Şualar 8. Ders - Itlakın Mahiyeti İştirake Zıttır.

Huseyni

Müdavim
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ


Eser:
Şualar/İkinci Şua/İkinci Makam
Konu: Itlak ve İhâta ve Nihayetsizliğin Vahdete Şehadetleri

Açıklamalı risale derslerimiz devam ediyor.


  • Derslerimize herkes katılabilir.
  • Soru sorabilir veya sorulan sorulara cevap verebilir.
  • Ders anlayışımız; "biz biliyoruz, öğretiyoruz" değil, "anladığımızı paylaşıyoruz." şeklindedir.
  • Açıklamalı dersler, birkaç yöneticinin kendi tekelinde gibi algılanmamalı.
  • Yöneticiler derslerin sadece takibini ve seri olarak açma vazifelerini üstlenmekteler.
  • Bunun dışında dersin gidişatı herkese açıktır.
  • Bundan dolayı bütün kardeşlerimizin derslere iştirak etmelerini arzu ediyoruz.

Selam ve dua ile.


[BILGI]Amma, ıtlak ve ihâta ve nihayetsizliğin vahdete şehadetleri ise, o dahi Siracü’n-Nur risalelerinde tafsilen zikredilmiş. Bir muhtasar meâli şudur:

Madem, kâinattaki ef’âlin herbiri, kendi eserinin etrafa istilâkârâne yayılmasıyla herbir fiilin ihatasını ve ıtlakını ve hadsiz bulunduğunu ve kayıtsızlığını gösterir. Ve madem, iştirak ve şirk ise, o ihatayı inhisar altına ve o ıtlakı kayıt altına ve o hadsizliği had altına alıp ıtlakın hakikatını ve ihâtının mahiyetini bozuyor. Elbette mutlak ve muhit olan o ef’alde iştirak muhâldir, imkânı yoktur.

Evet, ıtlakın mahiyeti iştirake zıttır. Çünkü, ıtlakın mânâsı, hattâ mütenahi ve maddî ve mahdut birşeyde dahi olsa, yine istilâkârâne ve istiklâldârâne etrafa, her yere yayılır, intişar eder. Meselâ, hava ve ziya ve nur ve hararet, hatta su, ıtlaka mazhar olsalar, her tarafa yayılırlar.

Madem ıtlak ciheti, cüz’îde dahi olsa, maddîleri, mahdutları böyle müstevli yapıyor. Elbette küllî bir ıtlak-ı hakiki, böyle hem nihayetsiz, hem maddeden münezzeh, hem hudutsuz, hem kusurdan müberrâ olan sıfatlara öyle bir istilâ ve ihata verir ki, şirk ve iştirakın hiçbir cihet-i imkânı ve ihtimali olamaz.

Elhasıl, kâinatta görünen binlerle ef’âl-i umumiyenin ve cilveleri görünen yüzer esmâ-i İlâhiyenin herbirinin hem hâkimiyeti, hem kibriyası, hem kemâli, hem ihatası, hem ıtlakı, hem nihayetsizliği vahdetin ve tevhidin gayet kuvvetli birer burhanıdırlar.

Hem nasıl ki bir fevkalâde kuvvet, faaliyete girmek için istilâ etmek ister, başka kuvvetleri dağıtır. Öyle de, herbir fiil-i rububiyet ve herbir cilve-i esmâ-i ulûhiyet, o derece fevkalâde kuvvetleri, eserlerinde görünüyor ki, eğer hakîmiyet-i âmme ve adalet-i mutlaka olmasaydı ve onları durdurmasaydı, herbiri umum mevcudatı istilâ edecekti.

Meselâ, kavak ağacını umum zeminde halk eden ve tedbirini gören bir kuvvet, hiç mümkün müdür ki, onun yanında ve efradı içinde yayılmış ve karışmış olan ceviz ve elma ve zerdali misillü ağaçların kavağa bitişik olan cüz’î fertlerini, o kavak nev’ini tamamen, birden zapteden küllî kuvveti altına ve tedbiri içine almasın ve istilâ etmesin ve başka kuvvetlere kaptırsın.

