Sözler 6. Ders - Ehadiyet

Huseyni

Müdavim
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ


Eser:
Sözler/On Dördüncü Lem'a'nın İkinci Makamı/Dördüncü Sır
Konu: Vahdetin Arkasındaki Ehadiyet Sikkeleri


Açıklamalı risale derslerimiz devam ediyor.



  • Derslerimize herkes katılabilir.
  • Soru sorabilir veya sorulan sorulara cevap verebilir.
  • Ders anlayışımız; "biz biliyoruz, öğretiyoruz" değil, "anladığımızı paylaşıyoruz." şeklindedir.
  • Açıklamalı dersler, birkaç yöneticinin kendi tekelinde gibi algılanmamalı.
  • Yöneticiler derslerin sadece takibini ve seri olarak açma vazifelerini üstlenmekteler.
  • Bunun dışında dersin gidişatı herkese açıktır.
  • Bundan dolayı bütün kardeşlerimizin derslere iştirak etmelerini arzu ediyoruz.



Selam ve dua ile.



[BILGI]DÖRDÜNCÜ SIR

Hadsiz kesret içinde vâhidiyet tecellîsi, hitab-ı اِيَّاكَ نَعْبُدُ demekle herkese kâfi gelmiyor. Fikir dağılıyor. Mecmuundaki vahdet arkasında Zât-ı Ehadiyeti mülâhaza edip [SUP]1[/SUP] اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ demeye, küre-i arz vüs’atinde bir kalb bulunmak lâzım geliyor. Ve bu sırra binaen, cüz’iyatta zâhir bir surette sikke-i ehadiyeti gösterdiği gibi, herbir nevide sikke-i ehadiyeti göstermek ve Zât-ı Ehadi mülâhaza ettirmek için, hâtem-i Rahmâniyet içinde bir sikke-i ehadiyeti gösteriyor.

Tâ, külfetsiz, herkes her mertebede اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ deyip, doğrudan doğruya Zât-ı Akdese hitap ederek müteveccih olsun.

İşte, Kur’ân-ı Hakîm, bu sırr-ı azîmi ifade içindir ki, kâinatın daire-i âzamından, meselâ semâvât ve arzın hilkatinden bahsettiği vakit, birden, en küçük bir daireden ve en dakik bir cüz’îden bahseder, tâ ki zâhir bir surette hâtem-i ehadiyeti göstersin.

Meselâ, hilkat-i semâvât ve arzdan bahsi içinde, hilkat-i insandan ve insanın sesinden ve simasındaki dekaik-i nimet ve hikmetten bahis açar. Tâ ki fikir dağılmasın, kalb boğulmasın, ruh Mâbûdunu doğrudan doğruya bulsun. Meselâ,

وَمِنْ اٰيَاتِهِ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ اَلْسِنَتِكُمْ وَاَلْوَانِكُمْ [SUP]2[/SUP] âyeti, mezkûr hakikati mucizâne bir surette gösteriyor.

Evet, hadsiz mahlûkatta ve nihayetsiz bir kesrette vahdet sikkeleri, mütedahil daireler gibi, en büyüğünden en küçük sikkeye kadar envâı ve mertebeleri vardır. Fakat o vahdet, ne kadar olsa, yine kesret içinde bir vahdettir; hakikî hitabı tam temin edemiyor. Onun için, vahdet arkasında ehadiyet sikkesi bulunmak lâzımdır tâ ki kesreti hatıra getirmesin, doğrudan doğruya Zât-ı Akdese karşı kalbe yol açsın.

Hem, sikke-i ehadiyete nazarları çevirmek ve kalbleri celb etmek için, o sikke-i ehadiyet üstünde gayet cazibedar bir nakış ve gayet parlak bir nur ve gayet şirin bir halâvet ve gayet sevimli bir cemâl ve gayet kuvvetli bir hakikat olan rahmet sikkesini ve Rahîmiyet hâtemini koymuştur. Evet, o rahmetin kuvvetidir ki, zîşuurun nazarlarını celb eder, kendine çeker ve ehadiyet sikkesine isal eder ve Zât-ı Ehadiyeyi mülâhaza ettirir ve ondan, اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ [SUP]3[/SUP]deki hakikî hitaba mazhar eder.

İşte, Bismillâhirrahmânirrahîm, Fâtiha’nın fihristesi ve Kur’ân’ın mücmel bir hülâsası olduğu cihetle, bu mezkûr sırr-ı azîmin ünvanı ve tercümanı olmuş. Bu ünvanı eline alan, rahmetin tabakatında gezebilir. Ve bu tercümanı konuşturan, esrar-ı rahmeti öğrenir ve envâr-ı Rahîmiyeti ve şefkati görür.


[SUP]1[/SUP] : “Ancak Sana kulluk eder ve ancak Senden yardım dileriz.” Fâtiha Sûresi, 1:5.
[SUP]2[/SUP] : “Onun varlığının ve kudretinin delillerinden biri de; gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin farklı olmasıdır.” Rum Sûresi, 30:22.
[SUP]3[/SUP] : “Ancak Sana kulluk eder ve ancak Senden yardım dileriz.” Fâtiha Sûresi, 1:5.
[/BILGI]


[TAVSIYE]Diğer Sözler dersleri: Sözler
Diğer açıklamalı dersler: Risale Açıklamalı[/TAVSIYE]
 
Son düzenleme:

Huseyni

Müdavim
[NOT]Hadsiz kesret içinde vâhidiyet tecellîsi, hitab-ı اِيَّاكَ نَعْبُدُ demekle herkese kâfi gelmiyor.[/NOT]


Öncelikle namaz kılarken ya da herhangi bir zamanda Fatiha'yı okuma esnasında, "na'büdü" derken, çoğul kullandığımız ifade, kimleri veya neleri kapsıyor öğrenelim.

"Cem’ sîgasıyla zikredilen نَعْبُدُ ’deki zamir, üç taifeye işarettir." İşaratü'l-İ'caz

Yani "na'büdü" derken üç taife adına bunu söylüyoruz. Tabi herkes nasibince, o genişliği mülahaza edebildiği nisbette kulluğunu Rabbine sunuyor.

na'büdü derken (ibadet ederiz);

"Birincisi, insanın vücudundaki bütün âzâ ve zerrâta râcidir ki, bu itibarla şükr ü örfîyi eda etmiş olur." İşaratü'l-İ'caz

Bütün azalarımızı ve zerrelerimizi mülahaza ettiğimizde, vücudumuzun şükrünü eda etmiş oluyoruz.

