ihtiyaç (bk. ḥ-v-c; f-ṭ-r)</td></tr><tr><td>itibarıyla: özelliğiyle</td><td>i’câz: mu’cize oluş (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>kahraman-ı millî: millî kahraman</td><td>kelâm: söz (bk. k-l-m)</td></tr><tr><td>kemâl-i zillet: tam bir aşağılık (bk. k-m-l)</td><td>kitabet: yazım (bk. k-t-b)</td></tr><tr><td>lâfz: ifade, kelime</td><td>maânî: mânâlar (bk. a-n-y)</td></tr><tr><td>medar-ı iftihar: övünç kaynağı</td><td>mefahir: övünülecek şeyler</td></tr><tr><td>mehâsin-i ahlak: ahlakî güzellikler (bk. ḥ-s-n; ḫ-l-ḳ)</td><td>metâ: kıymetli eşya</td></tr><tr><td>mevcut: var olan (bk. v-c-d)</td><td>muâraza: sözle mücadele</td></tr><tr><td>mânidar: anlamlı (bk. a-n-y)</td><td>müstahsenlik: güzellik (bk. ḥ-s-n)</td></tr><tr><td>mütebahhir: çok bilgili</td><td>nazm: diziliş, tertip ve vezin (bk. n-ẓ-m)</td></tr><tr><td>revaç: kıymet, değer</td><td>safvet: safilik, halislik, parlak (bk. ṣ-f-y)</td></tr><tr><td>selâset: sözün akıcı olma hali; ifadedeki âhenk, açıklık, kolaylık ve akıcılık (bk. s-l-s)</td><td>semâvât: gökler (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td><td>tevellüd etmek: doğmak</td></tr><tr><td>ulema: âlimler (bk. a-l-m)</td><td>vech-i i’câz: mu’cizelik yönü (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>vukuat-ı tarihiye: tarihî olaylar</td><td>ziyade: çok, fazla</td></tr><tr><td>âlem: dünya (bk. a-l-m)</td><td>çarşı-yı ticaret: ticaret çarşısı</td></tr><tr><td>ümmî: okuma yazma bilmeyen</td><td>üslûp: ifade tarzı</td></tr><tr><td>şiddet-i ihtiyaç: şiddetli ihtiyaç (bk. ḥ-v-c)</td><td>şua: parıltı</td></tr><tr><td>şule: ışık hüzmesi</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Beşinci Söz - Sayfa 495

âlemden en ileride ve en yüksek mertebede idiler. Belâğat o kadar kıymettardı ki, bir edibin bir sözü için iki kavim büyük muharebe ederdi ve bir sözüyle musalâha ediyorlardı. Hattâ, onların içinde, “Muallâkat-ı Seb’a“ namıyla, yedi edibin yedi kasidesini altınla Kâbe’nin duvarına yazmışlar, onunla iftihar ediyorlardı.

İşte böyle bir zamanda, belâğat en revaçlı olduğu bir anda, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan nüzul etti. Nasıl ki zaman-ı Mûsâ Aleyhisselâmda sihir ve zaman-ı İsâ Aleyhisselâmda tıp revaçta idi; mu’cizelerinin mühimmi o cinsten geldi. İşte, o vakit, bülega-yı Arabı, en kısa bir sûresine mukabeleye davet etti.

وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلٰى عَبْدِنَا فَاْتوُا بِسوُرَةٍ مِنْ مِثْلِهِ
blank.gif
1

fermanıyla onlara meydan okuyor. Hem der ki: “İman getirmezseniz mel’unsunuz, Cehenneme gireceksiniz.” Damarlarına şiddetle vuruyor. Gururlarını dehşetli surette kırıyor. O kibirli akıllarını istihfaf ediyor. Onları bidayeten idam-ı ebedî ile ve sonra da Cehennemde idam-ı ebedî ile beraber dünyevî idamla da mahkûm ediyor. Der: “Ya muâraza ediniz, yahut can ve malınız helâkettedir.”

İşte, eğer muâraza mümkün olsaydı, acaba hiç mümkün müydü ki, bir iki satırla muâraza edip dâvâsını iptal etmek gibi rahat bir çare varken, en tehlikeli, en müşkülâtlı muharebe tariki ihtiyar edilsin? Evet, o zeki kavim, o siyasî millet ki, bir zaman âlemi siyasetle idare ettiği halde, en kısa ve rahat ve hafif bir yolu terk etsin, en tehlikeli ve bütün mal ve canını belâya atacak uzun bir yolu ihtiyar etsin, hiç kabil midir? Çünkü edipleri birkaç hurufatla muâraza edebilseydi, Kur’ân dâvâsından vazgeçerdi, onlar da maddî ve mânevî helâketten kurtulurlardı. Halbuki muharebe gibi dehşetli, uzun bir yolu ihtiyar ettiler. Demek muâraza-i bilhuruf mümkün değildi, muhaldi. Onun için muharebe-i bissüyufa mecbur oldular.

Hem Kur’ân’ı tanzir etmek, taklidini yapmak için gayet şiddetli iki sebep vardı.


[NOT]Dipnot-1 “Eğer kulumuz Muhammed’e indirdiğimiz Kur’ân’dan bir şüpheniz varsa, haydi, onun benzeri bir sûre getirin.” Bakara Sûresi, 2:23.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)</td><td>Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n)</td></tr><tr><td>Kâbe: (bk. bilgiler)</td><td>Zaman-ı İsâ: Hz. İsâ’nın zamanı </td></tr><tr><td>akvâm-ı âlem: dünyadaki kavimler, milletler (bk. a-l-m)</td><td>belâğat: sözün düzgün, kusursuz, yerinde ve halin ve makamın icabına göre söylenmesi (bk. b-l-ğ)</td></tr><tr><td>bidayeten: ilk önce</td><td>bülega-yı Arab: Arap belâğatçıları, edebiyatçıları (bk. b-l-ğ)</td></tr><tr><td>dehşetli: korkunç </td><td>edip: edebiyatçı</td></tr><tr><td>ferman: emir, buyruk</td><td>helâket: mahvoluş, yok oluş</td></tr><tr><td>hurufat: harfler</td><td>idam-ı ebedî: sonsuz yok oluş (bk. e-b-d)</td></tr><tr><td>ihtiyar etmek: seçmek, tercih etmek (bk. ḫ-y-r)</td><td>istihfaf etmek: küçümsemek</td></tr><tr><td>kabil: mümkün</td><td>kaside: şiir</td></tr><tr><td>kibir: gurur, kendini büyük görme (bk. k-b-r)</td><td>kıymettar: kıymetli</td></tr><tr><td>mel’un: lanetlenmiş</td><td>mertebe: derece</td></tr><tr><td>muallâkat-ı Seb’a: yedi askı; Kur’ân nazil olmadan önce, meşhur Arap şâirlerinin en beğenilmiş şiirlerinden, Kâbe’nin duvarına asılmış olanları</td><td>muhal: imkânsız</td></tr><tr><td>muharebe: harp, savaş</td><td>muharebe-i bissüyuf: kılıçlarla savaşma, silahlı mücadele</td></tr><tr><td>mukabele: karşılık verme</td><td>musalâha etmek: barışmak (bk. ṣ-l-ḥ)</td></tr><tr><td>muâraza: sözle mücadele</td><td>muâraza-i bilhuruf: harflerle mücadele, yazılı ve sözlü mücadele</td></tr><tr><td>mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)</td><td>müşkilâtlı: zor</td></tr><tr><td>nam: ad</td><td>nüzul etmek: inmek (bk. n-z-l)</td></tr><tr><td>revaç: değer, kıymet</td><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>tanzir etmek: benzerini yapmak (bk. n-ẓ-r)</td><td>tarik: yol (bk. ṭ-r-ḳ)</td></tr><tr><td>zaman-ı Mûsâ: Hz. Mûsâ’nın zamanı (bk. bilgiler)</td><td>âlem: dünya (bk. a-l-m)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Beşinci Söz - Sayfa 496

Birisi düşmanın hırs-ı muârazası, diğeri dostlarının şevk-i taklididir ki, şu iki sâik-i şedid altında milyonlar Arabî kitaplar yazılmış ki, hiçbirisi ona benzemez. Âlim olsun, âmi olsun, her kim ona ve onlara baksa, kat’iyen diyecek ki, “Kur’ân bunlara benzemez; hiçbirisi onu tanzir edemez.” Şu halde, ya Kur’ân bütününün altındadır—bu ise bütün dost ve düşmanın ittifakıyla battaldır, muhaldir—veya Kur’ân, o yazılan umum kitapların fevkindedir.

Eğer desen: “Nasıl biliyoruz ki, kimse muârazaya teşebbüs etmedi? Kimse kendine güvenemedi mi ki meydana çıksın? Birbirinin yardımı da mı faide etmedi?”