Evet, herbir nev’i mahlûkatta, belki herbir fertte tasarruf eden öyle bir kuvvet ve kudret hissediliyor ki, bütün kâinatı istilâ ve bütün eşyayı zapt ve bütün mevcudatı hükmü altına alabilir bir mahiyette görünüyor. Elbette böyle bir kuvvet, iştiraki hiç bir cihette kabul edemez, şirke meydan vermez.


Şualar[/BILGI]


[TAVSIYE]Açıklamalı Şua dersleri: Şualar
Diğer dersler: Risale Açıklamalı[/TAVSIYE]
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]Amma, ıtlak ve ihâta ve nihayetsizliğin vahdete şehadetleri ise, o dahi Siracü’n-Nur risalelerinde tafsilen zikredilmiş. Bir muhtasar meâli şudur:[/NOT]


Itlak ve ihata ve nihayetsizlik Allahın birliğine delildir. Yani Allahın isim ve sıfatlarının her yerde olması, hiçbirşeyden hariç kalmaması, her yeri istila etmesi, bütün eşyayı kuşatması, Zat-ı Zülcelalin vahdetini gösteriyor. Bu hakikatin kısa bir mealini bu dersimizde göreceğiz inşaallah. Tafsilatı Siracü'n-Nur risalelerinde zikredilmiş. Burada yeri gelmişken, Siracü'n-Nur hangi risalelerden oluşuyor, kısa bir dipnot düşelim..


[BILGI]Sirac-ün Nur, Risale-i Nur külliyatı'ndanmüstakil bir eser olmayıpAsay-ı Musa gibi derleme şeklinde bir kitaptır.

Siracunnur şu kısımlardan meydana gelmiştir:
Üç, Dört ve Beşinci Şua ; On Üç, Yirmi Beş ve Yirmi Altıncı Lem'a; On Yedinci Mektup; Otuz Üçüncü Söz ile Denizli Müdafaası.


Sorularla Risale[/BILGI]
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]Madem, kâinattaki ef’âlin herbiri, kendi eserinin etrafa istilâkârâne yayılmasıyla herbir fiilin ihatasını ve ıtlakını ve hadsiz bulunduğunu ve kayıtsızlığını gösterir.[/NOT]


Kainatın her tarafını istila etmiş fiiller var. Mesela görmek fiili kainatın her yerini kuşatmış. Bütün kainattaki her fiil tam bir mizan ve intizam içinde oluşu ile, görme fiilinin ihatasını, tüm kainatı istila ettiğini gösteriyor. Mesela işitmek fiili kainatın her yerini istila etmiş. Ki toprağın altındaki varlıkların dahi ihtiyaçlarını işitip, rızıklarını ummadıkları tarzda yetiştiren var. Buna kıyasen, bilmek, yapmak, güzelleştirmek, şekil vermek gibi daha çok fiiller var ki, bu fiiller kainatın her yerini istila etmiş..

[NOT]Ve madem, iştirak ve şirk ise, o ihatayı inhisar altına ve o ıtlakı kayıt altına ve o hadsizliği had altına alıp ıtlakın hakikatını ve ihâtının mahiyetini bozuyor. Elbette mutlak ve muhit olan o ef’alde iştirak muhâldir, imkânı yoktur.[/NOT]

Farz-ı muhal kainatta şirke yer olsaydı, o takdirde fiillerin ihatası ve istilasını inkar etmek lazım gelirdi. Mesela görmek fiiliyle yapılan bütün icraatler gösteriyor ki bütün kainat bir elden çıkıyor. Dünyanın bir ucundaki canlının yaşaması için, nasıl onun idare, tedbir ve terbiyesi gerekiyor ise, diğer ucundaki canlınında aynı şekilde idare, tedbir ve terbiyesi gerekiyor. O takdirde dünyanın bir ucundaki canlıyı kim terbiye edip besliyor ise, diğer ucundakini de O besliyor, rızkını O veriyor, ihtiyacını O görüyor, hacatını O işitiyor..Demek ki bütün fiillerin kainatın her yerinde bulunması, şirke yer kalmadığını gösteriyopr. Yapılan hiçbir işe, başkasının elini karıştırmıyor.
 

