Üstad Neden Dünya Hadiselerini Merak Etmezdi ?

Huseyni

Müdavim
Yine Gençlik Rehberinde izahı var Bir zaman bana hizmet eden kardeşlerim tarafından sual edildi ki:

"Küre-i arzı herc ü merce getiren ve İslâm mukadderatıyla alâkadar olan bu dehşetli Harb-i Umumîden elli gündür (şimdi yedi seneden geçti aynı hâl) Haşiye (parantez içindeki not 1946 yılına aittir.) hiç sormuyorsun ve merak etmiyorsun. Halbuki bir kısım mütedeyyin ve âlim insanlar, cemaati ve camii bırakıp radyo dinlemeye koşuyorlar. Acaba bundan daha büyük bir hadise mi var? Veya onunla meşgul olmanın zararı mı var?" dediler.


Evet arkadaşlar, dünyayı sallayan, titreten bir hadise, umumi bir savaş oluyor ve Üstad’ın bu büyük hadiseye karşı lakayd kalması sonucunda, kendisine hizmet eden ağabeylerimiz ona bu soruyu soruyorlar. Ne kadar enteresan değil mi?

O zamanda olduğu gibi, günümüzde de bakıyoruz ve görüyoruz ki, alim diye, hoca diye nitelendirebileceğimiz insanlar, dünyanın siyasi, malayani işlerini, ahiret işlerine tercih edebiliyorlar. Öyle ki; sanki dünya işleri her şeyin üzerinde, sanki burada ebedi kalacak ve ahirette önce “siyasetle neden meşgul olmadın” diyecekler gibi, her şeyden fazla bu tür işlere önem veriyorlar. Tam namaza var 30 dk. Hoca diyor cemaatten samimi oduğu birine; “ben öğlen yokum sen kıldırıver namazı” “hayrola hocam nereye” “ya filanca bakan, milletvekili gelicek konuşmaya” ya da “filanca kanalda çok önemli bi tartışma var canlı” diyor, “Hocam sonra izlersin tekrarı var” ???. Ne kadar acı bir durum değil mi? Siyasi makamdan biri konuşma yapıcak diye namazımızı bile terk eder olmuşuz. Biri çıkıp bişey söylüyor, günlerce tercümanlığını yapıyoruz, bir habere bir defa bakmak kafi gelmiyor farklı kanallardan 10 larca kez izliyoruz. İzlemekle de kalmıyoruz, çevremizdekilerle konuşuyoruz, onlara anlatıyoruz. Peki Üstad neden o kadar ilgisiz kalmış siyasete, bir zararımı var ki merak etmemiş, daha önemli bir şey mi varki bu kadar kendini ondan uzak tutmuş ve uzak durulmasını tavsiye etmiş. Bakalım ne cevap vermiş?


Cevaben dedim ki:
Ömür sermayesi pek azdır; lüzumlu işler pek çoktur.


Ne kadar yaşıyoruz dünyada? Bilemiyoruz. Öleceğimiz an belirli değil. Her an ölümle karşı karşıya gelebiliyoruz. Bazen yolun bi tarafından karşısına geçmeye niyetleniyoruz, yolun karşısına geçemeden karşıya (öbür dünyaya) geçiyoruz. Kimimiz doğarken ölüyor, kimi birkaç sene kimi 60 kimi 70 vs. Ebedi olan hayata göre hiç hükmünde bir ömrümüz var. Oysa bu az olan ömürde öyle şeyler var ki bize ebedi saadeti veriyor kazandırıyor.. Şimdi tekrar bakalım, Üstad bu pek çok lüzumlu işleri nasıl tarif ediyor.

Birbiri içinde mütedâhil dâireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve ceset ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve küre-i arz ve nev-i beşer dairesinden tut, tâ zîhayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Herbir dairede, herbir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede en büyük ve ehemmiyetli ve daimi vazife var. Ve en büyük dâirede en küçük ve muvakkat arasıra vazife bulunabilir. Bu kıyasla, küçüklük ve büyüklük makûsen mütenasip vazifeler bulunabilir.