Elcevap: Eğer muâraza mümkün olsaydı, alâküllihal kat’î teşebbüs edilecekti. Çünkü izzet ve namus meselesi, can ve mal tehlikesi vardı. Eğer teşebbüs edilseydi, alâküllihal, kat’î taraftar pek çok bulunacaktı. Çünkü hakka muarız ve muannit daima kesretli idi. Eğer taraftar bulsaydı, alâküllihal iştihar bulacaktı. Çünkü, küçük bir mücadele, beşerin nazar-ı istiğrabını celb edip destanlarda iştihar eder. Şöyle acip bir mücadele ve vukuat ise gizli kalamaz. İslâmiyet aleyhinde tâ en çirkin ve en şenî şeylere kadar nakledilir, meşhur olur. Halbuki, muârazaya dair, Müseylime-i Kezzâb’ın bir iki fıkrasından başka nakledilmemiş. O Müseylime’de çendan belâğat varmış. Fakat hadsiz bir hüsn-ü cemâle mâlik olan beyan-ı Kur’ân’a nisbet edildiği için, onun sözleri hezeyan suretinde tarihlere geçmiştir. İşte, Kur’ân’ın belâğatindeki i’câz, kat’iyen, iki kere iki dört eder gibi mevcuttur ki, iş böyle oluyor.
İKİNCİ SURET: Belâğatindeki i’câz-ı Kur’ânînin hikmetini Beş Noktada beyan edeceğiz.

BİRİNCİ NOKTA: Kur’ân’ın nazmında bir cezalet-i harika var. O nazımdaki cezalet ve metaneti, İşârâtü’l-İ’câz baştan aşağıya kadar bu cezalet-i nazmiyeyi beyan eder. Saatin saniye, dakika, saati sayan ve birbirinin nizamını tekmil eden ne ise, Kur’ân-ı Hakîmin herbir cümledeki, hey’âtındaki nazım ve kelimelerindeki nizam ve cümlelerin birbirine karşı münasebâtındaki intizamı öyle bir tarzda İşârâtü’l-İ’câz’da âhirine kadar beyan edilmiştir. Kim isterse ona bakabilir



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Arabî: Arapça</td><td>Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>Müseylime-i Kezzâb: (bk. bilgiler)</td><td>alâküllihal: ister istemez, her halde (bk. k-l-l)</td></tr><tr><td>battal: bâtıl, hükümsüz</td><td>belâğat: sözün düzgün, kusursuz, halin ve makamın icabına göre yerinde söylenmesi (bk. b-l-ğ)</td></tr><tr><td>beyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n)</td><td>beyan-ı Kur’ân: Kur’ân’ın açıklaması (bk. b-y-n)</td></tr><tr><td>beşer: insanlar</td><td>celb etmek: çekmek</td></tr><tr><td>cezalet: güzel ve güçlü ifade (bk. c-z-l)</td><td>cezalet-i harika: hayranlık verici güçlü ifade (bk. c-z-l)</td></tr><tr><td>cezalet-i nazmiye: Kur’ân’ın dizilişindeki güzellik ve akıcılık (bk. c-z-l)</td><td>fevkinde: üstünde</td></tr><tr><td>fıkra: kısa yazı, bent</td><td>hadsiz: sonsuz</td></tr><tr><td>hey’ât: kısımlar, parçalar</td><td>hezeyan: saçmalama</td></tr><tr><td>hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)</td><td>hüsn-ü cemâl: maddî manevî güzellik (bk. ḥ-s-n; c-m-l)</td></tr><tr><td>hırs-ı muâraza: karşı koymak için aşırı istek</td><td>intizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m)</td></tr><tr><td>ittifak: birleşme</td><td>izzet: şeref, üstünlük (bk. a-z-z)</td></tr><tr><td>iştihar bulmak: meşhur olmak</td><td>i’câz: mu’cizelik (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>i’câz-ı Kur’ânî: Kur’ân’ın mu’cizeliği (bk. a-c-z)</td><td>kesretli: çok, fazla (bk. k-s̱-r)</td></tr><tr><td>metanet: sağlamlık</td><td>mevcut: var (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>muannit: inatçı</td><td>muarız: karşı gelen</td></tr><tr><td>muhal: imkansız</td><td>muâraza: sözle mücadele</td></tr><tr><td>mâlik: sahip (bk. m-l-k)</td><td>münasebât: münasebetler, bağlantılar (bk. n-s-b)</td></tr><tr><td>nazar-ı istiğrab: garip ve hayretli bakış (bk. n-ẓ-r)</td><td>nazm: diziliş, tertip ve vezin (bk. n-ẓ-m)</td></tr><tr><td>nisbet etmek: kıyaslamak (bk. n-s-b)</td><td>nizam: düzen (bk. n-ẓ-m)</td></tr><tr><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td><td>sâik-i şedid: şiddetli sevk edici gerekçe</td></tr><tr><td>tanzir: benzerini yapma (bk. n-ẓ-r)</td><td>tekmil: tamamlama (bk. k-m-l)</td></tr><tr><td>teşebbüs etmek: başvurmak, girişmek</td><td>umum: bütün</td></tr><tr><td>vukuat: vâkıalar, olaylar</td><td>âhir: son (bk. e-ḫ-r)</td></tr><tr><td>âmi: câhil</td><td>çendan: gerçi</td></tr><tr><td>şenî: fena, kötü</td><td>şevk-i taklidi: benzerini yapma arzusu ve isteği</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Beşinci Söz - Sayfa 497

ve bu nazımdaki cezalet-i harikayı bu surette görebilir. Yalnız bir iki misal, bir cümlenin hey’âtındaki nazmı göstermek için zikredeceğiz.

Meselâ
blank.gif
1
وَلَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ Bu cümlede, azâbı dehşetli göstermek için, en azının şiddetle tesirini göstermekle göstermek ister. Demek taklîli ifade edecek; cümlenin bütün heyetleri de bu taklîle bakıp ona kuvvet verecek. İşte, لَئِنْ lâfzı, teşkiktir. Şek kıllete bakar. مَسَّ lâfzı, azıcık dokunmaktır; yine kılleti ifade eder. نَفْحَةٌ lâfzı, maddesi bir kokucuk olup kılleti ifade ettiği gibi, sîgası bire delâlet eder. Masdar-ı merre tabir-i sarfiyesinde “biricik” demektir, kılleti ifade eder.نَفْحَةٌ deki tenvin-i tenkirî, taklîli içindir ki, “O kadar küçük ki, bilinemiyor” demektir.مِنْ lâfzı, teb’îz içindir, “bir parça” demektir; kılleti ifade eder.عَذَابِ lâfzı, nekâl, ikab’a nisbeten hafif bir nevi cezadır ki, kıllete işaret eder. رَبِّكَ lâfzı, Kahhâr, Cebbar, Müntakîm’e bedel yine şefkati ihsas etmekle kılleti işaret ediyor. İşte, bu kadar kılletteki bir parça azap böyle tesirli ise, ikab-ı İlâhî ne kadar dehşetli olur, kıyas edebilirsiniz diye ifade eder. İşte şu cümlede küçük heyetler nasıl birbirine bakıp yardım eder. Maksad-ı küllîyi, herbiri kendi lisanıyla takviye eder. Şu misal bir derece lâfız ve maksada bakar.

İkinci misal:
blank.gif
2
وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ Şu cümlenin hey’âtı, sadakanın şerâit-i kabulünün beşine işaret eder.

Birinci şart: Sadakaya muhtaç olmamak derecede sadaka vermek ki, وَمِمَّا lâfzındakiمِنْ iteb’îz ile o şartı ifade eder.


[NOT]Dipnot-1 “And olsun, Rabbinin azâbından en küçük bir esinti onlara hafifçe dokunacak olsa...” Enbiyâ Sûresi, 21:46.

Dipnot-2
“Onlara rızık olarak verdiğimizden bağışta bulunurlar.” Bakara Sûresi, 2:3.[/NOT]




<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Cebbâr: azamet ve yücelik sahibi, yarattıklarına dilediğini yaptıran Allah (bk. c-b-r)</td><td>Kahhar: herşeye her zaman mutlak galip gelen ve boyun eğdiren Allah (bk. ḳ-h-r)</td></tr><tr><td>Müntakim: suç işleyene cezasını veren Allah</td><td>cezalet-i harika: hayranlık verici düzgün ifade, güzel anlatım (bk. c-z-l)</td></tr><tr><td>dehşetli: korkunç, ürkütücü</td><td>delâlet: işaret etme, delil olma</td></tr><tr><td>heyet: kısım, parça</td><td>hey’ât: parçalar, kısımlar</td></tr><tr><td>ihsas etmek: hissettirmek</td><td>ikab: âhiret azabı</td></tr><tr><td>ikab-ı İlâhî: Allah’ın azabı (bk. e-l-h)</td><td>kıllet: azlık </td></tr><tr><td>lisan: dil</td><td>lâfız: ifade, kelime</td></tr><tr><td>maksad: gaye (bk. ḳ-ṣ-d)</td><td>maksad-ı küllî: bütünündeki maksat (bk. ḳ-ṣ-d; k-l-l)</td></tr><tr><td>masdar-ı merre: fiilin bir defa yapıldığını belirten masdar</td><td>nazm: diziliş, tertip ve vezin (bk. n-ẓ-m)</td></tr><tr><td>nekâl: şiddetli azap</td><td>nevi: tür, çeşit</td></tr><tr><td>nisbeten: kıyasla (bk. n-s-b)</td><td>sadaka: Allah rızası için ihtiyaç sahibi kişilere yapılan yardım</td></tr><tr><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td><td>sîga: kip</td></tr><tr><td>tabir-i sarfiye: gramerle ilgili ifade (bk. a-b-r)</td><td>taklîl: az gösterme, azaltma</td></tr><tr><td>takviye etmek: kuvvetlendirmek</td><td>teb’îz: parçalara bölme, ayırma</td></tr><tr><td>tenvin-i tenkirî: kelimenin belirsizliğini gösteren tenvin işareti; harf-i tarifsiz (“el” takısız) olduğu için tenvinli olan ve nekra denen kelime</td><td>teşkik: şüphede bırakma</td></tr><tr><td>zikretmek: belirtmek, anmak</td><td>şek: şüphe, tereddüt</td></tr><tr><td>şerâit-i kabul: kabul şartları</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Beşinci Söz - Sayfa 498

İkinci şart: Ali’den alıp Veli’ye vermek değil, belki kendi malından vermektir. Şu şartı رَزَقْنَاهُمْ lâfzı ifade ediyor. “Size rızık olandan veriniz” demektir.

