Üstad hazretlerinin talebesi Emekli Albay merhum Hulusi YAHYAGİL

Nevzatt

Well-known member
327.jpg


1895 Elazığ Harput'ta doğmuştur.Birinci Dünya Savaşında,
Kafkas ve Çanakkale savaşlarında bulunmuştur.1950 yılında Albay rütbesi emekliye ayrıldı.Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin ilk talebelerindendir.25 Temmuz 1986 da Elazığ da Hakkın rahmetine kavuşmuştur.

Üstad hazretleri, Barla Mektupları isimli eserde Merhum Hulusi YAHYAGİL 'e hitaben''Hulusi Bey'e Hitabdır'' başlığı altında yazılan mektupda şunları söylüyor....
'' Ben Sözler'i yazarken, ihtiyarsız olarak ekser temsilat,şuunatı askeriye nevinden zuhur ediyordu.Ben hayret ediyordum.Neden böyle yazıyorum,sebebini bilmiyordum.Sonra hatırıma geldi ki : belki istikbâlde şu Sözler'i hakkıyla anlayacak,kabul edip hırz-ı cân edecek,en mühim talebeler askeriyeden yetişecek.Onun için böyle yazmaya mecbur oluyorum,düşünüp o kahraman askerleri bekliyordum.İşte mağrur olma,şükret;sen o askerlerden bahtiyar birisin ki,evvel yetiştin''

Hulusi Bey Üstadının derslerinde bulunduğu sırada, Üstad kendisine şöyle hitap ediyordu:''Ben Türk Ordusunun aleyhinde bulunmam!Çünki bu Türk Ordusu Birinci Cihan Harbinde,Allah ve vatan yolunda bir milyon şehid vermiştir.!''

Yine Üstad hazretleri Barla Lahikası sayfa 164 de bizzat Hulusi YAHYAGİL için, ''Nurun eskiden beri hiç sarsılmayan muhlis bir kahramanı elbette dünyanın geçici,kıymetsiz,fani vaziyetleri karşısında telaş etmez,mağlup olmaz inşaallah'' buyurmaktadır.
 

Garib

Well-known member
Allah razı olsun ededen daimen.Barlada mukaddimede aziz ustad onun ve sabri abinin nur hizmetindeki samimi ve ciddi iştiyaklarını anlatması dahi mübarek ağabeyin hususiyetini ispat eder inş bizde onların takipcisi oluruz amin
 

Sergerdan

Well-known member
Hulûsi Bey'in bir fıkrasıdır.)



Aziz Üstad, Müşfik Kardeş, Muhterem Mücâhid!



Son iki hafta içinde, iki defada vürûd eden Yirmi Dokuzuncu Mektubun Altıncı Kısmı ile Kenzü'l-arş Duasının feyzinden gelen bir nükte-i Kur'âniye ve Yirmi Dokuzuncu Mektubun Sekizinci Kısmının Sekizinci Remzî ve Altıncı Remzi isimlerini taşıyan mu'ciznümâ eserleri aldım.



Birinci mektub, hasbe'l-beşeriye çok sıkıldığım bugünün hemen saatinde elime geçti. Evet, gözlerim böyle bir nur'a, aklım böyle bir derse, hasta vücudum böyle bir ilâca, muzdarib ruhum böyle bir teselliye, nihayet zâlim nefsim böyle bir mânevî terbiyeye çok muhtaç olduğu bir zamanda bu eserin yetişmesi, hem hakikatte üç gün sonra postaya verilen ikinci eserden dokuz gün evvel gelmesi, kat'iyetle gösteriyor ki; bu iş kendi kendine veya tesadüfî olmuş değil. Belki gelmiş değil, gönderilmiş. Yetişmiş değil, yetiştirilmiş. Maksadsız değil, bu hizmete koşturulmuş. Hattâ bir dest-i gaybî tarafından en lüzumlu bir anda, en muhtaç ve Kur'ân hâdimlerinin en zaîfi, en âcizi, en liyâkatsızı, en zebunu bulunan bu biçare kardeşinize mahz-ı eser-i Rahmet ve inâyet olarak sunulmuştur.



اَلْحَمْدُ ِللّهِ هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّي



Yirmi Dokuzuncu Mektubun Altıncı Kısmını pederim, Fethi Bey, Hoca Abdurrahman ve diğer bir zat hâzır iken, geçen cuma okudum. Ben bir kaç defa sırf kendi hesabıma mütalâa ettim. Okuyacak ve okunması icab edecek mahdut zevâtın da inşâallah istifadesine çalışacağım. Bu nurlu eserler hem okşamak, hem korkutmak gibi iki zıd te'siri hâizdir. İnsanlara bu iki vâsıtadan birinin müessir olacağı da şüphesizdir. İşte bu hakikatı göz önünde bulunduran



(Sh: B-113)

şerâit-i îmandaki esaslara müşabih bir tarzda, Kur'ân-ı Hakîmin tilmizlerini ve hâdimlerini hakikaten îkaz ediyor ve aldanmamaları için altı esası kendilerine bihakkın ders veriyorsunuz:



l- Hubb-u câh yerine, Allah'a imanın bir mânası olan Rızâ-i İlâhî'yi...



2- Havf ve vehim yerine kadere îmanı...



3- Hırs ve tama' yerine اِنَّ اللّهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ اْلمَتِينُ Âyet-i Celîlesi delâletiyle, Kur'ân'a kütüb-ü İlâhiyeye imanı.