Evet, hayatımızda, Üstad’ın tabiriyle birbiri içinde birçok daireler var. Ve her birinde olan görevlerimiz farklı farklı. En büyük dairedeki vazifemiz en az, en küçük dairedeki vazifemiz ise en çok olandır. Yani ters orantılıdır. En büyük daireyi dünya, siyaset ve toplum hayatı olarak düşünürsek, bu daireden merkezdeki daireye doğru geldikçe vazifelerimiz artıcaktır.

Mesela dünya dairesinde çok az işimiz olurken veya hiç olmazken, insanlar bu dairenin cazibesine kapılarak en küçük dairedeki vazifelerini ihmal ederler. Sonra memleket ve vatan dairesine geldiğimizde buradaki görevlerimiz dünyaya göre biraz daha fazladır. Vakti geldiğinde askerlik yapmak, 4-5 senede bir oy kullanmak vs. Sonrasında şehir ve mahalle dairesine doğru geldikçe vazifemiz daha da artmaktadır. Bu dairelerdeki sorumluluklarımız üst dairelerdekine göre daha fazladır. Bu daireden bir içerideki daireye geldiğimizde, komşularımızla alakalı vazifelerimiz, ailemizle alakalı vazifelerimiz çıkar karşımıza. Komşularımızın maddi manevi durumları, bizi şehrimizdeki insanlardan daha çok alakadar etmelidir.

Peygamberimiz’in S.a.v. komşuluk hakkında bir çok tavsiyeleri var. Bunlardan birini mealen paylaşmak isterim. “
Cebrail aleyhisselam bana daima komşu hakkını vasiyet ederdi. Hatta ben ölünce malımdan miras alacaklarını zan ettim.” Demek içerideki dairelere doğru gelirken görevlerimiz de o nispette artıyor. Ailemize karşı olan sorumluluklarımız ise çok daha fazla. Onların geçimini sağlamak, mümkün mertebe maddi ve manevi her daim yardımlarına koşmak, anne babaya karşı olan görev ve sorumluluklarımız, çocuklarımızın eğitimi gibi bu dairede bir hayli vazifelerimiz vardır. Ve en içerideki daireye girdiğimizde karşımıza kalp, mide, vs.den oluşan beden dairemiz çıkar. Hatta diyebiliriz ki en büyük vazife nefsimizle olan savaşımızdır.

Peygamberimiz S.a.v. Tebük seferinden dönerken şu sözü söylemiş sahabelerine
“Şimdi küçük cihâddan büyük cihâda dönüyoruz!” ve bu büyük cihadı da nefisle olan cihad şeklinde tanımlamış. Demek en büyük vazife o zaman nefis dairesinde. Midemizi günde 1 öğün doyursak belki yeter ama suyu daha sık içeriz. Bunları yapmazsak vücudumuzu beslemezsek, maddi hayatımız sekteye uğrar. Ama en büyük görevimiz olan nefis mücadelesini yapmazsak, manevi hislerimizi doyuracak ibadetleri yerine getirmezsek, tabiri caizse onları beslemezsek hem bu dünyadaki manevi hayatımız, hem de Allah korusun ebedi hayatımız mahvolacaktır.

Bu en küçük dairelerdeki vazife ihmallerinin sonuçları çok vahimdir. Hatta en büyük dairedeki tüm olumsuzluklar, bu dairelerdeki vazife ihmallerinin neticesidir diyebiliriz. Nasıl mı?

Aile bir toplumun çekirdeğidir. Hayatımızı en az alakadar eden en büyük daire ise bu çekirdeğin meyvesidir. Bir aile düşünün ki; baba, akşama kadar o siyasi senin bu siyasi benim, Obama senin, Ahmedinejad benim, akşama kadar günün haberleriyle, çekişmeleriyle meşgul. Anne derseniz ona keza. Babadan fırsat bulursa o da magazinlere dalmış, çıkamıyor bir türlü. Çocuk ise kendi aleminde. Aynı evin içinde birbirinden farklı alemler… Çocuğun anne babadan gördüğü ilgi yeme, içme, giyim ve okul ihtiyaçlarından ibaret. Günümüzde ecnebi hayranlığının ne safhada olduğunu biliyoruz anlatmaya gerek yok. Böyle bir ailede, anne babasından kopuk bir dünyada yaşıyan çocuk topluma nasıl fayda sağlayabilir, ondan ne beklenebilir?

