Osmanlının kuruluşunda bir öncü azınlık: horasan erenleri
Yukarıda sorduğumuz sorunun cevabı yine bir Öncü Azınlık olgusunda yatar. Tarihin derinliklerini araştırdığımızda da bu kadronun tarihe Horasan Erenleri adıyla geçen "dervişan hareketi" olduğunu görürüz. Horasan Erenleri; Gazali-Ahmed Yesevi-Şeyh Edebali üçlüsünün dikey tamlaşması sonucu ortaya çıkan bir tecdid hareketinin uzantısı idi. Gazali, özellikle felsefe ve Mu'tezile kelamından kaynaklanan tevhid-dışı düşüncenin müslüman bireyde meydana getirdiği manevi ve imanî yıkımı çok yüksek bir mantık ve kelam gücüyle önlemiş, müslümanların iman ve ihlasını tamir ve ıslah etmiş, yani geniş ölçüde "iman kurtarma" misyonunu ifa etmiştir. Ahmet Yesevi ise Gazalinin bıraktığı yerden hareketle tasavvuf yoluyla geleceğin yeni dünyası ve medeniyetini inşa edecek Öncü Azınlık'ı yetiştirmiştir. Burada Ahmed Yesevi ve yetiştirdiği kadrosu üzerinde kısaca duralım
Ahmed yesevi ve müridânı
Ahmed Yesevi, bugün Çin'in Doğu Türkistan bölgesinde Aksu sancağına bağlı ve Aksu'nun 176 km Kuzey Doğusunda bulunana Sayram sancağında doğdu. Sayram, tarım ırmağına bağlı Şahyar nehrine dökülen Karasu'nun üzerinde küçük bir kasabadır. Ahmed Yesevi'nin hangi tarihte doğduğu kesin olarak bilinmemekle beraber bunun 12. asrın ortalarına rastladığını tahmin edebiliriz (Köprülü, 1993, s.62). Yesevi'nin babası Şeyh İbrahim, Sayram'ın en ünlü şeyhlerindendi; halifelerinden Musa şeyhin kızı Ayşe Hatun'u almış ve bundan Gevher-Şehnaz adlı bir kızla ondan yaşca daha küçük olan Ahmed dünyaya gelmişti.
Ahmed Yesevi'nin daha küçük yaşta iken Yesi'ye geldiği ve oraya yerleştiği tahmin edilmektedir. Gerek Yesevi lakabını alması, gerekse Arslan Baba'nın onunla Yesi'de buluşması hakkındaki genel rivayet bu tahmini güçlendiriyor. Bugünkü adıyla Türkistan olan Yesi, Oğuz Han'ın hükümet merkezi olması dolayısıyla önemli bir kültür ve siyaset kenti idi. Özellikle Ahmed Yesevi'nin bu kente izafetle Yesevi lakabını alması Türk alemindeki tarihi önemini bir kat daha arttırmıştır. Yesi'ye gelen şeyhimiz ünlü Türk şeyhi Arslan Baba'nın teveccüh ve iltifatına mazhar olmuştur. Daha sonra Buhara'ya geçerek tahsilini bu bilim ve sanat kentinde devam ettirmiştir.
12. asırda Buhara şehri Karahanlıların siyasi hakimiyeti altında bulunuyordu. Bununla beraber, Samaniler devrindeki siyasi önemini kaybetmiş olan şehir İslam biliminin Maveraünnehir de en büyük merkezi durumundaydı. Buhara medreseleri İslam aleminin ve özellikle Türkistan'ın her tarafından gelen talebelerle dolu idi. Şehirde Al-i Burhan ünvanı altında anlatılan ve bütün fertlerine Sadr-ı Cihan lakabı verilen Hanefi mezhebinde, alim ve çok zengin bir aile hüküm sürüyordu. Ailenin kurucusu olan Burhan-ü'l Millet Ve'ddin Abdülaziz b. Ömer Numan-ı Sani lakabıyla tanınmış olup aşağı yukarı 11.asrın ikinci yarısından 12.asrın ilk yıllarına kadar yaşamıştı. Karahanlılara bağlı olmakla beraber adeta müstakil bir hükümdar gibi yaşayan bu Sadr'dan sonra oğlu Hüsameddin Ömer yerine geçti ve Karahitaylar tarafından öldürülünceye kadar Buhara hakimiyetini elinde tuttu. Hanefi mezhebi alimlerinden olan bu ailenin maiyetlerinde 600 bin fakih tahsil görüyordu. Ahmed Yesevi böyle bir zamanda böyle bir çevrede yetişti. Ahmed Yesevi, devrin en büyük alim ve mutasavvıflarından Şeyh Yusuf Hemedani'ye intisab ederek manevi şahsiyetini geliştirdi (Köprülü, 1993, s.65). Hoca Yusuf Hemedani fıkıh ve hadis ilimlerinde son derece yüksek ihtisas sahibi idi. Özellikle Hanefi Mezhebi'nin kurucusu İmam-ı Azam'a son derece saygılı ve bağlı idi. Önceleri sadece ilimle uğraşırken zamanla tasavvufa da girmiş ve ünlü Şeyh Ebu Ali Farmedi'den el almıştır. 1121-1122 yıllarında Bağdat'a gelerek Nizamiye Medreselerinde her taraftan koşup gelen çok seçkin topluluklarla uzun müzakereler ve tartışmalar yapmıştır (Köprülü, 1993, s.66).
