Şûle

Huseyni

Müdavim

Şûle

besmele.jpg


İ’lem eyyühe’l-aziz! Bütün Esmâ-i Hüsnânın ifâde ettiği mânâlar ile bütün sıfât-ı kemâliyeye, Lâfza-i Celâl olan Allah bil’iltizam delâlet eder. Sair ism-i haslar yalnız müsemmâlarına delâlet eder, sıfatlara delâletleri yoktur. Çünkü sıfatlar müsemmâlarına cüz olmadığı gibi, aralarında lüzum-u beyyin de yoktur. Bu itibarla, ne tazammunen ve ne iltizamen sıfatlara delâletleri yoktur. Amma Lâfza-i Celâl, bilmutabakat Zât-ı Akdese delâlet eder. Zât-ı Akdes ile sıfât-ı kemâliye arasında lüzum-u beyyin olduğundan, sıfatlara da bil’iltizam delâlet eder.

Ve keza, ulûhiyet ünvanı sıfât-ı kemâliyeyi istilzam etmesi, ism-i has olan Allah’ın da o sıfâtı istilzam ettiğini istilzam ediyor.


Ve keza, Allah kelimesi de, nefiyden sonra sıfatlarla beraber düşünülür. Binaenaleyh Lâ ilâhe illâllah kelâmı, Esmâ-i Hüsnânın adedince kelâmları tazammun ediyor. Bu itibarla, şu kelime-i tevhid kelâmı, delâlet ettiği sıfatlar itibarıyla bir kelâm iken bin kelâm oluyor: Lâ hâlıka illâllah, lâ fâtıra, lâ râzıka, lâ kayyûme illâllah gibi... Binaenaleyh, terakki etmiş olan zâkir bir zât, bu kelâmı söylerken içindeki binlerce kelâmları söylemiş oluyor.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Madem ki herşeyin Allah’tan olduğunu bilirsin ve ona iz’ânın vardır. Zararlı, menfaatli herşeyi tahsin ve hüsn-ü rızâyla kabul etmek




Esmâ-i Hüsnâ: Allah’ın güzel isimleriLâ fâtıra illâllah: Allah’tan başka benzersiz şeyler yaratan yoktur
Lâ hâlıka illâllah: Allah’tan başka yaratıcı yokturLâ ilâhe illâllah: “Allah’tan başka ilâh yoktur”
Lâ kayyûme illâllah: Allahtan başka varlıkları ayakta tutan ve onlara bekâ veren yokturLâ râzıka illâllah: Allah’tan başka rızık veren yoktur
Lâfza-i Celâl: “Allah” lâfzıZât-ı Akdes: bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah
bilmutabakat: tam bir uygunlukla birebirbil’iltizam: zorunlu olarak; “Mâdem O Allah’tır. Öyleyse zorunlu olarak Onun son derece mükemmel sıfatları vardır.” Şeklindeki delâlete bil’iltizam delâlet denir
binaenaleyh: bundan dolayıcüz: kısım, parça
delâlet: delil olma, gösterme, işaret etmehüsn-ü rızâ: güzel bir şekilde razı olma, hoş karşılama
iltizamenen: zorunlu olarakism-i has: özel isim
istilzam etmek: gerektirmekitibar: özelik, kabul
itibarıyla: bakımdaniz’ân: şüphesiz anlama ve inanma
i’lem eyyühe’l-aziz: ey aziz kardeşim bil ki!kelime-i tevhid: “Lâ ilâhe illâ Hû” ifadesidir, mânâsı Ondan (Allah’tan) başka ilâh yoktur
kelâm: ifade, sözkeza: bunun gibi
lüzûm-u beyyin: ispata ihtiyacı olmayan şey, apaçık gereklilik. Meselâ körlük görmemenin, cahillik ilimsizliğin lüzûm-u beyyinidirmenfaat: yarar
müsemmâ: isim sahibi, isimlendirilennefiy: inkâr
sair: diğer, başkasıfât-ı kemâliye: Allah’ın her türlü kusur ve eksiklikten uzak olan mükemmel sıfatları, nitelikleri
tahsin: beğenme, birşeyin güzelliğini ilân etmetazammun etmek: içermek, içine almak
tazammunen: içerme, içine alma şeklindeterakki etmek: ilerlemek
ulûhiyet: ilâhlık, tanrılıkzâkir: zikreden
ünvan: isimşûle: parıltı, ışıltı, ışık hüzmesi

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Şûle - Sayfa: 307


lâzımdır. Ve illâ, gaflete düşmeye mecbur olursun. Bunun için esbab-ı zahiriye vaz edilmiş ve gözlere de gaflet perdesi örtülmüştür. Kâinat hâdiselerinden insanın heva ve hevesine muhalif olan kısım, muvafık olan kısımdan daha çoktur. Eğer heva sahibi, bu esbab-ı zahiriyeyi görüp Müsebbibü’l-Esbabdan gaflet etmese, itirazlarını tamamen Allah’a tevcih eder.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Dualar üç kısımdır.

Birisi: İnsanın lisanıyla yaptığı kavlî dualardır. Savt ve sadalı hayvanatın, meselâ acıktıkları zaman kendi hususî lisanlarıyla çıkardıkları sadâlar dahi kavlî dualardandır.

İkinci kısım: Nebatat, eşcarın, bilhassa bahar mevsiminde lisan-ı ihtiyaç ile yaptıkları ihtiyacî dualardır.

Üçüncüsü: Tahavvül, tekemmül şe’ninde olan şeylerin, lisan-ı istidat ile hissedilen istidadî dualarıdır.

Evet, herşey Cenâb-ı Hakkı tesbih ettiği gibi lisanıyla, ihtiyacıyla, istidadıyla dahi Allah’a dua eder.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Çekirdek ağaç olmazdan evvel, yumurta kuş olmazdan evvel, habbe başak vermezden evvel binlerce imkân ve ihtimaller içerisinde ve binlerce suret ve şekillere girmek kabiliyetinde iken, o eğri büğrü ihtimaller, yollar içinden çekilip doğru ve müstakim müntic bir şekle, bir vaziyete sevk edilmelerinden anlaşılır ki, o tohumlar, evvelce de Allâmü’l-Guyûbun terbiye, tedvir, tedbiri altında imişler. Sanki o tohumların herbirisi, kudret kitaplarından istinsah edilmiş küçük bir tezkeredir. Yahut bir fihristedir, ilm-i ezelîden alınmıştır. Yahut kader kitaplarından yazılmış bazı düsturlardır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Mü’min olan zât, mânâ-yı harfiyle, yani gayre bir hâdim ve bir âlet sıfatıyla kâinata bakıyor. Kâfir ise, mânâ-yı ismiyle, yani müstakil bir