KatRe2

Member
Halbuki sinek kanadından tâ semavat kandillerine kadar ve hüceyrat-ı bedeniyeden tâ seyyaratın burçlarına kadar öyle bir intizam var ki; zerre kadar şirkin müdahalesi olamaz.

Hem hâkimiyet bir makam-ı izzettir; rakib kabul etmek, o hâkimiyetin izzetini kırar.

Evet aczi için çok yardımcılara muhtaç olan insanın, cüz'î ve zâhirî ve muvakkat bir hâkimiyeti için kardeşini ve evlâdını zalîmane öldürmesi gösteriyor ki; hâkimiyet rakib kabul etmez. Böyle bir âciz, böyle cüz'î bir hâkimiyet için böyle yaparsa; elbette bütün kâinatın mâliki olan bir Kadîr-i Mutlak'ın hakikî ve küllî rububiyetine ve uluhiyetine medar olan kendi hâkimiyet-i kudsiyesine başkasını teşrik etmesi ve şerike müsaade etmesi hiçbir cihetle mümkün olamaz.Şualar
 

Huseyni

Müdavim
Halbuki sinek kanadından tâ semavat kandillerine kadar ve hüceyrat-ı bedeniyeden tâ seyyaratın burçlarına kadar öyle bir intizam var ki; zerre kadar şirkin müdahalesi olamaz.

Allah cc. razı olsun..AMİN.

İntizam kanunu tüm kainatı istila etmiş, ihata etmiş. Her yerde bir nizam ve intizam var. O halde göklerdeki intizamın hakimi kimse , arzdaki intizamın hakimi de Odur..Çünkü her ikisindeki intizam birbiri ile alakadardır. Birindeki nizamsızlık, diğerinin hercümercine sebep olabilir.. Demek ki şirkin müdahelesi muhaldir..
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]Evet, ıtlakın mahiyeti iştirake zıttır. Çünkü, ıtlakın mânâsı, hattâ mütenahi ve maddî ve mahdut birşeyde dahi olsa, yine istilâkârâne ve istiklâldârâne etrafa, her yere yayılır, intişar eder. Meselâ, hava ve ziya ve nur ve hararet, hatta su, ıtlaka mazhar olsalar, her tarafa yayılırlar.[/NOT]

Itlak: Salıvermek, serbest bırakma, serbest olup her tarafta bulunmak gibi anlamlara geliyor. Bu dersteki manası ise Allahın isim ve sıfatlarının ve fiillerinin tüm kainatı istila etmesidir. Maddi ve sınırlı ve sonsuz olmayan şeylerde dahi ıtlak şirki reddeder.

Mesela karanlık bir odada bir anda lamba yakılsa, her yere bir anda yayılır.

Suyun önündeki engel kaldırılsa, hemen her yere dağılır, ıtlaka mazhar olur.

Soğuk bir odada soba yakılsa, hemen odanın her yerine dağılır.

Yine evin pencerelerini açtığımızda hava bir anda her yeri istila eder.


[NOT]Madem ıtlak ciheti, cüz’îde dahi olsa, maddîleri, mahdutları böyle müstevli yapıyor. Elbette küllî bir ıtlak-ı hakiki, böyle hem nihayetsiz, hem maddeden münezzeh, hem hudutsuz, hem kusurdan müberrâ olan sıfatlara öyle bir istilâ ve ihata verir ki, şirk ve iştirakın hiçbir cihet-i imkânı ve ihtimali olamaz.[/NOT]


Itlak, su, ziya, nur, hararet gibi maddi ve sınırlı ve sonsuz olmayan şeylerde dahi şirkin müdahelesini reddeder. Allah cc. maddeden münezzehtir. Onun isim ve sıfatları sonsuzdur, gayr-i mütenahidir. Her türlü kusurdan uzaktır. Elbette maddi olan şeyler ıtlaka mazhar olduklarında şirki nasıl reddediyorsa, Allah'ın isim ve sıfatları şirke zerre kadar yer bırakmaz. Mesela Allah'ın ilim ve kudret sıfatı kainatın her yerini istila etmiş. Zerrelerden seyyarelere kadar her şey Cenab-ı Hakkın bu sıfatlarıyla vücuda geliyor. Rezzakiyeti tüm kainatı istila etmiş, bütün canlı cansız mahlukat bu sıfatla rızıklanıyor. Sair sıfatların ve isimlerin de her birisi bunun gibidir..
 