"İkincisi, bütün ehl-i tevhidin cemaatlerine aittir; bu cihetle şeriata itaat etmiş olur." İşaratü'l-İ'caz

Bütün tevhid ehlinin cemaatlerini düşündüğümüzde (mazi ve istikbaldekiler de dahil) şeriata itaatin gereğini yerine getirmiş oluyoruz.

"Üçüncüsü, kâinatın ihtiva ettiği mevcudata işarettir. Bu itibarla, şeriat-ı fıtriye-i kübrâya tâbi olarak hayret ve muhabbetle kudret ve azametin arşı altında sâcid ve âbid olmuş olur." İşaratü'l-İ'caz

Kainatta ne kadar varlık varsa, dağlar, bitkiler, hayvanlar, insanlar, kayalar, denizler, ay, güneş ve hatta kainatın kendisi dahil hepsini mülahaza ettiğimizde "şeriat-ı fıtriye-i kübrâya tâbi olarak hayret ve muhabbetle kudret ve azametin arşı altında sâcid ve âbid olmuş olur."
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]Fikir dağılıyor. Mecmuundaki vahdet arkasında Zât-ı Ehadiyeti mülâhaza edip [SUP]1[/SUP] اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ demeye, küre-i arz vüs’atinde bir kalb bulunmak lâzım geliyor. Ve bu sırra binaen, cüz’iyatta zâhir bir surette sikke-i ehadiyeti gösterdiği gibi, herbir nevide sikke-i ehadiyeti göstermek ve Zât-ı Ehadi mülâhaza ettirmek için, hâtem-i Rahmâniyet içinde bir sikke-i ehadiyeti gösteriyor.

Tâ, külfetsiz, herkes her mertebede اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ deyip, doğrudan doğruya Zât-ı Akdese hitap ederek müteveccih olsun.[/NOT]


Kainatta vahdetin mühürleri var. Tamamı mülahaza edildiğinde bir elden çıktığı akıl gözüyle görünüyor. Ancak, bir insanda yeryüzü kadar kalp olmalı ki, o büyüklüğün içinde Allah'ın cc. ehadiyetini, tam anlamıyla kavrayabilsin. Yani اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ dendiğinde, kainattaki bütün mevcudatın yapmış olduğu kulluk vazifelerini, bir anda düşünmek her insanın mazhar olabileceği birşey değil. Galaksilerden atomlara kadar olan bütün mevcudat Allah'a bir şekilde kulluk vazifesi yapıyor. Bunu ihata etmek çok zor. Belki Allah'a cc. yakınlık kesbetmiş olanların muvaffak olabileceği birşey.

İşte bu nedenle Allah cc. cüz'iyatta ve kainatın her bir nev'inde ehadiyetinin sikkelerini koymuş. Ve rahmaniyyetinin altında da ehadiyetinin mühürlerini koymuş.

[NOT]hâtem-i Rahmâniyet içinde bir sikke-i ehadiyet[/NOT]
"Rahman Rezzak manasınadır." İşaratü'l-İ'caz

Her bir varlık kendine mahsus rızıkla rızıklandırılıyor. Bu Rabbimizin Rahmaniyyetini gösteriyor. Yani kainattaki bütün mevcudatta bu isim hakim diyebiliriz. Ve her bir varlıkta Allah'ın ehadiyetini yani birliğini gösteren deliller var. Bu da "hâtem-i Rahmâniyet içinde bir sikke-i ehadiyet" anlamına geliyor.
 
Son düzenleme:

teblið

Vefasýz
Sanırım konuyu Tevhid olarakta algılayabiliriz hocam ..

Allah, Ehaddir, birdir. Mümkin ve mahluk olmayan, başlangıcı ve sonu bulunmayan yegane zat odur. Mahlukatın zatlarındaki bütün noksanlıklardan, sıfatlarındaki bütün eksikliklerden, fiillerindeki bütün acizliklerden münezzeh olan ve onların hiçbirine benzemeyen yegane bir, tek bir, benzersiz, eşsiz bir ancak O’dur.

Amenna tekdir ve birdir Cenabı Hakk..

Her gün namazlarımızda tekrar tekrar zikrettiğimiz İyyake nabudu ayeti celilesinde bağlılığımızı teyyiid ediyoruz inşl.
.
 

Huseyni

Müdavim
Sanırım konuyu Tevhid olarakta algılayabiliriz hocam ..


Evet hocam dersimiz tevhid dersidir. Tevhidin cüz'iyyatta da delilleri var. Buna ehadiyet diyoruz. Kainatı oluşturan mevcudatın çokluğu içinde akılların ve kalplerin boğulmaması için, (çünkü her mertebedeki insan bunu mülahaza edemiyor) en cüz'i mevcutlarda dahi ehadiyetin mühürlerini koymuş Cenab-ı Hak cc. Ta ki herkes "na'büdü" sırrından hissedar olsun.
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]
İşte, Kur’ân-ı Hakîm, bu sırr-ı azîmi ifade içindir ki, kâinatın daire-i âzamından, meselâ semâvât ve arzın hilkatinden bahsettiği vakit, birden, en küçük bir daireden ve en dakik bir cüz’îden bahseder, tâ ki zâhir bir surette hâtem-i ehadiyeti göstersin.

Meselâ, hilkat-i semâvât ve arzdan bahsi içinde, hilkat-i insandan ve insanın sesinden ve simasındaki dekaik-i nimet ve hikmetten bahis açar. Tâ ki fikir dağılmasın, kalb boğulmasın, ruh Mâbûdunu doğrudan doğruya bulsun. Meselâ,

وَمِنْ اٰيَاتِهِ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ اَلْسِنَتِكُمْ وَاَلْوَانِكُمْ [SUP]2[/SUP] âyeti, mezkûr hakikati mucizâne bir surette gösteriyor.