Allâmü’l-Guyûb: gayb âlemini ve bütün gizlilikleri bilen AllahCenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve yücelik sahibi Allah
Kâfir: Allah’ı veya Allah’ın kesin olarak bildirdiği şeylerden birini inkâr eden kimseMüsebbibü’l-Esbab: bütün sebepleri ve sebeplerin neticesini yaratan Allah
bilhassa: özellikleesbab-ı zahiriye: görünen sebepler
eşcar: ağaçlarfihriste: içindekiler listesi; bir eserin içindekiler bölümü
gaflet: ahiretten ve Allah’ın bildirdiği şeylerden habersiz davranmahabbe: dane, tohum
hayvanât: hayvanlar, canlılarhevâ: faydasız ve gelip geçici arzular; Allah’ın ihsan ettiği şeyleri nefsin istek ve arzuları yolunda kullanma
hâdim: hizmetçi, hizmet edenihtiyacî: ihtiyaçtan kaynaklanan
illâ: ancak, aksi hâldeilm-i ezelî: Allah’ın herşeyi ve bütün zamanları kuşatan sonsuz ilmi
istidad: kabiliyet, yetenekistidadî: kabiliyetten kaynaklanan
istinsah: nüshasını çıkarma, çoğaltma, kopyalamaitiraz: kabul etmediğini belirtme, karşı çıkma
i’lem eyyühe’l-aziz: ey aziz kadreşim bil ki!kabiliyet: yetenek; alıp kabul etme yeteneği
kader: Allah’ın meydana gelecek hadiseleri olmadan önce bilmesi, takdir etmesi, plânlamasıkavlî: sözlü olarak
kudret: güç ve iktidarlisan: dil
lisan-ı ihtiyaç: ihtiyaç dililisan-ı istidat: kabiliyet dili
muhalif: aykırı, zıtmuvafık: uygun
mânâ-yı harfî: harf gibi; birşeyin kendisini değil de san’atkârını, ustasını, sahibini bildirip tanıtan mânâsımânâ-yı ismî: isim gibi; birşeyin bizzat kendisine bakan ve kendisini tanıtan mânâsı
müntic: netice veren, faydalımüstakil: bağımsız, başlı başına
müstakim: istikametli, dosdoğrumü’min: iman eden, Allah’a ve Onun gönderdiği şeylere inanan
nebâtat: bitkilersadâ: ses
savt: sessevk edilmek: gönderilmek
suret: biçimtahavvül: değişim, başkalaşma
tedbir: idare etme, ihtiyacını karşılamatedvir: döndürme, idare etme
tekemmül: mükemmelleşme, olgunlaşmatesbih etmek: Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına lâyık ifadelerle anma
tevcih etmek: yöneltmektezkere: belge
vaz etmek: koymak, yerleştirmekvaziyet: durum, hâl
âlet: araç, vasıtaşe’n: hal, durum, keyfiyet

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Şûle - Sayfa: 307


“ağa” nazarıyla âleme bakıyor. Bu itibarla herbir masnuda, iki cihet vardır. Bir ciheti, kendi zât ve sıfâtından ibarettir. Diğer ciheti, Sânie ve Esmâ-i Hüsnâdan kendisine olan tecelliyata bakar.

İkinci cihetin dairesi daha geniş ve mealce daha kâmildir. Zira, bir harf kendi zâtına bir harf miktarı—o da bir vecihle—delâlet eder. Kâtibine çok vecihlerle delâlet eder. Ve kâtibini, bakanlara tarif ve tavsif eder.


Kezalik, kudret-i ezelî kitabından olan bir masnu, kendi nefsine kendi cirmi kadar ve bir vecihle delâlet eder, ama Nakkaş-ı Ezelîye pek çok vücuhla delâlet eder. Ve kendisine tecellî eden esmâdan uzun bir kasideyi inşâd eder. Kavâid-i mukarreredendir ki, “Mânâ-yı harfî, kastî hükümlere mahkûm-u aleyh olamaz. Ve o mânâ-yı harfînin inceliklerine tetkikat yapılamaz. Fakat mânâ-yı ismi, sâdık, kâzip her hükme mahal olur.” Bu sırra binaendir ki mânâ-yı ismîyle kâinata bakan felâsifenin kitaplarında kâinata âit hükümler, nefsülemirde örümceğin nescinden zayıf ise de, zahire göre daha muhkem görünüyor.

Ehl-i kelâm, felsefî meselelerde ve ulûm-u kevniyeye mânâ-yı harfiyle, istidlâl için tebeî bir nazar ile bakıyor. Hattâ şemsin sirac olması, arzın beşik, cibâlin evtad olması, ehl-i kelâmın müddealarını ispata kâfidir. Hattâ ehl-i kelâmın reyleri, hiss-i umumîye ve tearüf-ü âmme mutabık olduktan sonra, vakıa mutabık olmasa bile onların müddeâsına zarar vermez ve tekzibe de müstehak olmazlar. Bunun içindir ki, ehl-i kelâmın reyleri mesâil-i felsefiyede ednâ ve zayıf görünür. Amma mesâil-i İlâhiyede demirden daha metindir.




Esmâ-i Hüsnâ: Allah’ın en güzel isimleriKavâid-i mukarrere: yerleşmiş kaideler, kurallar
Nakkaş-ı Ezelî: Ezelî Nakkaş; ezelden beri herşeyi san’atlı bir şekilde işleyen ve nakışlarla süsleyen AllahSâni: herşeyi san’atla yaratan Allah
arz: dünya, yeryüzübinaen: -dayanarak
cibâl: dağlarcihet: yön, taraf
cirm: cisim, büyüklükdelâlet etmek: delil olmak, işaret etmek
ednâ: en basit, en aşağıehl-i kelâm: kelâmcılar, iman esaslarını dinî ve aklî deliller ışığında ele alıp ispata çalışan âlimler
esmâ: isimlerevtad: direkler
felsefî: felsefeyle ilgilifelâsife: felsefeciler
hiss-i umumîye: umumun hisleri, genelin duygularıhüküm: karar
ibaret: meydana gelen, oluşaninşâd etmek: şiir okumak
istidlâl: delil getirme, akıl yürütmeitibarla: bakımından
kaside: övgü şiirikastî hüküm: bir şeyin bizzat kendisi hakkında “bu doğrudur veya yalandır” şeklinde verilen hüküm; bilerek, birinci derecede karar konusu
kezâlik: bunun gibi, böylecekudret-i ezelî: ezelî kudret; Allah’ın bütün zamanları kuşatan kudreti, güç ve iktidarı
kâmil: mükemmel, noksansızkâtib: yazan, yazar
kâzip: yalanmahal olma: yer, mekân olma
mahkûm-u aleyh: bizzat kendisi üzerine hüküm binâ edilen (yani bu kaideyi şöyle açıklayabilirizmasnu: san’at eseri
meal: anlammesâil-i felsefiye: felsefe meseleleri
mesâil-i İlâhiye: İlâhi meselelermetin: sağlam, kuvvetli
muhkem: sağlammutabık: uygun
mânâ-yı harfî: harf gibi; bir şeyin kendisine değil de başkasına delâlet eden mânâ; birşeyin kendisini değil de san’atkârını, ustasını, sahibini bildirip tanıtan mânâsımüddeâ: iddia edilen şey
müstehak olmak: lâyık olmak, hak etmeknazar: bakış, görüş
nefsülemir: gerçek, işin özünesc: dokuma, örme
rey: görüş, fikir, hüküm, oysirac: kandil, lamba
sâdık: doğrutavsif: vasıflandırma, niteleme
tebeî: dolaylıtecelliyat: tecelliler, yansımalar
tecellî: yansıma, görünmetekzib: yalanlama
tetkikat: araştırmalar, incelemelerteârüf-ü âmme: umumun anlayacağı tarz, umumun bilgi ve idrak seviyesi
ulûm-u kevniye: kâinat ve dünya ile ilgili ilimlervakıa: olay
vecih: yön, tarafvücuh: vecihler, yönler
zahir: açık, görünenzira: çünkü
zât: bir kimsenin kendisiâlem: dünya, kâinat
şems: güneş