Bahtiyar

Active member
Madem, kâinattaki ef’âlin herbiri, kendi eserinin etrafa istilâkârâne yayılmasıyla herbir fiilin ihatasını ve ıtlakını ve hadsiz bulunduğunu ve kayıtsızlığını gösterir. Ve madem, iştirak ve şirk ise, o ihatayı inhisar altına ve o ıtlakı kayıt altına ve o hadsizliği had altına alıp ıtlakın hakikatını ve ihâtının mahiyetini bozuyor. Elbette mutlak ve muhit olan o ef’alde iştirak muhâldir, imkânı yoktur.
Elma bir eserdir,bir üründür.Bu eser yani elma hangi fiillerle vucud buluyor.mesela Şekil verme filli yeryüzündeki herhangi bir elmayı bu şekli sayesinde diyer varlıklardan yada meyvelerden ayırabiliriz.İşte bu şekil verme fiili etrafı istila etmiş her bir eserde kendini gösteriyor.Kainatın her yerinde bu şekil verme işi var . her yeri istila ederek serbestçe engel olunmadan yayılması görülüyor,hadsiz ve kayıtsız icra olunuyor.
Ve madem iştrak ve şirk ise,o ihatayı inhisar altına alıyor.her yerde olan o şekil verme işine iştirak ve şirkle sınır geliyor. Elbette mutlak ve muhit olan o ef’alde iştirak muhâldir, imkânı yoktur.
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]Elhasıl, kâinatta görünen binlerle ef’âl-i umumiyenin ve cilveleri görünen yüzer esmâ-i İlâhiyenin herbirinin hem hâkimiyeti, hem kibriyası, hem kemâli, hem ihatası, hem ıtlakı, hem nihayetsizliği vahdetin ve tevhidin gayet kuvvetli birer burhanıdırlar.[/NOT]

"binlerle ef’âl-i umumiyenin ve cilveleri görünen yüzer esmâ-i İlâhiyenin"

Her fiilde Allahın çok isimleri tecelli ediyor ancak bazı isimler o fiilde daha öne çıkıyor.

Eşyaya şekil vermek fiil, Musavvir ismi ile o fiil gerçekleşiyor,

yaratma fiili, Hayy ismi ile,

öldürme fiili, Mumit ismi ile,

rızıklandırma fiili, Rezzak ismi ile,

yıldızları, gezegenleri, döndürme, idare etme, onlara hakim olma gibi fiiller, Celali isimlerinin tecellisi ile, ("Kebir, Mütekebbir, Azim, Cebbar, Kahhar, Kâbıd, Hâkim, Melik, Adl, Kadir, Kaviyy, Muktedir, Müntakım, Vâhid, Dârr gibi haşmet, azamet, ulviyet, büyüklük, hâkimiyet, kudret, kuvvet, ihtişam, kahır, tenzih, tesbih, havf, azab, korku, heybet ve tekebbür ifade eden isimlerin Celâlî isimler..." Süleyman KÖSMENE)

güzelliği ifade eden fiiller, Cemali isimlerinin tecellisi ile, ("Rahman, Rahîm, Kerim, Selâm, Mü’min, Müheymin, Gaffar, Rezzak, Latif, Halîm, Şekûr, Vedûd, Mukît, Mücîb, Muhyî, Ehad, Tevvâb, Afüvv, Raûf, Muğnî, Hâdî, Nûr gibi rahmet, şefkat, merhamet, mağfiret, cevap vermek, acımak, güzellik, hoşnutluk, rızâ, sevgi, muhabbet, bağışlamak, tezyin, hamd, lütûf, terğib, recâ ve ümit ifâde eden isimlerin ise Cemâlî isimler..."Süleyman KÖSMENE) gerçekleşiyor.