Ahmed Yesevî hakkında gerek kendisi tarafından, gerekse daha sonra teşekkül eden tarikat kadroları tarafından anlatılan çok sayıda menkıbe vardır. Biz burada sadece ilginç iki menkıbeyi zikredelim: Arslan Baba, Ashabın en ileri gelenlerindendi. Meşhur bir rivayete göre 400 sene, başka bir rivayete göre de 700 sene yaşamıştı. Onun Türkistan'a gelerek Hoca Ahmed'i irşada memur olması bir manevi işarete dayanıyordu. Hz. Peygamberin savaşlarından birinde Ashab-ı Kiram aç kalarak Peygamberin huzuruna geldiler, biraz yiyecek istirham ettiler. Hz. Peygamberin duası üzerine Hz. Cibril cennetten bir tabak hurma getirdi, fakat o hurmalardan bir tanesi yere düştü. Hz. Cibril dedi ki; bu hurma sizin ümmetinizden Ahmed Yesevi adlı birinin kısmetidir. Hz. Peygamber ashabına içlerinden birinin bu görevi üzerine almasını teklif etti. Ashabtan hiçbiri cevap vermedi. Sadece Arslan Baba bu görevi üzerine alabileceğini söyledi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, o hurma danesini eliyle Arslan Baba'nın ağzına attı ve mübarek tükrüklerinden de ihsan etti. Hemen hurma üzerinde bir perde zahir oldu ve Hz. Peygamber Arslan Baba'ya Sultan Ahmed Yesevi'yi nasıl bulacağını tarif ederek onun terbiyesi ile meşgul olmasını emretti. Bunun üzerine Arslan Baba Yesi'ye geldi ve üzerine aldığı görevi yerin getirdikten sonra ertesi yıl vefat etti (Köprülü, 1993, s.29).
Diğer bir menkıbe Sarı Saltık Menkıbesi olarak kaynaklara geçen menkıbedir. Özellikle Ahmed Yesevi hazretlerinin cihan devleti kurmaya yönelik mefkûresine ilginç bir delil olma açısından önemlidir.
Türkistan'ın büyük piri Ahmed Yesevi'nin Diyar-ı Rum'a gelen Türkleri unutmayarak onlara daima yardımcılar gönderdiği hakkında çok sayıda işaret mevcuttur. Batı Türkleri arasında eskiden beri çok meşhur olan Sarı Saltık Menkıbesi bu konuda çok anlamlıdır: Evliya Çelebi’nin anlattığına göre Ahmed Yesevi Hacı Bektaş'tan sonra Sarı Saltık lakabıyla tanınan Muhammed Buhari'yi Horasan Erenlerinden 700 kişi ile Diyar-ı Ruma gönderir ve meşhur tahta kılıncını Sarı Saltık'ın beline kuşatarak şu nasihatı verir: "Saltık Muhammedim! Bektaşım seni Rum'a göndersin. Leh diyarında dalalet-ayin olan Sarı Saltık Suretine girip ol melunu bir tahta kılınçla katleyle. Makedonya Dobruca'da yedi krallık yerde nam ve şan sahibi ol!". Sarı Saltık Rum diyarına gelince Hacı Bektaş Veli şeyhinin emrini yerine getirerek onu Dobruca'ya gönderir. Bu da oralara giderek bir çok kerametler gösterir, bir çok yerler zapt ve ahalisini müslüman eder (Köprülü, 1993, s.54).
Menkıbelerden de anlaşılacağı gibi başta Ahmed Yesevi olmak üzere o çağdaki tüm yetişmiş insanlar şanlı bir cihan devletine derin bir özlem içindedirler. İleri düzeyde bir vizyonla da bu devletin ancak Osmanlı topraklarında olabileceği beklentisindedirler. Bu amaçla başta Horasan tarafı olmak üzere Türk-İslam dünyasının her tarafından akın akın insanlar Osmanlı topraklarına akmaktadır.
İslam dünyasının her tarafından kopup gelen kitleleri hem bir savaşçı hem de bir derviş olarak (Alp-Eren) organize edip "sınır boyu cihadı"na süren manevi kahraman ise Şeyh Edebali ve müridânı olmuştur. O çağın Öncü Azınlık’ı ise Horasan Erenleri kadrolarıdır. Şimdi burada Horasan Erenleri'nin nitelikleri üzerinde kısaca duralım.
Horosan erenleri'nin genel nitelikleri
İmar ve inşa şevki
Horasan Erenleri sadece spekülas-yonlarla ilgilenen tufeyli ve parazit unsurlar değil, tersine alınteri ve el emeğiyle ülke topraklarını "şenlendirmek" ve ihya etmek için çırpınan üretici ve atak kişilerdi. "...hali, boş ve tenha yerlerde boş topraklar üzerinde bu Orta Asyalı muhacirler tarafından kurulan bir nevi Türk manastırları olan Zaviyelerle yeni bir memlekete gelip yerleşen kolonizatör Türk dervişleridir. Bu dervişler, muhacerat akınını sevk ve idare etmiş müteşebbis kafile reisleri, fetihlerin öncüsü olmuş kolonlar, gelip yerleştikleri yerlerde hanedan tesis etmiş soy ve mevki sahibi mühim şahsiyetlerdir. Yine Barkan'ın ifadesiyle bu dervişlerin dikkate değer özellikleri sahip oldukları din ve cihan telakkileridir. Bunların bazı keramet gibi mistik niteliklerinin yanında asıl önemli özellikleri maşeri psikolojinin malum kanunlarına uyarak kendilerini ihata eden bu dini haleyi etrafındaki halk kitlelerine intikal ettirmeleridir. Onlar yeni bir dünyaya, yani diğer bir Amerikaya gelip yerleşen halk yığınları için ekonomik ve sosyal-siyasal büyük rol oynayarak kitleleri yeni bir medeniyet ve devlet kurma yolunda seferber etmiş büyük kahramanlardır.