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Şûle - Sayfa: 308


“ağa” nazarıyla âleme bakıyor. Bu itibarla herbir masnuda, iki cihet vardır. Bir ciheti, kendi zât ve sıfâtından ibarettir. Diğer ciheti, Sânie ve Esmâ-i Hüsnâdan kendisine olan tecelliyata bakar.

İkinci cihetin dairesi daha geniş ve mealce daha kâmildir. Zira, bir harf kendi zâtına bir harf miktarı—o da bir vecihle—delâlet eder. Kâtibine çok vecihlerle delâlet eder. Ve kâtibini, bakanlara tarif ve tavsif eder.


Kezalik, kudret-i ezelî kitabından olan bir masnu, kendi nefsine kendi cirmi kadar ve bir vecihle delâlet eder, ama Nakkaş-ı Ezelîye pek çok vücuhla delâlet eder. Ve kendisine tecellî eden esmâdan uzun bir kasideyi inşâd eder. Kavâid-i mukarreredendir ki, “Mânâ-yı harfî, kastî hükümlere mahkûm-u aleyh olamaz. Ve o mânâ-yı harfînin inceliklerine tetkikat yapılamaz. Fakat mânâ-yı ismi, sâdık, kâzip her hükme mahal olur.” Bu sırra binaendir ki mânâ-yı ismîyle kâinata bakan felâsifenin kitaplarında kâinata âit hükümler, nefsülemirde örümceğin nescinden zayıf ise de, zahire göre daha muhkem görünüyor.

Ehl-i kelâm, felsefî meselelerde ve ulûm-u kevniyeye mânâ-yı harfiyle, istidlâl için tebeî bir nazar ile bakıyor. Hattâ şemsin sirac olması, arzın beşik, cibâlin evtad olması, ehl-i kelâmın müddealarını ispata kâfidir. Hattâ ehl-i kelâmın reyleri, hiss-i umumîye ve tearüf-ü âmme mutabık olduktan sonra, vakıa mutabık olmasa bile onların müddeâsına zarar vermez ve tekzibe de müstehak olmazlar. Bunun içindir ki, ehl-i kelâmın reyleri mesâil-i felsefiyede ednâ ve zayıf görünür. Amma mesâil-i İlâhiyede demirden daha metindir.




Esmâ-i Hüsnâ: Allah’ın en güzel isimleriKavâid-i mukarrere: yerleşmiş kaideler, kurallar
Nakkaş-ı Ezelî: Ezelî Nakkaş; ezelden beri herşeyi san’atlı bir şekilde işleyen ve nakışlarla süsleyen AllahSâni: herşeyi san’atla yaratan Allah
arz: dünya, yeryüzübinaen: -dayanarak
cibâl: dağlarcihet: yön, taraf
cirm: cisim, büyüklükdelâlet etmek: delil olmak, işaret etmek
ednâ: en basit, en aşağıehl-i kelâm: kelâmcılar, iman esaslarını dinî ve aklî deliller ışığında ele alıp ispata çalışan âlimler
esmâ: isimlerevtad: direkler
felsefî: felsefeyle ilgilifelâsife: felsefeciler
hiss-i umumîye: umumun hisleri, genelin duygularıhüküm: karar
ibaret: meydana gelen, oluşaninşâd etmek: şiir okumak
istidlâl: delil getirme, akıl yürütmeitibarla: bakımından
kaside: övgü şiirikastî hüküm: bir şeyin bizzat kendisi hakkında “bu doğrudur veya yalandır” şeklinde verilen hüküm; bilerek, birinci derecede karar konusu
kezâlik: bunun gibi, böylecekudret-i ezelî: ezelî kudret; Allah’ın bütün zamanları kuşatan kudreti, güç ve iktidarı
kâmil: mükemmel, noksansızkâtib: yazan, yazar
kâzip: yalanmahal olma: yer, mekân olma
mahkûm-u aleyh: bizzat kendisi üzerine hüküm binâ edilen (yani bu kaideyi şöyle açıklayabilirizmasnu: san’at eseri
meal: anlammesâil-i felsefiye: felsefe meseleleri
mesâil-i İlâhiye: İlâhi meselelermetin: sağlam, kuvvetli
muhkem: sağlammutabık: uygun
mânâ-yı harfî: harf gibi; bir şeyin kendisine değil de başkasına delâlet eden mânâ; birşeyin kendisini değil de san’atkârını, ustasını, sahibini bildirip tanıtan mânâsımüddeâ: iddia edilen şey
müstehak olmak: lâyık olmak, hak etmeknazar: bakış, görüş
nefsülemir: gerçek, işin özünesc: dokuma, örme
rey: görüş, fikir, hüküm, oysirac: kandil, lamba
sâdık: doğrutavsif: vasıflandırma, niteleme
tebeî: dolaylıtecelliyat: tecelliler, yansımalar
tecellî: yansıma, görünmetekzib: yalanlama
tetkikat: araştırmalar, incelemelerteârüf-ü âmme: umumun anlayacağı tarz, umumun bilgi ve idrak seviyesi
ulûm-u kevniye: kâinat ve dünya ile ilgili ilimlervakıa: olay
vecih: yön, tarafvücuh: vecihler, yönler
zahir: açık, görünenzira: çünkü
zât: bir kimsenin kendisiâlem: dünya, kâinat
şems: güneş

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Şûle - Sayfa: 309


İ’lem eyyühe’l-aziz! Cenâb-ı Hakkın günahkârları affetmesi fazldır, tâzip etmesi adldir. Evet, zehiri içen adam, âdetullaha nazaran hastalığa ölüme kesb-i istihkak eder. Sonra hasta olursa, adldir. Çünkü cezasını çeker. Hasta olmadığı takdirde Allah’ın fazlına mazhar olur.