Maalesef çocuğunu manevi bakımdan ihmal eden ailelerin tersine olarak, başkaları o görevi fazlasıyla yerine getiriyor. Çocuk aileden görmediği ilgiyi, dışarıda kötü tabir ettiğimiz insanlardan görse onlara muhabbet besliyor. Sonra gençlik çağında bu çocuk milletin başına muzır bir hale geliyor. İşte terör, baskı, zulüm, kapkaç, hırsızlık, her türlü fuhşiyat vs. bütün olumsuz örnekler, gördüğümüz gibi en küçük dairelerdeki vazifelerin ihmalinden geliyor. Peygamberimiz S.a.v. “neye layıksanız, onunla idare olunursunuz” diyor bir hadis-i şeriflerinde. Yani toplumun düzelmesi, partizanlık yapmakla, x veya y partilerini başa getirmekle olabilecek bir şey değildir. En geniş dairenin düzeni layıkıyetle alakalıdır. Önce o düzene layık bir toplum olmak gereklidir. Bu da en küçük daireyi en çok işlettirmektir.



Sitemizin sohbet bölümünde yapılan dersten alıntıdır. Sohbet bölümüne ana sayfadan ya da RisaleSohbet.Net - islami sohbet - dini sohbet, islami chat, islami muhabbet, dini chat, risale sohbetleri, bediuzzaman sohbetleri, sesli goruntulu risale sohbetleri, nur cemaati agabeylerinin sohbetleri sitesindeki sağ üstte risalescript programını indirip, kurarak ulaşabilirsiniz.
 

Huseyni

Müdavim
[FONT=&quot]Fakat büyük dairenin câzibedarlığı cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp lüzumsuz, mâlâyani ve âfâkî işlerle meşgul eder. Sermaye-i hayatını boş yerde imha eder. O kıymettar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür. Ve bazen bu harp boğuşmalarını merakla takip eden, bir tarafa kalben taraftar olur. Onun zulümlerini hoş görür, zulmüne şerik olur.[/FONT]

Ömür dediğimiz sermayeyi heder eden, malayani işlerin başında siyaset dairesi gelir. Ne dünyamıza ne de ahretimize faydası olmayan siyaset dairesi, o kadar cazibelidir ki, içine düşen bir daha zor çıkıyor. Bu dairede en çok rastladığımız çirkinliklerden biri de gıybettir. Karşılıklı iftiralar, olur olmaz, doğru yanlış sözler, hakaretler vs. çirkinlikler bu dairede sık sık görülür. Oysa gıybet çok büyük bir günahtır. İsterseniz bir ayetle gıybetin ne kadar çirkin bir şey olduğuna bakalım. Kur’an-ı Kerim, Hucurat Suresi 12. Ayette mealen şöyle diyor. Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyicidir.”Bu konu risalelerde çok güzel bir şekilde izah edilmiş, müracaatlar oraya.

Çoğu insanın ömür sermayesi bu siyaset dairesi içinde heder olup gidiyor, görüyoruz. Ve insanda tarafgirlik, yani bir tarafı tutma hissi her zaman mevcuttur. Bu tür siyasi ve harbi boğuşmaları ilgiyle izleyen insan ister istemez bir tarafa kalbi meyleder. Sonrasında tuttuğu tarafın hataları, zulümleri bile ona hoş gelmeye başlar. Zulmedenin küçük bir iyi hareketini görse, zamanla kötülüklerini görmez olur, görmezden gelir. Bazen gayri Müslim bir ülkenin, Müslüman bir ülkeye, topluma yaptığı zulümleri hoş karşılayan Müslüman insanlara rastlıyabiliyoruz. Zulme taraftar olmakta bir nevi zulümdür. Zulmün artırılmasına ve devamına bir fetvadır. Zulmedenin cezası ise çok büyüktür. İşte bu gibi haller de bu daireye girmemek, ömür sermayesini orada harcamamak için yeterli bir sebeptir.