[SUP]2[/SUP] : “Onun varlığının ve kudretinin delillerinden biri de; gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin farklı olmasıdır.” Rum Sûresi, 30:22. [/NOT]


Nasıl ki kainatın en geniş dairelerinde vahdet delilleri var ve herkesin kalbi, aklı onu ihata edemiyor. Bu yüzden de en küçük dairelerde de o vahdetin delilleri görünüyor. Ki herkes bu sırra vakıf olabilsin. Bunun gibi, Kur'an da mesela göklerin ve yerin yaratılışından bahsederken, birden dikkatlerimizi insanın yaratılışına, seslerimizdeki ve simalarımızdaki inceliklere çekiyor. Gaye aynı. Nasıl göklerde Onun delilleri var, insanın kendisinde de Onun delilleri var. İster büyük ister küçük olsun, herşeyde Onun cc. birliğinin delilleri var. Koca kainattaki delilleri ihata edemiyorsan, kendine bak, sesine bak, rengine bak, simana bak vs.
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]Evet, hadsiz mahlûkatta ve nihayetsiz bir kesrette vahdet sikkeleri, mütedahil daireler gibi, en büyüğünden en küçük sikkeye kadar envâı ve mertebeleri vardır. Fakat o vahdet, ne kadar olsa, yine kesret içinde bir vahdettir; hakikî hitabı tam temin edemiyor. Onun için, vahdet arkasında ehadiyet sikkesi bulunmak lâzımdır tâ ki kesreti hatıra getirmesin, doğrudan doğruya Zât-ı Akdese karşı kalbe yol açsın.
[/NOT]


Risale-i Nur'un muhtelif yerlerinden alıntılarla bu kısmı izah edelim Allah'ın izniyle. Anlaşılmayan yerleri birlikte mütalaa edebiliriz.


[TAVSIYE]Yani, şu kâinat denilen âlem-i ekber ve insan denilen onun misal-i musağğarı olan âlem-i asgar, kudret ve kader kalemiyle yazılan âfâkî ve enfüsî vahdâniyet delâilini gösteriyorlar.

Evet, kâinattaki san’at-ı muntazamanın küçük bir mikyasta nümunesi insanda vardır. O daire-i kübrâdaki san’at Sâni-i Vâhide şehadet ettiği gibi, şu insanda olan küçük mikyastaki hurdebinî san’at dahi yine o Sânie işaret eder, vahdetini gösterir.

Hem nasıl ki, şu insan gayet mânidar bir mektub-u Rabbânîdir, muntazam bir kaside-i kaderdir. Öyle de, şu kâinat dahi, aynı o kalem-i kaderle, fakat büyük bir mikyasta yazılmış muntazam bir kaside-i kaderdir.

Hiç mümkün müdür ki, hadsiz alâmet-i farika ile bütün insanlara bakan şu insan yüzündeki sikke-i vahdete ve bütün mevcudatı omuz omuza, el ele, baş başa veren kâinat üstündeki hâtem-i vahdâniyete Vâhid-i Ehadden başka birşeyin müdahalesi bulunsun?


Yirminci Mektup[/TAVSIYE]
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]Hem, sikke-i ehadiyete nazarları çevirmek ve kalbleri celb etmek için, o sikke-i ehadiyet üstünde gayet cazibedar bir nakış ve gayet parlak bir nur ve gayet şirin bir halâvet ve gayet sevimli bir cemâl ve gayet kuvvetli bir hakikat olan rahmet sikkesini ve Rahîmiyet hâtemini koymuştur. Evet, o rahmetin kuvvetidir ki, zîşuurun nazarlarını celb eder, kendine çeker ve ehadiyet sikkesine isal eder ve Zât-ı Ehadiyeyi mülâhaza ettirir ve ondan, اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ [SUP]3[/SUP]deki hakikî hitaba mazhar eder.


[SUP]3[/SUP] : “Ancak Sana kulluk eder ve ancak Senden yardım dileriz.” Fâtiha Sûresi, 1:5.
[/NOT]


[TAVSIYE]
Sâni-i Hakîm, âlem-i ekberi öyle bedî bir surette halk edip âyât-ı kibriyâsını üstünde nakşetmiş ki, kâinatı bir mescid-i kebir şekline döndürmüş. Ve insanı dahi öyle bir tarzda icad edip, ona akıl vererek, onunla o mu’cizât-ı san’atına ve o bedî kudretine karşı secde-i hayret ettirerek, ona âyât-ı kibriyâyı okutturup, kemerbeste-i ubûdiyet ettirerek, o mescid-i kebirde bir abd-i sâcid fıtratında yaratmıştır. Hiç mümkün müdür ki, şu mescid-i kebirin içindeki sâcidlerin, âbidlerin mâbud-u hakikîleri, o Sâni-i Vâhid-i Ehadden başkası olabilsin?[/TAVSIYE]
 
Son düzenleme:

Huseyni

Müdavim
[NOT]Evet, hadsiz mahlûkatta ve nihayetsiz bir kesrette vahdet sikkeleri, mütedahil daireler gibi, en büyüğünden en küçük sikkeye kadar envâı ve mertebeleri vardır. Fakat o vahdet, ne kadar olsa, yine kesret içinde bir vahdettir; hakikî hitabı tam temin edemiyor. Onun için, vahdet arkasında ehadiyet sikkesi bulunmak lâzımdır tâ ki kesreti hatıra getirmesin, doğrudan doğruya Zât-ı Akdese karşı kalbe yol açsın.

Hem, sikke-i ehadiyete nazarları çevirmek ve kalbleri celb etmek için, o sikke-i ehadiyet üstünde gayet cazibedar bir nakış ve gayet parlak bir nur ve gayet şirin bir halâvet ve gayet sevimli bir cemâl ve gayet kuvvetli bir hakikat olan rahmet sikkesini ve Rahîmiyet hâtemini koymuştur. Evet, o rahmetin kuvvetidir ki, zîşuurun nazarlarını celb eder, kendine çeker ve ehadiyet sikkesine isal eder ve Zât-ı Ehadiyeyi mülâhaza ettirir ve ondan, اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ [SUP]3[/SUP]deki hakikî hitaba mazhar eder.


[SUP]3[/SUP] : “Ancak Sana kulluk eder ve ancak Senden yardım dileriz.” Fâtiha Sûresi, 1:5.
[/NOT]

Mütedahil dairelerdeki (iç içe girmiş dairelerdeki) büyükten küçüğe vahdetin mühürleri ve mertebeleri,
Kesret (çokluk) içinde vahdetin arkasındaki ehadiyet sikkeleri (mühürleri),
ehadiyete nazarları ve kalpleri çevirip, celbetmek için; ehadiyet üzerinde konmuş,
cazibedar nakışlar, parlak nurlar, hoşluklar, şirinlikler, sevimlilikler, güzellikler ve kuvvetli bir hakikat olan Rahimiyet (şefkat) mühürlerine Risale-i Nur'dan misaller vererek devam ediyoruz.