Bunlar, İ'la-i Kelimetullah'ın maddeten terakki ile olabileceğinin farkında olarak alınteri ve el emekleriyle dağ başlarında, boğaz ve geçitlerde yer açıp yerleşmişler ve oralarda bağ ve bahçe yetiştirerek, hayvancılık yaparak, değirmen çalıştırarak üretici birimler olmuşlardır. Bu yolla bir taraftan yerleştikleri toprak parçasını imar etmişler, bir taraftan gelen geçen yolcu ve misafirlerin ihtiyaçlarını karşılamışlardır. Aynı zamanda önemli stratejik yerlerde yaptıkları zaviyelerle hem bölgeyi imar ederek hem üretimi gerçekleştirmişler, hem de fütûhatı kolaylaştırmışlardır. Aşağıdaki belge zaviyelerin üretim ve ekonomik değer yanında askerî ve stratejik önemini de vurgular: " Göynük ve ve Taraklı'ya hazırlanan bir akında Osman Gazi Köse Mihalın bu vecih tedbirini savab bilüp guzatı cem edüp gelüp Baş Taş (Beşiktaş) zaviyesine konup şeyhine Sakari suyunun geçidin sordular, şeyh ayıtdı..."(Neşri Tarihi, 26).
Gerçekten Horasan Erenleri "hiç ölmeyecekmiş gibi" dünyaya sarılma ilkesini en iyi gerçekleştiren teşkilat olmuştur. Bu teşkilatın her üyesi dünyayı imar ve inşa konusunda alabildiğine atak ve çalak bir niteliğe sahiptir. Neşri tarihinde Şeyh Edebali'den sözederken onun dünya ile ilişkisinin düzeyini de anlatır: " Meğer Osmanın halkı arasında bir aziz şeyh vardı. Adına Edebali dirlerdi ve dünyası bînihaye idi." (Neşri Tarihi)
Görülüyor ki bu şeyh "dünyası" ve davarı çok olan bir adamdı. Gerçekten bütün kayıtlar onun mali kudretinin ve siyasi nüfuzunun büyük olduğunu gösteriyor. Şeyh Edebali Abdurrahman b. Avf'a izafeten Avf Mesleği dediğimiz çağımızda Bediüzzaman'ın da dirilt-meye çalıştığı bir mesleğin önemli bir mümessili olduğu anlaşılıyor. İ'la-i Kelimeullah'ın hem içe doğru hem de dışa doğru gereklerini yerine getiriyordu. Dışa doğru gereklerinden olan iktisadi ve ticari gelişme, ülkeyi mamur hale getirme, bilim, sanat ve teknolojide çağı yakalama, hatta mümkünse aşma amaçlarını gerçekleştiriyordu. Atıl toprak parçalarını ihya ederek, bağ-bahçe yetiştirerek, bataklıkları kurutup tarlalar açarak, boş meralarda hayvan sürüleri yetiştirerek o günkü şartlar içinde ekonomik potansiyelin tüm imkânlarını fiili hale getirme Horasan Erenleri'nin en önemli görevleri arasında idi. Yukarıdaki ifadelerde Şeyhimiz anlatılırken "...dünyası bînihaye idi" "dünyası, nimeti ve davarı çoktu..." denilmektedir. Dünyasının bî-nihaye olması alabildiğine zengin ve varlıklı olması demektir. Zaten bu dinamizm ve enerji ile kuracakları cihan devleti ve medeniyeti de o ölçüde ekonomik açıdan çağının şartları içinde süper olacaktı. Dünyayı ihya ve inşaya yönelik şevk ve arzunun şiddet düzeyi nisbetinde ekonomik gelişme de yüksek ve görkemli olacaktır. Şevk ve arzunun bittiği veya azaldığı, şiddetinin düştüğü dönemde ise zorunlu olarak makro ekonomi de mikro ekonomi de gerileme, zaman içinde çökme sürecine girecektir.
Anadolu ve Balkanlar'da bazı en ücra köşelerini bile bağ-bahçelerle imar ve inşa edilmiş, dere ve su kenarlarının ceviz, çınar, kestane kavak gibi ağaçlarla boydan boya donatılmış olması Horasan Erenleri'nin ne kadar çalışkan, ne kadar üretme şevk ve heyecanıyla dolu insanlar olduklarını gösterir. Özellikle sınır bölgeleri olmak üzere Anadolu ve Balkanların önemli bir bölümü uzak Türk-İslam dünyasından hicret edip gelen Horasan Erenleri'nin kurdukları zaviyeler ile şenlenmiştir.