Üçüncü şart: Minnet etmemektir. Şu şarta رَزَقْنَا daki نَاlâfzı işaret eder. Yani, “Ben size rızkı veriyorum. Benim malımdan Benim abdime vermekte minnetiniz yoktur.”

Dördüncü şart: Öyle adama veresin ki, nafakasına sarf etsin. Yoksa sefâhete sarf edenlere sadaka makbul olmaz. Şu şarta يُنْفِقُونَ lâfzı işaret ediyor.

Beşinci şart: Allah namına vermektir ki, رَزَقْنَاهُمْ ifade ediyor. Yani, “Mal Benimdir; Benim namımla vermelisiniz.”

Şu şartlarla beraber, tevsî de var. Yani, sadaka nasıl mal ile olur; ilim ile dahi olur, kavl ile, fiil ile, nasihat ile de oluyor. İşte şu aksâma مِمَّاlâfzındaki مَا umumiyetiyle işaret ediyor. Hem şu cümle de bizzat işaret ediyor; çünkü mutlaktır, umumu ifade eder.

İşte, sadakayı ifade eden şu kısacık cümlede, beş şartla beraber geniş bir dairesini akla ihsan ediyor, heyetiyle ihsas ediyor.

İşte, heyette böyle pek çok nazımlar var. Kelimâtın dahi, birbirine karşı aynen, geniş, böyle bir daire-i nazmiyesi var. Sonra kelâmların da, meselâ

blank.gif
1
قُلْ هُوَ اللهُ أَحَدٌ’de altı cümle var: üçü müsbet, üçü menfi. Altı mertebe-i tevhidi ispat etmekle beraber, şirkin altı envâını reddeder. Herbir cümlesi, öteki cümlelere hem delil olur, hem netice olur. Çünkü herbir cümlenin iki mânâsı var. Bir mânâ ile netice olur, bir mânâ ile de delil olur. Demek, Sûre-i İhlâsta otuz Sûre-i İhlâs kadar, muntazam, birbirini ispat eder delillerden mürekkep sûreler vardır. Meselâ,

قُلْ هُوَ اللهُ: ِلاَنَّهُ اَحَدٌ، ِلاَنَّهُ صَمَدٌ، ِلاَنَّهُ لَمْ يَلِدْ، ِلاَنَّهُ لَمْ يُولَدْ،
ِلاَنَّهُ لَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا اَحَدٌ
blank.gif
2


[NOT]Dipnot-1 “De ki: O Allah birdir.” İhlâs Sûresi, 112-1.

Dipnot-2
De ki: O Allah’tır. Çünkü O birdir. Çünkü O hiçbir şeye muhtaç değildir ve herşey Ona muhtaçtır. Çünkü O doğurmamıştır. Çünkü O doğurulmamıştır. Çünkü Ona denk olacak hiçbir şey yoktur.[/NOT]




<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>abd: kul (bk. a-b-d)</td><td>aksâm: kısımlar, bölümler</td></tr><tr><td>daire-i nazmiye: nazım, diziliş dairesi (bk. n-ẓ-m)</td><td>envâ: çeşitler</td></tr><tr><td>heyet: kısım, parça</td><td>ihsan etmek: bağışlamak (bk. ḥ-s-n)</td></tr><tr><td>ihsas etmek: hissettirmek</td><td>kavl: söz</td></tr><tr><td>kelimât: kelimeler (bk. k-l-m)</td><td>kelâm: söz (bk. k-l-m)</td></tr><tr><td>lâfz: ifade, kelime</td><td>makbul: kabul olunma</td></tr><tr><td>menfi: olumsuz</td><td>mertebe-i tevhid: her şeyin bir olan Allah’a ait olduğunu anlatan mertebe, seviye (bk. v-ḥ-d)</td></tr><tr><td>minnet: başa kakma</td><td>muntazam: düzenli, tertipli (bk. n-ẓ-m)</td></tr><tr><td>mutlak: serbest bırakılmış, sınırı belirtilmemiş (bk. ṭ-l-ḳ)</td><td>mürekkep: oluşmuş</td></tr><tr><td>müsbet: olumlu</td><td>nafaka: geçim vasıtası</td></tr><tr><td>nam: ad</td><td>nasihat: öğüt</td></tr><tr><td>nazım: diziliş, tertip ve vezin (bk. n-ẓ-m)</td><td>netice: sonuç</td></tr><tr><td>sarf etmek: harcamak</td><td>sefahet: zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkünlük, budalalık</td></tr><tr><td>tevsî: genişletme</td><td>umum: genel</td></tr><tr><td>şirk: Allah’a ortak koşma</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Beşinci Söz - Sayfa 499


hem


وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا اَحَدٌ: ِلاَنَّهُ لَمْ يُولَدْ، ِلاَنَّهُ لَمْ يَلِدْ، ِلاَنَّهُ صَمَدٌ،
ِلاَنَّهُ اَحَدٌ، ِلاَنَّهُ هُوَ اللهُ
blank.gif
1

hem


هُوَ اللهُ فَهُوَ اَحَدٌ، فَهُوَ صَمَدٌ، فَاِذاً لَمْ يَلِدْ، فَاِذاً لَمْ يُولَدْ،
فَاِذًا لَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا اَحَدٌ
blank.gif
2

Daha sen buna göre kıyas et. Meselâ,


الۤمۤ ذٰلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ
blank.gif
3

Şu dört cümlenin herbirisinin iki mânâsı var. Bir mânâ ile öteki cümlelere d
elildir; diğer mânâ ile onlara neticedir. On altı münasebet hatlarından bir nakş-ı nazmî-i i’câzî hasıl olur. İşârâtü’l-İ’câz’da öyle bir tarzda beyan edilmiş ki, bir nakş-ı nazmî-i i’câzî teşkil eder. On Üçüncü Sözde beyan edildiği gibi, güya ekser âyât-ı Kur’âniyenin herbirisi, ekser âyâtın herbirisine bakar bir gözü ve nâzır bir yüzü vardır ki, onlara münasebâtın hutut-u mâneviyesini uzatıyor, birer nakş-ı i’câzî nescediyor. İşte, İşârâtü’l-İ’câz baştan aşağıya kadar bu cezalet-i nazmiyeyi şerh etmiştir.


İKİNCİ NOKTA: Mânâsındaki belâğat-i harikadır. On Üçüncü Sözde beyan olunan şu misale bak.

Meselâ,


سَبَّحَ ِللهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
blank.gif
4

âyetindeki belâğat-i mâneviyeyi zevk etmek istersen, kendini nur-u Kur’ân’dan evvel asr-ı cahiliyette, sahrâ-yı bedeviyette farz et ki, herşey zulmet-i cehil ve




[NOT]Dipnot-1 Hiçbir şey Onun dengi değildir. Çünkü O doğurulmamıştır. Çünkü o doğurmaktan münezzehtir. Çünkü O hiçbir şeye muhtaç değildir ve herşey Ona muhtaçtır. Çünkü O birdir. Çünkü O Allah’tır.

Dipnot-2
O Allah’tır. Öyle ise O birdir. Öyle ise O Sameddir. Öyle ise O doğurmamıştır. Öyle ise O doğurulmamıştır. Öyle ise Onun hiçbir dengi yoktur.

Dipnot-3
“Elif lâm mim. Şu kitap ki, onda asla şüphe yoktur. O, takvâ sahipleri için bir yol göstericidir.” Bakara Sûresi, 2:1.

Dipnot-4
“Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ı tesbih eder. O azîz ve hakîmdir.” Hadîd Sûresi, 57:1.[/NOT]




<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>asr-ı cahiliyet: cahiliye asrı</td><td>belâğat-i harika: hayranlık verici belâğat (bk. b-l-ğ)</td></tr><tr><td>belâğat-i mâneviye: mânevî belâğat (bk. b-l-ğ; a-n-y)</td><td>beyan edilmek: açıklanmak (bk. b-y-n)</td></tr><tr><td>cezalet-i nazmiye: Kur’ân’ın nazmındaki güzellik, üstünlük ve akıcılık (bk. c-z-l; n-ẓ-m)</td><td>ekser: pekçok (bk. k-s̱-r)</td></tr><tr><td>evvel: önce</td><td>farz etmek: varsaymak</td></tr><tr><td>hasıl olmak: meydana gelmek</td><td>hutut-u mâneviye: manevi hatlar, çizgiler (bk. a-n-y)</td></tr><tr><td>mânâ: anlam (bk. a-n-y)</td><td>münasebet: ilişki, bağlantı (bk. n-s-b)</td></tr><tr><td>münasebât: ilişkiler, bağlantılar (bk. n-s-b)</td><td>nakş-ı i’câzî: mu’cizelik nakşı (bk. n-ḳ-ş; a-c-z) </td></tr><tr><td>nakş-ı nazmî-i i’câzî: bir mu’cize olan tertip ve dizilişindeki örgü (bk. n-ḳ-ş; n-ẓ-m; a-c-z)</td><td>nescetmek: dokumak</td></tr><tr><td>netice: sonuç</td><td>nur-u Kur’ân: Kur’ân’ın nuru (bk. n-v-r)</td></tr><tr><td>nâzır: bakan (bk. n-ẓ-r)</td><td>sahrâ-yı bedeviyet: bedevîlik çölü</td></tr><tr><td>tarz: şekil, biçim</td><td>teşkil etmek: oluşturmak</td></tr><tr><td>zulmet-i cehil ve gaflet: cehalet ve gaflet karanlığı (bk. ẓ-l-m; ğ-f-l)</td><td>âyât-ı Kurâniye: Kur’ân’ın âyetleri</td></tr><tr><td>şerh etmek: açıklamak</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Beşinci Söz - Sayfa 499