4- Menfî milliyetçilik hissi yerine bütün cin ve inse mürsel, Nebiyy-i Efham (sallâllahu teâla aleyhi ve sellem) Efendimiz Hazretlerinin mesleğini;



اِنَّمَا اْلمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ ve وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّهِ جَمِيعًا وَلاَ تَفَرَّقُوا

gibi âyât-ı mübarekeyi derhatır ettirmek suretiyle Peygamberlere îmanı...



5- Enâniyet yerine, acze... noksanımızı itiraf ve Kur'ân'ın tereşşuhatının neşr ve muhafazası bâbında hissemize düşen hizmeti yapmak ve hizmetle mükellef olduğumuzu bilerek neticeyi hesaplamamak. Yani bir nevi beşeriyetten çıkmak. Kütüb ve Suhuf-ı enbiyâyı inzâle vasıta olan melâikeye benzemek suretiyle meleklere îmanı...



6- Tenbellik ve tenperverlik yerine vazifedarlık... Kudsî ve her saatı bir gün ibadet yerine geçecek kıymette olduğuna şüphe edilmemek lâzım gelen Kur'ânî hizmete vakit bırakmayacak hallere karşı, bu hizmetin ulviyetini dahi düşünerek elden çıkmazdan evvel gözü dört açmayı, yâni ölmezden evvel hayatın kadrini bilmek gibi, kat'î bir lisanla âhirete îmanı delâleten, remzen, işâreten sarahaten ders veriyorsunuz ve ikaz lütfunda bulunuyorsunuz.



Allah-ü Zülcelâl Hazretleri sizden ebeden râzı olsun ve ümmet-i merhume-i Muhammediyeyi (A.S.M.) dalâletten kurtarmak ve şehrâh-ı Kur'ân'a delâlet eylemek hususundaki ihlâslı mücâhede ve

(Sh: B-114)

hizmetinizde dâim ve muvaffak buyursun; âmîn... bihürmeti Seyyidilmürselîn.. ve bihürmeti Kur'âni'l-Mübîn...





"Kenzü'l-Arş duasının feyzinden gelen bir nükte-i Kur'âniye" serlevhalı eserle, Yirmi Dokuzuncu Mektubun Sekizinci Kısmının Sekizinci Remzindeki füyûzât, tarif ve tavsif edilmeyecek âlî ve müstesna bir vaziyettedirler.



Birincide: Bütün hurufât-ı Kur'âniyenin aded itibariyle işâret ve îzah buyurulan tevâfukları, garîk-ı beht ve hayret etti. Dört küçük sûredeki hurufâtın tevâfukat veçhine kısmen işâret eden ikinci eser: Hakka ki mu'ciznümâdır. Nebiyy-i Âhirzaman, medâr-ı fahr-i cihan, sebeb-i hilkat-i ekvân ve nüzûl-i Kur'ân, peygamberimiz Muhmmed Mustafa (Sallâllahu teâlâ aleyhi ve âlihi ve eshâbihi ve ezvâcihi) Efendimiz Hazretlerinin eser-i hikmet ve rahmet olarak, şimdiye kadar mahfî kalmış mu'cizelerinden i'câz-ı Kur'ân'a taallûk eden ve gaybî tevâfuk nâmiyle sevgili üstadımız tarafından mevki-i intişara vaz'olunan bu emsalsiz eserlere karşı duyduğum mânevî zevk ve feyzin binden birini bile arz edemeyeceğim. Ve mazhar olduğumuz bu kadar azîm niam-ı İlâhiyeye ve Kerem-i Sübhaniyeye karşı şükürden âcizim.



اَللّهُمَّ حَصِّلْ مُرَادَنَا وَ مَقْصُودَ اُسْتَادِنَا سَعِيدِ النُّورْسِى بِحُرْمَةِ حَبِيبِكَ الْمَكِّىِّ الْمَدَنِىِّ الْهَاشِمِىِّ الْقُرَيْشِيِّ
 

Sergerdan

Well-known member
Nurların Birinci Talebesi Hulûsi Yahyagil

Hulûsi Ağabeyimiz'i, oğlu Necmeddin Yahyagil şöyle anlatıyor:

"Meşakkatli bir hayat geçirmesine rağmen 13 yaşında başladığı namazı, ömrünün sonuna kadar bir defa olsun terk etmemiş. Birçok muharebeye katılmış. Çanakkale Harbi'nde emrine verilen 89 kişilik bölüğüyle başarılar kazanmış. Rus cephesinde çarpışmış. Bakü'nün alınışında bulunmuş. O yokluk günlerinde, çetin kış şartlarında hem düşmana karşı savaşmışlar hem de oruç tutmuşlar. Anlatırdı; günlük 'altı zeytinlik' kumanyaları varmış. Bunlardan üç tanesini sahurda, üç tanesini de iftar açarken yerlermiş. Sakarya, Çanakkale ve Rus harplerinden madalya ve beratlar kazanmıştı. İzmir'in kurtuluşunda şehre ilk giren bölüklerden birinin başında olduğunu söylerdi. 'Padişahım çok yaşa!' diye bağırarak şehre girdik, derdi. Allah'tan başka kimseden korkmazdı. Korkusuz, pervasız biriydi. Subaylar ondan çok korkarlar, erler ise kendisini çok severlerdi. Komutan olduğu yerlerde, askere okunacak hutbeyi kendisi yazar verirdi. (...) Zekâsı çok kuvvetliydi. Dünya malına kıymet vermezdi. Dünya ile maddî bir bağlantısı yoktu. Hayatında bir tek hediye kabul etmemişti. Dünyada bir tek çöp almadığı gibi, ben küçükken dedemden kalan evi de sattı. Öldüğünde üzerlerindekilerden başka bir eşyası, malı yoktu. Maddî hiçbir miras bırakmadı bize. İşi gücü ibadetti. Uyku nedir bilmezdi... Emekli olduktan sonra Elazığ'a geldiğinde evde aynı odada kaldık. Gece yarıları uyanışımda, onu ya namaz kılarken veya Risale yazarken bulurdum. Delâil-i Hayrat ve Kur'an-ı Kerim'den başka kitap yoktu. Abdestsiz gezmezdi katiyen... (...) Babam ve arkadaşları içeride Risale yazarken, kapıda bekçilik yapardım. Dinin baskı altında tutulduğu günlerdi o günler. Bana 'Sen bu hizmetin kapıcısısın' derdi. O beni sevindirmeye yeterdi. Öldükten sonra dükkanıma geldi. Geldiğini başkasına söyledikten sonra gelmez oldu."