Tarihi verilerden anlaşıldığına göre Horasan Erenleri etrafında önemli bir cemaatla Batı'ya doğru hicret etmekte, Batı'da boş ve hali bir araziye bir zaviye kurarak etrafında yurt kurmaktadırlar. Bu konu ile ilgili Ömer L.Barkan’ın Defter-i Hakanai kayıtlarından çıkardığı zaviyeler hakkındaki malumat bize fikir verebilir: Mesela 142 numaralı kayda göre;
" An cemaatin dervişleriyle diyar-ı Horasan'dan gelmiş olan Şeyh Hacı İsmail...", Larende kazasında kendi ismini verdiği bir köy kurmuş ve bu köy şeyhin evladı ve akrabalarıyla Yavuz Sultan Selim zamanında 95 yetişkin erkeğe ulaşmıştır. (Barkan, s.295)
Üretici Horasan Erenleri sadece meczup dervişândan oluşmamakta aynı zamanda kadronun içinde ünlü allameler de yer almaktadır. 537 Numaralı Erzurum Evkaf defterinde şöyle anlatılır: "Molla Mehmed Kurdî, ulema-i nizamın mevdudi idi. Diyar-ı Acemden olup, Akkoyunlu zamanında Ruma gelüp Kurdî nam karye hali iken ihya idüp ziraat hıraset idüp , talebeye talim-i hasbi ve kut-u layemut'a vefa edecek nafakayı kendi kisbi imiş" (Barkan, s.296). Boş bir köye gelip yerleşen ve orayı ihya eden molla Mehmed'in “Kurdî” unvanını anlatmak için şu hikaye nakledilir: Zor bir meseleyi Acem uleması halledemeyip kendisine gönderdikleri zaman "bu adam ulemanın kurdudur" demişler ve hocanın ismi bunun üzerine Kurdî olarak kalmıştır (Barkan, s.296).
Burada ilginç olan başka bir nokta Horasan Erenleri içinde kadın erenler de bulunmakta, onlar da aktif olarak üretici müesseseler geliştirmektedirler. Nitekim bazı kayıtlarda, Kız Bacı, Ahi Ana, Sakari Hatun, Fatma zaviyeleri gibi bazı zaviye şeyhleri kadın erenlerdendir. Mesela Kütahya evkafı içinde "Sume Bacı nam bir aziz saliha ve bakire hatun"dan sözedilmektedir. Sume Bacı, tekkeye mal ettiği çiftliklerle, bağ, bahçe, değirmen vesairenin kendi ölümünden sonra akrabalarından kimsenin müdahale etmemesi için bunların kendi parasıyla temin edilmeyip hayır yoluyla toplanan paralarla temin edildiğini herkesin önünde söylemiş ve zapta geçirtmiştir (Barkan, s.302).
Benzer şekilde Aşık Paşazâde bu kadın erenlerden Baciyan-ı Rum olarak sözetmektedir.
Devlet kapısı'nda gözü olmamak
Horasan Erenleri, önamli bir siyasi nüfuza sahip oldukları halde devlet kapısına muhtaç olup, oralarda ikbal ve istikbal arama yoluna gitmemişlerdir. Kadılık gibi bazı önemli ve staratejik görevlerin dışında görev almamış, genellikle kendi işlerini kurmuş, geçimlerini oralardan temin etmişlerdir. Mümkün olduğunca devlet yönetiminin günlük ve rutin işlerine bulaşmak istememişlerdir. Bu bakımdan padişah da olsa kimsenin karşısında boynu bükük olmamışlar, gurur ve vakarlarını her zaman korumuşlardır. Bursa'daki Geyikli Baba bu konuda Horasan Erenleri'nin ilginç bir prototipidir.
Geyikli Baba Bursa'nın fethinden sonra İnegöl civarında boş bir yere yerleşen Ahmed Yesevi'nin müridlerinden olan bir Horasan Ereni'dir.
Barkan'a göre, Konya'da "Geyikli Baba Dervişleri" adı altında bir kabilenin bulunduğuna nazaran bu taraflardan gelmiş bir Horasan Ereni olması lazım gelir. Geyikli Babanın Bursa'nın fethini müteakip Orhan Gazi ile münasebetlerini gösteren olay son derece ilginçtir. Bunlar Baba İlyas Müridlerinden ve Seyyid Ebu Elvan tarikatındandır. Oralarda üretimde bulunmakta zamanın padişahı ve siyaseti ise uzaktan takip etmektedir. Geyikli Baba'nın ününü duyan padişah kendisini görüşmek üzere huzura çağırmış, fakat Geyikli Baba padişahın görüşme talebini geri çevirmiştir. Başka bir zaman Bursa'ya geldiği zaman ise padişaha hediye olarak bir kavak fidanı getirmiş ve sarayın bahçesine kendi eliyle dikmiştir. Geyikli Babanın padişahla ilişkisini Aşık Paşazâde'den izleyelim:
“...İnegöl yöresinde Keşiş dağı yanında bir nice dervişler gelüp karar itmişlerdi. Amma içlerinde bir derviş vardı, dağda geyikcikler ile bile yürürdü. Turgut Alp ana gayet muhabbet itmişdi, daim onunla musahabet iderdi-Turgut Alp ol vakit gayet Pir olmuşdu- Sultan Orhan Gazi'nin, dervişleri teftiş iddüğün işidüp âdem gönderüp ayıdı: benim köylerim dairesinde bir nice dervişler gelip tavattun itmişlerdir, içlerinde bir derviş vardır, geyikcikler ile musahabet ider, hiç bir hayvan andan kaçmaz, haylı kimsenedir deyü haber gönderdi. Sultan Orhan Gazi işidüp kimin müridlerindendir sorun deyüp yine kendünden istifsar iddiler. Andan derviş ayıddı: Baba İlyas