gaflet altında, perde-i cumûd-u tabiata sarılmış olduğu bir anda, Kur’ân’ın li-san‑ı semâvîsinden
blank.gif
1
سَبَّحَ ِللهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ veyahut

blank.gif
2
تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ gibi âyetleri işit, bak. Nasıl ki, o ölmüş veya yatmış olan mevcudat-ı âlem, سَبَّحَ , تُسَبِّحُ sadâsıyla, işitenlerin zihninde nasıl diriliyorlar, huşyar oluyorlar, kıyam edip zikrediyorlar. Ve o karanlık gökyüzünde birer câmid ateşpare olan yıldızlar ve yerde perişan mahlûkat, تُسَبِّحُ sayhasıyla ve nuruyla, işitenin nazarında gökyüzü bir ağız, bütün yıldızlar birer kelime-i hikmetnümâ ve birer nur-u hakikat-edâ; ve küre-i arz bir baş ve berr ve bahr birer lisan ve bütün hayvanlar ve nebatlar birer kelime-i tesbihfeşan suretinde arz-ı didar eder.

Meselâ, On Beşinci Sözde ispat edilen şu misale bak:

يَامَعْشَرَ الْجِنِّ وَاْلاِنْسِ اِنِ اسْتَطَعْتُمْ اَنْ تَنْفُذُوا مِنْ اَقْطَارِ السَّمٰواَتِ وَاْلاَرْضِ فَانْفُذُوا لاَ تَنْفُذُونَ اِلاَّ بِسُلْطَانٍ فَبِاَىِّ اٰلاَۤءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّباَنِ يُرْسَلُ عَلَيْكُمَا شُوَاظٌ مِنْ نَارٍ وَنُحَاسٌ فَلاَ تَنْتَصِرَانِ فَبِاَىِّ اٰلاَۤءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّباَنِ
blank.gif
3
وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَاۤءَ الدُّنْيَا بِمَصَابِيحَ وَجَعَلْناَهَا رُجُومًا لِلشَّياَطِينِ
blank.gif
4

âyetlerini dinle, bak ki ne diyor?

Diyor ki: “Ey acz ve hakareti içinde mağrur ve mütemerrid ve zaaf ve fakrı içinde serkeş ve muannid olan ins ve cin! Emirlerime itaat etmezseniz, haydi, elinizden gelirse hudud-u mülkümden çıkınız! Nasıl cesaret edersiniz ki, öyle


[NOT]Dipnot-1 “Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ı tesbih eder.” Hadîd Sûresi, 57:1.

Dipnot-2
“Yedi gök ve yer ve onların içindekiler Onu tesbih eder.” İsrâ Sûresi, 17:44.

Dipnot-3
“Ey cinler ve insanlar topluluğu! Eğer göklerin ve yerin sınırlarından çıkıp gitmeye gücünüz yeterse, haydi, çıkın. Fakat Allah’ın vereceği bir kuvvet olmadan çıkamazsınız. Artık Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz? Üzerinize saf ateşten bir alevle bakır gibi kızıl bir duman salınır da, birbirinize hiçbir yardımınız dokunmaz. Artık Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz?” Rahmân Sûresi, 55:33-36.

Dipnot-4
“And olsun ki, dünya semâsını Biz kandillerle süsledik ve onları şeytanlar için birer gülle (mermi) yaptık.” Mülk Sûresi, 67:5.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>acz: acizlik, güçsüzlük (bk. a-c-z)</td><td>arz-ı didar: güzelliğini arzedip gösterme</td></tr><tr><td>ateşpare: ateş parçası</td><td>bahir: deniz</td></tr><tr><td>berr: kara </td><td>câmid: cansız</td></tr><tr><td>fakr: fakirlik, muhtaçlık (bk. f-ḳ-r)</td><td>hakaret: küçüklük, değersizlik</td></tr><tr><td>hudud-u mülk: memleket sınırı (bk. m-l-k)</td><td>huşyar: uyanık</td></tr><tr><td>ins ve cin: insanlar ve cinler</td><td>kelime-i hikmetnümâ: hikmet gösteren kelime (bk. k-l-m; ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>kelime-i tesbihfeşan: kusursuzluğu ilân edip yayan kelime (bk. k-l-m; s-b-ḥ)</td><td>küre-i arz: yerküre, dünya</td></tr><tr><td>kıyam etmek: ayağa kalkmak (bk. ḳ-v-m)</td><td>lisan: dil</td></tr><tr><td>lisan-ı semâvî: semavî lisan (bk. s-m-v)</td><td>mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>mağrur: gururlu</td><td>mevcudat-ı âlem: kâinattaki varlıklar (bk. v-c-d; a-l-m) </td></tr><tr><td>muannid: inatçı</td><td>mütemerrid: inatçı, dikkafalı</td></tr><tr><td>nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r)</td><td>nebat: bitki</td></tr><tr><td>nur-u hakikat-edâ: hakikati gösteren nur (bk. n-v-r; ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>perde-i cumûd-u tabiat: tabiatın donuk, cansız perdesi (bk. ṭ-b-a)</td></tr><tr><td>sadâ: ses</td><td>sayha: sesleniş</td></tr><tr><td>sebbeha/tüsebbihu: “tesbih eder” (bk. s-b-ḥ)</td><td>serkeş: başkaldıran</td></tr><tr><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td><td>zaaf: zayıflık, kuvvetsizlik</td></tr><tr><td>zikretmek: Allah’ı anmak</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Beşinci Söz - Sayfa 501

bir Sultanın emirlerine karşı gelirsiniz; yıldızlar, aylar, güneşler, emirber neferleri gibi emirlerine itaat ederler. Hem tuğyanınızla öyle bir Hâkim-i Zülcelâle karşı mübareze ediyorsunuz ki, öyle azametli mutî askerleri var, faraza şeytanlarınız dayanabilseler, onları dağ gibi güllelerle recmedebilirler. Hem küfranınızla öyle bir Mâlik-i Zülcelâlin memleketinde isyan ediyorsunuz ki, cünudundan öyleleri var, değil sizin gibi küçük, âciz mahlûklar, belki farz-ı muhal olarak dağ ve arz büyüklüğünde birer adüvv-ü kâfir olsaydınız, arz ve dağ büyüklüğünde yıldızları, ateşli demirleri size atabilirler, sizi dağıtırlar. Hem öyle bir kanunu kırıyorsunuz ki, onunla öyleler bağlıdır, eğer lüzum olsa arzınızı yüzünüze çarpar, gülleler gibi, küreler misillü yıldızları üstünüze Allah’ın izniyle yağdırabilirler.”

Daha sair âyâtın mânâlarındaki kuvvet ve belâğati ve ulviyet-i ifadesini bunlara kıyas et.

ÜÇÜNCÜ NOKTA: Üslûbundaki bedâat-i harikadır. Evet, Kur’ân’ın üslûpları hem gariptir, hem bedîdir, hem aciptir, hem muknidir. Hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi taklit etmemiş; hiç kimse de onu taklit edemiyor. Nasıl gelmiş, öyle o üslûplar tarâvetini, gençliğini, garâbetini daima muhafaza etmiş ve ediyor.

Ezcümle, bir kısım sûrelerin başlarında şifre-misal

الۤمۤ, الۤرٰ, طٰهٰ, يٰسۤ, حٰمۤ عۤسۤقۤ gibi mukattaat hurufundaki üslûb-u bedîîsi, beş altı lem’a-i i’câzı tazammun ettiğini, İşârâtü’l-İ’câz’da yazmışız. Ezcümle:

Sûrelerin başında mezkûr olan huruf, hurufâtın aksâm-ı malûmesi olan mechûre, mehmûse, şedîde, rahve, zelâka, kalkale gibi aksâm-ı kesiresinden, herbir kısmından nısfını almıştır. Kabil-i taksim olmayan hafifinden nısf-ı ekser, sakîlinden nısf-ı ekall olarak, bütün aksâmını tansif etmiştir. Şu mütedahil ve birbiri içindeki kısımları ve iki yüz ihtimal içinde mütereddit, yalnız gizli ve fikren bilinmeyecek



