Tasavvufta Şeriat

mihrimah

Well-known member
Şeriat, zâhirî hükümler, fıkıh kâideleri, hakîki kurallar, insanın bedeni ve dünyası ile ilgili dînî hususlar. Peygamberler (a.s) aracılığı ile Allah (c.c) tarafından konulan kânunlar. Mükellefin, dünya ve âhiret hayatını düzene koyması için konulan cüz'i hükümler manzûmesidir.
Bir târife göre şeriat, ister zâhirî, ister bâtınî olsun bütün dînî hükümleri kapsar. Sûfîler, beden ve dünya ile ilgili zâhirî ve şer'i hükümlere şeriat veya fıkıh; kalb (rûh) ve âhiret ile ilgili, bâtınî ve sırrî (derûni-rûhî) hükümlere hakîkat ve tasavvuf derler. İlkine amelî fıkıh, ikincisine vicdânî (ahlâk) fıkıh dendiği de olur.
Eğer şeriat, "Allah'tan (c.c) gelen ve şâri' (peygamber) tarafından tebliğ edilen bütün dînî hükümler" şeklinde tarif edilirse, şeriat ile hakîkat (tasavvuf) birbirinden ayrı ve başka şeyler değildir. O yüzden de aralarında çelişki ve uyumsuzluk olmaz. Fakat İslâm dîninin zâhirî hükümlerine şeriat (fıkıh), bâtıni hükümlerine hakîkat (tasavvuf) denilecek olursa bu ikisi farklı şeyler olur. Bâzı hallerde bunlar, hiç değilse görünüş îtibâriyle birbirine aykırı da düşebilir.
Meselâ: Hz. Mûsâ (a.s) ile Hızır (a.s)'ın bilgileri arasındaki fark gibi. Mûsâ'nın (a.s) bildiği hükümler şeriat, Hızır (a.s)'ın bildikleri hakîkat (Yâni mârifet, ledün ilmi, tasavvuf) idi. Bu sözler yanlış anlaşılmamalı. Allah bildirmedikçe peygamber dâhi olsa bilemez. Bu bir gerçektir. Ancak şunu kesinkes bilmemiz gerekir ki, Mûsâ (a.s)'da ledün ilmi yoktu mânâsına gelmez bu durum. Zîra O, Kelimetullahtır. Allâh'ın nebîsidir.
Bir misâl verelim:
Bâzı tasavvuf ehline, "Mûsâ (a.s)'ın Cenâb-ı Hak (c.c) ile mükâlemesi (konuşması) sırasındaki hâli sorulduğunda şöyle cevap vermişlerdir: "Mûsâ (a.s), Mûsâ'dan fâni kılındı. Mûsâ'nın kendinden haberi olmadı. Konuştuğunda, konuşan da konuşulan da Cenâb-ı Hak idi. Eğer Allâh'ın (c.c) O'na bahşettiği işitme gücü olmasaydı Mûsâ (a.s) Cenâb-ı Hakk'ın hitâbını taşımaya ve O'na cevap vermeye güç yetiremezdi."
Bunun mânâsı şudur: Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, ulülazm peygamberi, Mûsâ (a.s)'a vahyini duyma kâbiliyeti bahşetti. Eğer kendisinde, ilâhî kelâmı duyacak iştime gücü olmasaydı Mûsâ (a.s) buna güç yetiremezdi.
Hz. Mûsâ (a.s) ile Hızır (a.s) kıssasında bizim için alınacak binlerce ders ve ibret vardır. Sadece bir tanesine değinelim. Hiç kimse, peygamber dahi olsa ibâdet ve tâatına güvenemez, tevâzuyu elden bırakamaz.
Şöyle anlatılır: Buhâri'nin rivayetine göre, Hz. Mûsâ (a.s) Yahudilere hutbe îrâd etmişti. Kendisine "İnsanların içinde en âlim kimdir?" diye sormuşlar. O da "Benim" diye cevap vermişti. Allah bilir demediği için Cenâb-ı Hak kendisini kınamış ve buyurmuş ki: "Filân yerde iki denizin kavşak noktasında senden daha âlim bir kulum var!"