Mâsiyetle azap arasında kavî bir münasebet vardır. Hattâ ehl-i itizâl, mâsiyet hakkında doğru yoldan udûl ile, mâsiyeti, şerri Allah’a isnad etmedikleri gibi, mâsiyet üzerine tâzibin de vacip olduğuna zehab etmişlerdir. Şerrin azabı istilzam ettiği, rahmet-i İlâhiyeye münâfi değildir. Çünkü şer, nizam-ı âlemin kanununa muhaliftir.


İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsan nisyandan alındığı için, nisyana müptelâdır. Nisyanın en kötüsü de nefsin unutulmasıdır. Fakat, hizmet, sa’y, tefekkür zamanlarında, nefsin unutulması, yani nefse bir iş verilmemesi dalâlettir. Hizmetler görüldükten sonra, neticede, mükâfat zamanlarında nefsin unutulması kemâldir. Bu itibarla, ehl-i dalâl ile ehl-i kemâl, nisyan ve tezekkürde müteâkistirler. Evet dâll olan kimse, bir iş ve bir ibadet teklifinde başını havaya kaldırarak firavunlaşır. Lâkin mükâfatın, menfaatin tevziinde bir zerreyi bile terk etmez. Amma nefsini unutan ehl-i kemâl, sa’y, tefekkür, sülûk zamanlarında herşeyden evvel nefsini ileri sürüyor. Fakat neticelerde, faidelerde, menfaatlerde nefsini unutmakla en geriye bırakıyor.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Mü’minler ibadetlerinde, dualarında birbirine dayanarak cemaatle kıldıkları namaz ve sair ibadetlerinde büyük bir sır vardır ki, herbir fert, kendi ibadetinden kazandığı miktardan pek fazla bir sevap cemaatten kazanıyor. Ve herbir fert ötekilere duacı olur, şefaatçi olur, tezkiyeci olur—bilhassa Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâma... Ve keza, herbir fert, arkadaşlarının saadetinden




Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsunCenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve yücelik sahibi Allah
Mü’min: iman eden, Allah’a ve Onun gönderdiği şeylere inananadl: adalet
azap: acı, sıkıntı, cezacemaat: topluluk, grup
dalâlet: doğru ve hak yoldan ayrılma, sapkınlıkdâll: sapık; hak yoldan sapmış olan
ehl-i dalâl: sapıtanlar, yoldan çıkanlarehl-i itizâl: Mutezile mezhebinden olanlar
ehl-i kemâl: kemâl sahibi, olgun kimselerfazl: ikram, ihsan
fert: birey, kişifiravunlaşmak: kendisini Firavun gibi büyük görme
günahkâr: günah işlemiş olanisnad etmek: dayandırmak
istilzam etmek: gerektirmekitibarla: bakımdan, özellikle
i’lem eyyühe’l-aziz: ey aziz kadreşim bil ki!kavî: güçlü, kuvvetli
kemâl: fazilet, iyilik, mükemmellikkesb-i istihkak: hak etme
keza: bunun gibilâkin: ama, fakat
mazhar olmak: ulaşmak, elde etmekmenfaat: yarar
muhalif: aykırı, zıtmâsiyet: günâh, isyan
mükâfat: ödülmünasebet: bağlantı, ilişki
münâfi: aykırı, zıtmüptelâ: bağımlı, düşkün
müteakis: birbirine ters, zıtnazaran: bakarak, –göre
nefis: kişinin kendisi; insanı daima maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvetnisyan: unutkanlık
nizam-ı âlem: âlemin düzeni, kâinattaki düzenrahmet-i İlâhiye: Allah’ın herşeyi kuşatan sonsuz rahmeti, merhameti
sair: diğer, başkasa’y: çalışma
sevap: hayır; İlâhî mükâfatsülûk: yol alma
tefekkür: Allah’ı tanımayı sonuç verecek şekilde varlıklar üzerinde düşünmetevzi: dağıtma
tezekkür: unuttuktan sonra birşeyi tekrar hatırlamatezkiyeci: iyi hâl üzere şâhitlik eden
tâzib: azap, eziyettâzip etmek: azap vermek
udûl: doğru yoldan ayrılma, yoldan çıkma, sapmazehab: yanlış düşünceye kapılma, zihnen bir yola sapma
zerre: çok küçük parçaâdetullah: Allah’ın tabiata koyduğu kanun ve prensipleri
şefaatçi: Allah’ın izniyle şefaat eden, aracı olan

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Şûle - Sayfa: 310


zevk alır ve Hallâk-ı Kâinata ubudiyet etmeye ve saadet-i ebediyeye namzet olur.

İşte mü’minler arasında, cemaatler sayesinde husule gelen şu ulvî, mânevî teâvün ve birbirine yardımlaşmakla hilâfete haml, emanete mazhar olmakla beraber mahlûkat içerisinde mükerrem ünvanını almıştır.


İ’lem eyyühe’l-aziz! Birşeyden uzak olan bir kimse, yakın olan adam kadar o şeyi göremez. Ne kadar zeki olursa olsun, o şeyin ahvâli hakkında ihtilâfları olduğu zaman, yakın olanın sözü muteberdir. Binaenaleyh, Avrupa feylesofları, maddiyatta şiddet-i tevaggulden dolayı iman, İslâm ve Kur’ân’ın hakaikinden pek uzak mesafelerde kalmışlardır. Onların en büyüğü, yakından hakaik-i İslâmiyeye vukufu olan âmi bir adam gibi de değildir. Ben böyle gördüm; nefsülemir de benim gördüğümü tasdik eder. Binaenaleyh, şimşek, buhar gibi fennî meseleleri keşfeden feylesoflar, Hakk’ın esrarını, Kur’ân nurlarını da keşfedebilirler diyemezsin. Zira onun aklı gözündedir. Göz ise kalb ve ruhun gördüklerini göremez. Çünkü kalblerinde can kalmamıştır. Gaflet, o kalbleri tabiat bataklığında çürütmüştür.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Sem’, basar, hava, su gibi umumî nimetler daha ehemmiyetli, daha kıymetli olduklarına nazaran, hususî, şahsî nimetlerden kat kat fazla şükre istihkak ve liyakatleri vardır. Binaenaleyh, o gibi umumî nimetlere karşı nankörlük edip şükran etmemek, en büyük küfran-ı nimet sayılır.