Hacı Hulûsî Ağabeyimiz diyor ki: "Bir gün rüyamda alay komutanına tekmil verecektim. Baktım ki, Üstad alay komutanının makamında oturuyor. Bana dedi ki: 'Her gün seninle iki defa görüşeceğim.' Bu rüyanın tevilini Üstad'a sorduğumda buyurdular ki: 'Sabahları seni, yanımda hazır edeceğim, akşamları da ben senin derslerine geleceğim.' Bundan dolayıdır ki, zaman zaman akşam derslerinde uyanık olmamızı, aramızda hürmet gösterilmesi icap eden birinin varlığını söylemişimdir ki, işte o zât, Üstad'dır. Her akşam dersimize teşrif eder. (...) Birinci Söz'deki 'temsil'de seyahat eden mütevâzı zât, tamamen Üstad'ımızdır. Nebat, ağaç ve otların ipek gibi yumuşak kök, damarları nasıl 'Bismillah' tesiriyle, yeraltında sert taşı toprağı delip geçiyorsa, aynen onun gibi 'Bismillah' ile mevki-i intişara konulan 'Sözler' de hârika bir tarzda arza yayılıyor. (...) Yirmibeşinci Lem'a: Maddî ve mânevî bütün hastalıklara mükemmel devâdır. (...) İslâm âleminin başına gelmiş olan musibetlere, bu (Hastalar) Lemâsı'nda gizli işaretler bulunduğuna hükmeyledim. Basîretli ve nurlu arkadaşların, daha gizli hakikatler çıkardıklarını ümit ediyorum."