[TAVSIYE]O Mâlikü’l-Mülk-i Zülcelâl, âlem-i ekberi, bahusus küre-i arz yüzünü öyle bir surette inşa ederek yapmıştır ki, birbiri içinde hadsiz daireler olup, herbir daire bir tarla hükmünde olup, vakit be vakit, mevsim be mevsim, asır be asır eker, biçer, mahsulât alır. Mütemadiyen mülkünü çalıştırır, tasarruf eder.

En büyük daire olan zerrat âlemini bir tarla yapıp, her zaman kâinat kadar mahsulâtı, kudretiyle, hikmetiyle onda eker, biçer, kaldırır. Âlem-i şehadetten âlem-i gayba, daire-i kudretten daire-i ilme gönderir.

Sonra, mutavassıt bir daire olan zemin yüzünü, aynen öyle bir mezraa yapmış ki, mevsim be mevsim âlemleri, envâları içinde eker, biçer, kaldırır. Mânevî mahsulâtını dahi gaybî, uhrevî, misalî ve mânevî âlemlerine gönderir.

Daha küçük bir daire olan bir bahçeyi, yine, yüz defa, bin defa kudretle doldurup hikmetle boşalttırıyor.

Daha küçük bir daire olan bir zîhayatı,
meselâ bir ağacı,

bir insanı,
yüz defa onun kadar ondan mahsulât alır.

Demek, o Mâlikü’l-Mülk-i Zülcelâl, küçük-büyük, cüz’î-küllî herşeyi birer model hükmünde inşa ederek, yüzler tarzda taze taze nakışlarla münakkaş mensucat-ı san’atını onlara giydirir, cilve-i esmâsını, mu’cizât-ı kudretini izhar eder.

Kendi mülkünde herbir şeyi birer sahife hükmünde inşa etmiş. Her sahifede, yüzer tarzda mânidar mektubatını yazar; hikmetinin âyâtını izhar eder, zîşuurlara okutturur.

Şu âlem-i ekberi mülk şeklinde inşa etmekle beraber, şu insanı dahi öyle bir surette halk etmiştir ve ona öyle cihazat ve âletler ve havas ve hissiyatlar ve bilhassa nefis, hevâ ve ihtiyaç ve iştiha ve hırs ve dâvâ vermiştir ki, o geniş mülkünde, bütün mülke muhtaç bir memlûk hükmüne getirmiştir.

İşte, hiç mümkün müdür ki, pek büyük olan âlem-i zerrattan, tâ bir sineğe kadar bütününü mülk ve tarla yapan ve küçük insanı o büyük mülke nâzır ve müfettiş ve çiftçi ve tüccar ve dellâl ve âbid ve memlûk yaptıran ve kendine muhterem bir misafir ve sevgili bir muhatap ittihaz eden o Mâlikü’l-Mülk-i Zülcelâlden başka, o mülke tasarruf edip o memlûke seyyid olabilsin?


Yirminci Mektup[/TAVSIYE]

"şu insanı dahi öyle bir surette halk etmiştir ve ona öyle cihazat ve âletler ve havas ve hissiyatlar ve bilhassa nefis, hevâ ve ihtiyaç ve iştiha ve hırs ve dâvâ vermiştir ki, o geniş mülkünde, bütün mülke muhtaç bir memlûk hükmüne getirmiştir."

"küçük insanı o büyük mülke nâzır ve müfettiş ve çiftçi ve tüccar ve dellâl ve âbid ve memlûk yaptıran ve kendine muhterem bir misafir ve sevgili bir muhatap ittihaz eden o Mâlikü’l-Mülk-i Zülcelâl"

Bundan daha büyük, çokluk içinde vahdet, vahdet içinde ehadiyet, ehadiyet içinde şefkat mührü olabilir mi ?
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]Evet, hadsiz mahlûkatta ve nihayetsiz bir kesrette vahdet sikkeleri, mütedahil daireler gibi, en büyüğünden en küçük sikkeye kadar envâı ve mertebeleri vardır. Fakat o vahdet, ne kadar olsa, yine kesret içinde bir vahdettir; hakikî hitabı tam temin edemiyor. Onun için, vahdet arkasında ehadiyet sikkesi bulunmak lâzımdır tâ ki kesreti hatıra getirmesin, doğrudan doğruya Zât-ı Akdese karşı kalbe yol açsın.

Hem, sikke-i ehadiyete nazarları çevirmek ve kalbleri celb etmek için, o sikke-i ehadiyet üstünde gayet cazibedar bir nakış ve gayet parlak bir nur ve gayet şirin bir halâvet ve gayet sevimli bir cemâl ve gayet kuvvetli bir hakikat olan rahmet sikkesini ve Rahîmiyet hâtemini koymuştur. Evet, o rahmetin kuvvetidir ki, zîşuurun nazarlarını celb eder, kendine çeker ve ehadiyet sikkesine isal eder ve Zât-ı Ehadiyeyi mülâhaza ettirir ve ondan, اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ [SUP]3[/SUP]deki hakikî hitaba mazhar eder.


[SUP]3[/SUP] : “Ancak Sana kulluk eder ve ancak Senden yardım dileriz.” Fâtiha Sûresi, 1:5.
[/NOT]

Mütedahil dairelerdeki (iç içe girmiş dairelerdeki) büyükten küçüğe vahdetin mühürleri ve mertebeleri,
Kesret (çokluk) içinde vahdetin arkasındaki ehadiyet sikkeleri (mühürleri),
ehadiyete nazarları ve kalpleri çevirip, celbetmek için; ehadiyet üzerinde konmuş,
cazibedar nakışlar, parlak nurlar, hoşluklar, şirinlikler, sevimlilikler, güzellikler ve kuvvetli bir hakikat olan Rahimiyet (şefkat) mühürlerine Risale-i Nur'dan misaller vererek devam ediyoruz.


[TAVSIYE]Kudret-i İlâhiye, âlem-i ekberde haşmet-i rububiyetini gösteriyor. Rahmet-i Rabbâniye ise, âlem-i asgar olan insanda nimetleri tanzim ediyor.