Hal bu merkezde iken, bazı insanlar şahıslarına âit hususî nimetlere karşı Allah’a şükrederlerse de, şu umumî nimetler onlara şümulü yokmuş gibi, fikirlerine bile gelmiyor. Halbuki, en büyük nimet, âmm ve dâimî olan nimetlerdir.



Avrupa: (bk. bilgiler)Hakk: varlığı en büyük gerçek olan Allah
Hallâk-ı Kâinat: kâinatı ve içindeki herşeyi yaratan Allahahvâl: haller, durumlar
basar: görmebinaenaleyh: bundan dolayı
dâimî: sürekli, devamlıesrar: sırlar, gizemler
fennî: bilimselfeylosof: filozof; felsefe ile uğraşan, felsefeci
gaflet: duyarsızlık, sorumluluklarından habersiz davranma hâlihak: gerçek
hakaik: her şeyin gerçek yüzü, aslı esası; gerçeklerhakaik-i İslâmiye: İslâm’ın hakikatleri, esasları
haml: yüklenme, üstlenmehilâfet: halifelik; yeryüzünde Allah’ın izni dairesinde ve Onun adına icraatta bulunma şeklinde, insana verilen görev
husule gelmek: oluşmakhususî: özel
ihtilâf: anlaşmazlık, uyuşmazlıkistihkak: hak etme
i’lem eyyühe’l-aziz: ey aziz kadreşim bil ki!keşfetmek: bulmak, ortaya çıkarmak
küfran-ı nimet: nimete karşı nankörlük, nimete saygısızlıkliyakat: lâyık olma
maddiyat: maddi şeylermahlûkat: yaratıklar, yaratılmış olan varlıklar
mazhar olmak: ulaşmak, elde etmekmuteber: geçerli, itibar edilen
mânevi: mânâya ait, maddî olmayanmükerrem: ikram edilen, şerefli
mü’min: iman eden, Allah’a ve Onun gönderdiği şeylere inanannamzet olmak: aday olmak
nazaran: bakarak, –görenefsülemir: gerçek; işin aslı ve gerçeği
nimet: iyilik, lütuf, ihsannur: aydınlık, ışık
saadet: mutluluksaadet-i ebediye: sonsuz mutluluk, Cennet mutluluğu
sem’: işitmetabiat: (tabiat fikri) materyalist düşünce; “tabiat kendi kendini sürekli olarak yeniden yaratan ve değiştiren güçtür” şeklindeki düşünce
tasdik etmek: doğrulamak, onaylamakteâvün: yardımlaşma
ubudiyet: kullukulvî: yüce
umumî: genel, herkese aitvukuf: birşeyi etraflıca bilme, anlama
zira: çünküâmi: basit, sıradan
âmm: genel, herkese aitünvan: isim
şahsî: kişiselşiddet-i tevaggul: bir şeye fazlaca dalma
şükran: teşekkür, minnettarlıkşükretmek: Allah’a karşı minnet duymak ve Ona teşekkür etmek
şümul: kapsamlılık, kapsamı içine alma

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Şûle - Sayfa: 311


Umumiyet kemâl-i ehemmiyete delil olduğu gibi, devam da ulviyet ve kıymete delâlet eder.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın bazı âyetlerinin tekrarını iktiza eden hikmetler, bazı ezkâr ve duaların da tekrarını iktiza eder. Zira Kur’ân, hakikat ve şeriat, hikmet ve mârifet kitabı olduğu gibi, zikir, dua ve dâvetin de kitabıdır. Duada tekrar, zikirde tezkâr, dâvette tekid lâzımdır.


İ’lem eyyühe’l-aziz! Kur’ân’ın yüksek meziyetlerinden biri de şudur ki: Kesrete ait bahislerden sonra vahdet tezkirelerini yazıyor. Tafsilden sonra icmal yapıyor. Cüz’iyatın bahislerinden sonra rububiyet-i mutlakanın düsturlarını, sıfât-ı kemâliyenin namuslarını fezlekelerle zikrediyor. Bu gibi fezlekelerin, âyetlerin sonundaki faideleri, âyetlerin ortalarında zikredilen mukaddemelere neticeler hükmündedirler. Veya illet olurlar, ta ki sâmiin fikri âyetlerde zikredilen cüz’iyatla meşgul olup ulûhiyet-i mutlaka mertebesinin azametini unutmasın ki, ubudiyet-i fikriyesine halel gelmesin.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Velîlerin himmetleri, imdatları, mânevî fiilleriyle feyiz vermeleri hâlî veya fiilî bir duadır. Hâdî, Muğîs, Muîn, ancak Allah’tır. Fakat insanda öyle bir lâtife, öyle bir hâlet vardır ki, o lâtife lisanıyla her ne sual edilirse—velev ki fâsık da olsun—Cenâb-ı Hak o lâtifeye hürmeten o matlubu yerine getirir. O lâtife pek uzaktan bana göründü ise de, teşhis edemedim.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İlim ve yakîn şümulüne dahil olan ahvâl-i mâziye ile şek perdesi altında kalan ahvâl-i istikbaliye arasında şöyle bir mukayese yap:

Silsile-i nesebin ortasında, bir dedenin yerinde kendini farz et, otur. Sonra, mevcudat-ı mâziye kafilesine dahil olan ecdadınla henüz istikbal rahminde kalıp peyderpey