Bu isimlerin tecellileri kainatın her yerini ihata etmiş, istila etmiş. Hiç bir yer harç kalmamış. Mesela Alim isminin semanın uçsuz bucaksız bilmediğimiz ve görmediğimiz yerlerinde dahi tecellileri bulunurken, denizlerin dibinde de var, midemizde de var, karıncanın yeraltındaki yuvasında da var. Eğer semanın her tarafını Alim ismi ihata etmeseydi, başıbozuk bir seyyarenin başka seyyarelere çarpmasıyla kainat hercümerc olurdu, dağılırdı. Yine yeraltındaki karıncanın ihtiyacını Alim ismi ile bilmeseydi, yeraltında yaşayan sayısız varlıklar açlıktan ölürdü. Biliyor ki, rızıklarını da gönderiyor. Eğer Alim isminin tecellileri bütün vücudumuzu ihata ve istila etmeseydi, belki bir an dahi yaşayamazdık. Bunun gibi Allah'ın bütün isimlerinin tecellileri düşünülse, her bir isim, ihatası ve istilası ve nihayetsizliğiyle, Allahın varlığına ve birliğine kuvvetli deliller olduğu görülecektir..
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]Hem nasıl ki bir fevkalâde kuvvet, faaliyete girmek için istilâ etmek ister, başka kuvvetleri dağıtır. Öyle de, herbir fiil-i rububiyet ve herbir cilve-i esmâ-i ulûhiyet, o derece fevkalâde kuvvetleri, eserlerinde görünüyor ki, eğer hakîmiyet-i âmme ve adalet-i mutlaka olmasaydı ve onları durdurmasaydı, herbiri umum mevcudatı istilâ edecekti.[/NOT]


Cüz'i kuvvet sahibi insanlar dahi, hakimiyet kurmak için, kuvvetiyle karşılarına çıkabilecek başka kuvvetleri dağıtmaya çalışıyor ki, hakimiyetini izhar edebilsin. Cenab-ı Hak sonsuz kudret ve kuvvet sahibidir. Bütün esması da nihayetsizdir, sonsuzdur..Ancak Cenab-ı Hakkın cc. adalet ve hikmeti, fiillerinin ve isimlerinin cilvelerinin nihayetsiz bir surette kainatta tecelli etmesine müsaade etmiyor.

Mesela Allah'ın rahmeti sonsuz tecelli etseydi, dünya cennete dönerdi.

Kahhar ismi sonsuz tecelli etseydi, kafirler dünyada cezalarını peşin çekerlerdi, hatta buna bağlı olarak, binlerce insanı öldüren bir zalimin binlerce de vücudunun olması lazım gelirdi.

Rezzak ismi sonsuz tecelli etseydi, herkes aynı şekilde rızıklandığından, kimse kimsenin haline bakıp şükür ihtiyacını hissetmezdi..

Demek adalet ve hikmeti isimlerinin ve fiillerinin kainatta sonsuz tecelli etmesine mani oluyor..
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]Meselâ, kavak ağacını umum zeminde halk eden ve tedbirini gören bir kuvvet, hiç mümkün müdür ki, onun yanında ve efradı içinde yayılmış ve karışmış olan ceviz ve elma ve zerdali misillü ağaçların kavağa bitişik olan cüz’î fertlerini, o kavak nev’ini tamamen, birden zapteden küllî kuvveti altına ve tedbiri içine almasın ve istilâ etmesin ve başka kuvvetlere kaptırsın.