müridlerindendir ve Seyyid Ebu Elvan tarikatındayın, dedi. Gelüp Sultan Orhan Gaziye didiler, âdem gönderüp varın ol dervişi bunda getürün didi. Varup dervişi davet iddiler gelmedi, ayıddı: zinhar Orhan dahi bunda gelüp beni günaha koymasın. Bu haberi Sultan Orhan Gaziye dediler. Yine âdem gönderip ayıtdı, bizim hazretimiz ile didar görüşmek gayet muradımızdır, niçün gelmesiz, veya niçün bizi anda varmağa komasız, didi. Derviş yine cevap virdi ki dervişler gözcü olur, dua iderüz deyüp bunun üzerine bir kaç gün geçdi. Bir gün ol derviş bir kavak ağacın omuzuna koyup götürüp Bursa hisarında bey sarayı havlusunnun kapısının iç yanında bu kavağı dikmeğe başladı. Tiz Sultan Orhan Gazi'ye haber verdiler kim bizim teberrükümüz oldukça budur. Amma dervişlerin duası sana ve senin nesline makbuldür, deyüp hemendem dua idüp ve durmayup yine dönüp gitti. O kavak ağacının şimdi eseri vardır, saray kapısının iç yanındadır, gayet yoğun ve büyük ağaç olmuşdur. Padişahımız ol ağaca timar idüp daim kurucasın giderirler. Sonra Sultan Orhan Gazi dahi ol dervişin mekanına varıp bir vafir eşya virmek murad idüp derviş ayıtdı: Ey Han bu mülk ve mali hüdayı müteal ehline verir biz bunların ehli değiliz. yine mal sizlere layıktır didi. Sultan Orhan Gazi ibram idüb ayıtdı: derviş elbette sözü kabul eyle didi. Derviş ayıtdı, padişahım senin sözün sınmasun şol karşuda duran depecikten beri yerceğiz dervişlerin avlusu olsun, didi. Sultan Orhan Gazi kabul idib dervişin yine hayır duasın alup gitdi. Sonra ol derviş vefaat ediyecek Sultan Orhan Gazi üzerine türbe yapup yanına bir tekke ve bir cami dahi yaptı." (Neşri, Yp. 50)
Yukarıdaki ifadelerden anlaşıldığına göre Geyikli Baba, Ahmed Yesevi'nin önemli bir mürididir. Erken bir zamanda önemli miktarda bir dervişân gurubuyla İnegöl'e hicret etmiş Keşiş Dağı yakınlarında bir bölgeye yerleşerek oraları imar ve inşa etmişlerdir. Turgut Alp'le sürekli sohbet ettiklerine göre "fiili cihad"a da iştirak etmiş, bölgenin maddi ve manevi fethine katılmıştır. Dikkate değer bir özelliği "insanlara ünsiyetten ziyade vahşilere ünsiyet etmesi"dir. Geyiklerle beraber gezmekte, hiçbir hayvan ondan kaçmamaktadır. İnsanlara taşıdığı derin ve engin şefkati hayvanlara da taşımaktadır. Sultan Orhan'a, “biz uzaktan gözler, dua ederiz” demesi de ilginçtir. Ulema geleneğimizde mevcut olan yönetimin günlük rutin işlerine müdahale etmeme prensibine uymaktadır. Uzaktan gözetleyerek ise siyasi icraatların hukuka, adalet ve hikmete uygun olup olmadığını izleme fonksiyonu olmalıdır. Bunun anlamı, toplumun derinliklerinde örgütlenmiş son derece güçlü ve kararlı bir "muhalefet"i ifadedir.
İslam tarihinde ulemanın konum ve tavrı incelendiğinde son derece ilginç sonuçlarla karşılaşılmaktadır. Mesela Mevlana, Geyikli Baba ve Şeyh Edebali gibi hem şeyh hem ulema sınıfına mensup olan şahsiyetlerin en dikkate değer tavrı olabildiğince yönetime mesafeli bulunmak olmuştur. Bunlar, bürokratik ve günlük basit ve kirli işlerle içli dışlı olan yönetime mesafeli durarak son derece aşkın bir konumda yer almıştır. Genel olarak tarih boyunca ulemanın bu tavrı onların her dönemde toplumun en önemli güven kaynağı olma niteliğini taşımalarına neden olmuştur denilebilir.
Mevlana'dan Şeyh Edebali'ye genellikle tüm aşkın ulemanın yönetimden beklentisi ve talebi son derece sınırlı olmuştur. Günlük rutin yönetim işlerine olabildiğince uzak durup toplumun eğitilmesi gibi büyük projelerle ilgilenmek. Mevlana'nın Emir Pervane'yi huzuruna kabul etmemesi ve emirin üzülmemesi için de şu haberi göndermesi konumuz açısından son derece ilginç ipuçları taşımaktadır:
"Emir bizim ziyaretimize gelmesin ve rahatsız olmasın. Çünkü bizim birçok halimiz vardır. Bir halde konuşuruz, başka bir halde susarız, bir halde insanlarla ilgileniriz, başka bir halde yalnız kalırız, bir halde hayret ve istiğrak içinde bulunuruz. Allah esirgesin! Emir böyle bir haldeyken gelir de hatırını soramayız, ona vaaz edip onunla konuşmaya halimiz elvermez. Bunun için dostlarla meşgul olmaya, onlara fayda vermeye durumumuz elverişli olduğu zaman bizim gidip onu görmemiz daha iyi olur..."
Yüce misyonlarla donatılmış kudsî şahsiyetlerin günlük rutin ve basit işlerin peşinde koşma yerine; o tip işleri ehline bırakıp, büyük dev projelerle ilgilenmeleri hem hikmetin, hem de aklın gereği olmalıdır.