Abdullah Aymaz
 

Garib

Well-known member
(Bu uzun fıkra Hulûsi Bey'indir.)
بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ الْمَلَكِ وَاْلاِنْسِ وَالْجَانِّ
Eyyühe'l-Üstadü'l-Azîz!
Yirmi Sekizinci Mektubun Dördüncü Mes'elesini dört gün evvel, İkinci ve Üçüncü Mes'elesini ve melfuflarını dün almakla bahtiyar oldum.
Evvelâ: Muhterem Sabri Efendi'nin, hakk-ı âcizîde ibraz buyurduğu azim teveccüh ve takdîr-i üstadâneleriyle de müsbet tevazu'ları münasebetiyle bir kaç söz söylemeye müsaadenizi rica ediyorum. Şöyle ki: Bu fakîr-i pür-taksîr kardeşinizde, çok mükerrem ve muazzez tanıdığı Üstadının bazı hasletlerinden denizden katre nisbetinde vardır. Bu cümleden olmak üzere üç hâlimi arz edeceğim:
Birisi: Tâ küçük yaştan beri lütf-i Hakla Kur'ân'ın hakîkatına merak etmiş ve taharrî-i hakîkat yolunda bulunmuş. Nihayet aradığımı Eğridir'de Üstad-ı Muhteremimin neşre vasıta olduğu Sözler ünvanlı nurlarda bulmuşumdur. Bu buluş, beni evvel'emirde çirkâbdan selâmete, felâketten saâdete, zulmetten nura çıkardığı için Nurlara ve Hazret-i Kur'ân'a ve bu nurların izn-i Hak'la nâşiri, mübelliği, vâizi, dellâlı olan Üstadıma o andan itibaren ruhumda lâyetezelzel bir muhabbet ve bir alâka ve bir merbutiyyet hâsıl olmuştur. Yüzbin kere hamd ve şükürler olsun Nurlarla alâkadar olduğum zamanlarda, dünyevî bütün lezzetlerin fevkınde büyük bir zevk ve havâssımda azîm bir şevk hissediyorum.
İkincisi: Ubûdiyetin iktiza ettiği ve bu Nurlardan aldığım derslerin delâlet ettiği vecihle bütün kusurları, tekmil fenalıkları nefsimden ve iyilikleri, iyi şeyleri Allah'tan biliyorum. Nurlara ve Kur'ân'a hizmeti hasbî olarak arzu ediyorum ve neşrine muvaffak olamadığım için mü'minler hesabına çok müteessir oluyorum. Bu hâlime de şükürler olsun.
Üçüncü hâl ve hakikî şahsiyetim: Bunu ta'rif etmeğe cidden hicab duyarım. Hemen Cenâb-ı Allah'tan dilerim; beni ve bütün kardeşlerimizi nefis ve cin ve ins ve şeytanların mekrlerinden muhafaza eylesin ve dalâlete sapanlardan eylemesin, âmîn.
Benim kardeşlerim (Hâşiye-1); Üstadımın kardeş ve talebeleri olan zâtlar şübhesiz birinci ve ikinci hâli ruhlarında hissederler. Öyle ise beşerde bilhassa mü'minlerdeki hâsselerin inkişafı tahdid edilemiyeceği için tevfik-i Hudâ ile bir kere bu yola girenler, nefis ve şeytanlarına bu âciz, fakir ve bîçâre kadar mağlûb olmayacakları cihetle terakki ve istifadeleri de o nisbette ziyade olur. Muhterem Üstadım bu kusurlu talebesine teveccühü; insanlara, mü'minlere, mü'minlerin bilhassa benim gibi muhtaçlarına derece-i şefkatine ve benim ihtiyacımın en çok olduğuna delil ve misâldir.
Hülâsa: Bana liyâkatımın çok fevkınde hüsn-ü zan eden ve teveccüh gösteren aziz ve muhterem ve mütevazi' Sabri kardeş, bil ki çok günahkâr, çok âciz, fakir, müflis, ümmet-i Muhammed'den (ASM) bir abdim. Dualarınıza çok muhtacım. Acz ve fakr arzuhalini kabul ettirerek hazine-i hâssa-i Kur'ân'dan âleme muhtelif nam ve tarz ve şekillerde cevherler teşhirine muvaffak olan dellâl-ı Kur'ân'ın kudsî hizmetinde kendisine yardım en büyük emelim ve en ciddî temennim, en mukaddes niyetimdir. Bu niyetim sebebiyle Nurlarla meşgul olmak saâdetine mazhar olduğum dakikalarında, hilâf-ı me'mul bazı sözler kendiliğinden kalbime ve kalemime gelmektedir ki, bu ma'rifet benim değil elbet muhakkak ve mutlak Hazret-i Kur'ân'dan lemeân eden Nurlara aittir. Öyle ise asıl üstad Kur'ân'dır. Üstad-ı muhteremimiz elyak ve elhak muarrifi, mübelliği ve müderrisidir. Biz muhtaçlar fırsatı ganimet bilmeli, cevherleri almalı, kalbimize, dimağımıza nakşetmek, dâreynde medar-ı saâdetimiz olacak olan bu Nurları alâ-kadri't-tâka neşre çalışarak muhafazasını kuvvetleştirmeliyiz.
وَمِنَ اللّهِ التَّوْفِيقُ
Sâniyen: Mektûbât'ın küçüklerinden on üçünü hâvi hususî mektublar mecmuasını aldım. Bu vesîle ile de mâziyi hal yerine koyarak, derin mânalı, şirin sohbetinizi bir kere daha şevkle dinlemiş oldum. Zaten ben o vakitlerin mâzide kalmasına razı değilim. Her vakit hâl gibi mütalâa ediyorum. Mâzi, hal , müstakbel bunlar da itibarî birer taksim değil mi? Ehl-i zevk için bu taksîme ihtiyaç kalmıyor.
Sâlisen: Yirmi Sekizinci Mektubun Sekiz Mes'elesinden Birincisi, bana ait rü'ya hakkında kıymetli bir ders vermiş. وَجَعَلْنَا نَوْمَكُمْ سُبَاتاً âyetine güzel bir tefsir, nihayet mânâsı zâhir olmuş rü'yaya hoş bir ta'bir olmuştur. Nevme ait âyeti pek âlî ve münasib bir surette tefsirinizle, başta herkesten ziyade muhtaç Hulûsi'niz olduğu halde bütün Risale-i Nur ve Mektubâtü'n-Nur müstemi'lerine ve kâri'lerine faideli, zevkli, esaslı, ciddî, veciz ve belîğ bir ders daha vermiş oldunuz.