Evet, herbir nev’i mahlûkatta, belki herbir fertte tasarruf eden öyle bir kuvvet ve kudret hissediliyor ki, bütün kâinatı istilâ ve bütün eşyayı zapt ve bütün mevcudatı hükmü altına alabilir bir mahiyette görünüyor. Elbette böyle bir kuvvet, iştiraki hiç bir cihette kabul edemez, şirke meydan vermez.
[/NOT]


Allahın kainatta bir külli , bir de cüz'i tecellileri var. Bunlardan külli olanına vahidiyet, cüz'i olanına ehadiyet diyoruz. Mesela burda verilen kavak misali gibi. Bir kavakta tecelli eden isim ve sıfatlar Allahın ehadiyetinin delili olurken, aynı isim ve sıfatların bütün kavaklarda tecelli etmesi vahidiyetin delili oluyor. Burdan yola çıkarak şöyle diyebiliriz. Bir kavağı kim yaratmışsa, yer yüzündeki bütün kavakları yaratan Odur. Kavakla beraber bütün ağaçları ve bitkileri de yaratan odur. Çünkü nasıl ki, kavağın yeşermesi, büyümesi, intişarı için bütün kainat fabrikasının çarklarının işlemesi gerekiyorsa, diğer bütün nebatat ve eşcarın da büyümesi, yeşermesi veya meyve vermesi için de aynı tezgahın işlemesi gerekiyor. Yani bir kavağın vücuda gelmesinde hangi kuvvet ve kudret eli işliyorsa, bütün ağaçların ve bitkilerin vücuda gelmesinde aynı kudret eli işliyor. Demek kavağın sahibi kimse bütün ağaçların sahibi Odur. Toprağın sahibi de Odur, çünkü o tezgahta ağaç vücuda geliyor. Güneş de Onundur. Güneşin bir mizanda durmasına etki eden, galaksiler de Onundur. Meyve de, yaprakta Onundur..Herşey Onundur..

[TAVSIYE]Evet, müteharrik herbir şey, zerrattan seyyârâta kadar, kendilerinde olan sikke-i samediyet ile vahdeti gösterdikleri gibi, harekâtlarıyla dahi, gezdikleri bütün yerleri vahdet namına zaptederler, kendi Mâlikinin mülküne idhal ederler. Hareket etmeyen masnuat ise, nebâtattan nücum-u sevâbite kadar, birer mühr-ü vahdâniyet hükmündedirler ki, bulunduğu mekânı, kendi Sâniinin mektubu olduğunu gösterirler. Demek herbir nebat, herbir meyve birer mühr-ü vahdâniyet, birer sikke-i vahdettirler ki, mekânlarını ve vatanlarını, vahdet namına, Sânilerinin mektubu olduğunu gösterirler. Elhasıl, herbir şey, hareketiyle bütün eşyayı vahdet namına zapteder. Demek bütün yıldızları elinde tutmayan, birtek zerreye rab olamaz.


Sözler[/TAVSIYE]
 

Huseyni

Müdavim
[TAVSIYE]Elhasıl: Sâni-i Kadîr, külfetsiz, muâlecesiz, sür’atle, suhuletle, herşeyi, o şeye lâyık bir surette halk eder. Külliyâtı, cüz’iyat kadar kolay icad eder. Cüz’iyâtı, külliyat kadar san’atlı halk eder.

Evet, külliyâtı ve semâvâtı ve arzı halk eden kim ise, semâvât ve arzda olan cüz’iyâtı ve efrad-ı zîhayatiyeyi halk eden elbette yine odur ve Ondan başka olamaz. Çünkü o küçük cüz’iyat, o külliyâtın meyveleri, çekirdekleri, misal-i musağğarlarıdır.

Hem o cüz’iyâtı icad eden kim ise, cüz’iyâtı ihata eden unsurları ve semâvât ve arzı dahi O halk etmiştir. Çünkü, görüyoruz ki, cüz’iyat, külliyâta nisbeten birer çekirdek, birer küçük nüsha hükmündedir.

Öyle ise, o cüz’îleri halk eden Zâtın elinde, anâsır-ı külliye ve semâvât ve arz bulunmalıdır. Tâ ki, hikmetinin düsturlarıyla ve ilminin mizanlarıyla o küllî ve muhît mevcudatın hülâsalarını, mânâlarını, nümunelerini, o küçücük misal-i musağğarlar hükmünde olan cüz’iyatta derc edebilsin.