Yani, Sâniin kudreti, kibriyâ ve celâl noktasında, kâinatı öyle muhteşem bir saray şeklinde icad ediyor ki, güneşi büyük bir elektrik lâmbası, kameri kandil, ve yıldızları mumlar meyveleriyle yaldızlar, elektrikler.

Ve zemin yüzünü bir sofra, bir tarla, bir bahçe, bir haliçe;
ve dağları birer mahzen, birer direk, birer kal’a, ve hâkezâ, bütün eşyayı büyük bir mikyasta o büyük sarayın levazımatı şekline getirerek şâşaalı bir surette haşmet-i rububiyetini gösterdiği gibi;

cemâl noktasında, rahmeti dahi, en küçük zîhayata kadar her zîruha envâ-ı nimetini verir, onunla tanzim eder, baştan aşağıya kadar nimetlerle süsleyip lütuf ve keremle tezyin eder ve o haşmet-i celâliyeye karşı cemâl-i rahmetini o küçücük lisanlarla, o büyük lisana karşı çıkarır.

Yani, güneş ve Arş gibi büyük cirmler haşmet lisanıyla “Yâ Celîl, yâ Kebîr, yâ Azîm” dedikleri vakit, sinek ve semek gibi o küçücük zîhayatlar dahi rahmet lisanıyla “Yâ Cemîl, yâ Rahîm, yâ Kerîm” diyerek, o musika-i kübrâya lâtif nağamatlarını katıyorlar, tatlılaştırıyorlar.

Hiç mümkün müdür ki, o Celîl-i Zülcemâlden ve o Cemîl-i Zülcelâlden başka birşey, kendi başıyla şu âlem-i ekber ve asgara icad cihetinde müdahale edebilsin? Hâşâ!


Yirminci Mektup[/TAVSIYE]
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]Evet, hadsiz mahlûkatta ve nihayetsiz bir kesrette vahdet sikkeleri, mütedahil daireler gibi, en büyüğünden en küçük sikkeye kadar envâı ve mertebeleri vardır. Fakat o vahdet, ne kadar olsa, yine kesret içinde bir vahdettir; hakikî hitabı tam temin edemiyor. Onun için, vahdet arkasında ehadiyet sikkesi bulunmak lâzımdır tâ ki kesreti hatıra getirmesin, doğrudan doğruya Zât-ı Akdese karşı kalbe yol açsın.

Hem, sikke-i ehadiyete nazarları çevirmek ve kalbleri celb etmek için, o sikke-i ehadiyet üstünde gayet cazibedar bir nakış ve gayet parlak bir nur ve gayet şirin bir halâvet ve gayet sevimli bir cemâl ve gayet kuvvetli bir hakikat olan rahmet sikkesini ve Rahîmiyet hâtemini koymuştur. Evet, o rahmetin kuvvetidir ki, zîşuurun nazarlarını celb eder, kendine çeker ve ehadiyet sikkesine isal eder ve Zât-ı Ehadiyeyi mülâhaza ettirir ve ondan, اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ [SUP]3[/SUP]deki hakikî hitaba mazhar eder.


[SUP]3[/SUP] : “Ancak Sana kulluk eder ve ancak Senden yardım dileriz.” Fâtiha Sûresi, 1:5.
[/NOT]

Mütedahil dairelerdeki (iç içe girmiş dairelerdeki) büyükten küçüğe vahdetin mühürleri ve mertebeleri,
Kesret (çokluk) içinde vahdetin arkasındaki ehadiyet sikkeleri (mühürleri),
ehadiyete nazarları ve kalpleri çevirip, celbetmek için; ehadiyet üzerinde konmuş,
cazibedar nakışlar, parlak nurlar, hoşluklar, şirinlikler, sevimlilikler, güzellikler ve kuvvetli bir hakikat olan Rahimiyet (şefkat) mühürlerine Risale-i Nur'dan misaller vererek devam ediyoruz.


[TAVSIYE]Yani, kâinatın heyet-i mecmuasında tezahür eden haşmet-i rububiyet, vahdâniyet-i İlâhiyeyi ispat edip gösterdiği gibi,
zîhayatların cüz’iyatlarına mukannen erzaklarını veren
nimet-i Rabbâniye dahi ehadiyet-i İlâhiyeyi ispat edip gösterir.

Vâhidiyet ise, bütün o mevcudat Birinindir ve Birine bakar ve Birinin icadıdır demektir.

Ehadiyet ise, herbir şeyde, Hâlık-ı Külli Şey’in ekser esmâsı tecellî ediyor demektir.

Meselâ, güneşin ziyası bütün zeminin yüzünü ihata ettiği haysiyetiyle, vâhidiyet misalini gösterir.

Ve herbir şeffaf cüzde ve su katrelerinde, güneşin ziyası ve harareti ve ziyasındaki yedi rengi ve bir nevi gölgesi bulunması, ehadiyet misalini gösterir.

Ve herbir şeyde, hususan zîhayatta ve bilhassa herbir insanda, o Sâniin ekser esmâsı onda tecellî ettiği cihetle, ehadiyeti gösterir.

İşte, şu fıkra işaret eder ki, kâinatta tasarruf eden haşmet-i rububiyet,
o koca güneşi
şu zemin yüzündeki zîhayatlara bir hizmetkâr, bir lâmba, bir ocak;
ve koca küre-i zemini onlara bir beşik, bir menzil, bir ticaretgâh;
ve ateşi, her yerde hazır bir aşçı ve dost;
ve bulutu süzgeç ve murdia;
ve dağları mahzen ve ambar;
ve havayı, zîhayata enfas ve nüfusa yelpaze;
ve suyu, yeniden hayata girenlere süt emziren dâye ve hayvânâta âb-ı hayat veren bir şerbetçi hükmüne getiren rububiyet-i İlâhiye, gayet vâzıh bir surette vahdâniyet-i İlâhiyeyi gösterir.

Evet, Hâlık-ı Vâhidden başka kim güneşi arzlılara musahhar bir hizmetkâr eder?

Ve o Vâhid-i Ehadden başka kim havayı elinde tutar, pek çok vazifelerle tavzif edip rû-yi zeminde çevik çalak bir hizmetkâr eder?