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Hâkim-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan ve herşeye hükmeden Allah (bk. ḥ-k-m; ẕü; c-l-l)</td><td>Mâlik-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi, herşeyin mâliki Allah (bk. m-l-k; ẕü; c-l-l)</td></tr><tr><td>acip: hayret verici</td><td>adüvv-ü kâfir: kâfir düşman (bk. k-f-r)</td></tr><tr><td>aksâm: kısımlar, bölümler</td><td>aksâm-ı kesire: çok kısımlar (bk. k-s̱-r)</td></tr><tr><td>aksâm-ı malûme: bilinen kısımlar (bk. a-l-m)</td><td>arz: dünya</td></tr><tr><td>azametli: büyük (bk. a-ẓ-m)</td><td>bedâat-i harika: harika, olağanüstü güzellik (bk. b-d-a)</td></tr><tr><td>bedî: eşsiz derecede güzel, benzersiz (bk. b-d-a)</td><td>belâğat: sözün düzgün, kusursuz, yerinde, halin ve makamın icabına göre söylenmesi (bk. b-l-ğ)</td></tr><tr><td>cünud: askerler</td><td>emirber nefer: emre hazır asker </td></tr><tr><td>ezcümle: meselâ</td><td>faraza: varsayalım ki</td></tr><tr><td>farz-ı muhal: olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme</td><td>garâbet: şaşırtıcılık</td></tr><tr><td>huruf/hurufât: harfler</td><td>kabil-i taksim: bölünebilen</td></tr><tr><td>kalkale: harfi okurken, mahrecinden çıkarır çıkarmaz kesme ve böylece harfi iki defa okunmuş gibi çıkarma</td><td>küfran: nankörlük, inkar (bk. k-f-r)</td></tr><tr><td>lem’a-i i’câz: mu’cizelik parıltısı (bk. a-c-z)</td><td>mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>mechûre: harf, hareke ile okunduğunda, nefesin hapsolunup sesin açığa çıktığı anda okunan harfler</td><td>mehmûse: gizli okunan harfler</td></tr><tr><td>mezkûr: sözü geçen</td><td>misillü: gibi (bk. m-s̱-l)</td></tr><tr><td>mukattaat: bazı sûrelerin başlarında bulunan ve birer İlâhî şifre özelliğini taşıyan kesik harfler</td><td>mukni: ikna edici</td></tr><tr><td>mutî: itaat eden, emre uyan</td><td>mânâ: anlam (bk. a-n-y)</td></tr><tr><td>mübareze: karşı koyma</td><td>mütedahil: iç içe, birbiri içinde</td></tr><tr><td>mütereddit: tereddütte kalan, her bir ihtimale eşit mesafede olan</td><td>nısf-ı ekall: yarıdan az</td></tr><tr><td>nısf-ı ekser: yarıdan çok (bk. k-s̱-r)</td><td>nısfı: yarısı</td></tr><tr><td>rahve: harf cezimli söylenirken sesin akması hali</td><td>recmetmek: taşlamak</td></tr><tr><td>sair: diğer </td><td>sakîl: ağır ve kalın okunan harfler</td></tr><tr><td>sifre-misal: şifre gibi (bk. m-s̱-l)</td><td>tansif etmek: ikiye bölmek</td></tr><tr><td>tarâvet: tazelik</td><td>tazammun etmek: içine almak</td></tr><tr><td>tuğyan: azgınlık, taşkınlık (bk. ṭ-ğ-y)</td><td>ulviyet-i ifade: ifadedeki yücelik</td></tr><tr><td>zelâka: tecvitte keskin olarak çıkan harfler (lâm, râ, nun)</td><td>âciz: güçsüz (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>âyât: ayetler</td><td>üslûb-u bedî: eşsiz güzellikteki ifade tarzı (bk. b-d-a)</td></tr><tr><td>üslûp: ifade tarzı</td><td>şedîde: harf sükun ile ve nefesin hepsi hapsolarak sâkin bir halde okunduğu zaman sesin aslâ akmaması </td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Beşinci Söz - Sayfa 502

birtek yolla umumunu tansif etmek kabil olduğu halde, o yolda, o geniş mesafede sevk-i kelâm etmek, fikr-i beşerin işi olamaz. Tesadüf hiç karışamaz.

İşte, bir şifre-i İlâhiye olan sûrelerin başlarındaki huruf, bunun gibi daha beş altı lem’a-i i’câziyeyi gösterdikleriyle beraber, ilm-i esrar-ı huruf ulemasıyla evliyanın muhakkikleri şu mukattaattan çok esrar istihraç etmişler ve öyle hakaik bulmuşlar ki, onlarca şu mukattaat kendi başıyla gayet parlak bir mu’cizedir. Onların esrarına ehil olmadığımız, hem umum göz görecek derecede ispat edemediğimiz için, o kapıyı açamayız. Yalnız, İşârâtü’l-İ’câz’da şunlara dair beyan olunan beş altı lem’a-i i’câza havale etmekle iktifa ediyoruz.

Şimdi, esâlib-i Kur’âniyeye, sûre itibarıyla, maksat itibarıyla, âyât ve kelâm ve kelime itibarıyla birer işaret edeceğiz.

Meselâ, Sûre-i Amme’ye dikkat edilse, öyle bir üslûb-u bedî ile âhireti, haşri, Cennet ve Cehennemin ahvâlini öyle bir tarzda gösteriyor ki, şu dünyadaki ef’âl-i İlâhiyeyi, âsâr-ı Rabbâniyeyi o ahvâl-i uhreviyeye birer birer bakar, ispat eder gibi kalbi ikna eder. Şu sûredeki üslûbun izahı uzun olduğundan, yalnız bir iki noktasına işaret ederiz. Şöyle ki:

Şu sûrenin başında, kıyamet gününü ispat için der: “Size zemini güzel serilmiş bir beşik, dağları hanenize ve hayatınıza defineli direk, hazineli kazık, sizi birbirini sever, ünsiyet eder çift, geceyi hâb-ı rahatınıza örtü, gündüzü meydan-ı maişet, güneşi ışık verici, ısındırıcı bir lâmba, bulutları âb-ı hayat çeşmesi gibi ondan suyu akıttım. Basit bir sudan bütün erzakınızı taşıyan bütün çiçekli, meyveli muhtelif eşyayı kolay ve az bir zamanda icad ederiz. Öyle ise, yevm-i fasl olan kıyamet sizi bekliyor. O günü getirmek Bize ağır gelemez.”

İşte, bundan sonra, kıyamette dağların dağılması, semâvâtın parçalanması, Cehennemin hazırlanması ve Cennet ehline bağ ve bostan vermesini, gizli bir surette ispatlarına işaret eder. Mânen der: “Madem gözünüz önünde dağ ve zeminde şu işleri yapar. Âhirette dahi bunlara benzer işleri yapar.” Demek, sûrenin



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Sûre-i Amme: Amme Sûresi</td><td>ahvâl: haller</td></tr><tr><td>ahvâl-i uhreviye: âhiretteki haller (bk. e-ḫ-r)</td><td>beyan: açıklama (bk. b-y-n)</td></tr><tr><td>define: hazine</td><td>ef’âl-i İlâhiye: İlâhî fiiller (bk. f-a-l; e-l-h)</td></tr><tr><td>ehil: yetkili, bilen</td><td>erzak: rızıklar (bk. r-z-ḳ)</td></tr><tr><td>esrar: sırlar</td><td>esâlib-i Kur’âniye: Kur’ân’a ait üsluplar, anlatım tarzları</td></tr><tr><td>evliya: veliler (bk. v-l-y)</td><td>fikr-i beşer: insan düşüncesi (bk. f-k-r)</td></tr><tr><td>hakaik: gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hane: ev</td></tr><tr><td>haşr: öldükten sonra âhirette yeniden diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r)</td><td>huruf: harfler</td></tr><tr><td>hâb-ı rahat: rahat uykusu</td><td>icad: vücut verme, yoktan yaratma (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>iktifa etmek: yetinmek</td><td>ilm-i esrar-ı huruf: harflerin sırlarını ve hikmetlerini konu alan ilim (bk. a-l-m)</td></tr><tr><td>istihraç etmek: çıkarmak</td><td>izah: açıklama</td></tr><tr><td>kabil: mümkün</td><td>kelâm: söz (bk. k-l-m)</td></tr><tr><td>kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m)</td><td>lem’a-i i’câziye: mu’cizelik parıltısı (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>maksat: gaye (bk. ḳ-ṣ-d)</td><td>meydan-ı maişet: geçimi temin etme meydanı (bk. a-y-ş)</td></tr><tr><td>muhakkik: hakikatleri delilleriyle bilen âlimler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>muhtelif: çeşitli</td></tr><tr><td>mukattaat: bazı sûrelerin başlarında bulunan ve birer İlâhî şifre özelliğini taşıyan kesik harfler</td><td>semâvât: gökler (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>sevk-i kelâm etmek: söz ileri sürmek (bk. k-l-m)</td><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>tansif etmek: ikiye bölmek</td><td>tesadüf: rastlantı</td></tr><tr><td>ulema: âlimler (bk. a-l-m)</td><td>umum: bütün; genel, herkes</td></tr><tr><td>yevm-i fasl: iyi insanların kötü insanlardan ayrıldığı gün</td><td>zemin: yeryüzü</td></tr><tr><td>âb-ı hayat: hayat suyu (bk. ḥ-y-y)</td><td>âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r)</td></tr><tr><td>âsâr-ı Rabbâniye: Rabbâni eserler (bk. r-b-b)</td><td>âyât: âyetler</td></tr><tr><td>ünsiyet: dostluk, canayakınlık</td><td>üslûb-u bedî: eşsiz güzellikteki ifade tarzı (bk. b-d-a)</td></tr><tr><td>üslûp: ifade tarzı</td><td>şifre-i İlâhiye: İlâhî şifre (bk. e-l-h)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Beşinci Söz - Sayfa 503

başındaki “dağ” kıyametteki dağların haline bakar; ve “bağ” ise âhirde ve âhiretteki hadikaya ve bağa bakar.