[FONT=&quot]Birinci noktaya cevap ise: Evet, bu Cihan Harbinden daha büyük bir hadise ve bu zemin yüzündeki hâkimiyet-i âmme dâvâsından daha ehemmiyetli bir dâvâ, herkesin ve bilhassa Müslümanların başına öyle bir hadise ve öyle bir dâvâ açılmış ki, her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek dâvâyı kazanmak için bilâtereddüt sarf edecek. [/FONT][FONT=&quot]

[/FONT]
[FONT=&quot]İşte, o dâvâ ise, yüz bin meşâhir-i insaniyenin ve hadsiz nev-i beşerin yıldızları ve mürşidlerinin müttefikan, Kâinat Sahibinin ve Mutasarrıfının binler vaad ve ahdlerine istinaden haber verdikleri ve bir kısmı gözleriyle gördükleri şu ki: [/FONT]
[FONT=&quot]
[/FONT]
Herkesin, İmân mukabilinde, bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlarla müzeyyen ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek dâvâsı başına açılmış. Eğer İmân vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyunluk tâunuyla çoklar o dâvâsını kaybediyor. Hattâ bir ehl-i keşif ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği dâvânın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?


Üstad bu cevabı 2. Dünya savaşı için vermiş, fakat günümüzde de buna benzer savaşlar umumi olmasa da devam etmektedir. Ya da o zamanlarda yapılan, top tüfek savaşları bugün farklı boyutlar kazanmış diyebiliriz. Teknolojik savaş, kimyasal savaş, medya savaşları, yıldız savaşları...:) Siyasi kavga ve çekişmeler de bunlardan birisidir. Tüm bu bahsettiğimiz şeylerin dünyamız için bile bize bir faydası olmamakla birlikte, hadi olduğunu düşünsek hepsi bir ömür bir eder. Bunun da tam anlamıyla bir fayda, saadet olduğunu söyleyemeyiz.

[FONT=&quot]İşte dünyadaki bu tür cereyanlardan çok daha önemli, bahsettiğimiz geçici ve kirli bir saadetle kıyaslanamayacak bir dava var. Bu dava herpimizin en büyük davası olmalıdır. Hepimizin başına ebedi bir saadeti kazanmak ve kaybetmek davası açılmış. Bütün dünyayı şu sınırlı olan ömrümüzde bize verseler, ebedi olan hayatı kazanmaktan daha ehemmiyetli olabilir mi?
[/FONT]

[FONT=&quot]
[/FONT]

Allah bize emrine uymamız halinde o kadar güzellikler, tarifini yapamadığımız, yapmaktan aciz kaldığımız vaadlerde bulunmuş ki hiçbir vaad onun üzerinde olamaz. Ve Allah vaadinden dönmez. Ve iman mukabilinde insanların ebedi bir saadeti kazanacağına, Allah c.c. ‘den sonra 124 bin peygamber “Allah’ın Selamı onların üzerine olsun.”, alanında ihtisas yapmış 124 milyon evliya, asfiya, alimler v.d. imzasını atmış. Bundan daha garanti bir vaad olabilir mi? Bundan başka hangi dava var ki bu kadar alanında ehil kişi tarafından tasdiklenmiş olsun? Yerine getirilmeyen boş vaatlere bütün vaktini harcayıp, vaadinden dönme ihtimali olmayan Allah’ın vaadlerine lakayd kalmak ne kadar doğrudur? Millet olarak da bu en büyük zaaflarımızdan. Birilerinin bize boş ve yalan vaadlerde bulunmasından hoşlanıyoruz. Kulağımıza hoş geliyor.

Kazanmak ve kaybetmek davası dediğimiz davayı kazanmanın yolu sağlam bir imandır. Sağlam iman sahibi olmak ise; bahsettiğimiz en küçük dairenin çarklarını harekete geçirmekle mümkün olabilir. Yoksa bu dünyanın tüm saltanatını tek başımıza bize verseler, ebedi saadeti kaybetmenin yanında hiçbir ehemmiyeti olamaz. Allah bizi o davayı kaybetmeyenlerden eylesin. Amin.