Şuraya bir işaret etmek isterim; Kur'ân'ın kerâmetine bir nokta, bir zerre daha ilâve ediyorum: Gerek Eğridir'de, gerek burada bazan zihmine bir şey gelir ve kendisiyle hayli meşgul ettirir. Hemen ilk mektubunuzda benim zihnimi işgal eden bu şeyin cevabını bulurum. (Hâşiye-2) Bu birde, beşde kalmadı, çok taaddüd etti. Onun için diyorum ki; kerâmet-i Kur'âniye'dendir.
İkinci Mes'ele: Güzel ve ilmî bir ders olmakla beraber bir cihet daha hâtıra geliyor. Hizbü'ş-şeytanın avenesi tâ buralardan dolaşarak sahte ve şaşırtıcı hareketlerle arkadan çevirmek istemeleridir. Bu sebeble şifâhâne-i Kur'ân'ın anahtarı, inâyet-i İlâhî ile elinde bulunan sevgili Üstadımızın bu zehirlere de ilâç yetiştirmesi ve silâhhâne-i Kur'ân'dan aldığı acîb silâhlarla mübareze etmesi nev'inden güzel ve bedi' üslûb ile ve hârika temsilâtla bulunuşu hakikaten şâyân-ı menn ü şükrandır. Allah sizden çok razı olsun.
Üçüncü Mes'ele: Hakikaten çok güzel, çok hoş, çok vâzıhtır. Bu mes'eleyi beş noktaya ayırmakla sanki İslâmın beş rüknünü hatırlatmış, selâmet için beş esâsı göstermişsiniz. Hem bunu dostlarınıza ve kalben sizden bir şey bekleyenlere, sual-i mukaddere cevab nev'inden kaleme almışsınız. Fakat hüsn-ü zanna mesağ veriyorsunuz. Niyetle me'cur ve faide-mend olacağını ihtâr ediyorsunuz. Sâil buna da razı. Otuz İkinci Söz'ün Üçüncü Mevkıfı zaten bu derde ilâç vermekte, bu yaraya merhem vurmakta ve bu arzuya çare bulmaktadır.
SÖZLER ile kuvvetü'z-zahr olduğunuz mü'minler, bataklıktan çıkardığınız mütehayyirler, ayılttığınız sarhoşlar, iade-i şuûr ettirdiğiniz divaneler, şu zamanda Kur'ân'dan daha iyi mürşid olamıyacağına inandırdığınız hakikaten müştak insanlar, ilzam ettiğiniz münafıklar, mülhidler, hattâ kaçırdığınız şeytanları her gözü olan ve bakan gördü, akıldan nasibi olan anladı, kalbi bozulmayan inandı. Bu azim muvafakıyyâtın sırrı, acz yolunun rehberi olan Kur'ân'ın ve Nurların dellâlının gösterdiği hakikî acza karşı Hâlikın ihsanındadır. وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍٍ âyet-i celîlesine istinâden her ne matlubunuz varsa Kur'ân'dadır. Buna muvaffak olmak için; Nurlarla alâkadar olmak, Kur'ân'a hâdim olmak, Allah'a karşı haddini ve acz-i tam içinde bulunduğunu anlamak ve bütün mevcudiyetiyle kabul etmekle olur diye mütemadiyen mü'minleri bu kestirme, selâmetli ve saâdetli yola çağıran Üstadımızdan Allah-ı Zülcelâl Hazretleri ebeden razı olsun. Dünyevî, uhrevî bütün muradlarını hâsıl etsin. Ümmet-i Muhammed'e bağışlasın. Âmin, bi-hürmeti Seyyidi'l-Mürselîn.
Duanızın cümlemiz muhtacı ve duanızda bulunmak hepimizin borcudur. Sabri Efendi kardeşimiz ne güzel takdir etmiş, mâşâallah, mâşâallah. Kimin haddidir ki, bu Nurlarda yanlışlık bulsun. Evet bazı ibareler belki edebiyat denilen şeye tam muvafık düşmüyormuş. Bunda da isabet var. Çünkü edebiyat satılmıyor. Kur'ân'dan nurlar gönderiliyor. Bu fakir kardeşiniz bu Sözleri okuduğum zaman Üstadımı temsil eder bir hal alıyorum. Tâbiratınızla, şivenizle okumak bana o kadar zevkli, lezzetli geliyor ki, târif edemem. Onun için bir harfe dokunmayı azim bir günah işliyor telâkki ediyorum. Bazen verdiğiniz selâhiyetin manevî kuvvetiyle namınıza olarak bir harfin yerini değiştiriyor veya kaldırabiliyorum. İşte bendeki telâkki ve te'sir bu mahiyettedir. bu mektubu müsvedde ettiğim vakit tam bu anda müezzin minarede "Allahu Ekber" demişti. Ben de "Allahu Ekber (Celle Celâlühü)" ile mukabele etmiş idim. Bu hal işteki kudsiyete açık bir işaret değil mi?
Dördüncü Hususî Mes'ele: Eski Said lisaniyle de olsa ne kadar muvafık isti'mal-i silâh ediyorsunuz, bârekâllah. Mânevî taşlarınız وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ وَلكِنَّ اللّهَ رَمَى âyet-i kerîmesinde işaret buyurulduğu üzere hedeflerine isabet ettiğine kaniim. Allah böylelerinin şerlerini kudret kılıcı ile kessin. Böylesi hâin ve zâlimleri Kahhâr ismine tevdi' ederiz. Hizmette füturum yok, fakat mâni'lerin hadd ü pâyânı yok. Fakat dünyayı sırtıma yükleseler, her tarafımı ateşle sarsalar bu ulvî düşünceme mâni olamazlar. Amma buna gönül razı değil, çok şeyler arzu ediyor. Ne çare nefis ve cin ve ins şeytanları müdhiş topuzlarla karşıma dikildiklerinden, ister istemez mücadeleye mecburum, hakikî hizmetten geri kalıyorum. Buna ne kadar müteessif olsam azdır.
وَ آخِرُ دَعْوَيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
Hulûsi