Hâdî: doğru ve hak yolu gösteren, hidayet veren, AllahKur’ân-ı Mucizü’l-Beyân: açıklaması ve ifadesi mu’cize olan Kur’ân
Mugîs: yardım dileyenler için yardıma yetişen, AllahMuîn: yardımcı, yardım eden, Allah
ahvâl-i istikbal: gelecekteki hallerahvâl-i mâzi: geçmişteki haller
azamet: büyüklük, yücelikbahis: konu
cüz’iyat: ferdî şeyler; bir sınıfa ait bireylerdelâlet etmek: delil olmak, işaret etmek
dâvet: çağırmadüstur: kâide, kural
ecdad: atalar, cedlerezkâr: zikirler, Allah’ı anmalar
farz etmek: var saymakfeyiz: mânevî gıda
fezleke: hülâsa, özet; âyetlerin sonlarındaki anafikirler ve konuların dayandığı İlâhî isimlerfiilî: hareketle, fiil ile ilgili
fâsık: günahkârhakikat: gerçek
halel: eksiklik, zararhimmet: mânevî yardım
hâlet: durum, hâlhâlî: hâl ile ilgili
hürmeten: saygı duyarakicmal: özet
iktiza: gereklilikillet: esas sebep
istikbal: gelecek zamani’lem eyyühe’l-aziz: ey aziz kardeşim bil ki!
kafile: grup, toplulukkemâl-i ehemmiyet: tam ve mükemmel bir önem
kesret: çokluklisan: dil
lâtife: duygu, hismatlub: istek, arzu
mevcudât-ı mâziye: geçmişteki varlıklarmeziyet: üstün özellik
mukaddeme: başlangıçmukayese: kıyaslama
mânevî: mânâya ait, maddî olmayanmârifet: Allah’ı tanıma, bilme
namus: kanun, düstur, anayasarububiyet-i mutlaka: Allah’ın herşeyi kuşatan, kayıtsız ve sınırsız egemenliği, yaratıcılığı, terbiyesi
silsile-i neseb: soy zincirisual: istek
sâmi: dinleyen, işiten, kulak verensıfât-ı kemâliye: Allah’ın noksandan uzak olduğunu ifade eden mükemmel sıfatları, nitelikleri
tafsil: ayrıntıtekid: sağlamlaştırma, kuvvetlendirme
tezkire: hatırlatmaya yarayan yazı, hatırlatma yazısıtezkâr: zikretme
teşhis etmek: belirlemekubudiyet-i fikriye: fikrî kulluk; düşünce ve tefekkür şeklinde yapılan kulluk
ulviyet: yücelikulûhiyet-i mutlaka: hiçbir kaydı ve şartı olmayan sınırsız ilâhlık, mutlak ilâhlık
umumiyet: genellik, herkese ait olmavahdet: birlik, teklik
velev: eğer, hattâ, olsa bile…velî: Allah dostu
yakîn: kesin ve doğru bilgi, şüphesizlikzikir: Allah’ı anma
zikretme: söyleme, belirtmeâyet: Kur’ân’ın her bir cümlesi
şek: şüphe, tereddütşeriat: Allah tarafından bildirilen hükümler
şümul: kapsam

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Şûle - Sayfa: 312


vücuda çıkan evlât ve ahfâdın arasında bir tefâvüt var mıdır? İyice bak! Evvelki kısım ilim ve ittikan ile Sâniin masnuu olduğu gibi, ikinci kısım da aynen o Sâniin masnuu olacaktır. Her iki kısım da Sâniin ilmi ve müşahedesi altındadır. Bu itibarla, ecdadın iâdeten ihyası, evlâdının icadından daha garip değildir. Belki daha ehvendir. İşte bu mukayeseden anlaşıldı ki, vukuat-ı mâziye, Sâniin bütün imkânat-ı istikbaliyeye kàdir olduğuna şehadet eden birtakım mu’cizelerdir.

Evet, kâinat bostanında görünen şu mevcudat ve ecram, Hâlıklarının herşeye kadîr ve herşeye alîm olduğuna delâlet eden harikalardır.


Kezalik, nebatat ve hayvanat, envâıyla, efradıyla, Sânilerinin herşeye kàdir olduğuna şehadet eden san’at harikalarıdır. Evet, kudretine nisbeten zerrat ile şümus mütesâvi olduğu gibi, yaprakların neşriyle beşerin haşri de birdir. Ve keza, ağaçların çürümüş, dağılmış yapraklarının iâdeten ihyası arasında fark yoktur.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan büyük bir ölçüde tekrar ettiği ihyâ-yı arz ve toprak unsuruna nazar-ı dikkati celb ettiğinden, kalbime şöyle bir feyiz damlamıştır ki:

Arz, âlemin kalbi olduğu gibi, toprak unsuru da arzın kalbidir. Ve tevazu, mahviyet gibi maksuda isal eden yolların en yakını da topraktır. Belki toprak, en yüksek semâvattan Hâlık-ı Semâvata daha yakın bir yoldur. Zira, kâinatta tecellî-i rububiyet ve faaliyet-i kudrete ve makarr-ı hilâfete ve Hayy-u Kayyûm isimlerinin cilvelerine en uygun, topraktır. Nasıl ki arş-ı rahmet su üzerindedir; arş-ı hayat ve ihya da toprak üstündedir. Toprak, tecelliyat ve cilvelere en yüksek



Hayy-u Kayyûm: her an diri olan ve herşeyi ayakta tutup varlığını devam ettiren AllahHâlık: herşeyi yaratan Allah
Hâlık-ı Semâvat: gökleri yaratan AllahKur’ân-ı Mucizü’l-Beyan: açıklamaları mu’cize olan Kur’ân-ı Kerim
Sâni: herşeyi mükemmel bir san’atla yaratan Allahahfâd: torunlar
alîm: bilenarz: yer, dünya
arş-ı hayat ve ihya: hayatın ve hayat verip diriltmenin tecellî ettiği yer, makamarş-ı rahmet: rahmet ve merhametin tecellî ettiği yer, makam
beşer: insanbostan: bahçe
celb etmek: çekmekcilve: görünme, yansıma
delâlet: delil olmaecdad: atalar, cedler
ecram: gök cisimleriefrad: fertler, bireyler
ehven: kolayenvâ: çeşitler, türler
evlât: çocuklarevvelki: önceki
faaliyet-i kudret: Allah’ın güç ve iktidarıyla işlemesi, faaliyetifeyiz: ilim, ilham
garip: tuhaf, hayvanât: hayvanlar, canlılar
haşir: insanın öldükten sonra âhirette diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanmasıicad: var etme, vücuda getirme
ihya: hayat verme, diriltmeihyâ-yı arz: yeryüzünün diriltilmesi
imkânat-ı istikbaliye: gelecekte meydana gelmesi muhtemel olanlarisal etmek: ulaştırmak, eriştirmek
itibar: –bakımdan, –açıdanittikan: sağlam ve pürüzsüz san’at yapma
iâdeten: eskiyi yerine getirerek; ölümden sonra çürüyüp dağılan bedeni tekrar inşa edip diriltmek şeklindei’lem eyyühe’l-aziz: ey aziz kardeşim bil ki!
kadîr: güç ve iktidar sahibikeza: bunun gibi
kezâlik: bunun gibi, böylece, bu da böylekudret: güç, iktidar
kâinat: evrenmahviyet: tevazu, alçakgönüllülük
makarr-ı hilâfet: hilâfet merkezimaksud: kast edilen şey, gaye
masnu: san’at eseri varlıkmevcudat: var edilenler, varlıklar
mukayese: kıyaslamamu’cize: bir benzerini yapma hususunda başkasını yapmakta aciz bırakan şey
mütesavi: birbirine eş, birbiriyle eşit, iki şeyin birbiriyle aynı seviyede olmasımüşahede: görme, gözlem
nazar-ı dikkat: dikkat içeren bakış, dikkatli bakışnebâtat: bitkiler
neşir: ölümünden sonra dirilme, iyi kötü yapılan her şeyin diriltildikten sonra sergilenmesinisbeten: göre, oranla
peyderpey: azar azar, yavaş yavaşsemâvat: gökler
tecelliyat: tecelliler, yansımalartecellî-i rububiyet: Allah’ın rububiyetinin, terbiye ve idare ediciliğinin yansıması
tefâvüt: farklılık, farklı olmatevazu: alçakgönüllülük
unsur: madde, temel maddevukuat-ı mâzi: geçmişteki olaylar
zerrat: zerreler, atomlarzira: çünkü
âlem: evrenşehadet: şahitlik, tanıklık
şümus: güneşler