Ve o Vâhid-i Ehadden başka kimin haddine düşmüştür ki, ateşi aşçı yapsın ve kibrit başı kadar bir zerrecik ateşe binler batman eşyayı yuttursun?

Ve hâkezâ, herbir şey, herbir unsur, herbir ecrâm-ı ulviye, o haşmet-i rububiyet noktasında Vâhid-i Zülcelâli gösterir.

İşte, celâl ve haşmet noktasında vâhidiyet göründüğü gibi, cemâl ve rahmet noktasında dahi, nimet ve ihsan, ehadiyet-i İlâhiyeyi ilân eder.

Çünkü, zîhayatta ve bilhassa insanda, o derece san’at-ı câmia içinde, hadsiz envâ-ı nimeti anlayacak, kabul edecek, isteyecek cihazat ve âletler vardır ki, bütün kâinatta tecelli eden bütün esmâsının cilvesine mazhardır.

Âdetâ bir nokta-i mihrakiye hükmünde, bütün Esmâ-i Hüsnâyı birden mâhiyetinin âyinesiyle gösterir ve onunla ehadiyet-i İlâhiyeyi ilân eder.


Yirminci Mektup[/TAVSIYE]


"İşte, şu fıkra işaret eder ki, kâinatta tasarruf eden haşmet-i rububiyet,
o koca güneşi
şu zemin yüzündeki zîhayatlara bir hizmetkâr, bir lâmba, bir ocak;
ve koca küre-i zemini onlara bir beşik, bir menzil, bir ticaretgâh;
ve ateşi, her yerde hazır bir aşçı ve dost;
ve bulutu süzgeç ve murdia;
ve dağları mahzen ve ambar;
ve havayı, zîhayata enfas ve nüfusa yelpaze;
ve suyu, yeniden hayata girenlere süt emziren dâye ve hayvânâta âb-ı hayat veren bir şerbetçi hükmüne getiren rububiyet-i İlâhiye, gayet vâzıh bir surette vahdâniyet-i İlâhiyeyi gösterir.

Evet, Hâlık-ı Vâhidden başka kim güneşi arzlılara musahhar bir hizmetkâr eder?

Ve o Vâhid-i Ehadden başka kim havayı elinde tutar, pek çok vazifelerle tavzif edip rû-yi zeminde çevik çalak bir hizmetkâr eder?

Ve o Vâhid-i Ehadden başka kimin haddine düşmüştür ki, ateşi aşçı yapsın ve kibrit başı kadar bir zerrecik ateşe binler batman eşyayı yuttursun?"


Kesret içinde vahdet, vahdet içinde ehadiyet, ehadiyet içinde rahmet..Tefekkür edelim inşaallah.
.
 
K

Kayýtsýz Kullanýcýlar

Misafir
"Fakat o vahdet, ne kadar olsa, yine kesret içinde bir vahdettir; hakikî hitabı tam temin edemiyor."

Burayı açıklarmısınız?
 

Huseyni

Müdavim
"Fakat o vahdet, ne kadar olsa, yine kesret içinde bir vahdettir; hakikî hitabı tam temin edemiyor."

Burayı açıklarmısınız?


"Evet, hadsiz mahlûkatta ve nihayetsiz bir kesrette vahdet sikkeleri, mütedahil daireler gibi, en büyüğünden en küçük sikkeye kadar envâı ve mertebeleri vardır. Fakat o vahdet, ne kadar olsa, yine kesret içinde bir vahdettir; hakikî hitabı tam temin edemiyor. Onun için, vahdet arkasında ehadiyet sikkesi bulunmak lâzımdır tâ ki kesreti hatıra getirmesin, doğrudan doğruya Zât-ı Akdese karşı kalbe yol açsın."


Kainatta en büyük daireden, (güneşten ve ondan daha büyük güneşlerden, galaksilerden vs.) taa en küçük daireye kadar (sinek,çiçek,hücreler,zerreler vs.) ne varsa, hepsinde de vahdetin sikkeleri var. Yani Allahın birliğini gösteriyor. Yıldızların, gezegenlerin tamamı bir uyum içinde hareket etmeleriyle, bir elden çıktıklarını gösteriyorlar. Yani yıldızlar, gezegenler topluluğu büyük bir kalemle yazılmış vahdet sikkesi. İçindeki bir yıldıza dahi baktığımızda yine yaratıcısına deliller görüyoruz. Aynı yaratıcı her bir yıldızda da ayrı ayrı mühürlerini basmış. Bu da ehadiyet sikkesi.

Göklerden yere iniyoruz ve daha küçük bir daireye bakıyoruz. Mesela insan bir tür. Bu türün milyarlarca ferdine baktığımızda (simaları aynı yerde, gözleri aynı yerde, hepsi duyuyor, görüyor, akıllı, fiziki ve manevi özellikleri aynı vs.) bir elden çıktıklarını ispat ediyorlar. Ancak göklere nazaran, daha küçük bir daire olmasına rağmen, yine de kesret (çokluk) hakim olduğundan, her akıl ve kalp bu hakikati ihata edemeyebiliyor. O çokluğun içinde ehadiyet tecellisi de olmalı ki, çoğunluğu düşünmeden de Yaratıcıya bir yol bulunabilsin. Evet insanın her bir ferdinde de Allah a deliller var. Hatta insan diğer türlerden farklı olarak, bütün isimlerine ayine olmuş Cenab-ı Hakkın cc.

Bir de bu ehadiyet mührüne nazarları celbedecek birşey lazım. O da insanların, her bir ferdinin üzerinde kendine mahsus bir güzellik, bir cazibe, bir hoşluk, bir şirinlik, bir nakış, bir nur, bir rahmet mührü olacak ki, kesret dairesindeki bütün insanlara bakarak, akıl ve kalbin boğulmasındansa, o tek delile bakmakla Yaratıcısını bulabilsin. Mesela rızık gibi, mesela hayat gibi, mesela kendine mahsus bir sima, yüz güzelliği gibi vs...

Binlerce çiçek içinde bir çiçeğin, kendine mahsus, Yaratıcısının esmasından ve sıfatlarından ve dahi Zatından haber veren güzelliği de, bütün o çiçek türünün, tamamına bakıp, aklen ve kalben boğulmasınlar diye "sadece bana bak, yine Rabbini bulursun" mesajını verdiğini görüyoruz. Evet her bir çiçek dahi başlı başına Rabbinden haber veriyor. Tefekkürle bakmak lazım..