Mûsâ (a.s) (Rabbine), onu nasıl bulacağını sormuş, Hak Teâlâ Hazretleri buyurmuş ki: "Yanına bir zembil içinde tuzlu bir balık alırsın. Balığı nerede kaybedersen, o kulumu orada bulursun." Mûsâ (a.s) da öyle yapmıştı. Arkadaşı Yûşâ' b. Nûn ile o kayanın yanına varınca, istirahat için biraz uykuya yatmışlar, o esnâda zembildeki balık dirilerek denize atlamış. Balığın gittiği iz, suyun altında tünel gibi kalmış. Yûşâ' uyanınca bunu görmüş. Fakat Hz. Mûsâ'ya söylemeyi unutmuş. Ertesi güne kadar yollarına devam etmişler. Sabahleyin Mûsâ (a.s) kahvaltı isteyince, artık Yûşâ' olanı anlatmış. (Bu kıssa için Kehf, 60-82. âyetlerin tefsirini okumakta fayda var.)
Şeriatin hükümleri geneldir, herkesi bağlar. Hakîkatin hükümleri özeldir, sadece aydınları, seçkinleri bağlar. Şeriate uymak zorunludur, hakîkate tâbî olmak ihtiyârîdir. Şeriat kulluğun gereğini yerine getirmektir, hakîkat ulûhiyyeti temâşâ etmektir. Hakîkatin desteklemediği ve tasdik etmediği hiç bir şeriat makbul değildir. Şeriat ile bağlı olmayan hiç bir hakîkat verimli olmaz.
Şeriat hakîkatin dış yüzü (kabuk); hakîkat, şeriatın iç yüzü (özü)dür. Bu ikisi bir paranın iki yüzü gibidir, farklı şeylerdir ama biri olmadan diğeri de olmaz. Ve nihâyet; Hz. Peygamber (a.s.v) Efendimizin sözleri, şeriat; davranışları, tarikat; yaşantısı hakikattir. Şeriat niyâz, hakîkat nazdır. Şeriat bend (bağ), hakîkat pend (öğüt) dir. Şeriat meş'ale, hakîkat ışıktır. Şeriat ağaç, hakîkat onun meyvesidir.
Mısralarla der ki Hz. Yûnus Emre'miz:
Mumsuz baldır şeriat, tortusuz yağdır hakîkat
Dost için, balı yağa pes niçün katmayalar?
Şeriati anlatabilmek için hakîkatten de söz etmemiz gerekiyor. Ve şeriat ile hakîkatin mukâyesesi yapılıyor. Hakîkatin lûgat mânâsı; gerçek, var olduğu kesin ve açık olarak bilinen şey demektir.
Istılahta ise, Hakk'ın sâlikten vasıflarını alarak yerine kendi vasıflarını koymasdır (ittisaf bi- evsafillah). Zîrâ kul ile kulda ve kuldan faaliyette bulunan O'dur (İbn Arabî k.s). Ondan başka hakîki fâil yoktur. Hakîkatsiz (özsüz-anlamsız) şeriat makbul değildir. Şeriatsiz hakîkat ise bâtıldır. İkisi arasında tam bir uyum vardır.
Şeriat, tarikat, hakîkat, mârifet dört kapıdır. Şeriat bir ağaç, hakîkat onun meyvesidir. Hz. Âdem'den (a.s) kıyâmete kadar değişmeyen hükümlere de hakîkat denilir.
Kuşeyrî (k.s) der ki: Şeriat halka mükellefiyetler getirmiştir. Hakîkat ise Hakk'ın (kâinat hakkındaki) tasarrufunu ve idâresini bildirmiştir. O halde Allâh'a (c.c) ibâdet etmek şeriat, O'nu müşâhede etmek hakîkattir.
Şeriat, emredileni îfâ etmektir. Hakîkat, Allâh'ın (c.c) kazâsını, kaderini, gizlediği ve açıkladığı şeyi görmektir.
Üstad Ebû Ali Dekkak (k.s) Fâtiha sûresindeki "Sadece Sana ibâdet ederiz" cümlesi, şeriati korumak, "Sâdece Sen'den yardım isteriz" cümlesi ise hakîkati ikrar içindir, der.
Çok iyi bilmemiz gereken husus şudur: Allâh'ın (c.c) emri ile vâcib olması yönünden her şeriat aynı zamanda bir hakîkattir. Aynı şekilde, âriflerin Allah (c.c) hakkındaki mârifetleri de Hak Teâlâ'nın emri ile vâcib olduğu için, her hakîkat aynı zamanda bir şeriattir.
Âbide, ibâdet ve amel hâli gâlib olduğu için şeriat sâhibi, ârife, ma'bûd ve O'nu müşâhede hâli gâlib olduğu için hakîkat sâhibi adı verilmiştir. Aslında ibâdet ve mâ'bud gibi, âbid ile ârifi de yekdiğerinden ayrı düşünmek mümkün değildir.
alıntı..
 
Üst