Evet, acaib-i san’at ve garaib-i hilkat noktasında cüz’iyat külliyattan geri değil; çiçekler yıldızlardan aşağı değil; çekirdekler ağaçların mâdûnunda değil; belki çekirdekteki nakş-ı kader olan mânevî ağaç, bağdaki nesc-i kudret olan mücessem ağaçtan daha aciptir. Ve hilkat-i insaniye, hilkat-i âlemden daha aciptir.

Nasıl ki bir cevher-i ferd üstünde, esir zerrâtıyla bir Kur’ân-ı hikmet yazılsa, semâvât yüzündeki yıldızlarla yazılan bir kur’ân-ı azametten kıymetçe daha ehemmiyetli olabilir. Öyle de, çok küçük cüz’iyatlar var, mu’cizât-ı san’atça külliyattan üstündür.


Mektubat[/TAVSIYE]
 

Huseyni

Müdavim
[TAVSIYE]Evet, herbir eser, hususan zîhayat olsa, kâinatın küçük bir misal-i musağğarıdır ve âlemin bir çekirdeğidir ve küre-i arzın bir meyvesidir. Öyle ise, o misal-i musağğarı, o çekirdeği, o meyveyi icad eden, herhalde bütün kâinatı icad eden yine odur. Çünkü, meyvenin mucidi, ağacının mucidinden başkası olamaz. Öyle ise, herbir eser, bütün âsârı Müessirine verdiği gibi, herbir fiil dahi, bütün ef’âli Fâiline isnad eder.

Çünkü, görüyoruz ki, herbir fiil-i icadî, ekser mevcudatı ihata edecek derecede geniş ve zerreden şümusa kadar uzun birer kanun-u hallâkıyetin ucu olarak görünüyor. Demek, o cüz’î fiil-i icadî sahibi kim ise, o mevcudatı ihata eden ve zerreden şümusa kadar uzanan kanun-u küllî ile bağlanan bütün ef’âlin Fâili olmak gerektir.

Evet, bir sineği ihyâ eden, bütün hevâmı ve küçük hayvânâtı icad eden ve arzı ihyâ eden Zât olacaktır. Hem Mevlevî gibi zerreyi döndüren kim ise, müteselsilen mevcudatı tahrik edip, tâ şemsi seyyârâtıyla gezdiren aynı Zât olmak gerektir. Çünkü kanun bir silsiledir; ef’âl onunla bağlıdır.

Demek, nasıl herbir eser, bütün âsârı Müessirine verir; ve herbir fiil-i icadî, bütün ef’âli Fâiline mal eder. Aynen öyle de, kâinattaki tecellî eden herbir isim, bütün isimleri kendi Müsemmâsına isnad eder ve Onun ünvanları olduğunu ispat eder. Çünkü, kâinatta tecellî eden isimler, devâir-i mütedahile gibi ve ziyadaki elvân-ı seb’a gibi birbiri içine giriyor, birbirine yardım ediyor, birbirinin eserini tekmil ediyor, tezyin ediyor.


Mektubat[/TAVSIYE]
 

Huseyni

Müdavim
[TAVSIYE]Hem nasıl ki, bir kavunun meselâ herbir çekirdeğinde o kavun temerküz ediyor. Ve o çekirdeği yapan Zât, elbette odur ki, o kavunu yapar, sonra ilminin hususî mizanıyla ve hikmetinin ona mahsus kanunuyla o çekirdeği ondan sağar, toplar tecessüm ettirir. Ve o tek kavunun tek ve vâhid ustasından başka hiçbir şey o çekirdeği yapamaz. Ve yapması muhaldir.

Aynen öyle de, Rahmâniyetin tecellîsiyle kâinat bir ağaç, bir bostan ve zemin bir meyve, bir kavun ve zîhayat ve insan bir çekirdek hükmünde olduğundan, elbette en küçük bir zîhayatın Hâlıkı ve Rabbi, bütün zeminin ve kâinatın Hâlıkı olmak lâzım gelir.


Şualar[/TAVSIYE]
 
Üst