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Şûle - Sayfa: 313


bir ayinedir. Evet, kesif birşeyin ayinesi ne kadar lâtif olursa, o nisbette suretini vâzıh gösterir. Ve nurânî ve lâtif birşeyin de ayinesi ne kadar kesif olursa, o nisbette esmânın cilvelerini cilâlı gösterir. Meselâ, hava ayinesinde, yalnız şemsin zayıf bir ziyası görünür. Su ayinesinde şems ziyasıyla görünürse de elvân-ı seb’ası görünmüyor. Fakat toprak ayinesi, çiçeklerinin renkleriyle, şemsin ziyasındaki yedi rengi de gösterir.
blank.gif
1 اَقْرَبُ مَا يَكُونُ الْعَبْدُ مِنْ رَبِّهِ وَهُوَ سَاجِدٌ olan Hadîs-i Şerif, bu sırra işareten şehadet eder. Öyleyse, arkadaş, topraktan ve toprağa inkılâp etmekten, kabirden ve kabre girip yatmaktan tevahhuş etme!


İ’lem eyyühe’l-aziz! Aklım yürüyüş yaparken, bazan kalbim ile arkadaş olur. Kalb zevkiyle bulduğu şeyi akla veriyor. Akıl berveçh-i mutad, burhan şeklinde bir temsil ile ibraz ediyor. Meselâ:

Fâtır-ı Hakîmin kâinattan sonsuz bir uzaklığı olduğu gibi, sonsuz bir kurbiyeti de vardır. Evet, ilim ve kudretiyle bâtınların en bâtınında bulunduğu gibi, fevklerin de en fevkinde bulunuyor. Hiçbir şeyde dahil olmadığı gibi, hiçbir şeyden de hariç değildir.

Evet, âsâr-ı rahmetine mazhar olan sath-ı arzda mâmulât-ı kudrete bak ki, bir parça bu sırra vakıf olasın. Meselâ, biri arzda, diğeri semâda veya biri şarkta, diğeri garpta iki şeyi bir anda yaratan Sâniin, o yaratılan şeylerin arasındaki uzaklık kadar uzaklığı lâzımdır. Ve keza herşeyin kayyûmu olduğu cihetle de, herşeyin nefsinden daha ziyade bir kurbiyeti de vardır. Bu sır, daire-i vücub, tecerrüd ve ıtlak hasâisindendir. Ve fâil-i aslînin mâhiyetiyle, zıllî olan münfail arasındaki mübâyenet-i lâzimesidir. Meselâ, şems, timsallerine kayyûm olduğu için, fevkalhad onlara bir kurbiyeti vardır. Ayinedeki zıl ve gölge ile semâda bulunan asıl arasındaki mesafe kadar da bu’diyeti vardır.


[NOT]Dipnot-1 “Kulun Rabbine en yakın olduğu an, onun secde halidir.” el-Münavî, Feyzü’l-Kadîr, 2:68, hadis no:1348; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, 2:110.

[/NOT]

Fâtır-ı Hakîm: herşeyi hikmetle ve benzersiz şeyleri üstün san’atıyla yaratan AllahSâni: herşeyi mükemmel bir san’atla yaratan Allah
arz: dünyaberveçh-i mutad: âdet olduğu gibi
burhan: güçlü delil, sağlam kanıtbu’diyet: uzaklık
bâtın: iç, içindecihet: yön, taraf
cilve: görüntü, yansımacilâlı: parlak
dahil olmak: içinde olmak, bulunmakdaire-i vücub: hiç değişikliğe uğramayan ve varlığı zorunlu olan daire; Cenâb-ı Hakkın varlığı
elvân-ı seb’a: yedi renkesmâ: Allah’ın isimleri
fevk: üst, yukarıfevkalhad: sınır ötesi, sınır üstü
fâil-i aslî: asıl fâil, asıl işi yapangarp: batı
hadis-i şerif: Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübarek söz, fiil ve hareketi veya onun onayladığı başkasına ait söz, iş veya davranışhariç: dışında
hasâis: vasıflar, özellikleribraz etmek: ortaya koymak, göstermek
inkılâp etmek: değişmek, dönüşmekişareten: işaret ederek
i’lem eyyühe’l-aziz: ey aziz kadreşim bil ki!kayyûm: ayakta tutan ve varlığı devap ettiren
kesif: katı, yoğun, saydam olmayankeza: bunun gibi
kudret: güç, iktidarkurbiyet: yakınlık
lâtif: ince, saydam, şeffafmahiyet: bir şeyin aslı esası
mamulât-ı kudret: kudretin yaptığı ürünler; güç ve iktidarın ürünlerimazhar olma: ayna olma
mübâyenet-i lâzime: iki şey arasında lâzım olan zıtlık ve zorunlu olan farklılıkmünfail: fiilden etkilenen
nisbet: kıyas, orannuranî: nurlu, güneş gibi ışık saçan varlık
sath-ı arz: yeryüzüsemâ: hava, gök
suret: görüntütecerrüd: maddî olmama, soyut olma
temsil: kıyaslama tarzında benzetme; analojitevahhuş: korkma, ürküntü
timsal: akis, aynadaki görüntüvakıf: halkın faydasına sunulmuş mal vs.
vâzıh: açık, aşikârziya: ışık
ziyade: çok, fazlazıll: gölge
zıllî: gölge ile ilgili, gölge olanâsâr-ı rahmet: rahmet eserleri
ıtlak: kayıt altına girmeme, sınırsızlıkşark: doğu
şehadet: şahitlik, tanıklıkşems: güneş

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Şûle - Sayfa: 314


Şûlenin Zeyli

besmele.jpg



İ’lem eyyühe’l-aziz! Bütün kâinatı ihata eden bir nurdan hiçbirşey gizlenemez. Ve gayr-ı mütenahi bir daire-i kudretten birşey hariç kalamaz. Ve illâ, gayr-ı mütenahinin tenâhisi lâzım gelir.