(Hâşiye-1): Sabri gibi talebelere hitap ediyor.
(Hâşiye-2): Bu keramet-i Nuriye, Hulusi'de olduğu gibiçoklarda dahi tezahür etmiş ve ediyor.
 

Hakikat

Well-known member
Hacı Hulûsî Ağabeyimiz diyor ki: "Bir gün rüyamda alay komutanına tekmil verecektim. Baktım ki, Üstad alay komutanının makamında oturuyor. Bana dedi ki: 'Her gün seninle iki defa görüşeceğim.' Bu rüyanın tevilini Üstad'a sorduğumda buyurdular ki: 'Sabahları seni, yanımda hazır edeceğim, akşamları da ben senin derslerine geleceğim.' Bundan dolayıdır ki, zaman zaman akşam derslerinde uyanık olmamızı, aramızda hürmet gösterilmesi icap eden birinin varlığını söylemişimdir ki, işte o zât, Üstad'dır. Her akşam dersimize teşrif eder. (...) Birinci Söz'deki 'temsil'de seyahat eden mütevâzı zât, tamamen Üstad'ımızdır. Nebat, ağaç ve otların ipek gibi yumuşak kök, damarları nasıl 'Bismillah' tesiriyle, yeraltında sert taşı toprağı delip geçiyorsa, aynen onun gibi 'Bismillah' ile mevki-i intişara konulan 'Sözler' de hârika bir tarzda arza yayılıyor. (...) Yirmibeşinci Lem'a: Maddî ve mânevî bütün hastalıklara mükemmel devâdır. (...) İslâm âleminin başına gelmiş olan musibetlere, bu (Hastalar) Lemâsı'nda gizli işaretler bulunduğuna hükmeyledim. Basîretli ve nurlu arkadaşların, daha gizli hakikatler çıkardıklarını ümit ediyorum."

Abdullah Aymaz
 

zerrat

Well-known member
1895'te Elazığ Harput'ta dünyaya geldi. Birinci Dünya Harbinde, Kafkas ve Çanakkale muharebelerinde bulundu. l925 senesinde Harbiyeye girdi.
l950 senesinde Albay rütbesiyle emekliye ayrıldı. Bediüzzaman'ın ilk talebelerindendir. 25 Temmuz l986'da Elazığ'da vefat etti.
Nur ikliminin ışıklı dünyası ile aydınlandığım ve şeref bulduğum 27 Mayıs karanlığından sonraki gelen günlerdeydi. Bu zamanlar, benim için ışıklı günlerimin başlangıcıydı. Mezkur vakitlerin yaz mevsimlerinde, içinde yaşadığım Gaziler Beldesi'ne, Elaziz'den bir kumandan,bir Nurlu Albay şerefler veriyordu. Türk ordusunun bu aziz askerinin ilk dersini ve ilk sohbetini Gaziantep'in Başkarakol semtindeki misafir olduğu hanede dinlemek saadetine ermiştim.
Bahsini yazmaya çalıştığım asker:
Albay İbrahim Hulusi Yahyagil Beyefendi merhumdu.
Bu aziz büyükle daha sonraki senelerde, çok görüşmelerim, birçok defalar mektuplaşmalarımız olmuştu.
Elazizli aziz albay, Kur'ân gerçeklerinin rehberi Hazret-i Said'e talebe olan bir zattı. Daha da ötesi; Nur Risalelerinin ilk talebesi, ilk muhatabı olmuştu. Sözler ismindeki şaheserin son Sözler'inde tanıdığı, Hocası'na sorduğu çok değerli-mühim suallerle Mektubat eserinin yazılmasına da sebep olmuştu.

Temizliğe çok dikkat ederdi

"Hazret-i Üstad temizliğe çok dikkat ederdi. Her zaman, bilhassa Barla'da iken üst üste iki çorap giyerdi. Namaza duracağı esnada üstteki çorabı çıkarır, o­ndan sonra namaza dururdu. Daha sonraki hayatında ise çorabı çıkarıyor, çorapsız olarak namaza duruyordu. (Şafii mezhebinde çıplak ayakla namaza durmak sünnettir.) ''
 

zerrat

Well-known member
Kendilerini ziyaretim hayatımda inkılâp yaptı
"Kendilerini ziyaretim hayatımda inkılâp yapmıştı. Öyle bir hâlet-i ruhiye içindeydim ki, yazdığım mektuplardaki şevki, cevabî mektuplarında şu suretle ifade ediyordu:
"Neşr-i envar-ı Kur'âniyedeki muvaffakiyetin ve gayretin ve şevkin bir ikram-ı İlâhîdir, bir keramet-i Kur'âniyedir, bir inayet-i Rabbaniyedir. Sizi tebrik ediyorum."
"Ufak hizmetleri bile büyük görüyordu. Bunlar bizi teşvik etmek içindi. Halbuki istidadımız nakıs olduğu halde çok teveccüh ediyordu.
"Eğridir'den tayinim çıkmış. Doğuya gidiyordum, Hazret-i Üstad'dan ayrılacağım için çok üzgündüm. Üstad Hazretleri çok üzüldüğümü anlamıştı. Bir gün yanına ziyaretine gittiğimde (askerce): 'Emrediyorum, merak etmeyeceksin! Üzülmeyeceksin!' dedi. O anda bütün üzüntüm, gam ve kederim yok oldu.
 

zerrat

Well-known member
"Sen sünnet bilmez"

"Bir ziyaretimde çay içerken tam olarak bitirmemiştim. 'Kardaşım sen sünnet bilmez' dedi. Bununla, içilen bir şeyin iyice bitirilmesinin sünnet olduğunu ters vermek istemişti.
"Bidayette akşam ile yatsı arasında kimseyi kabul etmezdi.''
 

zerrat

Well-known member
"Ondaki nezaket"

Ondaki nezaket ve tevazu bambaşka idi. Bir gün ebced hesabı ile bir tarih bulmuştum, fakat bir rakam eksikti. O hiç bu eksikliği yüzüme vurmuyor, gayet nezîhâne ve nâzikâne bir şekilde şöyle diyordu:
"Maşaallah, bu binlerin içinde bir rakamın hiç ehemmiyeti yoktur."
 

zerrat

Well-known member
"Sözler'in başındaki şahıs"
Nurlu-merhum Albayı Elaziz'de ziyaret edebildiğim zamanların birisinde Nur Risaleleri gibi, ahirzamanın şaheser külliyesinin ilk talebesine şu suali sormuştum:
"Birinci Söz'ün başında, 'Ey kardeş! Benden birkaç nasihat istedin. Sen bir asker olduğun için askerlik temsilâtiyle, sekiz hikâyecikler ile birkaç hakikatı nefsimle beraber dinle. Çünkü ben nefsimi herkesten ziyade nasihata muhtaç görüyorum. Vaktiyle sekiz âyetten istifade ettiğim Sekiz Sözü biraz uzunca nefsime demiştim. Şimdi kısaca avam lisaniyle nefsime diyeceğim. Kim isterse beraber dinlesin."