"..o sikke-i ehadiyet üstünde gayet cazibedar bir nakış ve gayet parlak bir nur ve gayet şirin bir halâvet ve gayet sevimli bir cemâl ve gayet kuvvetli bir hakikat olan rahmet sikkesini ve Rahîmiyet hâtemini koymuştur. Evet, o rahmetin kuvvetidir ki, zîşuurun nazarlarını celb eder, kendine çeker ve ehadiyet sikkesine isal eder ve Zât-ı Ehadiyeyi mülâhaza ettirir ve ondan, اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ [SUP]3[/SUP]deki hakikî hitaba mazhar eder."
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]Evet, hadsiz mahlûkatta ve nihayetsiz bir kesrette vahdet sikkeleri, mütedahil daireler gibi, en büyüğünden en küçük sikkeye kadar envâı ve mertebeleri vardır. Fakat o vahdet, ne kadar olsa, yine kesret içinde bir vahdettir; hakikî hitabı tam temin edemiyor. Onun için, vahdet arkasında ehadiyet sikkesi bulunmak lâzımdır tâ ki kesreti hatıra getirmesin, doğrudan doğruya Zât-ı Akdese karşı kalbe yol açsın.

Hem, sikke-i ehadiyete nazarları çevirmek ve kalbleri celb etmek için, o sikke-i ehadiyet üstünde gayet cazibedar bir nakış ve gayet parlak bir nur ve gayet şirin bir halâvet ve gayet sevimli bir cemâl ve gayet kuvvetli bir hakikat olan rahmet sikkesini ve Rahîmiyet hâtemini koymuştur. Evet, o rahmetin kuvvetidir ki, zîşuurun nazarlarını celb eder, kendine çeker ve ehadiyet sikkesine isal eder ve Zât-ı Ehadiyeyi mülâhaza ettirir ve ondan, اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ [SUP]3[/SUP]deki hakikî hitaba mazhar eder.


[SUP]3[/SUP] : “Ancak Sana kulluk eder ve ancak Senden yardım dileriz.” Fâtiha Sûresi, 1:5.
[/NOT]

Mütedahil dairelerdeki (iç içe girmiş dairelerdeki) büyükten küçüğe vahdet mühürleri
Kesret (çokluk) içinde vahdetin arkasındaki ehadiyet sikkeleri (mühürleri),
ehadiyete nazarları ve kalpleri çevirip, celbetmek için; ehadiyet üzerinde konmuş,
cazibedar nakışlar, parlak nurlar, hoşluklar, şirinlikler, sevimlilikler, güzellikler ve kuvvetli bir hakikat olan Rahimiyet (şefkat) mühürlerine Risale-i Nur'dan misaller vererek devam ediyoruz.


[TAVSIYE]Bak şu kâinat-ı seyyâlede, şu mevcudat-ı seyyârede cevelân eden zîhayatlara: Göreceksin ki, bütün zîhayatlardan herbir zîhayat üstünde, Hayy-ı Kayyûmun koyduğu çok hâtemleri vardır. O hâtemlerden bir hâtemi şudur ki:

O zîhayat, meselâ şu insan, adeta kâinatın bir misal-i musağğarı, şecere-i hilkatin bir semeresi ve şu âlemin bir çekirdeği gibi ki envâ-ı âlemin ekser nümunelerini cami’dir. Güya o zîhayat, bütün kâinattan gayet hassas mizanlarla süzülmüş bir katredir. Demek, şu zîhayatı halk etmek ve ona Rab olmak, bütün kâinatı kabza-i tasarrufunda tutmak lâzım gelir.

İşte, eğer aklın evhamda boğulmamışsa anlarsın ki,

•bir kelime-i kudreti, meselâ balarısını ekser eşyaya bir nevi küçük fihriste yapmak,

•ve bir sahifede, meselâ insanda şu kitab-ı kâinatın ekser meselelerini yazmak,

•hem bir noktada, meselâ küçücük incir çekirdeğinde koca incir ağacının programını derc etmek,

•ve bir harfte, meselâ kalb-i beşerde şu âlem-i kebirin safahâtında tecellî ve ihâta eden bütün esmânın âsârını göstermek,

•ve bir mercimek tanesi kadar mevki tutan kuvve-i hâfıza-i insaniyede bir kütüphane kadar yazı yazdırmak ve bütün hâdisât-ı kevniyenin mufassal fihristesini o kuvvecikte derc etmek, elbette ve elbette Hâlık-ı Külli Şeye has ve bu kâinatın Rabb-i Zülcelâline mahsus bir hâtemdir.

İşte, zîhayat üstünde olan pek çok hâtem-i Rabbânîden birtek hâtem böyle nurunu gösterse ve onun âyâtını şöyle okuttursa; acaba birden bütün o hâtemlere bakabilsen, görebilsen,
سُبْحَانَ مَنِ اخْتَفٰى بِشِدَّةِ ظُهُورِهِ [SUP]1[/SUP] demeyecek misin?

[SUP]1[/SUP] : Her türlü kusurdan münezzehtir o Zat ki, şiddet-i zuhurundan gizlenmiştir.


Yirmi İkinci Söz
[/TAVSIYE]
 

Huseyni

Müdavim
[TAVSIYE]Hâlık-ı Zülcelâlin nasıl ki mahlûkatının herbir ferdinin başında ve masnuâtının herbir cüz’ünün cephesinde ehadiyetinin sikkesini koymuştur. (Nasıl ki, geçmiş Lem’alarda bir kısmını gördün.) Öyle de, herbir nev’in üstünde çok sikke-i ehadiyet, herbir küll üstünde müteaddit hâtem-i vâhidiyet, tâ mecmu-u âlem üstünde mütenevvi turra-i vahdet, gayet parlak bir surette koymuştur. İşte, pek çok sikkelerden ve hâtemlerden ve turralardan, sath-ı arz sahifesinde, bahar mevsiminde vaz edilen bir sikke, bir hâtemi göstereceğiz. Şöyle ki:


Nakkâş-ı Ezelî, zeminin yüzünde, yaz, bahar zamanında en az üç yüz bin nebatat ve hayvânâtın envâını, nihayetsiz ihtilât, karışıklık içinde nihayet derecede imtiyaz ve teşhis ile ve gayet derecede intizam ve tefrik ile haşir ve neşretmesi, bahar gibi zahir ve bahir, parlak bir sikke-i tevhiddir.