Geyikli Baba ve Şeyh Edebali'de üstadları Mevlana gibi günlük rutin işleri devlet yöneticilerine bırakmış ve alabildiğince aşkın olan eğitim-öğretim faaliyetleriyle ilgilenmişlerdir. Son derece engin bir hoşgörü ve şefkatle hem toplum fertlerini hem de yöneticileri kucaklamış; onlara "tahakküm" ederek değil, belki "lütuf"la yardım etmeye çalışmışlardır. Geyikli Baba'nın biz padişaha dua ederiz demesi anlamlıdır. Aynı şekilde, Padişahın bizden ne istersin sorusuna karşı da: "Ey Han bu mülk ve mali hüdayı müteal ehline verir biz bunların ehli değiliz. Yine mal sizlere layıktır didi" şeklinde cevap vermesi gerçekten tarih boyunca "Tecdid Çevresi"nin temel yaklaşımını yansıtır niteliktedir.
Yukarıda ifade ettiğimız gibi ulemanın tarih boyunca son derece homojen ve tutarlı bir tavır sergilediğini ifade etmek imkânsızdır. Zaman zaman bazı ulemanın resmî ideoloji tarafından asimile edildiği bir gerçektir. Ancak bu eğilim sınırlı kalmış ulemanın kahir ekseriyeti bağımsız kalmaya özen göstermiştir. Mansıp, şöhret ve para için esas fonksiyonunu kaybeden ulema da ümmet nazarında "ulema'u-s su" (çirkin ulema) olarak nitelendirilmiştir. Bazi ulemanın "Ehl-i dünya"ya yaklaşması, onların güdümüne girer gibi olması dönemlerinde "sofi" ve "dervişan" kesimi ulemanın tepesinde "Demoklesin kılıncı" rolünü oynamışlardır. İmam-ı Rabbani'nin Mektubat'ı zalim yöneticilerin dümensuyunda gidip ümmeti felakete sürükleyen "ulema'u-s su"nun aşağılanması temalarıyla doludur.
Bu konuda İslam tarihinde yaklaşık şöyle bir süreç yaşanmıştır; Tekke ve zaviye kaynaklı "sofiyan", ulemayı; medrese kaynaklı ulema, yine kendilerinden olan fakat devletin resmî icra makamını temsil eden kadıları; kadılar da devletin diğer yönetim kesimini baskı altında tutarak yasalara uygun hareket etmelerini sağlamaya çalışmışlardır. Sözkonusu etkileşim sayesinde her türlü inanç, ibadet, düşünce, kazanma ve yaşama hakkı garanti altına alınmaya çalışılmış, geniş ölçüde de alınmıştır denebilir.
Sonuç olarak, Türk-İslam tarihinde ulema önemli bir kurum olarak toplumsal hayatı derinden etkilemiştir. Özellikle hukukun yapılması, korunması, yorumlanması ve değiştirilmesinde önemli görevler yüklenmiştir. Aynı şekilde yönetimlerin icraatlarının meşru olup olmamasını belirleme ve denetleme konusunda da güvenilir bir kaynak olmuşlardır. Saygın ve etkin konumlarına rağmen ulema hiçbir zaman toplumu yönetme hevesine kapılmamış; aksine günlük rutin işleri ehline bırakarak yönetimle arasına sürekli belli bir mesafe koymuştur. Ancak, yöneticilerin zulme ve hak-sızlığa kaçan keyfi karar ve davranışlarının karşısında da aşılmaz bir set olmuşlardır. Yönetimlerin özellikle adalet, şefkat, güvenlik ve iffet gibi ilkeler çerçevesinde icraattta bulunmalarının sigortası olmaya çalışmışlardır.
Tipik bir ulema niteliğini taşıyan Şeyh Edebali de bütün himmet ve gayretini toplumsal eğitim-öğretime tahsis ederek toplumun canlı ve diri olmasına çalışmış; yönetimle ilişkisi son derece mantıklı ve rasyonel olmuştur. Önemli ölçüde toplumsal güç ve etkinliğe sahip olmasına rağmen hiçbir zaman toplumsal yönetim mekanizmalarını ele geçirmeye çalışmamıştır. Zaten gelenek de bu tip talep ve beklentilere "cevaz" vermemektedir.
Cihan devleti mefkûresine sahip olmak
Horasan Erenleri, aynı zamanda dünya siyasetini yakından izleyen, gelişmeleri bilen, gelecekle ilgili vizyonu olan insanlardı. Öyle anlaşılıyor ki hepsinin yüreğinin derinliklerinde Cihan Devleti mefkûresi yatıyordu. Bunun en açık ve berrak örneğini yine bir Horasan Ereni olan Şeyh Edebali'de görüyoruz.
Şeyh Edebali'nin yüreğinin derinliklerinde büyük bir cihan devleti "özlem"i taşıdığı, tüm plan ve stratejisini bu istikamette dizayn ettiği tarih kitaplarına geçmiş ünlü rüya olayından anlaşılmaktadır. Edebali bu konudaki geri dönüşsüz kararlılığını, her fırsatta yönetime enjekte ediyor, onların istikbale ait ufuklarını açmaya çalışıyordu. Aşağıda Edebali'nin yönetimle olan ilişkisi üzerinde ayrıca durulacaktır, ancak burada hemen her klasik tarih kitabında anlatılan ünlü rüya olayını kısaca nakledelim:
" Ertuğrul hal-i hayattayken bir gece düş gördü. Bir aceb vakı'a görüp ol vakı'adan uyanup bu düşi fikr iderek, Allah'ı zikr iderek durdu, sabah namazını kıldı. Suret değiştirüp doğru Konya'ya vardı. Anda bir muabbir (rü'ya tabircisi) kişi vardı, adına Abdülaziz dirlerdi... Amma bazılar didiler kim bu düşi tabir iden bir aziz şeyh idi..." (Tarih-i Al-i Osmandan zikr. Barkan, s.284).