İşte, sair noktaları buna kıyas et, ne kadar güzel ve âli bir üslûbu var, gör.
Meselâ,

قُلِ اللّٰهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِى الْمُلْكَ مَنْ تَشَاۤءُ وَتَنْزِعُ الْمُلْكَ مِمَّنْ تَشَاۤءُ
blank.gif
1

ilâ âhir. Öyle bir üslûb-u âlide, benî beşerdeki şuûnât-ı İlâhiyeyi ve gece ve gündüzün deveranındaki tecelliyât-ı İlâhiyeyi ve senenin mevsimlerinde olan tasarrufât-ı Rabbâniyeyi ve yeryüzünde hayat, memat, haşir ve neşr-i dünyeviyedeki icraat-ı Rabbâniyeyi öyle bir ulvî üslûpla beyan eder ki, ehl-i dikkatin akıllarını teshir eder. Parlak ve ulvî, geniş üslûbu az dikkatle göründüğü için, şimdilik o hazineyi açmayacağız.

Meselâ,

اِذاَ السَّمَاۤءُ انْشَقَّتْ وَاَذِنَتْ لِرَبِّهَا وَحُقَّتْ وَاِذاَ اْلاَرْضُ مُدَّتْ وَاَلْقَتْ مَا فِيهَا وَتَخَلَّتْ وَاَذِنَتْ لِرَبِّهَا وَحُقَّتْ
blank.gif
2

Gök ve zeminin, Cenâb-ı Hakkın emrine karşı derece-i inkıyad ve itaatlerini şöyle âli bir üslûpla beyan eder ki: Nasıl bir kumandan-ı âzam, mücahede ve manevra ve ahz-ı asker şubeleri gibi, mücahedeye lâzım işler için iki daireyi teşkil edip açmış. O mücahede, o muamele işi bittikten sonra, o iki daireyi başka işlerde kullanmak ve tebdil ederek istimal etmek için, o kumandan-ı âzam o iki daireye müteveccih olur. O daireler, herbirisi hademeleri lisanıyla veya nutka gelip kendi lisanıyla der ki:

“Ey kumandanım, bir parça mühlet ver ki, eski işlerin ufak tefeklerini, pırtı mırtılarını temizleyip dışarı atayım, sonra teşrif ediniz. İşte, atıp senin emrine


[NOT]Dipnot-1 “De ki: Ey mülkün hakikî sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden de mülkü çeker alırsın.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:26.

Dipnot-2
“Gök yarıldığında, Rabbinin emrine boyun eğdiğinde-ki ona lâyık olan da budur. Yer düm düz edildiğinde, içinde ne varsa atıp boşaldığında, Rabbinin emrine boyun eğdiğinde—ki ona lâyık olan da budur.” İnşikak Sûresi, 84:1-5.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>ahz-ı asker: asker alımı</td></tr><tr><td>benî beşer: insanoğlu</td><td>beyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n)</td></tr><tr><td>derece-i inkıyad: boyun eğme derecesi</td><td>deveran: dönüş</td></tr><tr><td>ehl-i dikkat: dikkat sahibi insanlar</td><td>hademe: hizmetçi</td></tr><tr><td>hadika: bahçe</td><td>haşir ve neşr-i dünyeviye: dünyadaki varlıkların yeniden diriltilip yayılmaları (bk. ḥ-ş-r)</td></tr><tr><td>icraat-ı Rabbâniye: herşeyi terbiye ve idare edip egemenliği altında tutan Allah’ın icrâatları, fiilleri (bk. r-b-b)</td><td>ilâ âhir: sonuna kadar (bk. e-ḫ-r)</td></tr><tr><td>istimal etmek: kullanmak</td><td>kumandan-ı âzam: çok büyük kumandan (bk. a-ẓ-m)</td></tr><tr><td>kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m)</td><td>lisan: dil</td></tr><tr><td>manevra: eğitim ve deneme </td><td>memat: ölüm (bk. m-v-t)</td></tr><tr><td>muamele: işlem</td><td>mücahede: savaş (bk. c-h-d)</td></tr><tr><td>mühlet: zaman, vakit</td><td>müteveccih: yönelmiş</td></tr><tr><td>nutka gelmek: konuşmak</td><td>sair: diğer</td></tr><tr><td>tasarrufât-ı Rabbâniye: herşeyi terbiye ve idare eden Allah’ın fiil ve tasarrufları (bk. ṣ-r-f; r-b-b)</td><td>tebdil etmek: değiştirmek</td></tr><tr><td>tecelliyât-ı İlâhiye: İlâhi tecelliler, yansımalar (bk. c-l-y; e-l-h)</td><td>teshir etmek: boyun eğdirmek</td></tr><tr><td>teşkil etmek: oluşturmak</td><td>teşrif etmek: şeref vermek, şereflendirmek</td></tr><tr><td>ulvî: yüce, yüksek</td><td>zemin: yeryüzü</td></tr><tr><td>âhir: son (bk. e-ḫ-r)</td><td>âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r)</td></tr><tr><td>âli: yüce, yüksek</td><td>üslûb-u âli: yüksek ifade tarzı</td></tr><tr><td>üslûp: ifade tarzı</td><td>şuûnât-ı İlâhiye: Cenâb-ı Allah’ın işleri ve icraatları (bk. ş-e-n; e-l-h)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Beşinci Söz - Sayfa 504

hazır duruyoruz. Buyurun, ne yaparsanız yapınız. Senin emrine münkadız. Senin yaptığın işler bütün hak, güzel, maslahattır.”

Öyle de, semâvât ve arz, böyle iki daire-i teklif ve tecrübe ve imtihan için açılmıştır. Müddet bittikten sonra, semâvât ve arz, daire-i teklife ait eşyayı emr‑i İlâhî ile bertaraf eder, derler: “Yâ Rabbenâ! Buyurun, ne için bizi istihdam edersen et. Hakkımız Sana itaattir. Her yaptığın şey de haktır.”
İşte, cümlelerindeki üslûbun haşmetine bak, dikkat et.

Hem meselâ,

يَاۤ اَرْضُ ابْلَعِى مَاۤءَكِ وَياَسَمَاۤءُ اَقْلِعِى وَغِيضَ الْمَاۤءُ وَقُضِىَ اْلاَمْرُ وَاسْتَوَتْ عَلَى الْجُودِىِّ وَقِيلَ بُعْدًا لِلْقَوْمِ الظَّالِمِينَ
blank.gif
1

İşte şu âyetin bahr-i belâğatinden bir katreye işaret için, bir üslûbunu bir temsil âyinesinde göstereceğiz.

Nasıl bir harb-i umumîde bir kumandan, zaferden sonra, ateş eden bir ordusuna “Ateş kes!” ve hücum eden diğer bir ordusuna “Dur!” der, emreder; o anda ateş kesilir, hücum durur. “İş bitti, istilâ ettik, bayrağımız düşmanın merkezlerinde yüksek kalelerinin başında dikildi. Esfelü’s-sâfilîne giden o edepsiz zalimler cezalarını buldular” der.

Aynen öyle de, Padişah-ı Bîmisal, kavm-i Nuh’un mahvı için semâvât ve arza emir vermiş. Vazifelerini yaptıktan sonra, ferman ediyor: “Ey arz, suyunu yut. Ey semâ, dur, işin bitti.” Su çekildi. Dağın başında memur-u İlâhînin çadır vazifesini gören gemisi kuruldu. Zalimler cezalarını buldular.

İşte şu üslûbun ulviyetine bak. “Zemin ve gök, iki muti’ asker gibi emir dinler, itaat ederler” diyor. İşte şu üslûp işaret eder ki, insanın isyanından kâinat kızıyor, semâvât ve arz hiddete geliyorlar. Ve şu işaretle der ki: “Yer ve gök iki muti’ asker gibi emirlerine bakan bir Zâta isyan edilmez, edilmemeli.” Dehşetli bir zecri ifade eder.

İşte, tufan gibi bir hadise-i umumiyeyi bütün netâiciyle, hakaikiyle, birkaç


[NOT]Dipnot-1 “Ey yer, suyunu yut. Ey gök, suyunu tut. Su çekildi, iş bitirildi ve gemi Cûdî Dağına oturdu. Ve ‘Zalimler güruhu Allah’ın rahmetinden uzak olsun’ denildi.” Hûd Sûresi, 11:44.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Padişah-ı Bîmisal: eşsiz ve benzeriz Padişah Allah (bk. m-s̱-l)</td><td>Yâ Rabbenâ: ey Rabbimiz (bk. r-b-b)</td></tr><tr><td>arz: yer, dünya</td><td>bahr-i belâğat: belâğat denizi (bk. b-l-ğ)</td></tr><tr><td>bertaraf etmek: bir tarafa atmak</td><td>daire-i teklif: sorumluluk ve imtihan yeri </td></tr><tr><td>emr-i İlâhî: Allah’ın emri (bk. e-l-h)</td><td>esfelü’s-sâfilîn: aşağıların en aşağısı</td></tr><tr><td>ferman: emir, buyruk</td><td>hadise-i umumiye: geneli ilgilendiren ve her tarafı kuşatan olay</td></tr><tr><td>hak: doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hakaik: gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>harb-i umumî: dünya savaşı</td><td>haşmet: büyüklük, görkem</td></tr><tr><td>hiddet: öfke, gazap</td><td>istihdam etmek: çalıştırmak, kullanmak</td></tr><tr><td>istilâ etmek: ele geçirmek</td><td>katre: damla</td></tr><tr><td>kavm-i Nuh: Nuh kavmi</td><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>mahv: yok olma</td><td>maslahat: fayda, yarar (bk. ṣ-l-ḥ)</td></tr><tr><td>memur-u İlâhî: Allah’ın memuru (bk. e-l-h)</td><td>muti’: itaat eden</td></tr><tr><td>münkad: boyun eğen</td><td>netâic: sonuçlar</td></tr><tr><td>semâ: gök (bk. s-m-v)</td><td>semâvat: gökler (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>tecrübe: deneme</td><td>temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)</td></tr><tr><td>tufan: büyük su baskını</td><td>ulviyet: yücelik</td></tr><tr><td>zecr: sakındırma</td><td>zemin: yer</td></tr><tr><td>âyine: ayna</td><td>üslûb: ifade tarzı</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Beşinci Söz - Sayfa 505

cümlede, îcazlı, i’câzlı, cemâlli, icmalli bir tarzda beyan eder. Şu denizin sair katrelerini şu katreye kıyas et.