Ve keza, hikmet-i İlâhiye herşeye değeri nisbetinde feyiz veriyor. Ve herkes bardağına göre denizden su alabilir.

Ve keza, mukaddir olan Kadîr-i Hakîmin büyüğe olan teveccühü, küçüğe olan teveccühüne mâni olamaz

Ve keza, maddeden mücerred zahir ve bâtın olan muhît bir nazara, en büyük şey gibi, en küçük birşeyi mazhar ve mahal olduğu san’at nisbetinde büyür. Ve küçük şeylerin nevileri büyük olurlar.

Ve keza, azamet-i mutlaka şirketi asla kabul etmez.

Ve keza, fevkalâde bir suhulet ile, harika bir sür’atle, mu’ciz bir itkan ve intizam ile cûd-u mutlaktan akan âsârdan anlaşılıyor ki, mikrop gibi en küçük ve daha küçük havaî, mâî, türâbî hayvanlar boş zannedilen âlemin yerlerini doldurmuşlardır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Nefsine olan muhabbeti icab ettiren nefsin sana olan kurbiyeti ise, Hâlıkına muhabbetin daha fazla olmalıdır. Çünkü, nefsinden o daha karîbdir. Evet, senin fikrin, ihtiyarın idrak edemedikleri sendeki mahfiyat, Hâlıkın nazarı ve ilmi altındadır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Âlemde tesadüf yoktur. Evet, bilhassa bahar mevsiminde, küre-i arz bahçesinde, bütün ağaçların dallarında, çiçeklerin yapraklarında,



Hâlık: herşeyi yaratan AllahKadîr-i Hakîm: herşeyi hikmetle yapan ve herşeye gücü yeten, sonsuz hikmet ve kudret sahibi Allah
azamet-i mutlaka: sınırsız büyüklükbilhassa: özellikle
bâtın: içte ve gizli olanı görencûd-u mutlak: sınırsız cömertlik
daire-i kudret: Allah’ın kudret dairesifevkalâde: olağanüstü
feyiz: bolluk, bereket, lütufgayr-ı mütenahi: sonu olmayan, sonsuz
hariç: dışındahavaî: havaya ait, havada yaşayan
hikmet-i İlâhiye: İlâhî hikmet; Allah’ın gözettiği fayda ve gayeicab ettirmek: gerektirmek
idrâk: anlayış, kavrayışihata eden: kapsayan
illâ: ancakintizam: düzen, disiplin
itkan: sağlamlıki’lem eyyühe’l-aziz: ey aziz kadreşim bil ki!
karîb: yakınkeza: bunun gibi
kurbiyet: yakınlıkküre-i arz: yerküre, dünya
mahal: yer, mekânmahfiyât: gizlilikler, gizli şeyler
mazhar: ayna, yansıma yerimuhabbet: sevgi
muhît: ihatalı, kuşatıcımukaddir: herbir şeyin kıymetini biçip, hassas ölçü ve miktarlarla takdir eden Allah
mu’ciz: mu’cize olanmâni: engel
mâî: suya ait, suda yaşayanmücerred: soyut
nazar: bakış, görüşnefis: bir kimsenin kendisi
nevi: çeşit, türnisbet: kıyas, oran
suhulet: kolaylıktenâhi: sona erme; sonlu olma
teveccüh: ilgi, yönelmetürâbî: toprağa ait, toprakta yaşayan
zahir: açıkta ve dışta olanı görenzeyl: ek, ilâve
âlem: dünya, evrenâsâr: eserler, varlıklar
şûle: parıltı

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Şûle - Sayfa: 315


mezrûatın sümbüllerinde hikmet bülbülleri, hikmet âyetlerini tağannüm ve terennüm ile inşad ettikleri iman kulağıyla, basiret gözüyle dinlenilirse, tesadüf şeytanları bile kabul ile hayran olurlar.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Tevhid ile bütün eşyayı Vâhid-i Ehade isnad etmediğin takdirde, âlemde bulunan bütün efradın mazhar oldukları tecelliyat-ı İlâhiye adedince ilâhları kabul etmek mecburiyetindesin. Evet, gözünü şemsten yumduğun ve timsalleriyle irtibatını kestiğin zaman, timsallerine mâkes olan şeylerin adedince hakikî şemslerin vücudunu kabul etmeye mecbur olursun.


İ’lem eyyühe’l-aziz! Sen bazı vecihlerden fenâya gittiğin zaman, Hâlık-ı Rahmân-ı Rahîmin ilminde, meşhudunda, malûmunda bâki kalmaklığın, senin bekan için kâfidir.

Yahu, herşeyi Sâhib-i Hakikîsine ver veya ona isnad et. Onun ismiyle al ki rahat edesin. Ve illâ, bu kadar eşyayı vücuda getirip nizam ve intizamlarını temin edecek o kadar ilâhları kabule muztar kalacaksın.


endOfSection.gif
endOfSection.gif


Hâlık-ı Rahmân-ı Rahîm: rahmet ve merhameti herşeyi kaplayan ve her bir varlığa hususî rahmet ve merhamet tecellîsi olan Yaratıcı, AllahSâhib-i Hakikî: gerçek sahip olan Allah
Vâhid-i Ehad: bir olan ve birliği her şeyi kapladığı gibi her bir şeyde de görülen Allahbasiret: feraset, seziş
beka: devamlılık ve kalıcılıkbâki: devamlı ve kalıcı olan
efrad: fertler, bireylerfenâ: gelip geçicilik
hakikî: asıl, gerçekhikmet: varlıklardaki faydalar ve gayeler; evrendeki ve yaratılıştaki anlamlı, faydalı iş
illâ: ancakilâh: tanrı, kendisine ibadet edilen
intizam: düzenlilikinşad: şiir vs. okuma
irtibat: bağ, ilişkiisnad etmek: dayandırmak
i’lem eyyühe’l-aziz: ey aziz kardeşim bil ki!kâfi: yeterli
malûm: bilinenmazhar olmak: ulaşmak, elde etmek
mecburiyet: zorunlu olmamezruât: ekilip dikilenler
meşhud: görünenmuztar: çaresiz, zorda kalan
mâkes: yansıma yeri, aynanizam: düzen
tağannüm: şarkı vs. söylemektecelliyât-ı İlâhiye: İlâhî isimlerin varlıklarda eserini göstermesi, yansıması
temin etmek: sağlamakterennüm: dile getirme
tevhid: birleme; her şeyin bir olan Allah’a verilmesitimsal: görüntü
vecih: yönvücud: varlık, var oluş
vücuda getirmek: var etmek, meydana getirmekâlem: dünya, evren
âyet: delil, Allah’ın varlığına işaret eden şeyşems: güneş

 
Üst