"Birinci Söz'ün başında bu şekilde bahsedilen asker siz misiniz?"
"Bu dersi, Üstad ben kendilerini ziyaret etmeden evvel yazmış. Burada bahsedilen asker ben değilim. O asker manevi bir şahıstır. Daha sonraları askerlerden kendilerine talebe olacak kimseleri manen hissederek öyle yazmış."
Hulusi Yahyagil rahmetlinin bu cevabından sonra, aradan epeyce bir zaman geçmişti. l980 senelerinde ilk defa Barla Mektupları yayınlanmıştı. Bu lahikalardan yıllarca evvel Hulusi Ağabeyimin verdiği cevap meâlinde "Hulusi Bey'e Hitabdır" başlığı altında yazılan bir Barla mektubunda meselemizle alakalı olarak şunları okuyordum:
"Ben Sözler'i yazarken, ihtayarsız olarak ekser temsilâtı, şuunat-ı askeriye nev'inden zuhur ediyordu. Ben hayret ediyordum. Neden böyle yazıyorum, sebebini bilmiyordum. Sonra hatırıma geldi ki; belki istikbâlde şu Sözler'i hakkıyla anlayacak, kabul edip hırz-ı cân edecek, en mühim ltalebeleri askeriyeden yetişecek. o­nun için böyle yazmaya mecbur oluyorum, düşünüp, o kahraman askerleri bekliyordum. İşte mağrur olma, şükret; sen o askerlerden bahtiyar birisin ki, evvel yetiştin."
 

zerrat

Well-known member
Üstadın Türk ordusuna bakışı

İbrahim Hulusi Yahyagil'in Nur derslerinin ilk talebesi olmasından sonraki geçen zaman içinde, Türk ordusunun mümtaz askerlerinden ve subaylarından bir çok bahtiyar şahsiyet Nurlara talebe olmuşlardı.
Bu subaylarımızı bir rahmet duasına vesile olması için burada bazılarının isimlerini söylemek istiyoruz:
Refet, Hayri, Galib, Mehmed, Muhyiddin ve l935 lerde Eskişehir mahkemesinin başlangıcı sayılan Isparta'da muhakeme olurken, ifadesi alındığı sırada vefat eden "İstikamet şehidi Binbaşı Âsım Bey".
Hulusi Bey, Üstadının derslerinde bulunduğu sırada, Üstad kendilerine şöyle hitap ediyordu:
"Ben Türk ordusunun aleyhinde bulunmam! Çünkü bu Türk ordusu Birinci Cihan Harbinde, Allah ve vatan yolunda bir milyon şehid vermiştir!"
Yine bir nurlu ders esnasında, ilk nur talebelerinden Hâfız Halid Efendi'nin bahsi olmuştu. Bu zat için: "Çok haluk ve sakin bir zattı" diye buyuruyordu ve bana:
"Kardeşim, keşke sen de hafız olsaydın!"diye buyurmuştu. Üstad Bediüzzaman'ın bu temennisiyle Risale-i Nurların hakikatları hafızama yerleşmişti.
Üstad hayatının son senelerinde bana hitaben:
"Kardaşım, sen ilk zamanlarda çekirdektin. Şimdi ağaç oldun."
 

zerrat

Well-known member
Üstadın imzalı kitabı
Kendilerini Elaziz'deki ziyaretlerim esnasında elinde bastonuyla hanelerinden çıkarak, beş yüz metre kadar mesafedeki Nur dershanesine gelişi esnasında, karlı bir kış gününde kameraya da almıştım.
Hulusi Beye Üstadın kendilerinde imzalı bir kitabı olup olmadığını sorduğumda ise, kendileri mübarek elleriyle evinden l928'lerde Bekir Dikmen'in bastırdığı Haşir Risalesini getirmişti. Bu aziz yadigârın fotokopisini almıştım. Bu o­nuncu Sözün üzerinde şunları okuyorduk:
"Risale-i Nur Mizanlarından İman-Ahiret bürhanlarından o­nuncu Söz. Müellifi Said Nursî l342"
Haşir Risalesi'nin ilk sayfasında ise Üstad Bediüzzaman, ilk talebe ve ilk muhatabına hitaben şöyle diyordu:

"Uhrevî kardeşim Hulisi Bey'e hediyemdir! SAİD"
 

zerrat

Well-known member
Tasarruffu devam eden üç kişi

l97l'de Ankara'da Re'fetle (Barutçu) ilk defa görüşmüştüm. Rahmetli ne kadar tatlı bir ihtiyardı. O Hazret-i Üstad'dan bir hatıra nakletmişti:
"Bir gün Üstad Hazretleri bir münasebetle, üç kişinin tasarrufu devam ediyor. Bunlardan birincisi Abdülkadir Geylâni Hazretleridir" diye buyurunca, Re'fet Bey hemen sormuş:
"Efendim, diğer ikisi kimdir."
"Hazret-i Üstad ise: 'Diğerleri Hayyat-ı Harrânî ile Mârûf-u Kerhî' diye cevap vermiş.''
 