Babinger'in neşrettiği Uruc Bey tarihinde ise, Ertuğrul'un gördüğü rüyayı tabir eden şeyh, Konya'da oturan ve Alaüddin'in de çok güvendiği son derece ünlü ve zengin bir şahşiyetti. Yukarıdaki kayıtta adı geçen Abdülaziz ise Sultan Alaaddin'in veziridir. Sultan Osman Konya sultanının askerlerle birlikte İstanbul tekfuruna karşı yaptığı bir mücadeleyi müteakip, ganaimden öşrünü çıkarıp Konya sultanına göndermesi üzerine, sultan tarafından kendine gönderilen sancak vesaire ile birlikte Şeyh Edebalinin kızını da getiren işte bu vezirdir. Bir anlatıma göre Osman Bey rüyasında bu şeyhin kuşağından çıkan bir ayın kendi koynuna girmiş ve oradan gölgesi bütün cihanı kaplayan bir ağaç halinde yükselmiştir ve Osmanın koynuna girmekte ve oradan gölgesi bütün alemi tutan bir ağaç halinde yükselmiştir.
Başka bir anlatımda ise rüyayı Osman Beyin atası Ertuğrul Bey görmüştür "Ey oğul atan Ertuğrul gördüğü düş buydu kim, Şeyh Edebali ol düşü tabir etmişti...
Atına sıvr olup doğru Konya'ya vardı. Meğer Konya’da bir muabbir-i mu'teber kişi vardı, şeyh Edebali dirlerdi. Sahib-i Kemal idi. İlm-i Rü'yayı hub bilirdi. Kerameti zahir olmuş kişi idi. Dünyası çağdı. Ol vilayette meşhurdı, Sultan Alaeddün dahi ona itikad itmişdi...
Şeyh ayıtdı, ya yiğit düşinin tabiri budur kim bir oğlun ola, adı Osman ola ve benim dahi bir kızım ola Rabia (diğer tarihlerde Balahun Malhun) adlu, benim kızımı senin oğlun Osman'a vireler.." (Barkan, s.284).
Rüya olayında dikkate değer bir kaç nokta vardır: bir kere rüyayı gören Osman Bey veya babasının Şeyh Edebali ile tanışık olması gerekir. Bundan anlaşılıyor ki Şeyh Edebali Konya'da ikamet etmesine rağmen ünü İslam dünyasının her tarafına yayılmıştır. İkinci nokta, görüş ve düşünceleri son derece muteber, vizyon ve ufku alabildiğine geniş ve açıktır. Çağın olaylarını net bir şekilde okuyabilmekte, hadisatın akış istikametini sezinleyebilmekte ve yöneticileri o istikamette yönlendirmektedir. Üçüncü nokta Osman Bey'in de yüreğinin derinliklerinde ışığı dünyanın her tarafını kuşatan bir Cihan Devleti özlemine sahiptir. Buradan da anlaşılıyor ki, Osmanlı aşireti sadece dağdan dağa, yayladan yaylaya sürü peşinde at koşturan "çoban"lar değil, tersine uluslararası gelişmelerin yakın takipçisi olacak düzeyde bilgi, tecrübe ve vizyona sahip bilge kişilerdi. Barkan'ın ifadesiyle, "gölgesi alemi tutan bir ağaç hayaline sahip olacak kadar siyasi emeller besleyecek vaziyette" bulunan kimse idi.(Barkan, s.287)
Şefkatli ve yardımsever olmak
Öte yandan Şeyh Edebali İ'la-i Kelimetullah'ın içe doğru inşa dediğimiz niteliklerine de sahiptir. Şefkat, muhabbet, sadakat, ihlas, rıza ve yardımseverlik gibi yüce vasıflar onun temel vasıflarıdır. Şeyhimizin misafirhanesi hiçbir zaman boş kalmamaktadır. "...Amma derviş siretin tutardı. Hatta derviş diyü lakap iderlerdi. Bir zaviye yapup ayende ve revendeye hidmet iderdi. Kah kah Osman onun zaviyesin misafir olurdı.."(Neşri Tarihi, Yp 24, Veliyyüddin Efendi Kütp).
"...kendüleri arasında bir aziz şeyh vardı, hayli kerameti zahir olmuştu. ve cemi halkın mu'temedi idi. Ve illa dervişlik batınında idi. Dünyası nimeti ve davarı çoktu. Ve sahib-i çerağ ve alemdi, daim misafirhanesi hali olmazdı. Ve Osman Gazi kim bu dervişe konuk olurdu."(Aşıkpaşazâde Tarihi, İstanbul Basımı s. 6)
Issız yerlerde veya kentlerde herkesin uğrağı olan bir yere bir zaviye kurarak gelene geçene şefkatle ikramda bulunmak, güler yüz ve tatlı dille onların zaruri ihtiyaçlarını karşılamak herhalde gönüllleri feth etmenin en kestirme yolu olsa gerektir. Zaten Horasan Erenleri de Gazi ve Alp'ler henüz gelmeden gösterdikleri şefkat, yaptıkları ihsan ve ikramlarla civardaki Rum'ların gönüllerini fethetmişlerdi. Çünkü kurdukları zaviyeler ve zaviyelerin çevresinde yetiştirdiği bağ, bahçeler, yaptıkları ağıllarda besledikleri hayvanlardan elde ettikleri ürünleri dinine, ırkına bakmaksızın gelen geçene karşılıksız ikram ediyorlardı. Hatta değirmenler yaparak onu fakirlerin kullanımına vakfediyorlardı. Pis bir kafir, insan yüzü görmemiş dağ başında yaşayan bir vahşi de olsa tüm insanlarla ilgilenip, onlara yardım edip şefkat göstermeleri çevredeki insanların Osmanlıya karşı sempati beslemelerine, dayatma ve zorlama olmadan müslüman olmalarına neden oluyordu. Nitekim Horsan Erenleri'nin bu öncü çalışmaları ve fetihleriyle bir çok bölge insanı savaş yapmadan kendi rızalarıyla şehirlerinin anahtarını Osmanlı ordularına teslim etmişlerdi.