Şimdi, kelimelerin penceresiyle gösterdiği üslûba bak. Meselâ,

blank.gif
1
وَالْقَمَرَ قَدَّرْناَهُ مَناَزِلَ حَتّٰى عَادَ كَالْعُرْجُونِ الْقَديِمِ deki
blank.gif
2
كَالْعُرْجُونِ الْقَديِمِ kelimesine bak, ne kadar lâtif bir üslûbu gösteriyor. Şöyle ki:

Kamerin bir menzili var ki, Süreyya yıldızlarının dairesidir. Kameri, hilâl vaktinde, hurmanın eskimiş beyaz bir dalına teşbih eder. Şu teşbihle, semânın yeşil perdesi arkasında güya bir ağaç bulunuyor gibi, beyaz, sivri, nuranî bir dalı, perdeyi yırtıp, başını çıkarıp, Süreyya o dalın bir salkımı gibi ve sair yıldızlar o gizli hilkat ağacının birer münevver meyvesi olarak, işitenin hayali olan gözüne göstermekle, medar-ı maişetlerinin en mühimmi hurma ağacı olan sahrânişinlerin nazarında ne kadar münasip, güzel, lâtif, ulvî bir üslûb-u ifade olduğunu, zevkin varsa anlarsın.

Meselâ, On Dokuzuncu Sözün âhirinde ispat edildiği gibi,

blank.gif
3
وَالشَّمْسُ تَجْرِى لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا deki tecrî kelimesi şöyle bir üslûb-u âliye pencere açar. Şöyle ki: Tecrî lâfzıyla, yani “Güneş döner” tabiriyle, kış ve yaz, gece ve gündüzün deveranındaki muntazam tasarrufât-ı kudret-i İlâhiyeyi ihtarla, Sâniin azametini ifham eder ve o mevsimlerin sahifelerinde kalem-i kudretin yazdığı mektubat-ı Samedâniyeye nazarı çevirir, Hâlık-ı Zülcelâlin hikmetini ilâm eder.

blank.gif
4
وَجَعَلَ الشَّمْسَ سِرَاجًا Yani, “lâmba” tabiriyle şöyle bir üslûba pencere açar ki: Şu âlem bir saray; ve içinde olan eşya ise, insana ve zîhayata ihzar edilmiş


[NOT]Dipnot-1 “Aya gelince, onun için de menziller takdir ettik ki, kurumuş hurma dalının ince yay halini alıncaya kadar incelir.” Yâsin Sûresi, 36:39.

Dipnot-2
“Kurumuş hurma dalının ince yaya benzer şekli gibi.” Yâsin Sûresi, 36:39.

Dipnot-3
“Güneş de kendisine tayin edilmiş bir yere doğru akıp gider.” Yâsin Sûresi, 36:38.

Dipnot-4
“Güneşi de bir kandil yaptı.” Nuh Sûresi, 71:16.[/NOT]




<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet sahibi yaratıcı Allah (bk. ḫ-l-ḳ; ẕü; c-l-l)</td><td>Sâni: herşeyi san’atla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a)</td></tr><tr><td>Süreyya: Ülker yıldızı</td><td>azamet: büyüklük (bk. a-ẓ-m)</td></tr><tr><td>beyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n)</td><td>cemâlli: güzel (bk. c-m-l)</td></tr><tr><td>deveran: dönüş</td><td>eşya: şeyler, varlıklar</td></tr><tr><td>güya: sanki</td><td>hikmet: İlâhî gaye ve fayda (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>hilkat: yaratılış (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>hilâl: yay şeklinde görülen yeni ay</td></tr><tr><td>icmalli: özet şekilde (bk. c-m-l)</td><td>ifham: anlatma, bildirme</td></tr><tr><td>ihtar: hatırlatma</td><td>ihzar etmek: hazırlamak</td></tr><tr><td>ilâm etmek: duyurmak (bk. a-l-m)</td><td>i’câzlı: bir benzerini yapmakta başkalarını aciz bırakacak şekilde, mucizeli (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>kalem-i kudret: Allah’ın kudret kalemi (bk. ḳ-d-r)</td><td>kamer: ay</td></tr><tr><td>katre: damla</td><td>lâtif: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f)</td></tr><tr><td>medar-ı maişet: geçim kaynağı (bk. a-y-ş)</td><td>mektubat-ı Samedâniye: Allah tarafından gönderilmiş birer mektup gibi, şuur sahiplerine İlâhî san’atı anlatan eserler (bk. k-t-b; ṣ-m-d)</td></tr><tr><td>menzil: yer, durak (bk. n-z-l)</td><td>muntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m)</td></tr><tr><td>mühim: önemli</td><td>münasip: uygun (bk. n-s-b)</td></tr><tr><td>münevver: nurlanmış, aydınlanmış (bk. n-v-r)</td><td>nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r)</td></tr><tr><td>nuranî: nurlu, aydınlık (bk. n-v-r)</td><td>sahrânişîn: çölde yaşayan</td></tr><tr><td>sair: diğer</td><td>semâ: gök (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>tasarrufât-ı kudret-i İlâhiye: Allah’ın sonsuz kudretiyle yaptığı işler (bk. ṣ-r-f; ḳ-d-r; e-l-h)</td><td>tecrî: “döner, akıp gider”</td></tr><tr><td>teşbih: benzetme</td><td>ulvî: yüce, büyük</td></tr><tr><td>zîhayat: canlı (bk. ẕî; h-y-y)</td><td>âhir: son (bk. e-ḫ-r)</td></tr><tr><td>âlem: dünya (bk. a-l-m)</td><td>îcazlı: az sözle çok mânâlar anlatan, özlü sözlü (bk. v-c-z)</td></tr><tr><td>üslûb-u ifade: ifade tarzı</td><td>üslûb-u âliye: yüksek ifade tarzı</td></tr><tr><td>üslûp: ifade tarzı</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Beşinci Söz - Sayfa 506

müzeyyenat ve mat’ûmat ve levazımat olduğunu; ve güneş dahi musahhar bir mumdar olduğunu ihtarla Sâniin haşmetini ve Hâlıkın ihsanını ifham ederek tevhide bir delil gösterir ki, müşriklerin en mühim, en parlak mâbud zannettikleri güneş, musahhar bir lâmba, câmid bir mahlûktur. Demek, sirac tabirinde, Hâlıkın azamet-i rububiyetindeki rahmetini ihtar eder; rahmetin vüs’atindeki ihsanını ifham eder; ve o ifhamda, saltanatının haşmetindeki keremini ihsas eder; ve bu ihsasta, vahdâniyeti ilâm eder ve mânen der ki: “Câmid bir sirâc-ı musahhar, hiçbir cihette ibadete lâyık olamaz.”

Hem cereyan-ı tecrî tabirinde gece gündüzün, kış ve yazın dönmelerindeki tasarrufât-ı muntazama-i acibeyi ihtar eder ve o ihtarda, rububiyetinde münferid bir Sâniin azamet-i kudretini ifham eder. Demek, şems ve kamer noktalarından beşerin zihnini gece ve gündüz, kış ve yaz sahifelerine çevirir ve o sahifelerde yazılan hâdisâtın satırlarına nazar-ı dikkati celb eder.

Evet, Kur’ân güneşten güneş için bahsetmiyor. Belki, onu ışıklandıran Zât için bahsediyor. Hem güneşin insana lüzumsuz olan mahiyetinden bahsetmiyor. Belki güneşin vazifesinden bahsediyor ki, san’at-ı Rabbâniyenin intizamına bir zemberek ve hilkat-i Rabbâniyenin nizamına bir merkez, hem Nakkâş-ı Ezelînin gece-gündüz ipleriyle dokuduğu eşyadaki san’at-ı Rabbâniyenin insicamına bir mekik vazifesini yapıyor.

Daha sair kelimât-ı Kur’âniyeyi bunlara kıyas edebilirsin. Adeta basit, melûf birer kelime iken, lâtif mânâların definelerine birer anahtar vazifesini görüyor.