zerrat

Well-known member
Yanındaki kitaplar

''Onun ziyaretine vardığım zamanlarda yanında Kur'ân-ı Kerim, Hafız Şiirazî'nin bir eseri, bir de üç cilt Gümüşhaneli Ahmed Ziyaeddin Efendinin Mecmuat-ül ahzab isimli kitabı bulunuyordu.''
 

zerrat

Well-known member
Kur'ân ve evrad okuyuşu

Barla'da Üstad Hazretleri namazda (Cehrî okunan namazlarda, bilhassa sabah namazlarında) Kur'ân-ı Kerimin 'Elhamdülillâh' ile başlayan sûrelerini okurdu. Kur'ân-ı Kerim'i bambaşka bir tarzda okurdu. Kur'ân'ın hakikatlarını duyarak ve yaşayarak okurdu. Kur'ân'ın İlâhî sedası, o­nun bütün ruhunu kaplardı. o­nun okuyuşu, diğer hocaların ve hafızların okuyuşuna benzemezdi. Tecvid-i manevî üzere okurdu. (Kur'ân'ın mânasına uygun olarak okumak).
"Barla'da bir gece yanında, kalmıştım. Sabahlara kadar uyumadan ibadet ediyor, zikir ediyor, tesbih çekiyordu. Pek az uyurdu, uyur gibi görünürdü.
"Akşamla yatsı arasında evradını şöyle okurdu:
"LÂ - İLÂHE İLLALLAH - LÂ - İLÂHE İLLALLAH
Ey lâ râzıka illallah, Ey lâ ma'bûde illallah.
Lâ ilâhe illallah, Lâ ilâhe illallah.
Ey lâ râzıka illâhû, Ey lâ râzıka illâhû"
***
 

zerrat

Well-known member
Mevlânâ Camî'nin kıt'ası
l9l6'da Kafkas Cephesinde harpte iken Kerküklü Şeyh Rıza Talebânî'nin damadı Fasih de bizde yedek subaydı. Kayınpederinin Kadirî tekkesindeki odasında asılı olan şu Farisî kıt'ayı o­ndan almıştım.
"Yâ Resûlallah! Çi bâşed
çün seg-i Ashab-ı Kehf?
Dahil-i cennet şevem der
zümre-i ashab-ı tû,
O reved der cennet, men
der cehennem key revast?
O seg-i Ashab-ı Kehf, men
seg-i ashab-ı tû..."
(Ya Resûlallah! Ne olur Ashab-ı Kehf'in köpeği gibi ben de senin ashabının arasında Cennette gireyim. O Cennete gitsin ben Cehenneme, reva mıdır? O Ashab-ı Kehf'in köpeği ben senin ashabın köpeğiyim.)
"Bilâhare Üstad'ı tanıdıktan sonra bu kıt'ayı kendisine göndermiştim. Ayrıca, 'Beni Nur şakirdleri içinde Ashab-ı Kehf'in kıtmîri gibi kabul buyurun' diye yazmıştım. Bunun üzerine Üstad gönderdiği cevabında: 'İnşaallah sen bu zamanda Ashab-ı Kehf'in birincilerindensin. Biz mektubundan o ibareyi (Kıtmîr) kaldırdık. Sen de kaldır' diye yazdı.
"Sonra ziyaretine gittiğimde Üstad:
"Kardaşım, bu kıt'a Şeyh Rıza'nın değildir. O, heccavdır. Bu beyitler Mevlânâ Câmi'nindir" dedi.
"Ben de Şeyh Rıza'yı heccav biliyordum. Bu kıt'a nasıl o­nun olabilir diye merak ediyordum. Sonra bu kıt'ayı Yirmiyedinci Söz'deki Sahabeler risalesinin zeylinin başına koydu. O gün bahis Mevlânâ Câmî'den açılınca, 'Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, Molla Ahmed-i Cizrî ve Mevlânâ Câmî, her üçünün de makamı birdir. Bunların üçü de mânen bir seviyededir' diye buyurdu.
 

zerrat

Well-known member
Hataları direkt yüze vurmazdı.

"Bir gün o­nun huzurunda Risale-i Hamîdiye'nin bahsi geçmişti. Ben o­nun yazılış tahini l3l2 (l896) diye söyledim. Halbuki bu tarih yanlışmış. Üstad Hazretleri bu yanlışı yüzüme vurmayarak,
"Yakın kardeşim, yakın" dedi.
"Sonra eve gidince tarihine baktım, 6-7 yıl eksik söylediğimi anladım. Meğer hakiki tarihi l307 (l89l) imiş.''
 

zerrat

Well-known member
Bitlis'teki şeyhler

"Bir gün Barla'da ilk mülâkatımızda eski bir hatırasını şöyle anlatmıştı:
"Bitlis'de dört Şeyh vardı. Amma!... Herbirisi İmam-ı Rabbanî ha!... Bunların hepsi beni kendilerine çekmek istiyorlardı. Eski Said o­nların hepsine karşı müstağni kaldı. o­nlara dedim:
"Sizin biriniz bana kifayet etmez. Ben dördünüze de intisap edeceğim."
 
Üst