İşte o dâvâyı kazandıracak olan hizmetleri ve yüzde doksanına o dâvâyı kaybettirmeyen harika bir dâvâ vekilini o işte çalıştıran vazifeleri bırakıp, ebedî dünyada kalacak gibi âfâkî mâlâyaniyatla iştigal etmek tam bir akılsızlık bildiğimizden, biz Risale-i Nur şakirtleri, herbirimizin yüz derece aklımız ziyade olsa da ancak bu vazifeye sarf etmek lâzımdır diye kanaatımız var.

Üstad’ın belirttiği gibi, ebedi saadeti bize kazandıracak olan iman hizmeti en büyük hizmettir. Bütün mesaimizi bu yönde harcamak elzemdir. O dünya cereyanlarına ilgi duymamakla, belki dünyanın maddi lezzetlerinden yoksun görünüyordu. Üstad’ın iman yolundaki gördüğümüz fütuhatı, muvaffakiyeti o en küçük dairenin en çok işletilmesindendir. Bugünkü Risale-i Nur’lar Üstad’ın dünya hadiselerine olan ilgisizliğinin, siyasi meseleleri ciddiye bile almayışının, en büyük vazifeyi, en küçük dairede uygulamasının bir meyvesidir. Ve bu meyveden bugün milyonlarca kişi istifade ediyor, imanını takviye ediyor, imanı yoksa iman sahibi oluyor. Bu muvaffakiyetteki en büyük etken, şüphesiz ki dersi ilk kendi nefsine vermesidir. O önce kendi nefsini muhatap almış, sonra kim isterse nefsimle beraber dinlesin demiş. Bununla beraber iman meselesini hep en üst seviyede tutmuştur. Buna şu sözüyle misal verip inşaallah dersimizi bitirelim.


"İşte benim bütün hayatım böyle zahmet ve meşakkatle,
felâket ve musîbetle geçti.
Cemiyetin îmânı,
saadet ve selâmeti yolunda nefsimi,
dünyamı fedâ ettim; helâl olsun.

Onlara bedduâ bile etmiyorum.
Çünkü, bu sâyede Risâle-i Nur,
hiç olmazsa birkaç yüz bin,
yâhut birkaç milyon kişinin-adedini de bilmiyorum ya, öyle diyorlar.
Afyon Savcısı beş yüz bin demişti.
Belki daha ziyâde-îmânını kurtarmaya vesîle oldu.
Ölmekle, yalnız kendimi kurtaracaktım,
fakat hayatta kalıp da zahmet ve meşakkatlere tahammül ile bu kadar îmânın kurtulmasına hizmet ettim.
Allah'a bin kere hamd olsun.


"Sonra, ben, cemiyetin îman selâmeti yolunda âhiretimi de fedâ ettim.
Gözümde ne Cennet sevdâsı var, ne Cehennem korkusu.
Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin îmânı nâmına bir Said değil,
bin Said fedâ olsun.
Kur'ân'ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa,
Cenneti de istemem;
orası da bana zindan olur.
Milletimizin îmânını selâmette görürsem,
Cehennemin alevleri içinde yanmaya râzıyım.
Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül gülistân olur."




Bunun üzerine başka söze gerek var mı?
Subhaneke la ilmelena illa ma allemtena inneke entel alimül hakim. Lillahi Teale’l Fatiha.
 

Huseyni

Müdavim
EN BÜYÜK DÂVÂ


BU dünya fânidir.
En büyük dâvâ, bâki olan âlemi kazanmaktır.
İnsanın i’tikadı (imanı) sağlam olmazsa, dâvâyı kaybeder.
Siyasetle meşgul olan, ehemmiyetli ve asıl vazifelerinden ister istemez geri kalır.
Hem de siyaset boğuşmalarına kapılanlar, selâmet-i kalbini kaybeder.


Emirdağ Lâhikası, s. 15.
 

Muvahhid1

Well-known member
[BILGI]
Aziz kardeşlerim,

siz kat'î biliniz ki:

Risale-i Nur ve şakirdlerinin meşgul oldukları vazife,
rûy-i zemindeki bütün muazzam mesailden daha büyüktür.
Onun için dünyevî merak-aver mes'elelere bakıp, vazife-i bâkiyenizde fütur getirmeyiniz.

Emirdağ Lâhikası
[/BILGI]
 
Üst