İşte, ekseriyetle üslûb-u Kur’ân’ın geçen tarzlarda ulvî ve parlak olduğundandır ki, bazan bir bedevî Arap, birtek kelâma meftun olur, Müslüman olmadan



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>Nakkaş-ı Ezelî: başlangıcı olmayan, ezelî nakşedici olan Allah (bk. n-ḳ-ş; e-z-l)</td></tr><tr><td>Sâni: herşeyi san’atla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a)</td><td>azamet-i kudret: kudretin büyüklüğü (bk. a-ẓ-m; ḳ-d-r)</td></tr><tr><td>azamet-i rububiyet: Allah’ın bütün varlıkları terbiye ve idare ediciliğinin büyüklüğü (bk. a-ẓ-m; r-b-b)</td><td>bedevî: çölde yaşayan</td></tr><tr><td>beşer: insan</td><td>celb etmek: çekmek</td></tr><tr><td>cereyan-ı tecrî: “döner, akar gider” ifadesi</td><td>cihet: yön</td></tr><tr><td>câmid: cansız</td><td>ekseriyetle: çoğunlukla (bk. k-s̱-r)</td></tr><tr><td>haşmet: görkem</td><td>hilkat-i Rabbâniye: herşeyi terbiye ve idare eden Allah’ın yaratıcılığı (bk. ḫ-l-ḳ; r-b-b) </td></tr><tr><td>hâdisât: hadiseler, olaylar</td><td>ifham: anlatma, bildirme</td></tr><tr><td>ihsan: bağış, iyilik (bk. ḥ-s-n)</td><td>ihsas etmek: hissettirmek</td></tr><tr><td>ihtar: hatırlatma</td><td>ilâm etmek: duyurmak</td></tr><tr><td>insicam: uyumluluk, düzgünlük</td><td>intizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m)</td></tr><tr><td>kamer: ay</td><td>kelimât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın kelimeleri (bk. k-l-m)</td></tr><tr><td>kelâm: kelime, söz (bk. k-l-m)</td><td>kerem: cömertlik (bk. k-r-m)</td></tr><tr><td>levazımat: gerekli şeyler</td><td>lâtif: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f)</td></tr><tr><td>mahiyet: özellik, nitelik</td><td>mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>mat’ûmat: yiyecekler</td><td>meftun olmak: tutulmak</td></tr><tr><td>mekik: dokuma âleti </td><td>melûf: alışılmış</td></tr><tr><td>mumdar: ışık veren</td><td>musahhar: emre uyan</td></tr><tr><td>mâbud: kendisine ibadet edilen (bk. a-b-d)</td><td>mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)</td></tr><tr><td>mühim: önemli</td><td>münferid: tek başına (bk. f-r-d)</td></tr><tr><td>müzeyyenat: süslü şeyler (bk. z-y-n)</td><td>müşrik: Allah’a ortak koşan</td></tr><tr><td>nazar-ı dikkat: dikkatli bakış (bk. n-ẓ-r)</td><td>nizam: düzen (bk. n-ẓ-m)</td></tr><tr><td>rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)</td><td>rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)</td></tr><tr><td>sair: diğer</td><td>san’at-ı Rabbâniye: herşeyi terbiye ve idare eden Allah’ın san’atı (bk. ṣ-n-a; r-b-b)</td></tr><tr><td>sirac: lamba, kandil</td><td>sirâc-ı musahhar: emre boyun eğen lamba</td></tr><tr><td>tabir: ifâde (bk. a-b-r)</td><td>tasarrufât-ı muntazama-i acibe: hayret verici ve düzenli işler, tasarruflar (bk. ṣ-r-f; n-ẓ-m)</td></tr><tr><td>tevhid: Allah’ın birliği (bk. v-ḥ-d)</td><td>ulvî: yüce, büyük</td></tr><tr><td>vahdâniyet: Allah’ın bir ve tek olup ortağının olmayışı (bk. v-ḥ-d)</td><td>vüs’at: genişlik</td></tr><tr><td>zemberek: hareketi sağlayan güç kaynağı</td><td>üslûb-u Kur’ân: Kur’ân’ın ifade tarzı</td></tr><tr><td>şems: güneş</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Beşinci Söz - Sayfa 507

secdeye giderdi. Bir bedevî
blank.gif
1
فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُkelâmını işittiği anda secdeye gitti. Ona dediler: “Müslüman mı oldun?” “Yok,” dedi. “Ben şu kelâmın belâğatine secde ediyorum.”
DÖRDÜNCÜ NOKTA: Lâfzındaki fesahat-i harikasıdır. Evet, Kur’ân mânen, üslûb-u beyan cihetiyle fevkalâde beliğ olduğu gibi, lâfzında gayet selis bir fesahati vardır. Fesahatin kat’î vücuduna, usandırmaması delildir. Ve fesahatin hikmetine, fenn-i beyan ve maânînin dâhi ulemasının şehadetleri bir burhan-ı bâhirdir.

Evet, binler defa tekrar edilse usandırmıyor. Belki lezzet veriyor. Küçük, basit bir çocuğun hafızasına ağır gelmiyor; hıfzedebilir. En hastalıklı, az bir sözden müteezzî olan bir kulağa nâhoş gelmiyor, hoş geliyor. Sekeratta olanın damağına şerbet gibi oluyor. Zemzeme-i Kur’ân, onun kulağında ve dimağında, aynen ağzında ve damağında mâ-i zemzem gibi leziz geliyor.

Usandırmamasının sırr-ı hikmeti şudur ki: Kur’ân, kulûbe kut ve gıda ve ukûle kuvvet ve gınâ ve ruha mâ ve ziya ve nüfusa devâ ve şifa olduğundan usandırmaz. Hergün ekmek yeriz, usanmayız. Fakat en güzel bir meyveyi hergün yesek, usandıracak. Demek, Kur’ân hak ve hakikat ve sıdk ve hidayet ve harika bir fesahat olduğundandır ki, usandırmıyor. Daima gençliğini muhafaza ettiği gibi, taravetini, halâvetini de muhafaza ediyor. Hattâ Kureyş’in rüesasından müdakkik bir beliğ, müşrikler tarafından, Kur’ân’ı dinlemek için gitmiş. Dinlemiş, dönmüş, demiş ki: “Şu kelâmın öyle bir halâveti ve tarâveti var ki, kelâm-ı beşere benzemez. Ben şairleri, kâhinleri biliyorum. Bu onların hiç sözlerine benzemez. Olsa olsa, etbâımızı kandırmak için sihir demeliyiz.” İşte, Kur’ân-ı Hakîmin en muannid düşmanları bile fesahatinden hayran oluyorlar.

Kur’ân-ı Hakîmin âyetlerinde, kelâmlarında, cümlelerinde fesahatin esbabını izah çok uzun gider. Onun için sözü kısa kesip yalnız nümune olarak bir âyetteki


[NOT]Dipnot-1 “Emrolunduğun şeyi açıkla.” Hicr Sûresi, 15:94.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Kureyş: (bk. bilgiler)</td><td>Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>bedevî: çölde yaşayan</td><td>beliğ: maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen (bk. b-l-ğ)</td></tr><tr><td>belâğat: sözün düzgün, kusursuz, halin, makamın icabına göre yerinde söylenmesi (bk. b-l-ğ)</td><td>burhan-ı bâhir: çok açık, güçlü delil</td></tr><tr><td>cihet: yön</td><td>devâ: şifa, ilâç</td></tr><tr><td>dimağ: beyin</td><td>esbap: sebepler (bk. s-b-b)</td></tr><tr><td>etbâ: halk, yönetilenler</td><td>fenn-i beyan ve maânî: beyan ve mânâ ilimleri; belâğat ilminin üç ana dalından ikisi (bk. b-y-n; a-n-y) </td></tr><tr><td>fesahat-i harika: sözün hayranlık verici şekildeki düzgünlük, açıklık ve akıcılığı (bk. f-ṣ-ḥ)</td><td>fesâhat: dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması (bk. f-ṣ-ḥ)</td></tr><tr><td>fevkalâde: olağanüstü</td><td>gınâ: zenginlik (bk. ğ-n-y)</td></tr><tr><td>hak: doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>halâvet: tatlılık</td><td>hidayet: doğru yolu gösterme (bk. h-d-y)</td></tr><tr><td>hıfz etmek: ezberlemek (bk. ḥ-f-ẓ)</td><td>izah: açıklama</td></tr><tr><td>kat’î: kesin </td><td>kelâm: kelime, söz (bk. k-l-m)</td></tr><tr><td>kelâm-ı beşer: insan sözü (bk. k-l-m)</td><td>kulûb: kalpler</td></tr><tr><td>kut: gıda</td><td>kâhin: gelecekten haber veren kimse</td></tr><tr><td>leziz: lezzetli, tatlı</td><td>lâfz: ifade, kelime</td></tr><tr><td>muannid: inatçı</td><td>muhafaza etmek: korumak (bk. ḥ-f-ẓ)</td></tr><tr><td>: su</td><td>mâ-i zemzem: zemzem suyu</td></tr><tr><td>müdakkik: dikkatli</td><td>müteezzî: incinen</td></tr><tr><td>müşrik: Allah’a ortak koşan</td><td>nâhoş: hoşa gitmeyen</td></tr><tr><td>nüfus: nefisler (bk. n-f-s)</td><td>nümune: örnek</td></tr><tr><td>rüesa: reisler, önde gelenler</td><td>secde: yere kapanma</td></tr><tr><td>sekerat: ölüm ânı</td><td>selis: düzgün ve akıcı (bk. s-l-s)</td></tr><tr><td>sıdk: doğruluk (bk. ṣ-d-ḳ)</td><td>sırr-ı hikmet: hikmetin sırrı (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>taravet: tazelik</td><td>ukûl: akıllar</td></tr><tr><td>ulema: âlimler (bk. a-l-m)</td><td>vücud: varlık (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>zemzeme-i Kur’ân: Kur’ân sesi</td><td>ziya: ışık</td></tr><tr><td>üslûb-u beyan: açıklama tarzı (bk. b-y-n)</td></tr></tbody></table>
 
Üst