Yirmi İkinci Söz

........................


Meselâ, o Rahîm-i Zülcemâlin bağıstan-ı kereminden, mu’cizâtının salkımlarından bir tanecik hükmünde gördüğüm, iki parmak kalınlığında bir üzüm asmasına asılmış olan salkımları saydım. Yüz elli beş çıktı. Bir salkımın danesini saydım, yüz yirmi kadar oldu. Düşündüm, dedim: Eğer bu asma çubuğu, ballı su musluğu olsa, daim su verse, şu hararete karşı o yüzer rahmetin şurup tulumbacıklarını emziren salkımlara ancak kifayet edecek. Halbuki, bazan az bir rutubet ancak eline geçer. İşte, bu işi yapan, herşeye kadîr olmak lâzım gelir.

سُبْحَانَ مَنْ تَحَيَّرَ فِى صُنْعِهِ الْعُقُولُ [SUP]1


[/SUP]
[SUP]1[/SUP] : “İşlerinde akılların hayrette kaldığı o Zât her türlü kusurdan nihayet derecede münezzehtir.” Nevevî, el-Ezkar s. 292; İmam Ali (r.a.), Nehcu’l-Belâğa, s. 428.


Yirmi İkinci Söz


...........................Evet, güneş ve aydan, gece ve gündüzden, kış ve yazdan tut, tâ nebâtâtın muhtaç ve aç hayvanların imdadına gelmelerinde; ve hayvanların zayıf, şerif insanların imdadına koşmalarında; hattâ mevadd-ı gıdâiyenin lâtif, nahif yavruların ve meyvelerin imdadına uçmalarında; tâ zerrât-ı taamiyenin hüceyrât-ı beden imdadına geçmelerinde câri olan bir düstur-u teâvünle hareketleri, bütün bütün kör olmayana gösteriyorlar ki, gayet kerîm birtek Mürebbînin kuvvetiyle, gayet hakîm birtek Müdebbirin emriyle hareket ediyorlar.

İşte, şu kâinat içinde câri olan bu tesânüd, bu teâvün, bu tecâvüb, bu teanuk, bu musahhariyet, bu intizam, birtek Müdebbirin tertibiyle idare edildiklerine ve birtek Mürebbînin tedbiriyle sevk edildiklerine kat’iyen şehadet etmekle beraber; şu bilbedâhe san’at-ı eşyada görünen hikmet-i âmme içindeki inâyet-i tamme ve o inâyet içinde parlayan rahmet-i vâsia ve o rahmet üstünde serilen ve rızka muhtaç herbir zîhayatı onun hâcetine lâyık bir tarzda iâşe etmek için serpilen erzak ve iâşe-i umumî, öyle parlak bir hâtem-i tevhiddir ki, bütün bütün aklı sönmeyen anlar ve bütün bütün kör olmayan görür.

Evet,

•kast ve şuur ve iradeyi gösteren bir perde-i hikmet, umum kâinatı kaplamış,

•ve o perde-i hikmet üstünde, lütuf ve tezyin ve tahsin ve ihsanı gösteren bir perde-i inâyet serilmiştir,

•ve o müzeyyen perde-i inâyet üstünde, kendini sevdirmek ve tanıttırmak ve in’âm ve ikram etmek lem’alarını gösteren bir hulle-i rahmet, kâinatı içine almıştır,

•ve o münevver perde-i rahmet-i âmme üstüne serilen ve terahhumu ve ihsan ve ikramı ve kemâl-i şefkat ve hüsn-ü terbiyeyi ve lütf-u Rububiyeti gösteren bir sofra-i erzak-ı umumiye dizilmiştir.

Evet, şu mevcudata; zerrelerden güneşlere kadar, fertler olsun, neviler olsun, küçük olsun, büyük olsun,

•semerat ve gayatla ve faideler ve maslahatlarla münakkaş bir kumaş-ı hikmetten muhteşem bir gömlek giydirilmiş,

•ve o hikmetnümâ suret gömleği üstünde, lütuf ve ihsan çiçekleriyle müzeyyen bir hulle-i inâyet, herşeyin kametine göre biçilmiş,

•ve o müzeyyen hulle-i inâyet üzerine, tahabbüb ve ikram ve tahannün ve in’âm lem’alarıyla münevver rahmet nişanları takılmış,

•ve o münevver ve murassâ nişanları ihsan etmekle beraber, zeminin yüzünde bütün zevilhayatın taifelerine kâfi, bütün hâcetlerine vâfi bir sofra-i rızk-ı umumî kurulmuştur.

İşte şu iş, güneş gibi âşikâre, nihayetsiz Hakîm, Kerîm, Rahîm, Rezzâk bir Zât-ı Zülcemâle işaret edip gösteriyor.

Öyle mi? Herşey rızka muhtaç mıdır?

Evet. Bir fert, rızka ve devam-ı hayata muhtaç olduğu gibi, görüyoruz ki, bütün mevcudat-ı âlem, bahusus zîhayat olsa, küllî olsun, cüz’î olsun, küll olsun, cüz olsun, vücudunda, bekàsında, hayatında ve idame-i hayatta maddeten ve mânen çok metâlibi var, çok levâzımâtı var. İftikarâtı ve ihtiyâcâtı öyle şeylere var ki, en ednâsına o şeyin eli yetişmediği, en küçük matlubuna o şeyin kuvveti kâfi gelmediği bir halde, görüyoruz ki, bütün metâlibi ve erzak-ı maddiye ve mâneviyesi, مِنْ حَيْثُ لاَ يَحْتَسِبُ [SUP]1[/SUP] ummadığı yerlerden kemâl-i intizamla ve vakt-i münasipte ve lâyık bir tarzda, kemâl-i hikmetle ellerine veriliyor. İşte bu iftikar ve ihtiyac-ı mahlûkat ve bu tarzda imdad ve iâne-i gaybiye, acaba güneş gibi bir Mürebbî-i Hakîm-i Zülcelâli, bir Müdebbir-i Rahîm-i Zülcemâli göstermiyor mu?[SUP]1[/SUP] : “Hiç ummadığı yerlerden…” Talâk Sûresi, 65:3.

Yirmi İkinci Söz[/TAVSIYE]


Kafidir inşaallah..
 
Üst