Dirayet ve vizyon sahibi olmak
Şeyh Edebali gerektiği zaman padişahlarla bile siyasi anlaşmalar akdedebilecek dirayet ve kapasitede idi. Osman Gazi’ye rüya ile ilgili müjdeyi verdikten sonra padişah olduğu takdirde bütün dervişânının istifade edebileceği bir şey vadetmesi lüzumu sözkonusu olunca, Osman Gazi ile hakiki bir siyasi anlaşma akdeder. Filhakika Neşrinin şeyh Edebali’nin oğlu Mehmet Paşadan naklettiğine göre bu şeyh ve müritlerinin Osmanlı memleketlerinde işgal ettikleri mevkie bakılırsa, bu sıkı münasebet ve kız alma hikayesinin hakikatte mütekabil bir anlaşmadan ibret olduğu meydan çıkmaktadır:
"Çünki şeyh Osmanın düşünü böyle tabir etti, derviş Durgud adlı şeyhin bir müridi vardı, anda hazırdı, ayıtdı: ya Osman! sana padişahlık virildi, bize şükrane ne virisin, didi. Osman ayıtdı, sana bir şehir vireyin, derviş ayıtdı, şol köyceğize dahi razıyım, dedi. ve bana mektub vir, didi. Osman ayıtdı, ben yazı yazmak bilmezin, işte bir maşraba ve bir kılıcım var, sana vireyin, taki sana nişan olup anları evladım gördükde ibka edeler. Ol maşraba ve ol kılın anlarda nişan kaldı. Ve şimdi dahi padişah olanlar anı görüp ziyaret idüp ol dervişin evladına inamlar ve ihsanlar ideler. Ve bu Edebali de dediğimiz şeyh 120 yaşında vefat itdi. Ömründe hemen iki hatun aldu, biri civanlıkta, ve biri pirlikte. Evvelki hatunun kızın Osman gaziye virdi, sonraki hatunu Taceddin kürd kızı idi. Hayreddin paşa ile bacanaklar idi. Ve bu münasebet ve bu menakıb Edebalioğlu Mehmet paşadan nakl olundı." (Neşri Tarihi, yp. 24.)
Aynı mesele hakkında tafsilat Aşıkpaşazâde tarihinde (İstanbul tabı) mevcuttur. Fakat bu tarihe göre Şeyh Edebali’nin müridi olan Osman’a " bize bir kağıt vir imdi, "diyen ve atasından kalmış bir kılıncı alıkoyan şeyh Durgud adlı derviş değil kumral dededir.
Aşık Paşazâdenin bu konud verdiği malumat: "Şeyh Edebali’nin Osman Gazinin düşün tabir eyledi ve padişahlığı kendüye nesep ve nesline muştuladı. Yanında şeyhin bir müridi vardı Kumral Dede dirlerdi. Ol derviş ayıdır: Ey Osman, sana padişahlık virildi, bize dahi şükrane didi. Osman Gazi ayıdır: Her ne vakit kim padişah olsam sana bir şehir vireyin, didi. Derviş ider, bize bir kağıt vir imdi dir. Osman Gazi ayıoddı ben kağıd yazmak bilmirem ki benden kağıt istersin, didi. Amma atamdan bir kılıç kalmıştır sen de dursun nişan. Neni Allahü Teala padişahlığa irgörürse benim neslim ol kılıcı göreler, köyünü almayalar, deyü virdi. İmdi dahi ol kılıç Kumral Dede neslindedir. Al-i Osmandan her kim ki padişah olsa ol kılıcı ziyaret ideler (s.6, z.288).
Şeyh Edebali nüfuzlu bir Ahi şeyhi idi. Bursa Fethinde Orhan”a yoldaşlık eden Ahi Hüseyin Şeyh Edebali’nin Kardeşi Ahi Şemseddin oğlu idi.
" Orhan Bursa fethine giderken babasının önünde yer öpüp itaat gösterdi. Ve yine Köse Mihali ve Turgut Alp’ı Orhan Gaziye yoldaş koşdu. Ve anda bir aziz vardı ana Şeyh Mahmud Derler idi. Anunla Edebali didikleri azizin bir karındaşı vardı. Ahi Şemseddin dirler idi. Anın oğlu Ahı Hüseyin Orhan Gazi atasından isteyüp Osman Gazi dahi virdü ve bilece gönderdi" (Neşri Tarihi, s.38).
Sonuç olarak Sahabe Çevresi yüksek dinamizmleriyle ilk İslam medeniyetini kurarken Horasan Erenleri de yeniden bir şahlanışla Osmanlı-İslam medeniyetini kurmuşlardır. Horasan Erenlerinin insanların kalplerindeki yaktığı ateş söndükten sonra İslam toplumları yenide bunalım ve çöküntüye düşmüştür. Başta İslam toplumları olmak üzere tüm insanlığı çağın bunalımlarından kurtaracak kadrolar ise yine “Tecdid Çevreleri” olacaktır. Çağımızın tecdid çevresi ise başka bir çalışmanın konusudur.
KPR - Gz 96 - Ordu, Devlet ve Demokratikleme